|
|
|
20 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ben Rıza efendilerle gurur duymuyorum!.. |
Merhabalar,
Ben Rıza efendilerle gurur duymuyorum, neden duyayım? Aya mı gitti? AIDS'e çare mi buldu? Kastettiğimizin Rıza kaptan olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Derbide 3-5 kendini bilmezin açtığı pankarttan yağ çıkarmaya çalışanlarla konuşuyorum ben. Ne zaman kurtulacağız bu buluttan nem kapan hallerimizden. Kantarın topuzunu ayarlamayı ne zaman öğreneceğiz? Sporun içinde daha nicelerini, nice edepsizlerini görmüşken, 3 densizin sonuçlarını düşünmeden yazdığı bir pankartı bir koca camiaya mal etmeye çalışarak milli mesele haline getirenlere lafım. Çıktığı günden beri okuduğum, uğruna eski gazetemi bıraktığım gazetenin manşetindeydi bu laf dün, "Rıza efendilerle gurur duyuyoruz." Yok ya? Şöför Kemal amcayla da duyuyor musun, ya bakkal Hayri efendiyle? Toplumun değerlerini kaşıyarak huzur bulmakta, kan çıkarmakta mümkün beyler. O haberin hemen altında Deniz Feneri Derneğinin kampanyasından alıntılar yapılarak yazılan bir haberle bir başka kaşıma daha vardı. Ama o uyuyan gönülleri harekete geçirmek için yerinde bir kaşımaydı. Peki ya tepedeki neyin nesi? Kapıcılarımızla gurur duyuyoruz. Aslında demek istediği biz Rıza kaptanla gurur duyuyoruz, kimse ona kapıcı diyerek hakaret edemez. Bak bak bak. Demek kapıcı demek hakaret. Vay be, yarın kapıcılar derneği kapınıza siyah çelenk bıraksın da görün gününüzü. Futbol denen illet, hele bir de derbi maçsa, psikolojik bir harp. Moral bozmak için her 2 tarafta elinden geleni ardına koymaz. Öyle bir pankart açılmalı mıydı? Tabi ki hayır. Ama madem açılmış, bunu vatan millet sakarya edebiyatı ile bağdaştırıp tıpkı abartıda rekor kırdığımız ama hemen unuttuğumuz bayrak olayında olduğu gibi manşetlere taşırsanız olmaz. Tüm bu haberleri dinlerken okurken ne hayal ettim biliyor musunuz? Pankartı gören Rıza kaptan hemen bulduğu bir sepeti koluna takıp pankartın olduğu bölüme koşuyor ve "Buyrunnn" diye bağırarak içindeki çiçekleri seyirciye atıyor. Tüm stad alkıştan yıkılıyor. Güzel olmaz mıydı? O pankartı yazıp gelenlere en büyük ders bu olmaz mıydı? Ama biz kolayı severiz. Madem kaşınacak bir yara var ortada. Hele bir de hedef rakip takımsa, kaşı babam kaşı ta ki kan çıkana kadar. Haber yok çünkü ortada. 50 yıllık Denktaş kenara çekilmiş haber değil, Kıbrıs'ı verme günü yaklaşmış haber değil ama Rıza kaptan için açılan pankart maçtan 2 gün sonra bile haber hem de manşetlik. Sanki mesaj Tacikistan'daki ayrılıkçılara veriliyor. Mesajın kime gittiği açık değil sanki. Sonra sporda ahlak, sporcuda ahlak isteriz diye bar bar bağır. Eee ben de medyada ahlak, medyada etik istiyorum diyorum, ne olacak şimdi? Allah aşkına biraz izan beyler, biraz izan.
Dergilerimiz Buybye.com'da.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
HIV'İ ANLAMAK
Artık sıra mikroskobun başına geçmeye geldi. Bu konuda tanıdık, bildik bir virüsü ve gelişimini inceleyerek, onun bize anlatmaya çalıştıklarını anlamaya çalışalım. Diğer tüm virüsler gibi hücre içi paraziti olan HIV (human immunodeficiency virus) de yaşam döngüsünü bağımsız olarak gerçekleştiremez ve bağımlı oldukları hücre çeşidine büyük özgüllük gösterirler. Bu virüs insan immün sistemi elemanlarından makrofajların ve T-lenfositlerinin paraziti olup insan immün sistem yetmezliği sendromuna (acquired immunondeficiency syndrome) neden olmaktadır. Bu sendrom insan türünün karşılaştığı en yıkıcı epidemilerden biri olan AIDS'tir.
HIV'de gelişme virionun, makrofaj ve T-lenfositlerinin yüzeyinde bulunan ikinci bir proteine tutunması ile devam eder. Virüs DNA'sının sentezini de konak hücreye yaptırır. Daha sonra viral DNA konak hücrenin çekirdeğine girerek, konak genomuna entegre olur. Böylece viral yönetici molekülün direktifleri ve kontrolünde proteinler üretir. Artık yeni virionların konağın sitoplazmasında oluşması ve tomurcuklanarak hücre dışına salınımı başlar.
Görüldüğü gibi çok basit bir ama etkili bir döngü ile karşı karşıyayız. Ancak virüs, konak hücrenin enzim sistemini hemen her basamakta kullanmaktadır. Bu gelişim tablosu viral hastalıklarının tedavisini zorlaştırmaktadır. Bu yaşam döngüsünü kırmaya yönelik ilaçlar, konak hücrenin enzimatik faaliyetlerini etkilediğinden, halsizlik ve zayıf düşme gibi yan etkiler oluşturmaktadır.
HIV'in saldırısına uğrayan insan vücudu, ona karşı iki yolla cevap verir. Kan dolaşımındaki virionları yok etmek veya yeni virionların oluşumunu ve salınımdan önce kendi enfekte hücrelerini öldürmek. Bir anlamda bir ülkenin ana savunmasını oluşturan ordusunun bir biriminin, diğerlerince zararları bulunup yok edilmesine benzetebiliriz bu durumu. Durum böyle olunca, o ülkeyi heran yok etmeye çalışan düşmanlarına gün doğmaktadır. İşte insan vücudunda da aynısı gerçekleşir. İlerlemiş HIV enfeksiyonu immün cevabı çökertir ve fırsatçı enfeksiyonlar sahnededir artık. AIDS semptomları görülmesinden sonra iki yıl içinde konak insan için bir anlamda yol tükenir.
