|
|
|
11 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : MART-NİSAN 2005 / SAYI : 2 |
İyi haftalar,
Pazar sabahı tam kallavi kahvaltıma hazırlanırken telefonum çaldı. Açtım. Bizim Ahmet, hani şu dilimden düşmeyen kağıttan dergimizin teknik destekçisi grafik uygulamacısı, şirketinin hem çaycısı hem de genel müdürü olan kardeşim, "Abi dergi elimde, sen daha göremedin değil mi? Çok güzel abi ya, herşey mükemmel, bu sefer becerdik." diyordu. Sesindeki heyecanı tartmaya çalıştım, benim yüreğimdeki pırpırı dindirdikten sonra da doğru dediğine ikna oldum. Evet, dergimiz Cumartesi akşamı bitti ama dağıtıma bu sabahtan itibaren başlayabiliyoruz.
Biliyorum geciktik ama çok geçerli mazeretlerimiz vardı. İlk sayıdaki hatalarımızı bütünüyle düzeltmeye çalıştık. Dört dörtlük olmayı arzuladık. Maketi ortaya çıktığında zaten artık becerdiğimize inanmıştım ama Ahmet'in sesindeki coşkuyla bende de pırpırlar başladı. Şimdi biranevvel şu gazeteyi bitirip yatmak istiyorum. Çünkü sabah uyandıktan birkaç saat sonra koca bir ayın meyvasını elime alacağım. Söylediklerim size hiçbirşey ifade etmiyor olabilir. Ama olsun, ben ne dediğimi, neden dediğimi iyi biliyorum, o bana yeter. Bunun yanında en az benim kadar heyecanlanan dost yüreklerinin olduğunu da bilmek cabası. Sadece şu kadarını söyleyeyim. Daha 3 ay evvel birisi elime bir tomar kağıdı alınca tir tir titreyeceğimi söyleseydi herhalde güler geçer "manyak mısın?" derdim. Ama öyle oluyormuş gerçekten. Bakın çocuğum diye söylemiyorum, bu dergi topyekün bir dostluğun, sevginin, saygının ürünü. Eğer okuyacaksanız alın bu dergiyi. Alıp bir kenara atılacaksa bırakın kalsın, hakkını verecek biri alsın. İlk sayıyla karşılaştırdığınızda epeyce değiştiğini, geliştiğini göreceksiniz. İlk dikkatinizi çekecek şeyi önce ben diyeyim de hakkında spekülasyon yapılmasını önleyeyim. İlk sayımız 112 sayfaydı, ikinci sayı ise 96 sayfa. Yani daha ince. Ama sakın ola iktisat yaptığımız için bir formayı attığımız sanılmasın. Tamamen yapılan font punto gibi teknik değişikliklerin ürünü. İçerik olarak 1. sayıdan daha fazla olmasına rağmen 96 sayfaya sığdı. Yazılar ilk sayıya göre seçildiğinden kısa sürede 16 sayfa doldurmak için yeni yazı ayıklamaya girişmemiz gerekecekti ve kalan kısa süre içinde yanlış yapma katsayımız artacaktı. O nedenle en radikal kararı vermek zorunda kaldım. "Tek formayı çıkaralım." Böylece 96 sayfaya düştük. Bundan sonraki sayıların hacmini isteğe göre artırmak gayet tabi mümkün olacak.
Yarın derginin ulaşacağı şanslılar hariç pekçoğunuz dergimizi Salı'dan itibaren okuyabileceksiniz. Bu sefer bazı arkadaşlarımın ilk sayıda yaşadıkları hayal kırıklıklarını(?!) bana söylemek yerine başka mecralarda seslendirmeyi seçmelerini istemiyorum. Günahıyla sevabıyla bu dergi bizim eserimiz. Sizi neyin hayal kırıklığına uğrattığını bilmek, bizleri aynı hatayı tekrarlama yanlışından kurtaracaktır. O nedenle memnuniyetinizi dostlarınıza iletirken şikayetlerinizi bana ivedilikle bildirmenizi rica ediyorum.
Dün akşamın bir başka güzel mesajını ilk yazısını geçenlerde yayınladığım bir yazar arkadaşımdan aldım. Kendini tanıttığı mektubunu şu sözlerle bitiriyordu: "Lise yıllarında iken şiir ve denemelerim vardı, bir daha hiç denemedim. Kahve molası'nı bir yıldır takip ediyorum.
Ve kahve Molası ile birlikte yıllar sonra ilk defa bir şeyler yazmaya çalışıyorum yeniden. Bundan dolayı Kahve Molası'ndaki herkese teşekkürler... Yüreklendirdiniz ..." İşte budur. Kahve Molası eğer sizleri biraz olsun yazmaya, okumaya yüreklendirebiliyorsa ne mutlu bana. Gerisi fasa fiso inanın. Hepinize güzel bir hafta diliyor, dergimizden edinmek isteyenleri ilgili linkleri kullanmaya davet ediyorum. Esenkalın.
Dergilerimiz Buybye.com'da.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
KIRK2YAMA HİKAYELERİ Tahta Kurdu -6- |
|
6
Bir an için sustum. Olan biten o kadar anlamsızdı ki; P bir sigara içimlik sürede yok olamazdı. Bu ihtimal elbette yoktu. Bu ikisi de odada olduklarına göre P yakınlarda olmalıydı.
Susup önüme bakmamdan dolayı karşımda dikilen zirzop rahatlamış ve ipleri eline geçirdiğini sanmıştı. Beklemediği bir andı ve ben sağ omzumu onun sağ böğrüne geçiriverdim. Nefesinin kesilip yere yuvarlanmasını fırsat bilip B yi de kolundan tuttuğum gibi odadan dışarıya sürükleyerek çıkardım. B şaşılacak kadar sakin davranıyordu. Hatta saniyenin onda biri kadar bir zaman diliminde yüzünde bir gülümseme seçer gibi oldum. "Neler oluyor böyle ?" diye ağzımın içinde geveleyerek B'yi kattaki asansörün içine ittim.
