ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 719

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 8 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Güle Güle Melih Kibar...


Merhabalar,

ABONE OL! Komik bir memleketiz vesselam. Sıkılıyorum diyenin aklından şüphe etmeli. Her an herşeye kahkahalar atmaya hazırlıklı olmalı. Hangi stand-up'çının nereden çıkacağı belli olmuyor. Biraz dalsan kaçırdıklarına yanacaksın, iyisi mi aç gözünü kulağını ne var ne yok haberdar ol, gül, gül, gül... Mesela 17 Aralık'tan beri hükümet büyüklerimizin neden dünya kazan onlar kepçe gezip durduklarını, neden dün can ciğer kuzu sarması oldukları medyayı bugün karşılarına alıp namertlikle suçladıklarını öğrenince insanın ağlayacağı yerde gülesi geliyor. AB yetkilileri hükümetimize bir süre sessiz kalırlarsa onlara lolipop vereceklerini söylemiş. Hollanda ve Fransa'da referandum varmış, fazla ayak altında olup dikkat çekmemizi istememişler. O nedenle hükümet büyüklerimiz gezmeye, gündemi içeriden yakalamak için de medyayla savaşmaya karar vermişler. Gülmez miyiz biz şimdi ağlanacak halimize? Tam buna kıkırdarken bir başka büyüğümüzün hasbelkader memlekete gelecek turiste görgüsüz, sonradan görme yakıştırmasını reva görmesine, ağzımız başka bir şey için kıkırdarken k.çımızla gülmez miyiz? Oysa boşboğazlığın nedeni sayın bakanın esprili kişiliğiymiş. Haydi bakalım yer kalmadı, buna neremizle güleceğiz? Hey büyük Allahım, sen bize tez zamanda, asık suratlı, ciddi kişilikler nasip et. Amin.

Dün açıkladığım KM Kullanma Kılavuzuna (KMKK) gösterdiğiniz ilgi için teşekkürler. Benimle hemen hemen aynı paralelde olduğunuzu görmek hoş oldu. Şimdi ben yemeyip içmeyip bir KMKK Kalkındırma ve Güzelleştirme Derneği kurayım da siz görün. Genişletilmiş ve güzelleştirilmiş KMKK'yı kısmetse bugün yerli yerine yerleştireceğim. Okuyup gereğini yerine getirmek artık size kalmış.

17 Nisan'da 3 yılı geride bırakıp 4. yaşımıza giriyoruz. Her sene adet olduğu üzere birlikte yiyeceğimiz bir yemekle bunu kutlayacağız. Bu sene katılımın artacağını umuyorum. Okur yazar herkesi o gece birlikte olmaya davet ediyorum. Gece ile ilgili ayrıntılar aşağıda Kıraathane Panosu'nda.

Melih KibarAkşam üzeri duyduğum haber pekçoğunuz gibi beni de çok üzdü. Son görüntülerinde hastalığını anlayabiliyordunuz. 54 yaşında en verimli olabileceği bir zamanda ansızın aramızdan ayrılması çok acı. Seneler önce kader birliği ettikleri Çiğdem Talu'yla olan o etle tırnak ilişkinin hala sürdüğünü görmekte şaşırtıcı. Ne mutlu ki arkasında ölümsüz eserler bırakabildi Melih Kibar. Bugün sevgili Cumhur'un yazısını bir kez de Melih Kibar'ı, Çiğdem Talu'yu anımsayarak ve hatta onların bir şarkısını, mesela "İşte öyle birşey"i dinleyerek okuyun. Tamamen habersiz yazılmış bir yazıda onlardan da izler bulmak çok hoş bir tesadüf olacak. Ben de sizlere onun o ölümsüz eserlerinden biraz daha az bilinen birini dinletmek istiyorum. Bir reklam cıngılı olarak ortaya çıkan ama bizi hemen kavrayan harika bir melodi "Sucu Çocuk". Güle Güle Melih Kibar, mekanın cennet olsun. Çiğdem Talu'ya sevgilerimizi iletmeyi unutma sakın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

KIRKYAMA

 KIRK2YAMA HİKAYELERİ


  Tahta Kurdu -5-

5
Kapının önünden gelen sesler kesildi. Önce; "Herhalde aralarında fısıldaşıyorlar, adama bizden bahsediyor olmalı" diye düşündüm, ama sessizlik uzadıkça uzadı. O zaman, "Yok, öpüşüyordur bunlar" diye geçirdim içimden. Sonra aklıma B'nin ıslak saçları, üzerinde havludan başka bir şey olmadığı geldi. "Ulan," dedim kendi kendime, bu iş şimdi öpüşmeyle de kalmaz ha ..." Bu düşünce ile içime hoş bir ılıklık yayıldı, karnımın içi kamaştı, ama bir yandan da garip bir öfkeye kapıldım. Ne yani, biz burada pezevenk başı mıydık ? Amma densizlik ha !

Göz göze geleceğimizden emin, dönüp P'ye baktım. Acaba o da durumdan rahatsız olmuş muydu ? Benim aklımdan geçenler onun da aklından geçiyor muydu ? Uzayıp giden sessizlik onu utandırmış mıydı, yoksa o da benimle sevişmek mi istiyordu ?

P gözlerini karşıdaki duvara asılı tabloya dikmiş, ellerini kucağında kavuşturmuş, kıpırdamadan oturuyordu. Ne benim farkımda gibiydi, ne garip ev sahibemizin hala dönmediğinin, ne de odada uzayıp giden sessizliğin. Büyülenmiş gibi karşıya bakmaktaydı, ama artık duvara mı, tabloya mı, yoksa onların da ötesinde daha uzak bir yerlere mi, onu pek anlamamıştım. Gerçi tabloya bakıyor olamazdı, zira saçma sapan, sıradan, ucuz bir tabloydu duvardaki. Önünde beyaz bir çit olan, aptal bir kır evi, çiçekler falan. Hani şu "Evlenecez ... mavi pancurlu küçük bir evimiz, bahçesinde koşuşan boy boy çocuklarımız olacak ..." palavrasındaki evler vardır ya, işte onlardan biri.

Uzanıp koluna dokunmak, dürtüp uyarmak istedim, ama nedense elim havada, kalakaldım, kıyamadım. P' nin orada öylece dalgın dalgın oturuşundaki bir şey bana dokundu sanki. İçimi o zamana kadar hiç hissetmediğim acayip bir his kapladı. Sanki şefkat gibi, merhamet gibi, koruma arzusu gibi ılık, yumuşak, taze salep gibi, tarçın kokulu bir his. Ne araba çalarken paylaştığımız heyecana, ne suç ortaklığımızın getirdiği yakınlığa, ne de yataktaki hayvani şehvetimize benzemeyen tuhaf bir duygu. Bu, ne P'ye, ne de başka birine karşı o ana dek duymadığım, duymayı da ummadığım bir şeydi ve ben o zaman kendi kendime dedim ki: "Oğlum, sen bu kızı resmen seviyorsun işte. Bu güne kadar seviyorum meviyorum diye kuru sıkı maval okudun ama, ulan gördün mü bak, sahiden de seviyorsun."

O an P'nin elini tutup "Hadi kalk gidelim" demek istedim. "Buradan uzaklaşalım. Şu tablodaki gibi bir ev alalım. Yeşil pancurları, önünde beyaz bir çiti, çite sarılı sarmaşıkları olan bir ev. Bahçesinde tablodaki ev gibi renk renk çiçekler olsun. Hatta aynen tablodaki gibi bir de el arabası koyarız bir kenara, içine de menekşe saksıları ...". Vallahi bunların hepsini tek tek söylemek geldi içimden, ve ciddiydim de. O zamana kadar hiç olmadığım kadar ciddiydim ve bu lafların hepsi ta yüreğimden geliyordu. Yeminle...