HIV'in gelişimi ve insanoğlunun karşı duruşuna bakabiliriz artık. Virüsün gelişimine karşın, epidemiyle savaşta ilk çabalar beklenildiği gibi sonuçlanmamış ve büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. İnsanoğlunun kazanamamasında çalışma eksikliği gibi bir neden bulunmamaktadır. Çünkü geride çok büyük bir emek ve milyonlarca dolar bırakılmıştır. Bu konuda ilk bebek adımı anti-AIDS ilaç AZT (azidotimidin) olmuştur. Anımsayanlar olacaktır AZT ilk günlerde müthiş bir çıkış yapmıştı ancak bu sevinç çok uzun sürmedi. İlk yenilginin referans noktasını ise iki haftadır sunduğum virüste görülen seçilim ve gelişme prensipleri oluşturmaktadır.
Bu tür bir savaşta en temel mantık virüse özgü enzimleri inhibe edecek ilaçların bulunmasıdır. Bu amaç doğrultusunda hazırlanan AZT ilk testlerde bekleneni verdi ve hastalarda makrofaj vb. hücre kaybını önledi. Ancak 1989 yılında, ilacın kullanımından birkaç yıl sonra hastalarda CD4 hücreleri sayılarında azalma yani tedaviye cevap verme azaldı. Araştırıcılar adım adım bu azalmayı gözlediler. Neden gayet açıktı, etkili bir seçilim yaşanıyor ve AZT'ye karşı dirençli olan bireylerin sayısı hızla artıyordu. Aynı hastalardan tedavi öncesi alınan virüs suşlarının genetik yapısının, tedavinin ileri evrelerinde alınan virüs suşlarınkinden farklı olduğunu buldular. Tipik bir doğal seçilimin izlendiği bu gelişme ile AZT kullananlarda bu durum o kadar sürekli olarak ortaya çıktı ki, artık bu ilacın tek başına kullanımı yasaklandı. Sonrasında ddI ve ddC artısıyla birlikteliğinde kullanılan tedavi çalışmaları sonunda iki yıl içinde bu guruba (proteaz inhibitörleri) dayanıklı bir populasyona seçilim oluşturulmuştur.
Peki insan açısından bir seçilim yok mudur? Bu tür bir enfeksiyona, bütün insanlar aynı tepkileri mi verir? Yapılan incelemelerde virüslerle defalarca karşılaşmış ama enfeksiyona yakalanmamış kişilerin varlığı da söz konusudur. Burada da yine aynı şekilde yapısal farklılığa dayanan bir güçlülük bulunmaktadır. Bu dirençli bireyler AIDS epidemisinin kontrolü için stratejiler bulma uğraşında olan araştırıcılar için umut ışığı olmuştur. Son yıllardaki çalışmalar bu direnci oluşturan mekanizmaların keşfi ve geliştirtmesine yönelik olarak sürdürülmektedir.
Biraz daha büyük ama etkileri daha az zararlı olan bir başka parazitte izlenen paralelliği yazarak seçilim konusunu bir başka fazda incelemeye başlayalım. İncelemeye alınan bu kez oldukça büyük bir canlı, bir endoparazit. Parazitin etkileri öldürücü olmasa bile soyucu, sömürücü etkileri çok fazla. Bu çok hücreli ve büyük vücutlu paraziti etkisizleştirmeye yönelik tedavi yöntemlerinin hedef noktası parazitin protein ağırlıklı kılıfının güçsüzleştirilmesiydi. Öylede yapıldı. İlaçlar geliştirildi, öyle ya bir içparazitin en büyük güvencesi onu her koşulda koruyabilen protein katkılı kılıfıydı. Onu etkisizleştirmek olayı çözecekti. Ama evdeki hesap çarşıda tutmamıştı. İlk nesil parazitler ilaçtan çok etkilendiler ama onlardan üreyenler farklı bir kılıfla yanıt verdiler. Her yeni geliştirilen ilaca farklı bir kılıfla cevap verebildikleri ortaya çıktığında yaşamanın hangi güçler üzerinde yükseldiği artık daha net görülüyordu. Parazitin onlarca farklı kılıf oluşturabildiği görüldü, hem de hiçbir sıralama ya da kurala bağlı olmaksızın.
Evet yaşam kulvarında koşan canlıların hangi koşullarda bu yarışı sürdürdükleri, koşulları nasıl algıladıkları ve nasıl karşı durabildikleri konusundaki görüşler artık daha anlamlıdır. Burada tek sorun, basmakalıp sabit fikirlerden sıyrılıp yaşamı bilimsel ve objektif gözlerle görüp göremediğimizdir. Gerçi biz nasıl görürsek görelim yaşam kendi koşulları ve güçleri altında durmaksızın seçilmeye, geleceğe en uygun bileşenlerle çıkmaya hazırlanmaktadır.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Noktasız : Ayşenur Güven Takip |
|
Vitesleri değiştiriyorum. Yol bana doğru gelip arabamın altından akıp gidiyor. Asfaltın bitip kırmızı kaldırım taşlarının başladığı yayaların dünyasında tek tük ağaçlar, tabiatın varlığını hatırlatma çabasındalar. Az ötelerindeki evler gelene geçene hep aynı kayıtsızlıkla bakıyorlar. Kavşaklar, köprüler, caddeler, sokaklar geçiyorum. Bakıp kesin ve net olarak gördüğüm tek nesne önümdeki arabanın hangi markanın hangi modeli olduğunu bilmediğim kıçından ibaret. Bunun dışında şuurum herşeyi bir kaç saniyelik film şeritleri olarak belli aralıklarla algılıyor. Beynim ellerime ayaklarıma ne zaman ne emirler vermesi gerektiğini kaydedeli çok olmuş. Nerelerde ışıkların kırmızıya dönebileceğini, hangi stratejik noktalarda yayaların tavuk gibi yola atlama eğilimli olduklarını bile biliyor. Görüş alanım hayallerimle sınırlı, ilerliyorum.
Güneş bu gün üşenmiş doğmamış. Gökyüzü gardırobundaki kostümlerden grileri, grilerden en koyu olanını seçip giyinmiş. Bulutlar yeryüzüne tükürüyorlar. Evet tükürüyorlar çünkü bunun adı yağmur değil. Yağmursa eğer halt etmiş bulutlar, bir boka benzememiş uğraşıları. Ara sıra silecekleri çalıştırıp gelişigüzel serpiştirilmiş, camın yüzeyinde top top durup bir türlü kayıp gitmeye yeltenmeyen damlacıkları, birkaç dakika sonra yerlerine yenileri gelinceye kadar gereksiz titizliğime söylenerek, görüş alanımın dışına itekliyorum.
