Bir Ekart = 1 Gün



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 729

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 22 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Bayramınız Kutlu Olsun Çocuklar


Merhabalar,

ABONE OL! Yarın 23 Nisan biliyorsunuz değil mi? Yersiz değil çok yerinde bir soru. Geçenlerde bizim ufaklıklara sordum "N'apıyorsunuz bakalım 23 Nisan'da? Söyleyin de program yapalım." dedim ve hemen cevabını aldım "Hiç". "Tören de mi yok mu oğlum?" "Aman baba zaten Cumartesi'ye geliyor yırttık yani". Bunlar büyük şehirlerin problemi olsa gerek. Küçük yerlerde böyle konuşmalar geçebileceğini hiç sanmıyorum. Lafı gevelemeden söyleyeyim , ben bu 23 Nisan'ların son yıllarda heba edildiği kanısındayım. Verilen önemin azaldığını sanmıyorum ama sanki kanıksadığımız ve gitgide çaptan düşürdüğümüz değerlerimiz arasına girdi. Hatırlıyorum da, 23 Nisan bir şölendi ben ilkokula giderken. Şimdilerde 2 şiir, 1 filmle geçiştirilecek hale gelmiş gibi. TRT'nin çocuk şenliği de olmasa atlayıp gideceğiz. İnşallah yanılıyorumdur. Yarının büyüklerine adanmış bu güzel bayramı her seferinde bir öncekinden daha coşkulu kutlamalıyız. Eğer yakınlarınızda bir tören varsa, üşenmeyin kapın çoluğu çocuğu gidin. Gidin ve hem kutlayın hem anlatın. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.

Sevgili Merih Günay'ın ödül aldığını öğrenince ödülü alan öyküyü hatırlamak için yeniden yayınlamaya karar verdim. Ama asıl bu haber Kahve Molası'nın da bu tür yarışmalar düzenleyebilecek düzeye geldiğini hatırlattı bana. Durun ben şimdi bunun üzerinde biraz düşüneyim, hafta başında size detayları anlatırım sanıyorum. Şimdilik sizleri bir güzel melodiyle başbaşa bırakıyor ve güzel bir hafta sonu diliyorum. Esenkalın.

...

Not: Dün gece meydana gelen elektrik kesintisinin ardından TT hatları da sizlere ömür olunca bugünkü sayımız abone kahvecilere ulaştırılamamış ve güncelleme gecikmiştir. Bilginize.

...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Has Kahveci: Tunca Tünay


23 Nisan Barıştır... Bade'm Böceğim

23 Nisan sana ve tüm dünya çocuklarına armağan edilen bir gün. Sen öyle miniksin ki, daha bayram ne onu bile bilmiyorsun. Kendi derdine düşmüş debeleniyorsun. Diş çıkartmaya çalışan bedeninin sancılarıyla uğraşmaktasın şu aralar. Sürekli gülücükler saçan yüzün hep ağlamaklıymış, öyle diyor annen. Yarın, yanında olup da, küçücük ellerini tutarak, bayramlarla ilgili çocukluk anılarımı anlatıp yüzüne bayram sevinci yerleştirebilseydim keşke. Bayramlar çocukluğun sevinçli günleridir ve akılda kalan mutlu anılardır. Aslında, gereksinimleriniz karşılandığınca siz ne kolay mutlu olursunuz değil mi?! Sevinçlerin hakkını verirsiniz. Güldüğünüzce soluklanır ve bizi de soluklandırırsınız. Çocukluktan erişkinliğe giden yolda o içten gülücüklerinizi hep içinizde saklayabilseniz keşke... Korkma, bu acılı dönemin geçici bebeğim. Bedeninin verdiği tepkilere giderek alışacaksın. Azıcık dinginleştiğinde gene pervasızca gülücükler atacaksın yaşama. Çocukluğun en güzel yanı, büyük acıları küçük sevinçlerle unutuvermek değil mi?

Biraz büyüdüğünde, bu bayramın neden sizlere armağan edildiğini daha uzun anlatacağım ama gel bu gün de bayram üstüne biraz konuşalım seninle.

23 Nisan Çocuk bayramı, büyük uğraşlar sonucu kazanılmış hakların, tüm dünya çocuklarına armağanıdır. Bayramlar, kutlama günleridir ama bir yandan da insanın üstüne görevler yükler. Bu bayram tüm dünya çocuklarına büyük bir görev veriyor aslında. 'Barışı geleceğe taşımak!'