Ama tam o sırada, B yanında saçlarını ensesinde sıçan kuyruğu gibi toplamış gençten bir herifle odaya girdi. Üzerinde havlu değil, siyah kısa bir etek ve kırmızı parlak bir bluz vardı. Saçlarını toplamıştı. İnce bantlı, yüksek topuklu sandaletlerine bakılırsa yeniden dışarıya çıkmayı planlıyorlardı. Yanındaki tıfıl ise paçalarından şımarıklık, adilik damlayan, dejenere bir zirzoptu. Anında sinirime dokundu herifin tipi. Gerçi bir an, acaba dedim besbelli zengin çocuğu diye, ya da bu tipsiz haliyle B gibi güzel bir hatunu götürüyor diye gıcık kapmış olabilir miyim ? Ama yok değil. Bu dallamayı nerede olsa gözüm tutmazdı. B ile olan ilişkisi olayın üzerine tüy dikiyordu, o kadar.

Onlar odaya girince P kendine geldi, daldığı hülyalı halinden sıyrıldı. Tanışma faslı falan derken kahveler geldi, ama kahveye rağbet edilmedi, onun yerine içkiler tazelendi. Gürültülü, kakaka kikiki bir sohbet başladı. Anlaşıldğına göre bizim zirzop bey yurt dışındaymış, yeni gelmiş. Gittiği züppe klüplerden, dejenere batakhanelerden, girebilmek için üç ay önceden randevu alınması gereken restoranlardan bahsetmeye başladı. Zıkkımın pekini ye ..! P ise elinde zirzopun hazırladığı kusmuk renkli bir kokteyl, sırıta kırıta, ağzı açık ayran budalası gibi dinliyor. B'nin eteği iyicene sıyrılmış, zirzopun eli onun çıplak bacağında, onun eli zirzopun neredeyse bilmem neresinde. Töğbe estağfurullah ..! Bunlar insanı katil ederler yahu ..!

Dayanamayıp sigara bahanesi ile kendimi balkona attım. Gece ılıktı, denizden taze bir meltem esiyordu. Vakit gece yarısına yaklaşmasına rağmen sahildeki ışıl ışıl çay bahçelerinden hala müzik sesleri, kahkahalar, tabak kaşık şıkırtıları geliyordu. Seslerin arasında çocuk sesleri de vardı. Aileler tatile gelmişler diye düşündüm. Biz yaz tatillerinde hep babaannemlerin köydeki evlerine giderdik. Babam ölmeden tek bir yaz, ben orta ikiden üçe geçtiğim yıl, deniz kıyısında tatile gitmiştik. Çeşme'deydi galiba. Yerini tam hatırlamıyordum, ama hangi şehir olduğu dışında bütün ayrıntılar aklımdaydı. O ne harika bir yazdı öyle. Hayatımda ilk defa deniz kıyısında bir otelde kalmış, sahici restoranlarda yemek yemiş, şu sahildeki çay bahçelerinde tasasız eğlenen çocuklar gibi ben de eğlenmiştim. Ne olduysa, bir daha hiç öyle bir tatile gitmemiştik. Herhalde babamın parası yoktu. Ama şimdi ben zengindim işte. Öyle ya da böyle, para kazanmıştım işte ve çocuklarımı her yaz deniz kıyısında tatile götürebilirdim mesela. İstedikleri otelde kalabilir, istedikleri yerde yemek yiyebilirdik. Aile ile seyahat etmek, tatile çıkmak çok hoş bir şeydi. Bende artık böyle şeyler yaşamak istiyordum. Vicdanı rahat, kimseden çekinecek korkacak bir şeyi olmayan aile babalarının, şu ışıklarını seyrettiğim çay bahçelerinde karıları ile karşılıklı çay içen aile babalarının yaşadığı huzuru duymak, onlar gibi bundan sonraki ömründeki en büyük maceranın çocuklarının büyüyüşünü seyretmek olacağını bilmenin uykulu mutluluğunu hissetmek istiyordum. Ben P ile evlenmek istiyordum.

Bu ruh haliyle sigarayı bitirmeden balkon demirlerinde söndürdüm, izmarite bir fiske vurup aşağı attım. P'yi kolundan tutup bu rezil yerden hemen uzaklaşmak arzusu ile balkon kapısına yöneldim. Hiç vakit kaybetmemeli, derhal bu sefil ve ahlaksız insanların yanından, kendi geçmişimizdeki çirkinliklerden ve etrafımızı saran günahlardan çok uzaklara gitmeliydik.

Balkon kapısını açıp odaya girdim. Bizim zirzopla B sarmaş dolaştı. B'nin saçları çözülmüş, bluzunun düğmeleri açılmıştı. Zirzop da hem gömleğinin önünü açmış, hem de her ne hikmetse, saçlarını çözmüştü. Ne bileyim ben, demek uzun saçlı adamlar böyle sevişiyorlardı, ama o an hiç de umrumda değildi doğrusu. Tek düşündüğüm P'yi alıp oradan uzaklaşmaktı. Ama P görünürlerde yoktu.

- "P nerde ?" diye bağırdım.
"P mi ? O da kim ? Siz kimsiniz ?" dedi B bluzunu omuzlarının üzerine çekerek. "Derhal gidin burdan !"
- "P'yi almadan gitmem ! Nerede o ? Ne yaptınız ona ?"
B sakin sakin "Siz ne dediğinizi bilmiyorsunuz," dedi ve alayla gülerek gözlerime baktı. "Sarhoş olmalısınız."
- "Söyleyin ne yaptınız P'ye ? İkinizi de gebertirim, söyleyin ne yaptınız ? Nerede o ?"
"Ama ileri gidiyorsunuz."

B'nın sesinde en ufak bir telaş yoktu. Bluzunun önünü kapatma gereği bile hissetmeden eğilip sehpanın üzerindeki kadehi aldı, arkasına yaslanıp bacak bacak uzerine attı ve gözlerimin içine baktı.

"Şimdi gitseniz iyi olur. Belli ki kafanız karışık. Bence uyuyun, dinlenin."

- "P nerede ? İkinizi de gebertmeden söyleyin ..!"

O ana kadar sessizce oturan zirzop ayağa kalktı. "Merak etme hayatım," dedi. "Şimdi polis çağırıyorum."

Arkası Pazartesi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,549,549,549,549,549,549,549,549,549,54
              13 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Kedinin kuyruğu!

Yıllar birbiri ardına eklendikçe, sanki yeni bir keşifmiş gibi, kimi çok önceden, kimi daha yakın zamanda tanıdığım, az ya da çok zaman paylaştığım insanlarla ortak yönlerimi yeniden tanımlıyorum.

Evet tanımlamaya çalışıyorum, keşfediyorum onları ve ortak değerlerimizi!

Kendimi keşfediyorum!

Bu işin bence sıradan gibi görünen ilginç yanları var. Birincisi, ne kadar zaman geçse de bitmek bilmeyecek kendini tanıma süreci içinde; kendinizin o insanlarla kesişmelerini görmek, ortak yönleri anlamlandırmak, adlandırmak.

İnsana, insanca kafa yormak. Fena bir şey değil yani!

İşte bu ortaklıklar değil mi ki yıllar geçip soframızdaki dostlar azalırken bazı biricikleri yanımızda tutuyor, uzaklarda olsalar bile yanı başımızda hissettiriyor. Ya da yeni tanıştığınız, henüz çok az yol yürüdüğünüz birilerine kanımızı ısındırıveriyor.

İkincisi. Bana ilginç görünen yeniden keşif nedenlerimin bir diğerine gelince.

Ortak yaşama değerlerinden, ortak düşünme ve benzer keyif almalara kadar nice ortaklığın gücünü bilsem de; çok az sayıdaki insanı bize, bizi de onlara çeken, bir başka bağın, bir sihrin var olabileceğini, işte tam da onu, bu sihri yani, kimi kez yeni keşfetmişim, yalnız ben keşfetmişim gibi heyecanlanıveriyorum bazen!

Öyle ya; şimdiye kadar hiç karşılaşmadığınız, hiç ortak zaman paylaşmadığınız kimi insancıklarla, bir biçimde yollarınız kesiştiğinde, yanlarında kendinizi kırk yıllık dostla birlikteymişçesine rahat hissettiren, kimi kez kısacık bir konuşmayla sınırlı kalsa ya da bazen dostluk ilerledikçe 'evet doğru yoldayım, yanılmamışım' dedirten; zaten var olan, belki zamanla geliştirilen ortaklıklar mıdır? Benzerlikler midir yalnızca?