B karşımda duruyordu. Hiçbir kaçma belirtisi göstermiyordu. Saçlarına yapıştım. Başını sağa doğru eğerken yüzünde yine aynı gülümseme belirdi. "..durma, acıyı severim !" diye fısıldadı. Avucumda yapıştıklarım B'nin saçları değil de domuz pisliğiymişçesine elimi çekiverdim. Baş edilebilecek gibi değildi. İçine düştüğüm şu durumu anlamama imkan yoktu. B'nin ellerinin bacaklarımda gezindiğini hissettim ve elektrik çarpmışçasına kendimi geriye attım. "Orospu !" diye tısladım. Kahkaha attı. Midemin bulandığını hissediyordum. Ani başlayan bir baş dönmesi ile yere yıkılana kadar kahkahası kulaklarımdan göğsümü doldurdu. Sonrası mı ? Sonrası tam bir boşluk.
Gözlerimi açtığımda hala kahkahası kulaklarımdaydı. P başımda bekliyordu. Yatmakta olduğum otel odası bana tamamen yabancıydı. Işık gözlerimi yaktığı için "Perdeleri kapat !" diye inledim. P perdeleri kapatmak için yanımdan kalkarken güçlük çekti. Daha sonra da topalladığını hissedince kendime gelip yataktan fırladım !
"Lanet olsun, sen nerelerdeydin ? Neler oldu bize ? Neredeyiz ? O, B olacak orospu bize ilaçlı kahve, içki ne bileyim, bir şeyler içirmiş olmalı ! Sen nerelerdeydin ? Ne oldu sana ?" şeklinde başlayıp sürekli tekrar eden cümleleri susmaksızın kurmaya başladım. Bir yandan da ellerini, bileklerini omuzlarını tutup yarı okşuyor yarı muayene ediyordum. Görünen çok önemli bir şey yoktu. El bileklerinde birkaç morluk vardı. Teni hep hassastı. Pek çok sevişmemizden sonra da cildi mosmor oluverirdi.
"Neden konuşmuyorsun ? Anlat, ne yaptılar sana ? Lanet olsun !! Biz neredeyiz ???"...
P üzerime doğru eğilip beni kucakladı. Daha sonra da dudaklarını dudaklarıma dayayıp ben sakinleşip susana dek ayırmadı. Susup sakinleştiğimden emin olduktan sonra başını geriye alıp avuçlarına aldığı yüzümü kendisine çekip gözlerini gözlerime dikti. "Bu sefer kötü faka bastık !" dedi. Boş gözler ile onun donuk gözlerine baktım. Hala neler olup bittiğini anlayamıyordum. "Bizim gibi küçük fareleri onlar gözlerinden tanıyorlar. Zaten bir süredir burada olduğumuzdan da haberdarlarmış. Saklanacağız, kaçacağız derken örümcek ağının merkezine doğru ilerlemişiz !". "Nasıl yani ? B de araba işi mi yapıyor ? Bizi nerden bulmuşlar, nereden tanıyorlar, nasıl haberdar olmuşlar ?..." Yüzümü avuçlarından bıraktı ve gözlerini duvara çevirdi. Sorularıma cevap vermiyordu. Bomboş duvara saplanmış bakışlarında en ufak hayat belirtisi de yoktu. Yine donuk ve mat bakmaya başlamıştı. Bu hali beni B ya da zirzoptan hatta bütün olan bitenlerden daha fazla endişelendiriyordu. Kendimi gerisin geriye yatağa attım. Sağ elimle saçlarımın köklerine yapıştım. Bir an için kulağıma B'nin tiz ve sirene benzeyen çığlığı geliverdi.
Siren'ler; kadın başlı ve kuş gövdeli, yalancı gemici katilleri...
Yanımdan kalktı ve balkona doğru yürüdü. İçerisi loştu. Perdeyi hafifçe araladı. Gözlerim ışığa alışmıştı. Onayımı almak ister gibi dönüp bana baktı. Sesim çıkmayınca da perdeyi tekrar açtı. İçeriye dolan ışık ile vücut hatları kayboldu. Karşımda duruyordu ve sanki çevresini bir hare kuşatmış gibiydi. Yavaşça konuşmaya başladı;
"Senin sigara içmek için balkona çıkmandan hemen sonra başım dönmeye başladı. Önce zaten içkili olmamıza verdim ama gittikçe arttı. Sana seslenmek istedim, uyuşmuştum. Ne elimi kaldırabiliyordum ne de sesim çıkıyordu. Koltukta felç olmuş gibiydim. Aklım karışmaya başladı. En son o genç adamın kucağında banyo kapısından içeriye girdiğimi anımsıyorum. Uyandığımda kendi odamızdaydım ama sen yoktun. Bütün vücudum sızlıyordu. Odanın kapısı kilitliydi. Çok uğraştım ama açamadım. Çantamı bulamadım. Telefon çalışmıyordu. Hala başım dönüyordu. Tekrar yatağa uzandığımı anımsıyorum..."
Dönüp tekrar gözlerime baktı. Gözlerindeki derinlik içimi acıttı. Sanırım az sonra anlatacağı şey en can alıcı noktaydı. Yatağa doğru yürüdü, önce yanıma oturdu. Sol elimle omzuna dokundum, hafifçe saçlarını okşamaya çalıştım. En kötüsü ne olabilir diye düşünüyor ama aklıma kötü bir şey getirmeye de deliler gibi korkuyordum. Usulcacık; "Anlat bana... Ne oldu ?" diye fısıldadım. Dönüp boynuma sarıldı. Yüzünü göğsüme doğru bastırdı. Çenesinden tutup başını kaldırmaya çalıştım. Başının kontrolünü bana bırakmadı. Bedeni hafif hıçkırıklar ile sarsılmaya başladı. Bu sefer de başını göğsüme doğru bastırıp sabırla yatışmasını beklemeye karar verdim. Bacaklarını karnına çekip iyice küçüldü. Sol koltuk altıma sığınan çaresiz küçük bir çocuk gibi öylece kaldı. Uzun süre sağ elimle saçlarını okşadım. Çenesini, yüzünü... Gözyaşlarının tamamen kesilmesi ile havanın kararması aynı zamanlara denk geldi. Odanın içi iyice kararmıştı. Nefes alıp verişini ve koltuğumun altındaki minik zavallı bedenin her nefes alıp verişte hafifçe inip kalkışını hissediyordum. Ne arayan olmuştu ne de soran.