Barışı geleceğe taşımanın yolu, onu önemseyen insanlarla dolu bir dünyada yaşayabilmektir. O gün geldiğinde gerçekten bayram olacaktır 23 Nisan?lar. Çocuklarına, onların geleceğimiz olduğunu anlatmalısın. Sen, bizim; çocukların, senin geleceğin olacak. Güçlü ve dayanıklı olman, çocuklarını dirençli, barış ve eşitlik ilkelerini önemsemen, dünyayı yaşanılası bir yer yapacaktır. Barışa katkıda bulunabilmek için sana verilmek istenilen değerleri sorgulamayı çok erken öğrenmek zorundasın. Bilmelisin ki, varacağın sonuçlar bilgiye dayanmadığında önyargı olmaktan öte geçemez. Bilgili olmanın yolu önüne düşen her şeyi okumak ya da izlemek demek değil, bilgi kaynağını seçme özgürlüğünü çok iyi değerlendirebilmektir. Sorgulamanın belki de en önemli koşulu, öğrendiğin her yeni şey ardından yeni sorular üretebilmektir. Umarım ve dilerim ki sen büyüyene değin 'popüler kültür' olarak adlandırılan, az düşündürüp çok tüketmenin yollarını sonuna kadar açan, ucuz değerlere özendiren alt kültürün modası geçmiş olur. Yoksa bu kültürün etkisi altında kalmamayı da öğrenmen gerekecek.

Onurlu yaşamak istiyorsan, etik değerlerini belirlemenin yanısıra yaşadığın topluma da emek vermek zorundasın. Toplumlar yurttaşlarınca önemsendikleri ölçüde değerlenir. Unutma ki Bade?m Böceğim, yaşadığın toplumu önemsemek, aslında kendini önemsemektir. Özüyle barışık ve kendini değerli bulan bireylerin oluşturacağı toplumda iç kavgalar, eften püften ayrıkçılıklar nasıl başarılı olabilir ki? Bireyler, yolunu özgür ve bilime yatkın düşüncelerle aydınlatamadığında, çevreyi kara gölgeler sarıverir hemen. Karanlık birdenbire basmaz insanın üstüne. Önce alaca karanlık denen bir süreç yaşanır. Bu süreçte değişim öyle yavaş olur ki çoğu kez değiştiğimizi anlayamayız bile... Bilime dayanan düşünce özgürlük ve aydınlığın ilk koşuludur. Çocuğunun barışı benimseyeceği yolu kolay bulabilmesinde en büyük etken senin özgür ve bağımsız düşünebilmen olacaktır.

Dünyayı barışa ulaştıracak ve aydınlatacak yolu sen ışıtacaksın Bade'm Böceğim...

Bayramın kutlu olsun.

Tunca Tünay
tunca@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,718,718,718,718,718,718,718,718,71
              7 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Kimlerle düşler kuracağız?

Geçen sinema sezonunda ünlü İtalyan Yönetmen Bertolucci'in son filmi 'Düşler, Tutkular, Suçlar' gibi garip adla gösterilen 'Dreamers'ı izleyenler anımsayacaklardır. Filmde 68 Kuşağı'nın Paris Sokaklarındaki hareketlenmeleri, üç gencin azcık sıradışı -yönetmenimizin 'Son Tango'su kadar olmasa da-uyanışları eşliğinde veriliyordu. Aslında gençlerin yeni bir dünya özlemlerini haykırdıkları sahneler fazlaca fonda kalmış; üstat, gençlerin birbirlerini keşiflerine yoğunlaşmıştı.

Filmi izlerken birdenbire o filmde onsekizli yaşlardaki gençlerin bugünün, örneğin bugün üniversitede okuyan gençlerin anne babaları olduğunu ayrımsamıştım. Bendeniz 78 Kuşağı, yetmişli yıllar başında doğanlar 88 Kuşağı, bugünün üniversitelileri ise 98 Kuşağı idi, eğer bu tanımlamaları uygun görürseniz. Hoş 68 ve sonra da azcık 78 Kuşağına, bir kuşaklık işler yaptıkları en azından buna kalkıştıkları için bu tanımlamalar neredeyse kendiliğinden uygun görülmüş, diğerlerini ise-en azından bugün- ben uydurmuştum! Bizim sevgili ufaklık ta bu gidişle 2008 Kuşağı olacaktı! Yeni binyıl başında doğanlarsa bu tekerlemeli tanımla 2018 Kuşağı!