Her geçişimde kırmızısını yakmayı âdet haline getirmiş bir ışıkta duruyorum. Gerginliği her hareketinden okunan bir kadın, aralarındaki yaş farkı pek az iki küçük çocuğu ellerinden sıkı sıkı tutmuş çekiştirirek karşı kaldırıma geçmeye çalışıyor. Acelesi var. Çocuklara bakacak bir gönüllü bulmuş, dört beş saat kadar nefes alacak. Evi toparlayacak, alışveriş yapacak, akşam yemeğini hazirlayacak, ütüye vakit bulamayacağı için canı sıkılacak. Duraktaki genç adam sigarasını yakıyor. Otobüs gelene kadar bir sigara içimlik vakti var. Durağın tek bankına kamburunu çıkararak oturmuş, asfalta yapışalı epeyce zaman geçmiş bir sakıza dalmış kalmış gözleri. Birazdan cep telefonuna "Canım benim, aksilik çıktı gelemiyorum, özür dilerim." diyen bir mesaj düşecek. Buna rağmen beklediği otobüse binecek. "Canının" gelemeyeceğini son dakika haber vermiş olmasına fena halde içerleyecek, bir yandan da alnında peydahlanan eşek kadar sivilceyi görmeyeceğini düşünüp sevinecek. Sigara küllerinin döküldüğü yerden elinde naylon torbalarla orta yaşlı bir adam geçiyor. Suratı asık, başı eğik. Torbalardan tarafa yamulmuş kısa ve tıknaz bedeni hızlı adımlarını takip etmekte zorlanıyormuş gibi görünüyor. Torbaları bir elinden diğerine geçirerek, boşta kalan diğeriyle ceplerini karıştırıyor. Belki bir arabanın anahtarını arıyor, ya da alışverişi eksiksiz olarak tamamladığından emin olmak için bu sabah eline tutuşturulmuş listeyi. İçin için küfrettiğini görüyorum.
Bunca insan, peşlerinde sürükledikleri anılarıyla dünleri, güneşsiz tatsız ama yine de bahardan bir öğle vakti bugünleri ve daha iyiyi umdukları bu uğurda pek de bir şey yapmadıkları yarınları... akışına birakılmış bir hayatlık zaman birimi...
Başında kaplumbağa kabuğu şeklinde şapkasıyla yaşlı bir kadın, arabamın yanından küçücük ürkek adımlarla geçip, köşedeki pastanenin yıllanmış bedenine ağır gelen kapısını titrek elleriyle itip, epeyce zorlanarak içeri giriyor. Keyif kahvesinin yanına pasta yiyesi mi gelmiş yoksa geriye pek ender kalmış arkadaşlarından yegânesinin ziyaretine mi gidiyor?
Kaçıp gitmek istemezler mi içine sıkışmış oldukları hayattan? Bir tek beni mi dürter bu "sayfayı çevirme, yeniden başlama" arzusu? Nedendir bu dürtü? Bahar mı çarpar elinin tersiyle? Baharsa çarpan, bir bana mı çarpar? Bıkmazlar mı hep aynı rolü oynamaktan? Sahne aynı, oyuncular aynı, replikler bile aşağı yukarı birbirine benzer. "Bunu gördük başka bir şey deneyelim" diyen çıkmaz mı? Yoksa alıştığımız yolda dönüp durmak, bütün monotonluğundan her zerre yıldığımız halde daha kolay mı gelir? Daha mantıklı, daha mesuliyetli, daha olgun, daha kurallara uygun. Kurallar, kimlerse onları koyanlar. Hem yeniden başlamak, nasıl? Nasıl?
Yeşile dönüyor ışık. Yol bana açılıyor. İlerliyorum. Önümdeki araba değişmiş, simsiyah kocaman oluvermiş. Takip edermişim, şöförünün gittiği yere kadar peşinden gidermişim. İlerledikçe ilerler, durdukça durur, hızlandıkça hızlanıp yavaşladıkça yavaşlarmışım. Otobanlar, şehirler, belki de ülkeler aşarmışız. Aynı benzincilerde durur, aynı yol üstü lokantalarında ayrı masalarda aynı eğreti yemekleri yer, yola devam edermişiz.
Ya durduğumuz yerlerden birinde, şaşkın ve bihaber kılavuzum yanıma gelip neden onu takip ettiğimi sorarsa...
-Neden beni takip ediyorsunuz?
-Sizi takip etmiyorum.
-Saatlerdir peşimden geliyor, durduğum yerlerde duruyor, yavaşladığımda yavaşlayıp, hızlandığımda hızlanıyor, sola döndüğümde sola, sağa döndüğümde sağa dönüyor, solladığım arabaları solluyorsunuz ve beni takip etmiyorsunuz öyle mi?
-Sizi takip etmiyorum. Güzergâhınızı çalıyorum...
İkna edici başka cevaplar arıyorum. Bir yandan da torpido gözünü karıştırıyor herhangi bir harita var mı diye bakıyorum. Gidiş nereye belli değil, işin ucunda kaybolmak da var.
Takipte gözden kaçırmamak için önümde ilerleyen arabayı incelemeye karar verdiğimde, önce pek dişime göre bir seçim yapmadığımı, sonra arka pencerede dikkatimi çekmeye çalışmak üzere coşkuyla sallanan eli görüyorum. Sonunda gördüğümden memnun bir genç kızın "hele şükür" diyen bakışlarıyla karşılaşıyorum. Bana arabamı kenara çekmemi işaret ediyor. Yanında daha küçük bir kafa ve buna ait merakla bakan bir çift göz daha fark ediyorum. Sağa sinyal verip denileni yaparken ne zamandır kızın elini sallıyor olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum. Ne zamandır bu arabanın peşindeyim? Beş dakika? On dakika?... Az ileride siyah araba da duruyor. Sol ön kapı açılıyor, arabası gibi siyahlara bürünmüş bir adam arabadan inip koşar adım bana doğru geliyor. Merakla beklerken camı açıyorum. Yanıma geldiğinde, yer yer beyaz düşmüş kumral kısacık kesilmiş saçlı başını sağa doğru eğip,
-Teşekkür ederim durduğunuz için.
-Rica ederim. Nasıl yardımcı olabilirim?
-Biz Fransa'dan geliyoruz, buraları hiç bilmiyorum. Yarım saattir dönüp duruyorum şu adresi bir türlü bulamıyorum.
Elindeki evirip çevirmekten buruş kırış olmuş kağıdı uzatıyor,
-Sormadığım adam kalmadı hepsi bizi başka bir yere yolladı.
Adamın uzatığı kağıdı alıp, hayatımın akışını değiştirmesi icap eden güzergâha yakından bakıyorum. Pek kötü çizilmiş planın altına kargacık burgacık yazılmış adrese, sokağın ismine, evin numarasına... Gülesim geliyor ya, kendime saklıyorum.