Olan biten hakkında hiçbir öngörüm olmamakla birlikte derin bir korku beni sarmıştı. P zayıf bir kadın değildi. Bu hale gelişinin altında yatan her ne ise onu derinden yaralamış ve korkutmuş olmalıydı. Gözyaşlarının kesilmesini ve karanlığın çökmesini fırsat bilip yerimden hafifçe kıpırdandım. Külçe gibi kaldı. Nefes alıp vermesi dışında hiç bir hayat belirtisi göstermedi. Soluma doğru döndüm ve yatakta onun seviyesine indim. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Karanlıkta onu görmüyordum ama gözlerinin kapalı olduğuna yemin bile edebilirdim ..!
"Ne olur konuş P, yalvarırım... Neler oldu daha sonra? Neden bu haldesin?...."
Avuçlarımdaki başının hafifçe kıpırdadığını hissettim. Başparmaklarımla gözlerini kontrol ettim. Hayır, ağlamıyordu. Yüzünü daha da sıkı kavrayıp dudaklarımı onun ağlamaktan şişmiş ve kurumuş dudaklarına yapıştırdım. Uzunca bir süre bırakmadım. Burnu tıkandığı için olacak, bir süre sonra başını sertçe geri çekip derin bir nefes aldı. İkinci nefesini uzun bir süre içinde tuttu daha sonra da karanlıkta, bir hamlede, yüzüme doğru tükürür gibi;
"Öldürdüm o orospu çocuğunu !" dedi...
Arkası Yarın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Arap Kahvesi : Beyhan Duffey OLMAMIŞ HÜSNÜ BEY - İNGİLİZCE ÖĞRENİYOR |
|
Merhabalar efendim,
Şu sıralar bir heyecan bende bir heyecan, sormayın gitsin.
Bizim karşı apartmanda bir dul hanım vardır. Vasfiye Hanım. Kocası vakti zamanında ölmüş. Amerika da okuyan bir oğlu var. Kendisi de bir devlet dairesinden emekli memur. Yılda bir kez Amerika’ya oğlunun yanına gider. Bir ay falan kalir. Bütün bunları nasıl biliyorsun diye sormayın, sizin de evinizde bir Sabahat olsa siz de çevrenizde olan biten herşeyi benim kadar bilirsiniz.
Vasfiye hanım giderken evindeki bütün çiçekleri bize bırakır. “Sardunyalara iki günde bir su veriniz. Küpelerin sararmış dallarını koparınız ki efendim yeni süren dallara engel olmasın. Japon şemsiyesinin suyunu eksik etmeyiniz gözünüzü seveyim. Bambuyu pencere önünden hiç çekmeyiniz”.... Bizim Sabahat Hanım bu ayrıntıları üşenmez, tek tek not alır. Vasfiye Hanım’in bizim hanım kadar gezmeciliği olmadığından hakkında bundan çok şey bilmeyiz. Ama geçen yıl bu hanım, hiç adeti olmadığı üzere bir gün kapımızı çaldı. Çok şaşırdık. Sabahat hanım hemen şipşak iki dakikada börekler, poğacalar hazırladı taze demlenmiş çayın yanına. Vasfiye hanım çok heyecanlıydı anlatırken. Oğlunun uzun süredir arkadaşlık ettiği Amerikalı bir kız varmıs. Son gidişinde tanışmış Vasfiye hanım. Çok kibar, narin, güzel ve terbiyeli bir kızmış. Oğlan anneciğim bu yıl sen gelme biz ailecek senin yanına gelelim demiş. Vasfiye hanım çok sevinmiş bu işe. Çünkü uçak korkusu varmış. Gele gele bir de kucaklarında küçük bir kız çocuğuyla çıkagelmemişler mi ? Vasfiye Hanım sevincinden az daha düşüp bayılacakmış. Geçen yıl geldiklerinde biz de görmüştük bebeği. Kumral, güleç yüzlü, güzel bakışlı, sevimli minik bir yavru.
İşte Vasfiye hanım gelininin ailesiyle bir türlü tanışamamışmış. Onlar da Türkiye’ye gelip Vasfiye Hanım’la görüşüp tanışmaya karar vermişler. İki haftadır buradalar. Vasfiye Hanım’ın oturduğu dairenin alt katını oğlu annesine almış. İçinde oğlunun bekarlığından kalma eşyalar varmış. Kiraya falan da vermiyorlarmış bu yüzden. Vasfiye hanım ne kadar ısrar ettiyse de gelinin ailesi bu dairede bedava oturmak istememişler. Ve daireyi Vasfiye Hanım’dan altı aylığına kiralamışlar. Vasfiye Hanım bu duruma çok üzülüyor. Kendi evleri sayılır efendim, kira vermek olur muymuş diye de yakınıyor.
Bizim Sabahat Hanım girişken kadındır. Geçenlerde tutturdu eve, çaya davet edelim Amerikalıları diye. Yahu kadın tek satır ingilizce bilmezsin hangi lisanda anlaşacaksın demeye kalmadı kaşla göz arasında işi halletti bir öğleden sonra bize çaya gelmek üzere sözleşildi.. Baktım olacak gibi değil bizim torunların ingilizce sözlüklerini alıp bir iki temel kelime öğreneyim bari dedim. Adamlara ayıp olmasın. Merhaba, hoşgeldiniz, nasılsınız, çay ister misiniz, kurabiye yer misiniz? Bizim ufaklık Alp’in yardımıyla bol bol ezber yaptım. Aslına bakarsanız hepsini bir güzel öğrendim ama gelin görün ki adamlar geldiğinde ağzımı açıp bir “merhaba” bile diyemedim. Unuttuğumdan değil efendim. ömrümce bir tek kez olsun frenkçe konuşmuşluğum yok. Bu yaştan sonra da böyle ağzımdan tuhaf tuhaf seslerin çıkması, çıkacak olması biraz garibime gitti. Sanki ayıp birşey yapıyormuşum hissine kapıldım. Nutkum tutuldu. Konuşamadım işte...