Sahi; ortaklıklarla, paylaşımlarla nefes alıp verdiğini bal gibi de bildiğimiz beraberliklerin, önceden siz birbirinizden haberli bile değilken süregelen benzer yaşam değerlerinin, sevinçlerinin sizi etkilemeye, kucaklamaya başlamasına; sizinkilerin etkilendiklerinizle yeniden tanımlanmasına, yenilenmesine, yenilerinin üretilmesine nasıl karar verilmiştir?

Oğlumun birkaç yıl önceki eskrim antremanında seksenli yaşlarının başında ilk kez etten kemikten gördüğüm Sevgili Halet Çambel'le toplasanız bir saatlik konuşmayla sınırlı kalan birlikteliğe karşın, bende onun tüm kazılarında çalışmış olduğum hazzını yaratan birlikte yaşanmamış ortaklıkları düşündüm sonraları. Bana iç çekerek anlattığı babasına Gazi'nin kalabalık yemek sohbetinden sonra geriye yalnızca ikisi kaldığında, alt katta sabaha karşı kuru fasulye ısıtırken söylediği 'Görüyor musun aslında ne kadar yalnızım!' sözlerini örneğin. Bu sözlerin anlamının oracıkta gözlerimi sulandırmasını. Çambel'in rastlantıyla karşılaştığı kendisinin yarısı yaşındaki birisinin aklından o günden bu yana hiç çıkmamış olması yalnızca kısacık bir fikir elektriklenmesinin sonucu mudur?

On beş yıl önce gazetede yayınladığı röportajların arkasına karaladığım iki satırın peşine bana ulaşmaya çalışan büyük usta Alpay Kabacalı'nın bu diziyi 'Kültürümüzden İnsan Adaları' adıyla kitaplaştırdığında bu karalamaları önsöz olarak kullanması, yüzünü bile görmediği sıradan bir okurun gönlünü almak, kuru bir teşekkür müdür yalnızca? Kabacalı'yla çok uzun aralıklarla da olsa bunu izleyen dönemdeki karşılaşmalarda kalbimin sürekli zaman paylaştığım dostlarla birlikteymişçesine atmasını nasıl açıklayacağım?

Yine gazeteden yalnızca Pazar Yazılarıyla bildiğim soğuk Stockholm'den yazan Gürhan Uçkan'la bir imza gününde başlayan tanışıklığımızın, aradaki binlerce kilometreye, bu merhabaya kadar ortak hiçbir zaman ve mekan kesitinde bir arada olunmamışlığa karşın, giderek artan sıcaklığı bana neden kendi öğrenciliğimden bir on kusur yıl önce ODTÜ'de birlikte okumuşluğumuz kadar olmayacak bir paylaşımı olmuşçasına düşündürtüyor? Ben bunu onunla ortak olan benzer insan ve ülke kaygılarıyla mı anlatacağım?

Ya peki bunca yıl bu üç 'arkadaşım' kadar farklı zaman dilimlerinde, değerlerinde yaşadığımız benim kimi genç öğrencilerimle ortak düşünce ve beğeni kesitleri bulabildiğime şaşırmalı mıyım? Yoksa tüm toz buluta karşın sürekli sürgün veren, verecek kimi insan güzellikleri, dostlukları üzerine mi döktürmeliyim şimdi?

Yoksa yoksa, neredeyse tam bir yüz yıla yayılan bu yaşamların bendeki izdüşümleri, kırk yılı geride bırakmış bendenizin kendini tanıma sürecinin bir parçası olarak mı okunmalı? Onlarla ortaklıklarımı yeniden yeniden keşfederken, tanımlarken aslında kendime bir yolculuk yapmıyor muyum?

Ben bu dostlukları ve kendimi tanıma sürecinde az önce fısıldadığım o muzip, belki de yanıtı olmayan soruya dönmek istiyorum yeniden.

Halet Hanımın, Kabacalı ve Uçkan Ağabeylerin ürettikleriyle, düşünüp, yazdıklarıyla bende bıraktıkları izleri onlarla paylaşmaya çabalamakla bir adım attığımı kabul ediyorum. Onların yaşama değerlerini tanıdıkça, ortak kaygı ve sevinçlerimizi keşfettikçe-tıpkı benden daha deneyimsiz genç dostlarımla yaptığım keşifler gibi- kendi değerlerimi, kendimi tanıdığımı da yeniden itiraf ediyorum.

Ancak bence yine de onca okur arasından nasıl benim seçildiğimi, onca genç arasından neden bazılarının öne çıktığını anlamaya ve anlatmaya yeterli olmuyor bu ortaklıklar ve rastlantılar.

Oktay Rıfat'ın şu dizleri usuma geliverdi.

"siz bir başlangıç bile değilken
sizi yazdım kotardım
bir başucu kitabı olmanızı istedim..."


Hayatımızın, bize ait gökyüzünün yıldızları arasında kabul ettiklerimizle aramızda var olduğunu hissettiğimiz bağların tümü, dönüp dolaşıp, kimi kez sonradan ayırtına vardığımız ortak yönlerimiz, paylaştıklarımız mıdır aslında?

Kedinin kendi kuyruğunu kovalaması gibi bir şey mi yani bu?

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Fatma Toprak Gök

 Kardelen Ezgileri : Fatma Toprak Gök


   MİNİBÜS VE TACİZ VAKALARI

Uzun zaman önceydi. İlkokulu yeni bitirmiştim sanırım, ya da ortaokul birinci sınıfı. Minibüsteydim. Her zamanki gibi tıklım tıklım. Yolculardan bir kısmı muavinle birlikte kapıdan sarkar vaziyetteler. Ben ablamın kucağında oturur gibi duruyorum. Yer olsa da ayakta rahatça durabilsem. Zira koca kız oldum kucakta nasıl rahat edebilirim. Ablam dürtüyor beni 'Otur işte kucağımda, baksana bir avuç iğne atsan, hepsi de birilerinin orasına burasına takılır kalır', diyor. E haklı tabii. Bir müddet böyle ilerliyoruz. Şoför ve yolcular hiç durmadan birbirlerine laf yetiştiriyorlar.

- Hadi beyler pamuk eller cebe!
- Verdik ya kardeşim, elli kere mi verelim!
- Beyler arkada bi sürü boş yer var siz hala sıkışıyonuz burada. Ne var bu ön tarafta anlamadım ki!
- Hey sen! Vermediğin halde niye verdim diyon. Ben kimden alıp, kimden almadığımı bilmiyom mu lan dallama!

Tam o anda bir kadın bağırmaya başlıyor : 'Adi pezevenk, elini çeksene hayvan!'
Herkes bir anda adam ve kadına bakıyor. Kadın çok sinirli, adam ise inkar ediyor : 'Abla araba kalabalık baksana, dokunmadım sana, dokunmuşsam da kalabalığın yüzünden olmuştur. Eğer yaptıysam insan evladı değilim. Sen benim bacım yerindesin!'
Kadın: 'Hadi oradan, anlamayacak mıyım sanki öküz herif!'

Bir iki ağız dalaşından sonra kadın iniyor. Bu süreye kadar olaya müdahale etmeyip susmayı tercih eden sayın minibüs yolcuları hep bir ağızdan konuşmaya başlıyor.
'Salak kadın, kendi kendini rezil etti. Susup azıcık kenara çekilse ya. Boşu boşuna adını çıkartacak. Böyle bağırdığına göre sağlam ayakkabı değildir de zaten. Vır vır da vır vır...'