-Şimdi anlıyorum neden bulamadığınızı. Bu site yeni inşa edildi, sokak da haliyle yeni, bilenini bulamanız zor. Beni takip edin, komşuma ziyarete gidiyorsunuz. Öğlen ne yiyeceksiniz bilmiyorum ama inanın bu sabah bütün sokak mis gibi kokuyordu.
Gülümsüyor. Arabasına dönerken kağıdı cebine sokuşturduğunu görüyorum. Bir kağıt parçasına ihtiyacı yok artık, kanlı canlı bir kılavuzu var. Kapısını kapatıp kontağı çevirmesini bekliyorum, işaretimi verip tekrar yola çıkıyorum. Dikiz aynamdan peşimden gelip gelmediğini kontrol ediyorum, her şey yolunda görünüyor. Derken ensemde bir nefes hissedip ürperiyorum, kulağımda bir fısıltı duyup irkiliyorum ve şeytan diyor ki... "Takarmışsın adamı tüm sülalesiyle birlikte peşine, önündeki arabayı takip etmeye başlarmışsın..."
Ayşenur Güven Belçika
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KahveRengi : Alaattin Bender |
BENİM BALONLARIM VARDI
1995 yılı Kasım ayı. Gazetelerin sanat sayfalarından birinde okuduğum haberde, Vakıfbank Köroğlu sanat galerisinde Fikret Mualla sergisi düzenlendiğini, serginin anısına bir de kitap hazırlandığını öğrenmiştim. Hemen Galeriyi aradım, adresini öğrendim ve ertesi günü öğle arasında, geç kalmak pahasına Sergi salonunda kendimi buldum. Yaklaşık 100 kadar resmin biraraya getirildiği ve "Nakkaş: Fikret Mualla" isminin yakıştırıldığı, (genelde mektuplarında bu mahlası kullanmıştır) sanatçının son paletinin de segilendiği rengarenk görkemli bir sergiydi bu. Sergi ile birlikte Vakıfbank tarafından sanata destek olarak bastırılan aynı başlıklı 192 sayfalık kitabın ön ve arka kapağında Devlet Resim Heykel Müzesi Kolleksiyonuna dahil olan, ellerinde rengarenk balonlarla çocuk ve insan figürlerinin resmedildiği "Balon Satan Kadın" resmi yer almaktaydı. Ne büyük mutluluktur ki, 2000 adet basılan bu kitaplardan bir tanesini de ben edinmiş ve o gün bugündür atölyemdeki mütevazi kütüphanemin baş köşesine yerleştirmiştim.
Yazmaya başlarken birden, Fikret Mualla ile Van Gogh arasında büyük benzerlikler olduğunu düşündüm. Öyle ki, sefalet, korku, paranoya ve yalnızlık her ikisinin de yaşamları boyunca peşlerini hiç bırakmadığı gibi yaşamlarının son zamanlarını birilerinin himayesinde geçirmişlerdi. Mualla, bir yandan, Toulouse Lautrec gibi sokaklara dalmış, barların, kafelerin içerisinde gerçekçi gözlemler ile enstantaneler yakalayıp resmetmiş; öte yandan, bir dönemler Ankara'da yaşamış ve alkolün tutsağı olmuş ressam Tuncay Betil ile aynı kaderi paylaşmıştı.
Mualla'nın resimlerine ilişkin bazı şahsi yorumlarımı sizinle paylaşmak isterim. Resimleri devinen, hareket eden insanlarla doludur. Figür, resimlerinin vazgeçilmez konusu olmuştur. Desen, dolayısıyla çizgi resimlerinin ana öğelerindendir. Bazen, figürler fondaki hakim renk lekesi içerisinde sadece kontur çizgileriyle belirlenerek arka plana itilirken, bazen de sadece el, ayak gibi uzuvlar çarpıcı renklerle boyanarak biçimin, dolayısıyla resmin dışavurumu sağlanmıştır. Örneğin, iki müzisyeni resmederken piyanistin bacaklarına sarı bir pantolon giydirip diğer müzisyenin saksafonunu sarıya boyarken, her iki müzisyenin de yüzlerini yeşile boyamış, diğer biçimler ve mekan kahverengi fonda eriyip kaybolmuştur. Çizgileri tedirginliğini anlatır gibi titrek, kesik ve kırıklı çizgilerdir. Van Gogh gibi, onun resimlerinde de sarı rengin ve tonlarının olmadığı bir resim hemen hemen hiç yok gibidir. Mavilerle yapılmış en soğuk resimlerinde dahi hep bir sıcaklık vardır. Öte yandan en az Fovistler* kadar çarpıcı ve yoğunlaştırılmış renk tonlari ile gerilim yaratan renkleri ustaca bir arada dengelemesini bilmiştir.
1903 yılında İstanbul'da doğan Fikret Mualla'nın küçükken bir kaza sonucu topal kalması, annesinin genç yaşta İspanyol nezlesinden ölümü, babasının çok geçmeden yeniden evlenmesi onun sinirli ve uyumsuz olmasına yol açar. Galatasaray Lisesi'nde okurken Almanya'ya gönderilmesini evden atıldığı şeklinde yorumlar. Orada resim sanatı ile ilgilenir. 1928'de alkol tutkusu nedeniyle tedavi görür. Sonrasında Paris'e geçerek Paris'in sanat çevresinde yaşar ve sürekli resim yapar. 1930'ların başında Türkiye'ye döner. Bu dönemde, resimlerinde Eyüp Sultan'ı, Balıkpazarını, Karacahmet'i konu almış; Lüküs Hayat gibi operetler için kostümler çizmiştir. Bir ara resim öğretmenliği yapmaya yeltenmişse de sonrasında vazgeçmiştir. Bir süre yanlış yorumlanan sözlerinden dolayı önce sorgu ve takibata uğramış, sonrasında Bakırköy'de gözetim altına alınmıştır. Böylelikle ölümüne değin süren polis korkusu başlamıştır. 1939 yılının ilk günlerinde bir daha geri dönmemek üzere İstanbul'dan ayrılır.
Savaş yıllarında kendini Paris'in renkli sanat ortamında buldu. Refah yüzü görmedi, mutluluk nedir bilmedi. Açlık, sefalet çekti. İç sıkıntılarını bir taraftan resim yaparak öte yandan alkol alarak gidermeye çalıştı. Bir şişe şaraba, bir öğle yemeğine resim çizdi. Fransa'da da depreşen paranoyaları, rahatsızlıkları nedeniyle yolu zaman zaman akıl hastanesine düştü.