Boşuna telaş etmişiz! Adam neredeyse sular seller gibi Türkçe konuşuyor. Türkiye’ye gelme işleri belli olduğunda o da oturup benim yöntemimle kendi kendisine Türkçe öğrenmiş. O kadar sıradışı kelimeler buluyor ki bazen, ben bile şaşıyorum. Yani Amerikalı adamın kendi kendine öğrendiği Türkçe kadar Türkçe bilmediğime de ayrıca şaşırdım. Utandım vallahi. Türkiye’de altı ay kalıp adım adım Anadolu’yu gezeceklermiş. Kültürümüzü öğrenmek için can atıyorlarmış. Ne de olsa torunları yarı Türkmüş ve onunla Türkçe konuşabilmeyi de çok arzuluyorlarmış. Eskişehir’e İstanbul üstünden gelmişler ve İstanbul’a hayran kalmışlar. Altı aylık ziyaretlerinin son ayağı İstanbul olacakmış yine. Hayran kaldım hayran. Adamlar altı ay gezmeye çıkabiliyorlar. Biz Eskişehir’ den burnumuzu bile çıkaramıyoruz yıllardır.
Şu dil meselesine yine dönecek olursak, bizim insanlarımız yirmi-otuz yıldır Almanya’da şurada burada yaşıyor daha iki satır yaşadıkları ülkenin dillerini konuşamıyorlar. Adam altı aylığına Türkiye’ye gelecek diye Türkçe öğreniyor. Yok yok biz daha çok fırın ekmek yiyeceğiz çok... Geçenlerde de televizyonda gördümdü, Çinli turistin biri yol soruyor. İngilizce. Çevresinde de birsürü genç insan. Çoğu öğrenci kılıklı. Bir teki de çıkıp yol tarif edemiyor. Sonra mikrofonu civardaki simitçiye tutup fikrini soruyorlar ; « Yav kardeşim madem Türkiye’ye tatile geldi o zaman konuşacak dilimizi. Yuh yani insan öğrenmez mi gezmeye gittiği yerin dilini be kavat. Türkçe en bir güzel dildir. Turistte olsa öğrenmelidir » diye zırvalayıp durdu. Senin milyonlarca insanın adamların memleketinin ekmeğini yesin, dilini öğrenmemek için elinden geleni ardına koymasın sen iki günlük tatile gelmiş turist Türkçe konuşamıyor diye fırça kay... Vay ki ne vay halimize...
Amerikalı Hanım’ın adı Jane. Uzun boylu, zayıf, atletik yapılı kibar biri. Sabahat Hanım çeyizinden kalma şararmış dantel örneklerinden, yemek kitaplarına, pasta tariflerine kadar öyle geniş bir yelpazede sohbet ediyor(!) ki hanımla kadının yüzündeki ifadenin fotoğrafını çekip size göstermeliydi. Beyin adı Harrison. Çok candan bir adam. Meraklı da. Herşeyi öğrenmek istiyor, soruyor. Türkçe kurslarına gidebileceği bir merkez olup olmadığını sordu. Akşam gelinim okuldan gelince ondan öğrenebileceğimi kendisine haber vereceğimi söyledim...
Ayşenur üniversitenin içinde bir kurs olduğunu ve her yaştan insana açık olduğunu ama fazla rağbet olmadığı için şimdilik Türkçe kurslarının devam etmediğini söyledi. Ama ingilizce sınıfları varmış. Ahmet benim de adamla birlikte kursa gitmemi, ingilizce öğrenmemin keyifli olabileceğini, hem de adama yarenlik etmiş olabileceğimi söylediğinde önce tepki verdim. Bu yaştan sonra ingilizce kursu benim neyimeydi. Sonra sardı mı beni bir heyecan ? Bu yaşıma kadar bir yabancı dil öğrenmeyi hiç düşünmemiştim. Hiç de lazım olmamıştı zati. Vallahi de olurdu, billahi de. Hem de çok güzel olurdu. Ayşenur yarın bir tek öğrenci de olsa Türkçe kurşunun açılıp açılmayacağını öğrenecek.
Ertesi gün sabahın köründe düştüm yola. Bir kırtasiyeye girip bir defter, kalem, silgi, kalem açacağı gibi şeyler aldım. Heyecandan kalbim duracak. Satıcı “torunlarınız çok sevinecek aldıklarınıza” deyince dayanamayıp “torunlarım için değil kendim için alıyorum evladim” deyip kuş olup uçarak çıktım dükkandan. Yol boyunca kimi gördüysem gülümsedim. Selam verdim. Çoğunun, adam deli midir nedir diye içinden geçirdiğini bile bile. Eve çıkmadan bir de bakkala uğradım. Bakkal efendi nasıl olsa öğrenecek, hiç değilse bu sefer benden öğrensin de Sabahat Hanım hayal kırıklığı yasasın diye olanı biteni anlattım. Hayırlı olsun aldıkların Hüsnü amca, al bu da benden sana hediye, diye bir lolipop tutuşturdu elime. Bilir bu durumlarda alınganlık gösteririm ama bu sefer hiç de öyle olmayacak bakkal efendi. Boşuna sevinmeyesin. Teşekkür edip lolipopumun jelatinini açıp yalayarak çıktım.
Ayşenur’un müjdeli haberini vermek için ertesi günü bekleyemedim inanın. Harrison’a yarın okula gidebileceğimizi söylediğimde o da çok sevindi...
Okul malzemelerim başucumda, sabaha kadar bölük pörçük uyudum. Heyecandan içim içime sığmıyor. İlk kez okula gidecek küçükler kadar heyecanlıyım. Ya başaramazsam. Ya başka insanlar, gençler bana gülerse. Ya cümle aleme rezil olursam... Ömrümde hiç bir gece bu kadar uzun geçmemişti.