Kadın sesini çıkardı. Ne yapsaydı ya... Susup sinebilirdi. Tabi, susanlar da var. Şöyle ki:

Bir tanıdığın abisi, işten erken çıkmış, yorgun argın evine gidiyormuş. Tabi ki minibüsle. Oturmuş. Birkaç durak sonra (gerçi minibüs durağı diye bir şey yok, şöyle denebilir: -birkaç müsait yerden sonra-) iki üç kişi binmiş minibüse. Bir de genç kadın... Bir süre sonra bizimki bakmış, adamın biri kadını sıkıştırıyor. Kadın da sus pus. Ezilip büzülmüş iyice. Bizimki bir çevirmiş gözlerini, iki çevirmiş, üçüncüye dayanamamış. Kadın da ezik ya hani. Sesini çıkaramıyor, ayıp çünkü! Millet ne der sonra! Bizimkinin kanı iyice delirmiş, başlamış adama bağırmaya. Adam altta kalır mı hiç. Kalmaz tabi. Sen misin bana sesini yükselten, başlamışlar bağırışmaya. Şoför durmuş o ara. Bizimki, adamı yaka-paça kapıdan atmış. Adam belalı, gözü dönmüş, çıkarmış belinden tabancayı! Bizimki kenara kaçmış ya nereye kaçacak küçücük minibüste. Adam iki el ateş etmiş. Kurşunlardan biri bizimkinin bacağına saplanmış. Kadın hala susuyor bu arada. Sadece o mu, diğer yolcular da! Neyse, adam kaçmış tabi. Şoför de en yakın hastaneye götürmüş bizimkini. Hala bacağında kurşunla dolaşıyor bizimki... Bu arada minibüste oturan yolculardan biri, hastaneden sonra inmiş arabadan. Birkaç işi varmış, onları hallettikten sonra mahallesine geri dönmüş. Yine minibüsle tabi. Lokale, arkadaşlarını görmeye gitmiş. Oturmuşlar biraz. Az sonra arkadaşlarından biri bir bakmış ki adamın karın bölgesinde kan! Telaş etmişler hemen ne oldu falan diye. Hastaneye gidilmiş. Bir bakmışlar adamın karnında kurşun! Meğer, ikinci kurşun bu adamın karnına saplanmış ve adam o kurşunla gezmiş bir süre. Hiç hissetmeden. Hay Allah!

Minibüste taciz vakaları, görüldüğü gibi nelere yol açabiliyor. Ha bir de iftiraya uğrama durumları var. Nasıl mı:

Polis arkadaş anlattı. Bu kez olay minibüste değil, otobüste gerçekleşmiş. Otobüs kuyruğunda yani. Polis arkadaş, sivil kıyafetlerle otobüs kuyruğunda bekliyormuş. Oldukça kalabalıkmış. Otobüs gelince herkes akın etmeye başlamış. Bir bakmış ne görsün. Önündeki kadın, kendi önündeki kadının çantasını yokluyor. Yoklama memuru mu acaba falan diye düşünürken, kadının çantadan cüzdanı almak üzere olduğunu fark etmiş. Hemen kolundan tuttuğu gibi kenara çekmiş, 'polisim' demiş. Tam o anda kadın avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış.
'İmdaaaaaattttttt, tecavüz ediyorlarrrrrr!', diye. Arkadaşım neye uğradığını şaşırmış. Bakmış, her zaman sessiz kalan kalabalık üstüne üstüne geliyor bu kez. Çıkarmış kimliğini. Bu arada kadın kayıplara karışmış tabi.

Kimin, ne zaman susup ne zaman konuşacağı belli olmuyor işte. Genelde sessiz kalan 'seyirci kalabalık', olayları ne zaman seyretmeyi bırakacak diye merak ederken, en olmadık zamanlarda bir bakıyorsunuz, harekete geçiveriyorlar. Size de ya kurşun yemek, ya da kaçanın arkasından aval aval bakmak kalıyor. Ya da adınız çıkıyor!

Fatma Toprak Gök
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,859,859,859,859,859,859,859,859,859,85
              13 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mehmet Güneş


BİR ŞEHRİN PENCERESİNDEN

Beni almaz oldu kendi kurduğum şehirler...
Ben söylerim,başkasına kalır kelimeler...

Pencere kenarından seyredişler ve derin bir nefes...
Gökyüzünde bir kargaşa alevden,dumandan sisten...Yanıyor uzaklarda bir yer,saat on ikiyi vuruyor,yüreğim çaresizliği... Birbiri ardınca atılan bombalar,uçuşan mermiler,ayak uçlarımda patlıyor sanki kabuslarım...Tekin olmayan cümlelerimin,koruma altına aldığı yarınlar...Eski ve nakaratsız bir şarkı yeniler kendini dilimden..Romatizmamın zincirlerini tırnaklarımla kemirmeye başlıyorum.Bir mahkum edasıyla diz çöküp,sırtımı karataşlarla çevrili bir bahçenin duvarına yaslıyorum.Yukarı bakmak yasak,bu şehirden daha önce kimseler geçmemiş, adı bile haritalara alınmayışının sebepleri bile varken bu sebebi hep saklı tutmuştum kendimden...Bol bol tembellik lüksüne sahip olup,başımı kaldırmaya cesaretimi bulamam korkumdan değil, o kadar çok oldu ki çıplak gözlerle bakmayalı gökyüzünün uzayıp giden maviliğine,ardından gelecek zifiri karanlıkta özlemini çekmemek istediğimden.Paranoyak ve şizofreni yağmurlarına tutuluyorum toprağın kokusu bir başka geliyor. Yeni harfler ve yeni söylemlerle bir haykırış sunuyorum gökyüzüne, şehrin en gürültücü meydanlarına, en kuytu mekanlarından görülebilir bir ihtişamla... Bir yerlerde içimdeki fırtınayı duyabilecek ruh halleri olmalı... Penceremin aralığından ,ışığını uzatmış yüzlerce yıldızdan birine dokunuyorum. Biri görse... Ne der kim bilir?:"Çıldırmış..."Umurumda bile değil.Yarı belime kadar sarkmışım pencereden,tıkandım tıkanacağım. Derken,dışarıda yağmur,içimde barut kokusu ve her yıldız bir çocuk gibi...Uzanan her el bir çığlık bir ses bir ışık bu gece.Ellerimi uzatıyorum bir an bile düşünmeden, alevler içinde yanan gökyüzüne.Boşlukta sallanırken ellerim,gecenin karanlığını ,alnındaki yarayla koşan bir çocuk var.Nereye koştuğunu bilmeden belki de..İçimde,yangın halinde birinci dereceden kurtarılmayı bekleyen,yusufçukların uçuştuğu eski bir haziran ayının köy kasabası,sevişmelere tanıklık etmiş,yalın ayak toprak zeminlerde yürüyüşlere şahit olmuş ve ölmemek korkusu vaat eden alışılmamış bir yer... Cadde boyunca savrulan tozlar,bilinmezler çizerek bir uçtan bir uca yürüdüler sessizliği.Yorgun yüzlü,kırık bakışlı adamlar ve kadınlar, yabancı bir kentin insanlarıymış gibi, göz göze gelmekten kaçınırcasına hızla geçtiler birbirlerinin yanından.Evlerinin ve bir kap sıcak çorbanın hayalini kurarak paltolarına sarınıp güçlükle ilerlerken,rüzgara karşı direndikleri şemsiyelerinin altında,bu gece de yorgunluklarını, yalnızlıklarını ve umutlarını götürdüler belki evlerine.Açılan sıcacık kapıların ardında ilgi ve şefkat bulup ,gömlek ceplerinden küçücük umutlar,gülüşler çıkarıp bıraktılar oraya...Oysa bütün gün,gülümsemeyi unuttuklarından ya da unutacaklarından korkmuştular...Dertlere sevinç arasında gidip gelmek ne zor... Sahipsizlik hele ki; bir uçtan bir uca dünyayı dolaşmak varken,oturup bir pencerenin kenarından izlemek semayı,duvarlarında yumruklayarak yıkma ve o kahreden anlaşılmazlık...Yaşamak uğruna alınan nefesler,harcanan ömürler,işleyen kalbin pompaladığı kan ve zaman aşağılık bir hayat sunarken önüne,son nefesini çoktan vermiş bir ceset taşır yüreğimde...