Hıfzı Topuz, 1953'de Mualla'yı ilk kez Montparnasse yakınlarında köhne bir apartmandaki atölye-evinde ziyarete gittiğinde büyük ressamın evinin bütün eşyasının divan, masa ve sehpadan ibaret olduğunu, duvarlarda çerçevesiz tuvaller, masa altında eskizler, palet ve boya tüpleri ile masanın üzerinde natürmort'larına konu olmuş birkaç armut, elma, patlıcan ile birkaç baş soğandan ibaret olduğunu görmüştü. "Bohemliğe hiç merakım yok" diyor, ama Bit pazarından yukarı çıkamadığı için hayat şartlarının onu zorla bohem yaptığından yakınıyordu. Sanat endişesinden bahsederken de "Ne isterlerse onu yapıyorum" diyerek sipariş resim yaptığından da bahsediyor ve "Eğilmiyorum, ilerlemiyorum da. Orta yerde kalıverdim" diyerek sivrilmekten korktuğunu belirtiyordu. Hayatını yalnızca fırçası ile kazanıyor, yaptığı resimleri galerilere bırakıyor, onlar ne verirse onunla yetiniyordu. O yıllardan itibaren Paris'in en meşhur ressamları ile birlikte olmuş, hatta Picasso ile tanışmış ve Picasso, ona çok beğendiği bir resmini hediye etmişti. Ancak, dönüşte, elindeki resmi gören önceden tanıdığı kolleksiyoner bir hanımın aşırı ısrarına dayanamayarak tabloyu ona satar. Mahçubiyetinden bir daha Picasso'yu ziyaret edemez. 1954 yılında açtığı sergi ile Paris sanat çevresinde kendine yer edinir. Daha sonra resimlerinin sürekli müşterisi olan Madame Angles ile tanışır. 1962'de felç geçirdiğinde yardımlarını esirgemeyen bu hanımefendinin himayesine girerek Nice yakınlarında Reillane'deki evine yerleşir. Madame'ın bu yardımına karşılık olarak yaptığı tüm resimleri bu hanıma verir. Sonuçta, 28 yıldır vatan hasretiyle tutuştuğu İstanbul'u bir daha göremeden 1967 yılında bu sakin beldede öldü ve Paris'e ilk geldiğinde tanıştığı Hale Asaf ile aynı kaderi paylaşarak Kimsesizler Mezarlığı'na gömüldü. Mezarı, ancak 1974'de Karacaahmet'e nakledilebildi. Taha Toros'a göre gerçekte Mualla, Hale Asaf'a gönül vermiş, ancak topallığı nedeniyle beklediği karşılığı görememişti. Ömrü boyunca sakatlığının ve içkili sıralarındaki çirkinliğinin üzüntüsü içinde yaşamıştı.
"...Doğru, bu bezirganların hakları var. Resim yapmak, resim yaptırmak zengin cemiyetlerin lüksüdür ve ben leblebiciler arasında bir ucubeyim. Ben bu kitle içinde onlarca bir deliyim. Nitekim bence de, beni resim yapmaktan uzak tutan herhangi bir kimse de benim düşmanımdır ve ben de ruhen fakir bir cemiyetin ve tufeyli zenginliğinin müthiş düşmanıyım. Benim gibi düşünenler de yok değil. Onlarla buluşunca rahatım. Fakir fakat bahtiyarım. Fakat onlardan ayrılınca yalnız kalıyorum. Düşenin pek dostu yoktur Leblebistanda." Sözleriyle resim tutkusunu ve yalnızlığını ifade etmiştir. Öte yandan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mualla'nın hayata bakışını şu sözlerle anlatmıştır: "Bir ressam tasarlayın ki, aklına estiği zaman resim yapmaktan başka hiç bir şeyden sorumlu değil. Haftada üç gün aç susuz dolaşmayı göze almış: Kırlarda böğürtlen toplarcasına sokaktan izmarit toplayıp içiyor. Eşin dostun yardımıyla birkaç resim satabilirse ilk işi en sert içkilerle kafayı çekmek, en pahalı yiyeceklerle karnını doyurmak ve en sunturlu küfürlerle etrafındakileri kasıp kavurmak oluyor."
Batılı kaynaklarda kendi adından söz ettirebilmiş ilk Türk sanatçısı olup, Türk Resim Sanatımızda ayrıcalıklı bir yere sahiptir Fikret Mualla. Başlangıçta yok pahasına sattığı resimleri bugün müzayedelerde en yüksek fiyatlara satılmaktadır. Bir örnek, Nisan ayında düzenlenen bir müzayedede "Mavi Göl" isimli resmi 33 milyardan başlayan açık artırmada 44 milyara satılmıştır. Zamanında sanatın ve sanatçının değerini bilenlere ve ilgilenenlere duyurulur.
Huysuz, saldırgan, uzlaşmaz ve küfürbaz kişiliğine, yaşamındaki savrukluğa ve düzensizliğe karşın, resimlerindeki renkçi, uysal görüntüler ile konuya ve üsluba hakim oluşu bir çelişki gibi görülse de resimleri onun kişiliğini yeterince dışa vurmaktadır. Genellikle, çok hızlı çalışabilmesini teminen renkli fon kağıtları üzerine guvaş* tekniğiyle çalışmış; çağdaş akımlara katılmadan içinden geldiği gibi öznel, coşkun ve lirik resimler yapmıştır.
Portrelerinde genellikle kadınları çizmiş, natürmort resimlerinde şarap şişeleri hiç eksik olmamış, kafe-bar ve meyhaneleri konu alan resimlerinde insan ilişkilerinin iç yüzünü de irdeleyen konuşan, sohbet eden figürler, garsonlar ile orkestra ve müzisyenlerin resimleri ile iskambil oynayanlar yer almıştır. Sokaklarda gezinen, rastlaşan hep de kadın figürlerinin olduğu, hatta kendisinin Madame Angles ile olan kavgasını da resimlediği sokaktaki insanlar dizisi, çocuklar ve kadınlar ile birlikte balonlu resimleri, nü'leri ile domuz, maymun, papağan, boğa gibi sanki insanların iç dünyalarında saklı kalmış yanlarını anlatmak istercesine hayvan resimleri, balıkçılar ile teknelerin de yer aldığı manzara resimleri onun resim yelpazesinin ne denli zengin olduğunun bir göstergesidir. 12.11.1953 tarihli hastanede bekleyen insanların hallerini irdeleyen çizgi ağırlıklı guvaş resmi gerçekten çok anlamlıdır.
Bundan sonra, şarap kadehinizi kaldırırken bir kez de "Fikret Mualla için" kaldırmanızı ve yudumlarken onun resimlerindeki tadı duyumsamanızı diliyorum. Yolu İstanbul'a düşenler, İstanbul Modern'de Fikret Mualla anısına sergilenen hayat dolu resimleriyle buluşabilir.