Ayşenur’un servisiyle gittik. Kursun başlamasına daha iki saat var ama erken gidip biraz ortamı, üniversiteyi tanımak istedik. Kafeteryada oturup birer peynirli tost yedik. Gençlerin arasında iki ihtiyar gençtik. Harrison bu ortamlara alışık gibi, rahat. Ben heyecanımı bir türlü bastıramıyorum. Sonunda beklenen an geldi ve birbirimize şans dileyip ayrı ayrı sınıflarımıza girdik...
Kursa başlayalı altı hafta oldu. Haftada iki gün gidiyoruz. Harrison’u bilmem ama ben gece gündüz ders çalışıyorum. Sabahat Hanım’ın evdeki bütün düzeni bozuldu. Torunlar sorularımdan bıktılar. Beni annelerine şikayet etmiş olmalılar ki Ayşenur, bir sorum olursa kendisinin daha iyi yardımcı olabileceğini söyledi. Ahmet bıyık altından gülüyor. Belli ki bu işin altından kalkamayacağımı düşünüyor.
Sınıfta altı kişiyiz. Üçü gençten öğrenci, biri de bir hanım. Kırk kırkbeş yaşlarında. Hiç de öyle korktuğum gibi bana yabani gözlerle bakan yok. Va hatta aralarında benim yaşımda birini görmek hoşlarına gidiyor. Öğrenmenin yaşı yok diye diye sırtımı sıvazlıyorlar. Ama ne yalan söyleyeyim efendim çok zorlanıyorum. Bu yaştan sonra sıfırdan başlamak, hele de başka bir dili öğrenmeye kalkmak biraz yürek istermiş doğrusu.
Ders aralarında Harrison’la kafeteryada buluşup çay içerek karşılıklı laflıyoruz. O hep Türkçe konuşmaya gayret ediyor ben de ingilizce cevap vermeye. Ama nerdee.. ?? Çok zormuş mirim çok!..
Bir gün ders çıkışı yine kafeteryada oturup birer çay içtik. Derslere aynı anda başladığımız için başa baş gidiyorduk. O da beşinci ünitedeymiş biz de. Bizim ünitenin başlığı « Alışveriş ». Ben ecnebi bir memlekette şık bir dükkana giriyorum. Turist olduğumu söylüyorum. Eşim için bir parfüm almak istediğimi ama ne alacağımı bilmediğimi, satıcı hanımdan bana yardımcı olmasını rica ediyorum. Satıcı hanım bütün kibarlığıyla bana parfümlerin isimlerini ve hangi çiçeğin kokusunu taşıdıklarını anlatıyor. Kimilerini de fıs..fis. ;koluma sıkıp ; koklatıyor. İçlerinden kendisinin de kullandığı parfüm olanı öneriyor. Parfümü paket yapıyor. Teşekkür edip dükkandan çıkıyorum...
Harrison yarım yamalak ingilizceyle ve çokça Türkçe olarak anlattığım bu hikayeyi gülerek dinliyor. Ve kendisinin beşinci ünitesini anlatıyor. “İstanbul’dayım. Kaldırımda yürüyorum ve elimde fotoğraf makinam her gördüğüm şeyin fotoğrafını çekiyorum. O anda oradan geçmekte olan sarhoş bir sürücü kaldırıma çıkarak beni iki seksen yere seriyor. Acı içinde kıvranıyorum. Herkes başıma toplanıyor. Topallayarak yakınlardaki bir dükkana giriyorum. Dükkan sahibinden bir kaza geçirdiğimi ve acilen hastaneye gitmem gerektiğini bunun için de hastaneyi aramam gerektiğini söylüyorum. Adam hemen telefonu bana uzatıyor. Arıyorum. Ambülans gecikiyor. Bu arada adam bana çay ısmarlıyor. Nerden geldiğim, kaç gün kalacağım gibi sorular sorarak hakkımda bilgi edinmek istiyor. Yarım saat kadar sonra ambülans geliyor ve ben hastaneye gidiyorum”.
Çok laf ettim. Artık konuşmuyor, yorumu size bırakıyorum.
Bir tek şey söylemeden geçemeyeceğim. Ben bir müddet sonra sıkılıp kursu bıraktım. Basic dedikleri başlangıç sınavını geçerek belge almaya da hak kazandım. Sabahat hanım çerçeveletip duvara asmış. Harrison’da bir müddet sonra kursu bırakıp eşiyle Türkiye turuna çıktı. Bana kalsa çok iyi konuşuyor artık. Ama kendisi hala öğreneceği çok şey olduğunu söylüyordu. Neyse ki kaza geçirdiğinde ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor. Önemli olan bu. Gerisini nasıl olsa halleder.
Ben mi? Benim nasıl olsa bu yaştan sonra bir başka ülkeye gidip de karıma parfüm alacak lüksüm olmaz nasılsa. Başladığım yerdeyim anlayacağınız.
İyi bir hafta geçirmeniz dileğimle. Saygılar efendim...
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Umuda Mektuplar (1) |
|
Hayır hayır bu kadar kolay kabullenme yenilgiyi, o kadar çoksa önünde birikmiş zorluklar sen daha zor ol onlardan. Her gerçek bir tokat olup suratına indiğinde aldırma yüzünün kızarıklığına, farzet ki bir kırmızı gül olmuş yanakların, farzet ki bir arı konmuş o gül yanaklarına, özün bal olacaksan biraz katlansan o acıya...
Aklına gelirmi yaşamında ki en değerli anıların? Öğretmeninden aldığın ilk kırık not, sevdiğini söyleyemeden kaybettiğin platonik aşkın, eve geç kaldığın için babandan yediğin ilk tokat... Şimdi gülümsersin hayal meyal hatırladıklarına ve bilirmisin her zaman için en değerli anılarını en "zor" ların oluşturur.
İnadına ıslık çalabilir misin hazmedemediklerin çöktüğünde gırtlağına, gülümseyebilir misin kan ter içerisinde bir kabusla tek başına kaldığında, tekerlemeler söyleyip şiirler okuyabilir misin yaşamın kendinle dalga geçtiğini sandığın bir zamanda? İşte bunları yapabildiğin sürece yenilgisizsindir ve yenilgisizliği yaşayabildiğin sürece mutlusundur!