Bütün gece yağmur yağmalı,rüzgarın öfkesi gitgide büyümeli.Sürü halinde ve bir yere yetişmek istercesine koşan köpeklerin telaşlı soluk seslerinden ve yağmurun taşlara çarptıkça yankılanan sesinden başka, sadece gece kalmalı benimle...Bir elimde sonsuzluğun bardağından taşan siyanür renkli ümitlerimi sek içip,bir diğer yandan şehirlerimi kuşatmak için,yeni ordular yaratıp yeni intiharlar kuşanmalıyım...Mülteci günahlarımı sürgüne gönderip,ispiyoncu damgası vurmalıyım başları göğe değen dağlarıma...Kuşatmalıyım bu şehri belirli belirsiz nedenlerimle, bütün sınır kapılarında süresiz izinler vermeliyim kalın kösele ökçeli kadınlarıma...

Şarkılarım küserken dudaklarıma,bir pencerenin kenarında...
İçimde yasadığım depremlerden,faili meçhul cesetlerime...Çökmeye yüz tutmuş şehrimin caddelerinde insan seslerine,kuvveti ciğerinden sökülen çocuklar doğurtmalıyım.Kavgalarımda kuvvetli ve dinçlikle suskunluğumdan gelen eski bir sevinçle,kırıp soğuk demirlerimi yüz arşın boyunda isyan bayraklarımı dikmeliyim...Körmüsün ulan..sırtına yüklenmiş yeni hayatı görmezden gelmekte neymiş...Gamın kederin tüylerini bir tavuk gibi yolmak varken...Yeni bir dünyaya eski pencereden bakmak, Ağaçsız bir meydanda büyük kütükler arasında,yanmaya benzer ahmakça...Rüzgara karışan alevlerle bütün sokaklarda yanmalı meşaleler,dumanlı bir kızıllık sarmalı,duygularım şehrimi kuşatmalı...

Şimdi yalnızlık koynuma sinsin bir yılan gibi sokulmuş,en ufak bir hareketimde bütün zehrini içime akıtmaya hazır...Tedirgin ve ürpertici bakışlarımla sonsuzluğu gözetliyorum.Kuşların ve bulutların paylaştığı göz yüzünü şimdi ihanetler ve sorgusu alınmamış ifadeler paylaşıyor...Güneş doğmayan bir kentin aksamından,özlemlerim ve kavuşmalarımın heyecanıyla ayak uçlarıma basarak, loş ışıklı salonuma ilerliyorum... Rutubetten sarhoş bir halde,kapısından asılarak sımsıkı,hayata asılır gibi,ne demeli şimdi...

Meydanlarıma kurduğum dar ağaçlarımda idam ediyorum kendimi...Bütün kararlarım kesinleşti,bütün delillerim yok edildi.İyi halim gözüne alınmadan susuveriyorum bütün muhakemelerime...Son sözüm söylenmeden,alınmalı istiyorum canım... Mevsimlerden karlı kış olsun, beyaza bürünsün topraklarım ve bir pencere kenarından bakarken dünyaya...Bağırmalıyım çıldırasıya...

Bir yıldırım gibi,gökten düşmeli başıma... Yeni bir...
HAYATTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTT

Mehmet Güneş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


  BATAN GEMİNİN KOBAYI

Buldum!
Uykularımı kaçıran, boğazıma sarılan, sürekli yemek yeme ihtiyacımı besleyen dürtüsel duygumu buldum. Bu baş edilmesi zor, çok güçlü, diğer duyguların aynı anda varlık göstermesine kolay kolay izin vermeyen duruma KORKMAK diyorlar.
Ben düpedüz korkuyorum!

Hayatımda pek çok defa çaresiz kaldığımı anımsıyorum. Genellikle sağlık durumları ile ilgili ailesel konulardı. Diğer bir kaç ÇARESİZLİĞİMDE ise çekip gitmek ve en baştan başlamak gibi UMUTLAR da (çözümler) mevcut durumun içinde barınıyordu. Bu defa çok farklı. Ben bu kadar çok! korktuğumu hiç anımsamıyorum! Çünkü ben bir santimetre ötemi dahi göremiyorum. Kör bir gece karanlığında, ellerim bağlı, ağzımda (!) bir pamuk tıkaç...
Kanım donuyor.
Ellerim buz kesiyor.
Geceleri uyanıp uyanıp saatime bakıyorum; 04:45... 06:00... 06:45...

Kulaklarımdan gitmeyen bir ses var; bütün bu olan bitenlerin olup bitmesinden birkaç ay öncesinden gelip her gece beni bulan davudi bir ses. Bir hekim arkadaşımın öfke ile ayağa fırlayıp "başka bir yerde, başka bir formatta çalıştırılmaya zorlanması" hususunda hissiyatını dile getirdiği sahne;

- Anatomi dersi için kadavra incelerdik. Hocamız kadavra salonuna girmeden önce bize uzun bir söylev çekmişti; "Sakın kadavralar ile şakalaşmayın. Kadavralara saygısızlık yapmayın, gereksiz tahribatlarda bulunmayın. Unutmayın ki onlar anne veya babanız olabilirlerdi. Onlar anüslerine (!) pamuk tıkılmış, küçümseyebileceğiniz ve saygısızlık yapabileceğiniz kişiler değiller. Bedenlerini sizlerin eğitimi için bağışlamış saygı değer kişiler ile hep beraber eğitim yaptığınızı hep aklınızda tutacaksınız"... Ya sizler bize ne yapıyorsunuz böyle? Biz daha ölmeden bir de popomuza pamuk tıksaydınız!!!

Elli yaşlarında, seyrelmiş saçları düzgünce traş edilmiş, Davudi sesi ve derin Denizli lehçesi ile konuşan arkadaşıma baktım. Dev gibi cüssesi sarsılıyordu. Bu cümleleri söylerken ağlamaya başladığını anladım. Korkum öfkeye döndü. Sonra karanlığa dikildi gözlerim.
Gömüldüm kaldım.
Çaresizlik değildi bu...
Bu korkuydu..
Bu belirsizlikti.
Bu bir insana verilebilecek en büyük ceza ve yapılabilecek en büyük kötülüktü.
Bu haksızlıktı!

Sonrası bitti. Kollar yanlara düşmüş, kafalarımız omuzlarımıza ağır gelmiş, kamburumuz çıkmış hallerimize geri döndük.
Herkes mi aynı olur?
Evet... Hepimiz böyleyiz...
Bir süredir hep böyleyiz...

Bu öğlen yemeğini dışarıda yemek istedim.

- Beraber yiyelim mi? Tavukçuya gitsek ya?
- Oluuuuuuuur. Ben pek sevmedim yüzünü gözünü. Neyin var?
- Hiç.. Yok bir şey...
- Söyle ya, ne oldu?
- Hadi yemeğe gidelim...
- Olur, gidelim.
- ... ama ülke dışına!
- Arabayla olur mu?
- Arabalı uçaksa olur tabi...

Ön koltuğa oturup gözlerimi kapattım. Çok ama çok uzaklara gideceğimi hayal etmeye çalıştım. Olmadı tabi.
Yemekten sonra kafamda kurdum durdum. Öylesine karanlıktı ki kafamın içi, yok yani mümkün değil, ne düşündüğümü bile düşünemiyor hale geldim.

- Yorgunum..
- İzin al, tekrar tatile çık, yalnız kal ve düşün!
- Yok, olmaz...
- Nedenmiş?
- ... bilmem.
- Biliyorsun, karar vermen ve bir şeyler yapman gerekecek diye korkuyorsun!
- ... hı...

BELİRSİZLİK...
Adamı hasta eder vallahi...
Aklımda hep o tıkaç var.
"En azından pamuk. Hijyenik olur" mu demeliyim?
Aman sende!...
Eğer bu gemi batıyorsa ben de kaptanın albino kobayıyım...
Yüzdüğümüz yere kadar!
Hem de pespembe arka ayaklarımın dimdik üstünde...

Herkese iyi hafta sonları...

Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
              22 Kahveci oy vermiş.
27 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Deniz

Kimilerinin öyküsü karbon kağıdından çıkmış gibi birbirine benzer, sıradan görünür. Oysa, o çok bildik görünen öykülerin bile, gecelerinin sefil karanlığına gizlenen başka başka çığlıkları vardır.