Öte yandan 7. ODTÜ Sanat Festivali ve ÇAĞSAV'ın Ankara Sanat Fuarı gerçekten görkemli sergilere sahne oldu. Fuarın bu yılki onur konuğu Özgün baskı sanatçısı Sn. Mürşide İçmeli idi. Yaşasın Sanat.
guvaş* boya : su ile inceltilen ve tüpte saklanan bir tür yoğun sulu boya
Fovist* : "Fauvism" sanatının takipçisi sanatçılar (örnek: Henry Matisse.)
Kaynakça: Ekim 1995 tarihli Vakıfbank "Nakkaş: Fikret Mualla" sergisi kataloğu.
Alaattin Bender www.alaattinbender.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
NE İÇİN Mİ?
Her ilkbahar aynı şey...
Sadece bana olur sanırken, görüyorum ki en olmayacak dediğim insanları bile vuruyor bir yerlerinden bu bahar rüzgarı.
Yürekler kıpır kıpır kıpırdanmaya başlarken yüzlerde aynı endişe, gözlerde aynı üzgün ve tedirgin bakışlar… İçinde, neyin ve kimin için olduğu çok belli olmayan bir telaşın izleri. "Hasta mısın?, neyin var?" diye durmadan soran insanlarda cabası. O yüreğin kıpırtısı dalga dalga büyür, içinden taşar, seni aşar; ama bir türlü varmak istediği noktayı bulamaz. Seni aşana kadar içindeki her şeyi yerinden oynatır, düzenini, dengeni bozar bir müddet. Taştığında her şey düzelecek sanırsın, ama bu defa da içinde kocaman bir boşluk, bir kara delik, bir bilinmezlik ve ulaşılmazlığa giden bir yol meydana geliverir.
Hiç şaşmaz; her bahar, her yıl, her ilkbahar aynı şey.
………..
Gördüğümde, daha kapıdan girdiği anda belliydi yüzünden. "Merhaba" derken ki ses tonu, yüz ifadesi, zoraki gülümsemesi, çekingen ve biraz uzak bakışları.. Canım arkadaşımı da vurmuştu bu bahar rüzgarı. Her haliyle belliydi. Her tarafından akıyordu. O kadar belli etmemeye çalışsa da, onu tanıyordum ve ben de bir baharzede olduğum için onu çok iyi anlıyordum.
..............
Her mevsimin insanda yarattığı etkiler farklı oluyor sanırız. Hiç de değil! Mesela sonbahar herkesi hüzünlendirir. Yapraklar sararır, en ufak rüzgara direnemez hale gelirler, kendilerini yerlerde, kuru topraklar, serin asvaltlar üzerinde buluverirler. Onlara baktıkça insanın içini hüzün kaplar, durağan ve biraz buruk hisseder; ağzımızdaki o tada alışmaya çalışırız: Acımtırak, genzimizi yakan bir tad. Nasıl desem eksi bir şey yemiş gibi, aşkını kaybetmiş gibi, düşüp bir tarafımızı kanatmış gibi, doktor koltuğunda otururken ağzımıza, genzimize dolan o tad gibi işte!
Yazın daha cıvıl cıvıl, hafif gıdıklayan, biraz hoş, kasıklarda karıncalanmalara sebep olan, sanki birinin elleri hafif hafif sırtımızda dolaşıyormuş gibi hissederiz. Çoğu zaman yani.. Yani sağa sola bakmaktan, serin sulara kendimizi atmaktan, yılın moda renklerinde askılı t-shirtler seçmediğimiz zamanların dışında!
İlkbahar biraz heyecan, tutku, biraz korku, biraz endişe, kaygı; bir tutam zencefil, bir tutam karanfil, biraz yalnızlık, biraz ıssızzlık, bazen de hesaplaşma barındırır içerisinde. Ona kapılan herkeste aynı ifade, aynı hüzün, aynı gözler.. Dudakların aldığı kıvrımlar, gözlerdeki buğular bile aynıdır. Bahar insanı çarpar. Dağıtır biraz. Toparlanmak için gerekense belki yeni bir aşk ya da eskisine katılacak ufak bir heyecan; belki bir dostla yapılan küçük bir sohbet, kısa bir "başını ve kendini dinleme" kaçamağı uzaklara doğru, ilk defa dinlenen ve dile pelesenk olan bir şarkı.. Samimiyet, içtenlik, sıcak bir dokunuş, bir sarılış, bir öpüş küçük küçük ama.. Saçların okşanması, "merak etme yalnız değilsin" ya da "bunlarda geçecek, atlatacağız ve bizi bekleyen daha iyi şeylere çok yakında ulaşacağız" cümleleri..
İşte böyle bir bahar ayında, böyle hisseden en yakın ve değerli bir arkadaşıma verebileceğim ne olabilir diye düşünürken ona "yalnız değilsin güzelim. Sadece kocaman bir ayçiçeği tarlasındaki yüzünü güneşe döndürmeye çalışan yüzlerce çiçekten birisin" demek için, "ben de o çiçeklerden biriyim ve şansına sana en yakın olan, sana yapraklarıyla destek vermeye çalışan çiçeklerden biriyim" diyebilmek için yazıverdim bu yazıyı. "Bahar da gelse, yaz da geçse, sonbaharı da beklesek, kışı da karşılasak ben hep yanındayım benim güzel arkadaşım" diyebilmek için. "Bir gün isteklerine ulaşacak, buna rağmen her ilkbaharda hep bu hüznü, boşluğu yaşamaya devam edecek, gözlerinin dolmasına, dalıp dalıp gitmelere engel olamayacaksın " diyebilmek için..
Bir de "Seni Çok Seviyorum, benim içi de kendi kadar güzel arkadaşım" diyebilmek için...
Dilara Erdem
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : İlker Özlük Anadolu’yu aydınlatanlar… |
|
Köylülerin yaşamına, eğitim, spor, sanat ve tarım tekniklerini götüren köy enstitüleri dün 65 yaşına girdi.
Aslında evet, kapatılmış olan enstitünün nasıl olur da kutlaması olur. Ama olur , unutmamak için olur , tekrar açılması için olur, köylüler için olur, aydınlık için olur.
17 nisan 1940 yılında dönemin iktidarı CHP tarafından kurulmuş olan enstitüler, zamanın, bu günlerde olduğu gibi, Anadolu’nun köylerinin aydınlanmasından rahatsızlık duyan bir takım çevrelerin karalama kampanyası ile dönemin iktidarı Demokrat Parti kararı ile ( menderes ) 1954 yılında kapatılmış.