Hayır hayır bu kadar kolay kabullenme yenilgiyi, o kadar çoksa önünde ki engeller sende bir engel ol en başa çıkılmaz olumsuzlukların önünde. Her hengame bir kördüğüm olursa beyninin içerisinde, aldırma yaşamın seni sınamaya çalışmasına, farzet ki bir körebe oyunundasın, farzet ki öylesine bir oyun işte, hep ebe sen olmayacaksın ya...
Bozmak kolaydır her zaman için yapmaktan ve kaçmak, korkusuzca dikilmekten karşısında korkularının... Hangi fırtına dinmemiştir ki, hangi gece ulaşmamıştır sabaha? Umut yüreğinin en derinliklerinde, umut gözlerinin retinalarında, umut yakarışlarında, umut beyhude akıttığın gözyaşlarında... Umut çayına attığın şekerinde, umut bir kibrit kutusunun içerisinde, umut dağınık masanın üzerinde ki defterinin arasında, üç parmak arasında ki kaleminde, dilindeki türkünde, umut avuçlarını içinde...
Hayır hayır o kadar kolay kabullenme yenilgiyi, o kadar çoksa elindeki eksiler sende bir eksi çiz seni üzenlerin üzerine. Her patavatsız kelime bir deprem oluyorsa bedeninde aldırma çürümüşlüklerin seninle matrak geçmesine, farzet ki bütün hepsi müzikal bir komedi, farzet ki sen bu sahnenin senaristi, bir kalem oyunu ve alkışlarla oyun bitti...
Belki de saçma gelir şimdi bu avuntular, acırsın kendine, elinde tuttuğun gülün yaprağından çok dikeninin olduğunu sanarsın. Eğer tüm isteklerini bir bir almış olsaydın yaşamdan, şimdi verecek neyi kalmıştı ki sana? Bir gayen olamayacak, bir hırsın olamayacak, yaşamış olmak için yaşayacak, mücadelelerinin vereceği galibiyet sevincini tadamayacaktın!... Nemli gözlerini alıştırma nazikliğine, güçlü olmayı öğrensinler ki görebilsinler ufkun ardındakileri. Bugün de yenilmedik de, bugün de omuzlarımız dik, boynumuz dik, belimiz dik, nedir kaçırılan, nedir giden, nedir yitik?
Haydi şimdi bırak bunları, biliyorum gecenin bir yarısında defalarca okuyacaksın aynı satırları ve nazikliğine alıştırma dediğim gözlerini mütemadiyen o odanda ki kısık masa lambasının altında yoracaksın. Biliyor musun, ben de gecenin bir yarısında yazıyorum bu mektubu ve benim de ışığım kısık, gözlerim yorgun. Eğer sana bir kibrit kutusunun içerisinde ki, bir defterinin sayfalarının arasında ki ve yüreğinin en derinliklerinde ki umudu tarif edebildiysem ne önemi var yorgunluğun?
Dediğim gibi o kadar kolay kabullenme yenilgiyi, o kadar çoksa hayattaki muammalar, sen de bir muamma ol bırak onlar çözsünler seni. Her tükeniş biraz daha alıp götürüyorsa sendekileri, aldırma yaşamın bu nahoş cilvelerine, farzet ki bütün hepsi bir gölge oyunu, farzet ki yaşam hepden bir rüya...
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Ayşe Kardeşoğlu SESSİZ DOSTUM |
|
Bana o kadar çok benziyorsun ki.... İçten bakışların, her an devrilecekmiş gibi duruşun, gözlerini kısıp sık sık uzaklara dalışın,korkunca titreyişin, yalnızlığı sevmen(mecburen), kapalı havalarda durgunluğun, güneş açtığında hareketlenmen...Görüyorsun işte ne kadar da benziyorsun bana.Neden bana benzedin ki? Kendimden yeterince bıkmışım zaten, yalnızlığımdan, ürkekliğimden, ağlayacakmış gibi duruşumdan , beni sevenleri kanatlarımı sonuna dek açışımdan öyle bıkmışım ki, bir de sen çıktın karşıma kendimi hatırlamama sebep olan mahluk...
Ama bir fark var aramızda, ben ekmeğimi kazanıyorum kimseye ihtiyaç duymadan, şimdiye dek kimseden yardım beklemedim, sokağa çıkamayacak kadar güçsüz olduğumda bile sürüne sürüne gittim işe,senin tembelliğin biraz gıcık ediyor beni.Her sabah geliyorsun aynı yere tıpkı benim yıllardır aynı yerde servis beklemem gibi bekliyorsun, nasıl olsa göreceğim seni biliyorsun, o kadar eminsin ki kendinden ,sana bakacağımdan, seninle ilgileneceğimden , işte bu sinir ediyor beni.Ben o kadar büyük bir güven verdimki sana, seni çok sevdiğimi o kadar iyi biliyorsun ki, önce kısıyorsun gözlerini ben gelene kadar, boynunu gövdene gömüyorsun, sessiz sessiz duruyorsun her zamanki yerinde ,ben yine isteksiz kalktığım günlerimden birindeyim, Pazartesi belki, belki de Cuma hiç önemli değil çayı koymak için ayaklarımı sürüye sürüye ocağa doğru ilerliyorum , sabahları suratsız kalkarım, kimseyle konuşmak istemem , taaa ki seni görene kadar...Sen tüm öfkemi bastırıyorsun, o kadar dingin bir duruşun var ki, gözlerinle iletişim kuruyorsun" bana bak , beni seyret , gerçek huzuru bulacaksın" diyorsun.
Bugün de diğer günlerden biri işte, Bana biraz yiyecek verirsin, çayını içersin dalgın gözlerle uzaklara bakıp, sessizce, hareketsizce oturursun sandalyende, sonra laf olsun diye televizyonu açarsın, onbeşdakika sonra kendini iyi hissedersin , sen yemeğimi verdiğinde etrafımdaki yüzsüz arkadaşlarım benden önce davranırlar yiyeceğime, beni sessiz görüyorlar ya saf zannediyorlar, senin arkadaşların gibi değil mi?