Eviyenin içindeki bulaşıkları durularken, soğuk sudan elleri donan birinin iç çekişine gizlenmiştir bazen bu çığlıklar. Bazen, gecenin tam orta yerinde çöp kutusunu deviren bir kedinin çıkardığı sesten başka hiçbir sesin duyulmadığı anda, pencereden bakan yapayalnız birinin sigarasının yanıp sönen ışığına gizlenmiştir.

Kimi çığlıklar, yorgana sıkıca sarılıp, eve geç gelen kocasının ayak seslerini duymaya çalışan, yarı uykulu bir bedenin soluğuna gizlenmiştir. Kimi, ertesi gün yapacağı sunum için hazırlıklar yapan, masa üzerine eğilmiş yorgun bir vücudun söylediği, ezberlenip, tekrarlanan cümlelere saklanmıştır.

Kimi; bir diskotek çıkışı, rimelleri akmış kirpiklerinin ardındaki göz bebeklerinden yansıyan dibine kadar hüzne batmış buğulu bakışlarını; pırıltılı kıyafetlerinin ışıltısına gömüp, patlayan flaşlara 'çekmeyin' diyen sesin içine gizlenmiştir. Kimi; kalabalığın en orta yerinde kendini yapayalnız hissedip, monitördeki yanıp sönen takma isimlerle dertleşen birinin klavyesinden dökülen harflere gizlenmiştir.

Kimisi de, bir televizyon dizisini ailesiyle birlikte izliyormuş gibi yapıp, tırnaklarını geçirdiği kucağındaki kırlentin içine saklamıştır çığlıklarını.

Ne kadar insan; o kadar çığlık.

Ne kadar insan; o kadar öykü.

Hepsi birer yaşamlık öyküler... Hani; tüm zamanlar içinde, bir kelebeğin ömrü kadar bile yer tutmayıp, bir hayat kadar uzun olan öyküler. Hani; çoğunun anlatmadığı, bazılarının anlatamadığı, ağzı sıkıca kapatılmış bir küfenin içinde, çekip gidilen yere götürülen öyküler.

Bazen bir günlüğün sayfalarında, bazen bir fotoğrafta, bazen bir yazmanın el işi oyasında, artlarında bıraktıkları sandıklarda izleri aranan öyküler.

.....

Öyküsünü bilmiyorum, ama çığlığını işittim. Onun çığlığı; duvarlarına anason kokusu sinmiş meyhanenin, kapı aralığından sokaklara saçılıyordu.





Dönülmez akşamın ufkundayız
Vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm
Nasıl geçersen geç.
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece
Gruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya şevk içinde harap ol,
ya aşk içinde gönül
Ya lale açmalıdır göğsümüzde
yahut gül
Aah, dönülmez akşamın ufkundayız
vakit çok geç



İsmim Deniz' demişti... Deniz... Ayşe, Selma, Fatma, Serpil her ne ise, ona en çok bu isim yakışıyordu; deniz kokulu İzmir'in Deniz'ine.

Erkek gibi kısacık kesilmiş saçları, dökülmüş kirpikleri, göz kalemiyle çizilmiş kaşları, elinden tek bir an düşürmediği sigarası ve kadehi ile, o kocaman bedeninden çıkan bilmem kaç oktavlık sesi, onu dinleyen ruhlara deli dalgalar gibi vuruyordu.

Söylediği her şarkıyı yaşıyordu.

Onu dinlerken yüksekçe bir kayalığın üzerine oturmuş, uçsuz bucaksız bir denizi izlerken buldum kendimi. Kah köpük köpük dalgalarından rüzgarla gönderdiği su damlaları ile göz yaşlarımı gizliyordum, kah duruluyor bir yelkenli olup, şarkısında süzülüyordum. Kah isyan ediyorduk birlikte, yaşama, olanlara, olacak olanlara. Bazen, şarkı sözünden bir küfür olup, savruluyorduk. Bazense birlikte çığlık oluyorduk.

Sonra, fonda onun şarkıları, haddim olmayarak onun için öyküler yazdım. Kiminde bir anne oldu, gündüzleri başka başka işlerde çalıştı, geceleri ekmek parası için meyhanelere geldi, şarkılar söyledi. Ağladı, ağlattı. Oynadı, oynattı. Gecenin bir yarısı evine gitti, yol boyu sokaklarla dertleşti. Kendi evine hırsız gibi girdi, çocuklarını uyandırmamak için öpmedi, kokladı.

Kiminde; on altı yaşında sahnelere çıkan, sağa sola savrulmuş bir çocuğun ruhunu yazdım. Acılar çektirdim, elinden aldım, hakkını yedim, dövdüm, sövdüm, gecelerce ağlattım. Her sabaha biraz daha erkek, biraz daha güçlü doğdu. Çığlık öykülü kadınlardan yaptım.

Kiminde; ona bir gece elbisesi giydirdim, şehrin en lüks gazinosunda, 'Sanat Güneşi'm dediği Zeki Müren'le aynı sahneyi paylaştırdım. Üzerine konfetiler yağdı, dergilerde gazetelerde boy boy röportajları yayınlandı. Ki, sesinin buna hakkı vardı.

Sonra benim için okuduğu 'Leyla Bir Özge Candır' şarkısıyla kendime geldim. Ve bildiğim tüm çığlık öykülü kadınların öykülerini yazmaya o an karar verdim. Kim bilir beki sonuna kendi öykümü de yazıp, kitap yaparım bir gün. Onun öyküsünü de öğrenip, en kısa zamanda yazmaya çalışacağım. Yolunuz İzmir, Gazi Kadınlar Sokağı'ndaki Beylerbeyi Meyhanesine düşerse, onu benim için de dinleyin olur mu?

Leyla Ayyıldız
layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,929,929,929,929,929,929,929,929,929,92
              24 Kahveci oy vermiş.
23 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Atalay Ergezen


TARİH VE HAFIZA

İster Türk olsun ister Yunanlı, ister Japon, ister Alman; ister Müslüman, ister Yahudi.
Ahmet ya da Hans; değişmez.
İnsanların kişisel tarihlerinde de, toplumların tarihlerinde de kimi olaylar vardır ki, onlar hiç hatırlanmak istenmez. Hatırlayıp, yani tekrar edip yeniden yaşamak, yeniden sıkıntı çekmektense hiç yaşanmamış, hiç olmamış muamelesi yapmak belki de en hayırlısıdır. Bu belki, insan soyunun biyolojik varlığını sürdürebilmesi için, hem de bu varlığı asgari sıkıntıyla en uzun biçimde var edebilmek için kendiliğinden yaşanan bir savunma mekanizmasıdır: Unutmak.
Almanların Nazi vahşetini unuttukları gibi...
Hangi Almanla konuşursanız konuşun, Hitler dönemini utanarak-sıkılarak lanetleyecektir. Birçoğu, yaşanılanları bir tek kişinin yani Adolf Hitler'in sırtına yükleyip kurtulmaktansa, tek bir liderin toplum desteği olmadan bir şey başaramayacağı bilinciyle, o dönemde yaşayan tüm Almanların mirascısı olmanın sessiz utancını yaşayacaktır. Herkes biliyor ki, o dönemin Almanya'sında devlet otoritesi "Bu işyerine Yahudiler giremez" şeklinde tabela asma zorunluluğu getirmiş değildir.

Ermeniler'in siyasal amaçlı propagandalarını saymaz isek -ki onların yaptığı toplumsal/duygusal bir tepki değil, marjinal guruplara ait, siyasi ve terör programlarıdır- ; Yahudi toplumunun, tarihin en acımasız katliamlarını yaşamış olmalarına rağmen ciddi bir "Alman düşmanlığı" geliştirmemiş olmaları şaşırtıcıdır.