Köy enstitülerini oluşturmanın amacı, ülke nüfusunun yüzde 70’inin köylü olması ve bu köylülerin ebediyen karanlıkta bırakılmış, hor görülmüş, bir kenarda unutulmuş olması. Ne bayramı, ne bir sevinci olmuş köylüler için, yine dönemim büyük devlet adamı sayın İsmet İnönü tarafından yanında, insana ve vatanına değer veren ve her daim ülke menfaatini düşünen insanlarla, bu köylünün bayramının ve karanlıktan aydınlığa çıkışının ilk adımı olarak köy enstitülerini kurulmuş.
Köy enstitülerinde eğitim almış eğitmenler gittikleri her köye sorun ne olursa olsun çözümlenebilecek bir eğitimi almış olarak gitmişlerdir. Köy Enstitüleri’nin yerleri saptanırken bile, çevre köy okullarının yapılmasına ve gelişmesine katkıda bulunabilmesi göz önünde tutularak ülke genelinde 21 yerde enstitüler kurulmaya başlanmış.
Derslerin yüzde 50’si kültür, yüzde 25’i tarım, yüzde 25’de teknik derslermiş.
Bizde diyoruz ki Anadolu savaş dönemlerini atlattıktan sonra tüm köyleriyle beraber bu denli hızlı gelişmeyi nasıl başardı.
Kazanılan savaşlar gibi bir mücadelenin cehalete karşı top yekün hareket ettiği ve M.Kemal Atatürk’ün “En büyük savaş cehalete karşı yapılan savaştır” cümlesini doğrulayan bir mücadeleyi başlatan köy enstitülerine şuan o kadar çok ihtiyaç var ki, bu gerçeği kimse gizleyemez.
Ülkenin en tenha köşelerinde keşfettiği eğitimcilerle, günümüz aydınlığını yakalamış aynı zamanda köylerde köylüğünün yere göğe sığdıramadığı ağa’ların hiçbir işe yaramadığını tüm insanlara anlatmış.
İlk olarak Ağa’lık düzenine bilinçli olarak başkaldırıp, gerçek medeniyetin sömürü olmadığını kısmen kanıtlamıştır.
Şuan köy enstitülerinin aynı modelinin Amerika’da uygulandığını biliyor muydunuz?..
Tarımsal alanlarda yıllardır başarı sağlayamayan ABD, bu başarıyı yakalamanın yolunu bu eğitim sisteminde arıyor olması tesadüf değil… Tam Enstitülerin kapandığı dönem Amerikan Emperyalizmi ülkemiz topraklarına tam teşeküllü yamanmaya başlamıştı.
İnsanlar 6. filo defol dediklerinde menderes iktidarı tüm elinden gelen gayretle ABD’ye kucak açmıştı.
Adalet Parti, adaleti hiçe saymaya başlamıştı… Aydınlık yılları karartma mücadelesi başlamıştı… Şimdilerde olduğu gibi, insanlara karanlık günleri aydınlık olarak anlatmaya başladılar. Tarih tekerrürden ibaret dedikleri olay bu olsa gerek.
Bizim gelişimimizi sağlayıp bizleri aydınlığa çıkartan köy enstitüleri bazı güçler tarafından komünizm propagandası yapmakla suçlanıp kapatılırken, aynı güçler bu modelin aynısını kendi ülkelerinde uyguluyor.
Ahhh. Rehmetli menderes, ahhh…
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?..
Bir neslin aydınlık yarınlarını ellerinde Türk bayrağı varken son buldurdun.
Amerikan rüyası, şimdi kabustan başka hiçbir şey değil. Bu tarihi nasıl yazdın?
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
CİN ALİ'NİN TOPACI VE KIRBACI
Vur Cin Ali vur. Döve döve, vura vura çevir. Sert sert vur. Al kırbacı eline döv Cin Ali döv.
Beyaz Show sayesinde ciddi bir "eğitim" hadisesinin trajikomik halini ancak fark ettik. 30 yıl gecikmeli oldu ama ne yapalım; bir sürü "önemli" konu varken ilkokul sıralarında ne okuduğumuz ne öğrendiğimiz kimin umurunda.
1988 yılında hayata veda eden Sayın Öğretmen, Cin Ali'nin yaratıcısı Rasim Kaygusuz'u yine de saygı ile anmadan edemiyoruz. Sezar'ın hakkı Sezar'a. Zamanında sistemin kendisine sunduğu "tümevarım" yönteminin işi zorlaştırdığını görüp, "baba bana top al" gibi kalıp cümlelerin hecelenmeden, bir bütün halinde daha çabuk kavrandığını keşfetmiş ve 1968 yılında Cin Ali serilerini yayınlamış.
Elbette bu tür ürünlerin bir ekip işi olması gerekir. Yaratıcısı bir kişi olsa bile; tüm birimlerin kendi uzmanlık alanları açısından değerlendirmesi, son halini alması; böylece çocukların önüne koyulması akla ve mantığa daha uygundur.
Öğretme tekniğine konsantre olmuş, okumayı öğretirken; içeriğin bir çocuğun duygu dünyasında nasıl yan tesirler yaratabileceğini fazlaca düşünmemiş Sayın Kaygusuz'a bir sözümüz yok. Kanımca bu sorumluluk; denetleyen, yönlendiren ve en önemlisi "bilmesi" gereken, "bilmesi" beklenen kurumlara ait.
Gelelim hem trajik hem komik olan "önemsiz" ayrıntılara.
Diyelim hepimiz çocuğuz. Dünyayı, yaşamı daha yeni algılamaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz. Yaşamın devinen hallerini öğrenip, beynimizin kıvrımları arasında, bu yaşamla başa çıkabileceğimiz, duyguları, refleksleri geliştirme ve onlar için bir temel hazırlama aşamasındayız. Önümüze bir kitap geliyor ve okumayı sökmeye çalışıyoruz;
"Dayısı, kırbacı eline al dedi, topaca sıkıca sar, dedi. Sonra sert sert vur dedi….Cin Ali kırbacı sert sert vurdu…Dayısı da Cin Ali'ye iyi vur dedi…Orada tek başına, döve döve, vura vura, güzel güzel döndürdü…Onlar da topaçlarını döve döve, vura vura döndürdüler…Kaya Çetin'e Vur Çetin vur… canlı canlı vur dedi…Sen de kırbacı sert sert vur dedi…kırbacı topaca sert sert, vura vura döndürdü…"
Tamam, okumayı söktük sökmesine de; beynimizde tehlike karşısında savunma ya da saldırı pozisyonunun duygusal ve fiziksel alt yapısını hazırlayan kıvılcımların mimarı kelimelerle dünyamızı yaratmaya başladık; Vurmak, dövmek, kırbaç, sert sert…
Hani, bu çizgi romanda anlatılan topaç döndürme tekniğini uygulama şansımız olsa neyse… O zaman belki, sert sert, döve döve, vura vura çevrilen şeyin bir topaç olduğunu bile bile, göre göre, onu yaşayarak hissedebileceğiz. Gel gelelim, bir kırbaçla topacın döndürüldüğünü ne gördüm ne de duydum.