Yemeğin arta kalanlarını yedikten sonra hemen çekip giderler..Ben sadece seni görmek için geliyorum bu pencereye, biz hiç konuşmasak da birbirimize sonsuz güven veriyoruz, sevgimiz de bir çıkar yok, sen yemeğe geldiğimi düşünüyorsun biliyorum...Ben nerde olsa yemek bulurum, seni tanımadan önce nasıl yaşadım zannediyorsun, ara sıra sevgililerim oldu, bir iki başımı okşadılar, tüylerimi kaşıdılar, sonra çekip gittiler. Şimdi buraya gelmemin sebebi ikimizin de birbirimize duyduğu ihtiyaç. Benle konuşuyorsun ya gözlerime baka baka, öyle etkileniyorum ki, kimselere anlatamadığın en mahrem sırlarını bana anlatıyorsun ya o kadar gurur duyuyorum ki , gözlerimi kapatmam hep o yüzden. Benim duymadığımı zannediyorsun , ah bir cevap verebilsem sana, sana öğüt verebilsem kuş beynimle.
Geçen gece çok sevdiğin adam geldi eve, beraber şarap içtiniz, yemek yediniz, sabah mutfağa girdiğimde gördüm hepsini, ne güzel yemekler yapmışsın ona, her yeri darmadağınık bırakmışsın , sen hiç yatmazdın öyle.. odanın penceresine gittim , ne güzel sarılmıştın ona, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle uyuyordun. Çok seviyordun o uzun boylu adamı, kıskandım seni sabah kalkınca benim yanıma gelmezsin, konuşmazsın , beni unutursun diye. Nitekim öyle oldu, sabah beni görmemiş gibi ,neşeyle kahve suyu koydun, bir süre oyalandın mutfakta, dışarısı soğuktu, titriyordum camda , camı açman için bekledim almadın beni içeriye. Odaya döndün sevgiline kahve vermek için , şaşırdın, adam gitmişti. Yatağın kenarına küçük bir not koymuştu, okudun, ağladın. Yatağa attın kendini , sonra mutfağa geldin camdan baktın boşluğa bir sigara yakarak , benle gözgöze geldin , sevindim bir iki hareket yaptım varlığımı farkedesin diye. Camı açtın, beni öfkeyle kovdun, az kalsın kanadım kırılacaktı. Hiç yapmazdın bana böyle sana ne olmuştu?
Konuşmadın benle, anlatsaydın bana, rahatlardın oysa ki. Telefona sarıldın hemen , hem ağladın hem konuştun dakikalarca arkadaşlarınla.O gün işe gitmedin, evin içinde dönüp durdun bütün gün, etrafı toplamadın bile. Yiyecekler bir tarafta, bardaklar bir tarafta öylece duruyordu,.
Sokaklarda yiyip içtim bir süre, artık camının önüne gitmemeliydim....
" Camın önünde olmadığını birkaç gün sonra farkedebildim, kaç gündür canım çok sıkkındı, sevmiştim o uzun boylu adamı, ama çekip gitmişti hiç sebepsiz , bir de utanmadan " güzel bir geceydi ama daha sonrası için söz veremem" diye bir not yazıp gitmişti. Onu ne çok sevmiştim , senle tanıştıracaktım eğer sabah hemen kalkıp gitmeseydi...Çok çabuk gitti, beni kendimle başbaşa bırakıp gitti..
Sen de yoksun, nerdesin, beni unuttun mu?
Dün pazara gittim, en sevdiğin yiyeceklerden aldım, artık kimsem yoktu senden başka, üşüyor muydun, ölmüş müydün nerdeydin , bilmiyordum. Yine de ümit ediyordum, biryerlerden çıkıp geleceğini , keşke bu beklentim Ümit için de geçerli olsaydı, ona da geldiğinde vermek üzere güzel yiyecekler alsaydım, bu kadar kısa sürmemeliydi paylaştıklarımız.Keşke o da beni her sabah aynı saatte camın önünde bekleseydi, bana bakarken gözlerini kısıp dikkatle dinleseydi söylediklerimi, bir parça buğday için bile olsaydı da , yine de gelseydi, onu içeri almam için yalvarsaydı, soğuk kış günlerinde, onu incitmeyeceğimi bilseydi, senin de eve girdiğini gördüğüm zaman kaçmana izin verdiğim gibi Tutsak etmeyeceğimi anlasaydı... çok sevsem bile, ruhuna demir parmaklıklar örmeyeceğimi, görüş günlerinin de olduğu bir hapishaneye çevirmeyeceğimi, cam fanusa kapatmayacağımı bilseydi... sen bile ondan cesur çıktın, seni kafesleyeceğimden korkmadın, yapabilirdim de bunu, ama sen bile beni daha iyi anladın, ben veriyordum, hep veriyordum....
Senin böyle bir sorunun yok tabii, bilemezsin, kimseden bir beklentin yok,yemeğini yedikten sonra herşey tamam. Kış günleri biraz zor geçer, üşürsün, ama onun da çaresini bulursun,insan olmak öyle zor ki küçük güvercin, bukadar yükü taşımak bazen zor geliyor, kanatlarını versen de bana uçsam şöyle yükseklere, unutsam herşeyi, silsem kafamdan, sadece gökyüzü ve ben bir de bulutlar olsa, rüzgarı çeksem kendime, içim coşkuyla dolsa uçarken, ah ah sana nasıl özeniyorum bir bilsen. ........
" Sonunda seni görmeye karar verdim, ama çok yaklaşmadım pencerene . Karşı apartmanın çatısına kondum ,hava epey soğuktu,içim titriyordu, pencereni açmış evini havalandırıyordun, sobanın kenarında kahveni ve sigaranı içiyordun, yine dalgındı gözlerin, yine düşünceliydin. Camın önüne koyduğun buğdayları gördüm, yedim, canım içeriye girmek istedi, sobanın kenarında durmak, çok üşüyorum çok...."