Ben bunun izlerini aradım ve düşündüm. Ve karşıma iki neden çıktı; birincisi Yahudiler'in üretimde değil ama ticarette yerel halkı dikkate almadan kritik merkezleri elde tutmaları, ikincisi ise; kutsal öğretilerinde kendi soylarını üstün ırk saymaları. Yahudiler uğradıkları zulme rağmen, -en güçlü lobilere sahip olsalar bile -, dünyada, ne Almanlara ne de Araplara karşı bir anti-sempati yaratabildiler. Buna uğraşmadılar bile, çünkü hissetmediler; çünkü her kişinin ve her toplumun tanımladığı "kötü ve zalim" ancak içinde hissettiği "suçluluk" oranında güncellenebilir.

Fethiye'nin Kayaköy'ünü, Selçuk'un Şirince'sini turistlerle gezerken, sonra Urla'da eski yunan mahalleleri, yunan mimarisiyle bezenmiş sokak dokusu eşliğinde adımlarken, yaşanmış ve unutulmuş bir dönemin, -hem gidenlerin hem kalanların- hissedişlerine ulaşmaya çalışmışımdır hep. Ve hep bir şeyler yarım kalıyordu. Ne terk edenlerden düşmanca feryatlar yükseliyor, ne de gönderenler -zalim ve gaddar edayla- geçmişin başarısını, askeri yenginin dışındaki alanlara taşırıp, savaş sonrası sivil hareketliliğin üzerine bir politika inşa ediyordu.

Geçmiş her halde kişisel/sosyal bir zaman aşımına uğradıktan sonra daha rahat, daha duygusal referanslardan uzak incelenebiliyor. Ama ben yine de 1998 yılı yaz aylarında Sakız adasına giderken kaygılıydım. İlk şaşkınlığımı Yunan konsolosluğunda yaşadım. Diğer ülkeler vize vermek için kapısında haftalarca uğraştırırken, ilk başvurumda, yaklaşık 10 dakika içinde, Yunanistan vizesini aldım. Hem de o gün, Kordonboyu'nda Yunan Konsolosluğunun önünden konvoylar geçiyor, bayram yapılıyor, düşmanın denize dökülüşü kutlanıyordu.

Ege'nin çok daha uzak bir noktası olan Atina'da böylesi şeyler beklenir. Hani bir fanatiğe denk gelirseniz, o da sizin Türk olduğunuzu bilirse, tatsız dialoglar yaşayabilirsiniz. Oysa gerçekte o "fanatik", bir dönemin sivil dramatik hikayesini yaşamamıştır. Büyük ihtimalle ona ait akrabalar, atalar da yaşamamıştır.

İşte böylesi karmaşık bilinmezliklerle Sakız adasına adımımı attım. Türk olduğumu gizlemeli miydim ? Uzaktaki Yunan fanatiğinin düşmanlığına bakılırsa, babası, dedesi, teyzesi bir şekilde bizzati o dönemi yaşamış insanın düşmanlığı hangi derecede olurdu ? Adada yeni neslin bulunduğu kentlerden çok, daha çok yaşlıların bulunduğu köylerde gezindim ve kısa süre içersinde onlar bir düşmanlarını değil, eski, uzak bir dostu uğurladılar adalarından, hem de teşekkür ederek "Efkaristo poli"

Olaylar, insanlar, yaşanılanlar çok farklı ama, Yahudilerin hissettiği suçluluk ile Yunanlıların hissettiği suçluluğun, davranışlara biçim vermesi yönüyle ilgilendiğimiz, o kendisini karşısındakinin yerine koyduğunda duyulabilecek tüm hislerin benzeştiğini düşünebiliriz.

Evet, Batı Anadoludaki yunan nüfusu, yaşadıkları yerleri, her biri ayrı dramatik hikayelerle terk etmek zorunda kalmışlardır. Ama bu terk edişi, acınacak, haksızlığa uğramışlık yönüyle ne kendilerine, ne de dünyaya anlatabildiler. Anlatmaya kalkanları da dünya halkları dinlemedi. Çünkü yıllarca sorunsuz hayatlarına devam ettikleri, hükümranlığı altında yaşadıkları bir milletin devlet olarak var olma mücadelesine ihanet ettiler. Büyük ihtimalle kendi aralarındaki sohbetlerde bile konusu açılmayan bu ihanetin suçluluğunu hepsi içinde hissetmiş olmalı ki, fanatiklerin "megalo idea" propagandaları dışına taşamadı.

Zaman olarak "suçlu" veya "suçsuz" tanımlarına ihtiyaç duymayacak tarih aralıklarına erişildiğinde mutlaka her şey daha berrak, daha insani incelenecektir. Ama tarih, bir kini sonsuza kadar taşıyamayacak varsayımlarla zenginleşip, insana, birbirine zıt onlarca "doğru" sunabiliyor. Bir zaman aralığında geliştirilen tutum, o süreci sonlandıran oluşun niteliğine göre, yapılacak duygusal tanımlamayı biçimlendiriyor.

Uzun bir zaman yan yana yaşamış, hayatlarını dostluk ve dayanışma içinde sürdürmüş insanların, tarihin küçük bir diliminde yaşanılan ve unutmanın beklide en hayırlısı olduğu ihanetlere, dramatik olaylara teğet geçip, Urla'nın bir özelliğine dikkat çekelim.
Urla halkı farklı olana saygı duyar ve benimser.
Bu özelliğinin izlerini Urla'da yaşam alanı ve huzur bulmuş bir çok yazar, şair ve sanatçılarda bulabiliriz. Ama asıl önemli izini tarihte, bir yunanlının şu satırlarında buluyoruz:

"Urla küçük bir Yedi Tepenin (Eptalofos) yamacına ve içlerine inşa edilmiş ve bunlar da: İki Milarakia, Türk Mahallesi, Sıra Mahallesi, Deka Mili (On Değirmen), Giakas (Yaka), Ay Georgis, Arfanos Evler tepenin iç yamaçlarına amfitheatr şeklinde inşa edilmişti. Sadece "Ay Georgi" tepesi kilisesi ve yüksekte, uc noktasında kilisenin çanının konulduğu ve aşağı yukarı şehrin tam ortasında bir yerde inşa edilmiştir. İki Milarakia mahallesi ve Türk mahallesi şehrin doğu bölümünde bulunmaktaydı. İki Milarakia'da iki yel değirmeninden başka, ayrıca küçük bir top, ramazan ayında sahur ve iftar vaktini çevrede yaşayan Müslümanlara haber vermekteydi. Genel olarak şehrin doğu kesimi tamamen Türk mahallelerinden oluşmaktaydı ve Türk yönetiminin merkezi de oradaydı: Valilik, Belediye, Türk Tekel Tütün Mağazası -"rezi"- Türk Ziraat Bankası -"Banka"- Türk pazarı -."

Bugün de gözlemlediğimiz gibi, Şirince'de, Kayaköy'de Türk köyü ve Yunan köyü karşı karşıya ama ayrı iken, bu ayrışma Urla'da mahalleler bazında gerçekleşmişti. Kim ne derse desin, bir şehirdeki mimari yapılanma o şehirde yaşayanların ruh halini aksi iddia edilemeyecek biçimde ele verecektir.

"Yahudi mahallesi yüz ev civarındaydı ve iki apartman, iki katlı uzunca ve fakir odalar, küçük bir havra, bütün bunlar "yeni konağın" - dediğimiz gibi bu konak daha önceleri yahudi eviydi- bulunduğu bölgede, yani şehrin kuzeydoğu kesiminde araba yolu ile "dere" arasında bulunmaktaydı."

Nikos Milioris tarafından yazılan ve Sayın Besim Uyal tarafından tercüme edilip internette yayınlanan bu alıntılar Urla'nın günümüzdeki güzelliğinin tarihsel altyapısına ışık tutuyor. Her ne kadar yazarın niyeti bu olmasa da, verdiği maddi bilgiler, yeryüzünde, toplumların resmi siyasal örgütleri eliyle işledikleri tarihsel suçlar bazında en alt sıralarda olması gerektiğine inandığım Anadolu'daki Türk varlığının küçük bir biriminin, kendi halindeki, hoş bir yaşantısını yansıtıyor. Dido Sotiriyu "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" isimli kitabında savaşı yaşamış bir insanın ağzından, dostluk ve sevgi mesajları taşırken, Nikos Milioris savaşı yaşamamış biri olarak, yazdıklarında yunanlılar adına kin-nefret gibi negatif duyguları yarınlara taşıyabilecek öğelere yer vermekten de çekinmemiş. Ne diyelim, marjinal bir dönemin dramatik olayları yanında, yine kendi kalemiyle sunduğu zamanın atmosferi, ev sahibi olarak biz Türklerin uzun yıllar dili ve dini ayrı insanlarla komşu mahallelerde yaşamış olduğumuzu teyid etmesi, yeterince bir gurur kaynağı.