Biz çocuk yaşlarda parmağımıza bir ip bağlardık. O ipi üzeri rengarenk bir fırıldağa güzelce sarar, ayakta olduğumuz halde yere doğru fırlatırdık. Yanlış hatırlamıyorsam "kubara" dediğimiz demir çivisi üzerinde o fırıldak güzelce dönerdi. Onu sert sert, vura vura, döve döve çevirmezdik. Hatta üzerine kaş göz yapıp, bir kişilik katar, ona, canlı, duyguları olan bir yaratık muamelesi bile yapardık. Değil dövmek, başka bir çocuk fırıldağını -büyük bir ustalıkla- yerde dönen bizim fırıldağımızın üzerine atar ve kubarası fırıldağımızı kırarsa oturup ağlardık. Çünkü o kırılan kırbaçla dövdüğümüz bir tahta parçası değildi. Canı yanabilen, üzülebilen, gülebilen bir oyun arkadaşımızdı. Topaçları kırmakta ustalaşan çocuklar ise, belki de kendi topacına hoyrat davranmayı öğrenenlerdi.
Anadolu'da hiç oynanmayan, fiziki olarak da başarılmasını pek mümkün görmediğim bir oyun türünün bir nesil çocuğun önüne sunulması da komedinin ayrı bir tarafı. Çocuk kitapta kendisine öğretileni gerçek hayatta tecrübe etme şansına sahip olacak ki, okuma eyleminin keyfine varsın, kendi öğrenme yeteneğiyle güven ve gurur duysun.
Yine de 30 yıllık şüphem yok olmuş değil. Belki böyle bir yöntem vardır da ben bilmiyorum. Bu sorunun bir neslin kafasının bir köşesinde "çözümlenmemiş sorunlardan biri" olarak kalmış olabileceği düşüncesiyle, konuyla ilgili bilgisi, duyumu, tecrübesi olanları katkıda bulunmaya çağırıyorum; www.urlaonline.com/cinali adresinde, kısa süre içersinde kırbaçla döve döve, vura vura topaç nasıl çevrilebilir sorununa çözüm bulabileceğimizi ümit ediyorum. Böylece belki yanıtlanmamış bir soruyla hayatlarına devam eden bir nesil olarak aydınlanırız; konu pek önemsiz de olsa…Ne de güzel olur, pek de güzel olur;
Cin Ali kırbacı eline aldı. Topacını dövmeyi bıraktı. Dayısı ona topacını sev dedi. Onu kırbaç kullanmadan, dövmeden döndür dedi. Ne de güzel dedi, pek de güzel dedi. Cin Ali de ona döndü; geç kaldın dayı dedi, zaten bu meret kırbaçla dönmüyor dedi, döndürmeyi öğretemedin ama dövmeyi öğrettin dedi, Sonra cin Ali kırbacı dayısına savurdu, okumayla birlikte öğrendiği diğer şeyleri tecrübe etti. Dayısı da ona , bak Cin Ali bak, Oya evde, seni çağırıyor dedi, ama paçayı kurtaramadı.
Atalay Ergezen www.urlaonline.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.589 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
AYNI
Ne acı,
Ne de tatlı
Istırabın bende aynı
Ne gittim ne de döndüm o yolları
Gidilen aynı,
Giden aynı,
Yollar aynı...
Yaşadım,
Hissettim desem,
Yaşanılan aynı
Sonuca bir bak
Sonuç aynı...
O gözler desem
Anlamlı,
Manalı,
Yaşanılası...
Görülen farklı belki de
Bakış aynı
Aldanış aynı
Yıkılış aynı...
Tuğba ÇAMLIBEL
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
http://www.kanbankasi.gen.tr ...Sizi duyarlı olmaya davet ediyoruz! Toplumumuzda bir damla acil kana ihtiyacı olan, yarına umutla bakmak ve gülmek belki de tekrar eskisi gibi mutlu olmak isteyen bir çok insan var. Acil kan ihtiyacı olan insanlara yardım etmek için lütfen bu mesajı önemseyin! Kan vermeye sıhhi bir engeliniz yoksa kan verin. Acil kan duyurularında bulunan kimselere yardımcı olun, Yarınlara umut olun. Can verin. Hayat verin! Bir yaşamın umudu olun!.. Lütfen vakit ayırın; ama yarın değil, hemen bugün.
Satın almak istediğiniz aracın çalıntı veya rehinli olup olmadığını anlamanın en basit yolu http://www.araba.com.tr/service/ kısayolunda. Araç sorgulama kısmına tıklıyorsunuz, boşluğa sorgulamak istediğiniz aracın plakasını yazıp "sorgula" butonuna basıyorsunuz. Ayrıca bu kısayolda işinize yarayacak T.C. kimlik no, Trafik cezaları ve otomobil sözlüğü gibi kısayollar da mevcut.
İstanbulda aradığınız adresi bulmanın en kolay yolu haritaya bakmaktır. http://www.istanbul.net.tr/istanbul_harita.asp kısayolunda flash olarak hazırlanmış bir İstanbul haritası var. Ama bu kadar detaylı olmasına rağmen siz bu haritada bile doğru noktayı bulduğunuza kesin emin olmayın. İstanbulda yaşayanlar bilir, her an yollarda ani değişiklikler yapılabilir. Bu haritayı sadece ulaşmak istediğiniz yerin nerelere yakın olduğunu tespit için kullanın. İstanbulda adres arayanlara kolay gelsin.
...There are 6,800 known languages spoken in the 200 countries of the world. 2,261 have writing systems (the others are only spoken) and about 300 are represented by on-line dictionaries... İçerisinde Türkçe'nin de bulunduğu bu geniş kapasiteli sözlük için http://www.yourdictionary.com/languages.html#table bir tık.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
ReNamer 1.73 [1 MB] Windows Free
http://www.snapfiles.com/dlnow/rdir.dll?id=109057 Bazen onlarca dosyanın ismini 1 seferde değiştirmek istemişsinizdir. Örneğin dijital fotoğraf makinanızdan anlamsız isimlerle aldığınız resimleri ilgili olduğu günün adıyla yeniden düzenlemek istemez misiniz? O zaman bu program imdadınıza yetişebilir. Herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|