Beni gördün yavaşça yanıma yaklaştın, konuştun benimle, beni çok özlediğini gözlerinden anladım. Sonra telefonun çaldı yine konuşmaya başladın arkadaşlarınla uzun uzun...Gülümsemeye başladın, neşelendin, alelacele çıktın evden, döndüğünde ellerin kolların poşetlerle doluydu, mutfağa girdin, şarkı söyleye söyleye yemek hazırlamaya başladın. Sonra giyindin.
Uzun zamandır böyle görmemiştim seni...
Bahar gelmişti, güzel bir sabahtı, sevgilimin bana aldığı yüzüğü başucuma koymuştum, o kollarımdaydı, saçları mis kokuyordu, bana sarılmıştı, beraber uyanmıştık,gitmeyecekti biliyordum,şimdilik beraberdik, belki kaç sabaha beraber uyanacaktık. Perdeyi araladım, camın önünde otlar ve papatyalardan bir yığın vardı, şaşırdım, etrafıma bakındım, biraz sonra benim minik güvercinim otlara yerleşti, kendine bir yuva yapmıştı, tam da canımın önüne, sevgilim gözlerini açtı bana gülümsedi" Seni seviyorum" dedi.
Ayşe Kardeşoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.540 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
kara-kuş
karanlığın kıyısındaki denizin
sahili,
bendim.
çürümeye yüz tutmuş iskorpit,
denize uzanmış eller gibi ışıklar
alkole bulanmış akşamın
göz yaşı;
bendim.
uyandığı günü bir yerlerden hatırlayan
uyandı-m diye
kendine küsen
ben;
sarmaşıkların arasıda öten
kara-kuş
sus
gitme-(den)üzme beni.
Zati Erbaş
Yukarı
|
Vallahi ben değilim ya, ben Amerikan futbolundan anlamam!..
Yukarı
|
DAVETLİSİNİZ 4. yaşımıza giriyoruz
Yer : SED Hotel / Taksim www.sedhotel.com
Biricik Sevgili'miz KAHVE MOLASI'nın; 3.seneyi devirip 4'e gireceği 16.Nisan.2005 tarihinde düzenlenecek olan kutlama töreninde, siz değerli OKUR'larımızı da aramızda görmekten büyük mutluluk duyacağız.
Gelin dostlar, felekten bir gece ÇALALIM Sadece 50 YTL'ye sizi de aramıza ALALIM ..:-) Takvimlerden 16.Nisan.2005'i ÇEVİRİYORUZ
Üçüncü yılımızı hep birlikte DEVİRİYORUZ
Hepinize yetecek kadar ayarlandı bile YERİMİZ Bu kutlama değil; göz nurumuz, alın TERİMİZ
Bakınız bu eşsiz gecede neler var ?
Beyaz Peynir, Hamsi Ançuez, Jambon, Közde Patlıcan Salata, İtalyan Salata, Zy.Biber Dolma, Haydari, Selanik Salata ve Acılı Ezme'den oluşan Ordövr Tabağı ile BAŞLAYACAĞIZ...
Pastırmalı Paçanga, Napoliten Soslu Mitite Köfte ve Dim Soslu Karışık Mevsim Salata ile ara sıcağını ARALAYACAĞIZ...
Garnitürü; Püre, Pilav ve Haşlanmış Sebze, kendisi; Biftek, Piliç Pirzola ve Kasap Köfte (Izgara) üçlüsünden oluşan ana yemeğe DALDIRACAĞIZ...
Karışık Mevsim Meyveleri ve Limitsiz İçki'nin yanında; SARO ve Orkestra'sı ile kudurup pisti ayağa KALDIRACAĞIZ...
EDİTÖR'ünüzü görmek KM Aboneliği gibi Beleş... :-)) YAZAR Dost'larınız zaten kelepir...
Bir mesaj atmanız yeterli : geliyorum@kmarsiv.com
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
İstanbul metrosu hakkında bir çok eleştiri yapıldı. O yüzden ben yorum yapmayacağım. Onun yerine sadece web sayfasına bakarak bile nasıl bir yapıya sahip olduğunu gördüğüm ve hoşuma gittiği için sizlerle paylaşacağım Moskova metrosunu tavsiye edeceğim. http://www.beeflowers.com/Metro/-Startfiles-/index.htm kısayoluna tıklıyorsunuz ve karşınızda Moskova metrosu yerleşim planı. Plan üzerindeki "M" harflerine tıkladığınızda ise da hoş bir görüntüyle karşılaşacaksınız. Meraklısına duyurulur efenim.
...Çırpınıp da Şan ovaya çıkınca, Eğlen Şan ovada gal Acem gızı. Uğrun uğrun gaş altından bakınca, Can telef ediyor gül Acem gızı. Seni seven oğlan neylesin malı, Yumdukça gözünden döker mercanı. Burun fındık ağzı gahve fincanı, Şeker mi, şerbet mi bal Acem gızı... Türkülerimizi sevenlere http://kandemir.com/turkuler.php# kısayolundaki arşiv tavsiye olunur.
Uzun zamandır film seyretmeye sinemaya gidememe rağmen gündemi yakından takip etmeye çalışıyorum. http://www.film.gen.tr kısayolunu kullanarak siz de benim gibi vizyondaki filmlerden haberdar olabilirsiniz. Hatta nostalji dolu sohbetlere de katılmanız mümkün.
T. C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün internet üzerinden hizmet veren bir web sayfası var http://www.devletarsivleri.gov.tr/katalog/ Siz önce arşiv üzerinden taramanızı yapıyorsunuz. Daha sonra bulduğunuz ve basılı olarak temin etmek istediğiniz belgeler için müdürlük ile irtibata geçiyorsunuz.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
ACXtractor 3.20 [772 KB] Win95,Win98,WinME,WinNT 4.x,Windows2000,WinXP Deneme (19$)
http://www.marvintec.com/download/acxtractor.exe Normal audio CD lerinizi bilgisayarınıza wav, mp3 veya ogg formatında almak için kullanabileceğiniz güzel bir program. Pekçok seçeneğin yanında freedb desteği de cabası. Bu küçük programı denemenizi öneririm.
Yukarı
|
|
|
|
|
|