Not: Sayın Besim Uyal tarafından tercüme ettirilip düzenlenen, alıntılar yaptığımız Nikos Milioris e ait yazının tümünü www.urlaonline.com adresinde bulabilirsiniz.

Atalay Ergezen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,209,209,209,209,209,209,209,209,20
              5 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.540 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Düş Ülkemde Yolculuk

Ben diye başladığım cümlelerim var benim,
bencillikten usanıp sonunu biz diye noktaladığım.

İçimde öten lal guguk kuşlarım,
durmadan yürümek için susuz bile kaldığım çöllerim var,
isyankar anlarım.

İç dünyamın derin boşlukları var,
düş ülkesine dilimde ıslıklarla yürüdüğüm patikalarım.

Deniz kenarında dilimden kayan, su yüzünde sektirdiğim sözcüklerim var
Ve başkalarına dair duyumsadığım öteki taraflarım, vicdanım.

Yalnızlıklarım var benim,
saltanatını doyasıya benimle sürdürdüğüm.

Nedenlerim var, insanca yaşama dair...
Durup bir köhnenin başında, örümcek düşüncelere karşı isyanlar çıkarttığım.

Sallanıp iki yana çırpınarak uçtuğum göklerim var,
maviliğinden yeşiline süzülüp konduğum çeşitli ağaç dallarım.

Nefes almak için mekan tuttuğum kuytularım var,
bakışlarıma değişken renklerini düşürdüğüm.

Uzaklıklarım var benim, dünlerime sevgiyle el sallayıp,
hızla yarınlarıma koşturduğum.

Sevdalım şiirlerim, hasret yangınlarım var,
aşkımın gül verenidir sanat.

İç benimin kaldırımlarında gece yürüyüşleri yaptığım siyahlarım var...
Vazgeçilmezim, yalnızlığım biricik saltanatım.

İlkelerim de vardır hani; kimi atalardan kalan mirasa konduğum,
kimi iç benimden tutup yakaladığım.

Işıldayan güneşe dair içimde oynaşan ümit şulelerim var benim,
mum ışığı altında dolaşan sarhoş hallerim.

Göksel yanlarım da vardır mesela... Hissedebilirim aklınızdan geçenleri.
Ola ki takılmasın bir gözdeki sır yansımalarıma.

Edebiyatlarım var benim, beyaz yolculuklarımın çıkış noktası,
kelimelerin dans ettiği devrik cümlelerim.

Ayaklarımın hükmünü beynimden esir alan yağmurlarım var benim,
sesiyle ıslağında dans ettiğim.

İç sesimin dilini bilirim ben, başka yoktur sizden gayri bir dilim...
Şairce konuşmaya çabalamaktan başka.

Zenginliklerim var benim, dost dost diye nicelerine sarılıp,
brütünden çıkarttığım netiyle elde ettiğim kalabalıklarım.

Hayallerim de var, bunca sözden sonra kelimelerin yetersizliğinde yitirdiğim,
insanca yaşama dair adanmış beklentilerim.

Bir hayalperestim ben kanayan yaralara... Yürek sızısına.
Düş sokağında, deniz pusluğunda, izbe sokaklarda...
Gül tadında.

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Tanı beni boya beni.
Ablan sana kurbann ossun, yiğidim aslanım!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


DAVETLİSİNİZ
4. yaşımıza giriyoruz


Yer : SED Hotel / Taksim
www.sedhotel.com


Biricik Sevgili'miz KAHVE MOLASI'nın; 3.seneyi devirip 4'e gireceği 16.Nisan.2005 tarihinde düzenlenecek olan kutlama töreninde, siz değerli OKUR'larımızı da aramızda görmekten büyük mutluluk duyacağız.

Gelin dostlar, felekten bir gece ÇALALIM
Sadece 50 YTL'ye sizi de aramıza ALALIM ..:-)
Takvimlerden 16.Nisan.2005'i ÇEVİRİYORUZ
Üçüncü yılımızı hep birlikte DEVİRİYORUZ
Hepinize yetecek kadar ayarlandı bile YERİMİZ
Bu kutlama değil; göz nurumuz, alın TERİMİZ

Bakınız bu eşsiz gecede neler var ?
Beyaz Peynir, Hamsi Ançuez, Jambon, Közde Patlıcan Salata, İtalyan Salata, Zy.Biber Dolma, Haydari, Selanik Salata ve Acılı Ezme'den oluşan Ordövr Tabağı ile BAŞLAYACAĞIZ...

Pastırmalı Paçanga, Napoliten Soslu Mitite Köfte ve Dim Soslu Karışık Mevsim Salata ile ara sıcağını ARALAYACAĞIZ...

Garnitürü; Püre, Pilav ve Haşlanmış Sebze, kendisi; Biftek, Piliç Pirzola ve Kasap Köfte (Izgara) üçlüsünden oluşan ana yemeğe DALDIRACAĞIZ...

Karışık Mevsim Meyveleri ve Limitsiz İçki'nin yanında; SARO ve Orkestra'sı ile kudurup pisti ayağa KALDIRACAĞIZ...

EDİTÖR'ünüzü görmek KM Aboneliği gibi Beleş... :-)) YAZAR Dost'larınız zaten kelepir...

Bir mesaj atmanız yeterli : geliyorum@kmarsiv.com

İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

İstanbul metrosu hakkında bir çok eleştiri yapıldı. O yüzden ben yorum yapmayacağım. Onun yerine sadece web sayfasına bakarak bile nasıl bir yapıya sahip olduğunu gördüğüm ve hoşuma gittiği için sizlerle paylaşacağım Moskova metrosunu tavsiye edeceğim. http://www.beeflowers.com/Metro/-Startfiles-/index.htm kısayoluna tıklıyorsunuz ve karşınızda Moskova metrosu yerleşim planı. Plan üzerindeki "M" harflerine tıkladığınızda ise da hoş bir görüntüyle karşılaşacaksınız. Meraklısına duyurulur efenim.

...Çırpınıp da Şan ovaya çıkınca, Eğlen Şan ovada gal Acem gızı. Uğrun uğrun gaş altından bakınca, Can telef ediyor gül Acem gızı. Seni seven oğlan neylesin malı, Yumdukça gözünden döker mercanı. Burun fındık ağzı gahve fincanı, Şeker mi, şerbet mi bal Acem gızı... Türkülerimizi sevenlere http://kandemir.com/turkuler.php# kısayolundaki arşiv tavsiye olunur.

Uzun zamandır film seyretmeye sinemaya gidememe rağmen gündemi yakından takip etmeye çalışıyorum. http://www.film.gen.tr kısayolunu kullanarak siz de benim gibi vizyondaki filmlerden haberdar olabilirsiniz. Hatta nostalji dolu sohbetlere de katılmanız mümkün.

T. C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün internet üzerinden hizmet veren bir web sayfası var http://www.devletarsivleri.gov.tr/katalog/ Siz önce arşiv üzerinden taramanızı yapıyorsunuz. Daha sonra bulduğunuz ve basılı olarak temin etmek istediğiniz belgeler için müdürlük ile irtibata geçiyorsunuz.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


ACXtractor 3.20 [772 KB] Win95,Win98,WinME,WinNT 4.x,Windows2000,WinXP Deneme (19$)
http://www.marvintec.com/download/acxtractor.exe
Normal audio CD lerinizi bilgisayarınıza wav, mp3 veya ogg formatında almak için kullanabileceğiniz güzel bir program. Pekçok seçeneğin yanında freedb desteği de cabası. Bu küçük programı denemenizi öneririm.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050408.asp
ISSN: 1303-8923
8 Nisan 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com