Kendi gözlemlerime dayanarak 98 Kuşağı gençleri sizlere uzun uzun anlatacak değilim. Ancak Turkiye'de de bir dönem 'Daha özgür ve daha eşit paylaşan bir dünya' isteklerini haykıran, bunun için canlarını vermekten kaçınmayanların ya da böyle arkadaşları bulunanların oğul ve kızlarında bazen benzer heyecanların izlerini bulduğumda şaşırıyorum açıkçası! 12 Eylül 1980 sabahından sonra doğanlardan söz ediyorum... Geçende bir öğrencimden, dayısının 68'de ODTÜ'de adı geçen öğrenci liderlerinden biri olduğunu üstelik te dönemin efsane Rektörü Kemal Kurdaş'ın, kitabında kendisinden üç sahife bahsettiğini duyunca ilk işim Kurdaş Hoca'nın kütüphanemde bulunan 'ODTÜ Yıllarım' kitabını karıştırmak olmuştu.

1968'de kırküç yaşında üniversitenin rektörü Kurdaş, ilk öğrenci hareketlerinin başlamasını ve yayılmasını anlatıyor, sayfalar arasında. Öğrencileriyle çok şeyler paylaşıyor. Maç yaptıkları, tartıştıkları, hele bir de mavi gözlü iri yapılı bir Adanalı delikanlı var ki, kendisinin masa tenisi arkadaşı.Yalnız adını bilmiyor, adanalı yukarı, adanalı aşağı. Her geçen gün üniversite içi hareketlilik artıyor. Kurdaş Hoca uzun uzun, dönemin değişik öğrenci liderlerinin isimlerini veriyor. Bunlardan biri de Şükrü, belinde silah, onun direktifleriyle sınıflar boşalıyor, boykotlar yapılıyor, her olayın içinde. Yalnız kesinlikle yakayı ele vermiyor, bu nedenle sicilinde en ufacık bir not bile yok. Kurdaş Hoca çıldırmak üzere. Yöneticilere kendi babacanlığı içinde haber salıyor "Bulun Şükrüyü, şu gün şu saatte odama bekliyorum, yalnızca konuşacağım." diyor. Ne gezer, kimse gelmiyor tabi. Bunun uzerine, tüm Bölümlere Şükrü görüldüğünde oyalanması talimatı veriyor, ayağına kadar gidip kendi görecek, onun ifadesiyle 'keretayı'. Bu girişimde başarısızlıkla sonuçlanıyor. Hocanın görevden ayrılışına kadar Şükrüyü görmek mümkün olmuyor.

Birkaç yıl sonra özel ofisinde sekreteri telefonda "Efendim Şükrü Bey geldi ODTÜ'denmiş, sizi görmek istiyor." demesin mi? 'Küçük dilimi yutacaktım Şükrü'yü gördüğümde' diye ekliyor anılarında Kemal Kurdaş. Karşısındaki kişi tenis arkadaşı Adanalı. "Hocam" diyor, "Okuldayken tüm 'davetlerinizi' duydum ama eski bir arkadaşınız olarak, yanınıza başka unvanlarla çıkmak istemedim!" Bakar mısınız! Ya şimdi neden geldin Şükrü? Görüş ayrılıkları ve belki de başka nedenlerle arkadaşları Şükrüyü fena benzetmişler. Bir eli kırılmış, yanlış kaynamış. Yeniden ameliyat olması gerekiyor ancak yedi kardeşi var, para bulamıyor. Hocası ona yardım edebilir mi?

Mavi gözlü dev Şükrü bugün Hocasının desteği ile sağlığına kavuşmuş, Adanalı bir avukat. Benim 98'li öğrencimin dayısı. Üç eğitimi ve bir o kadar evliliği yarıda bırakmış. Yeğene gelince, o da bizim üniversitenin- öğrenci lideri devri geçtiği için- ögrenci temsilcilerinden biri. Şükrü Dayısının ikibinler versiyonu. Sanırım en az onun kadar örgütçü, kulağı kesik. Ancak kuşkusuz onun ve birçoğunun artık Türkiye ve dünyayı değişirme gibi savları yok.

'Geçmişten ders almayanlar var mı'? Olmaz olur mu?

Son birkaç hafta içinde başka bazı üniversiteli gençler birden fazla kez medyaya konu oldular, kuşkusuz benim izleyebildiğim kadarıyla. Önce Kocaeli Üniversitesi'nden bir grup, güya güvenlik vb. konulu bir panelde konuşmacı olarak teşrif etmiş Amerikalı bir albayı azcık hırpaladılar. Kimi televizyon kanallarının haber bültenlerinde de gözünüze çarpmış olabilir, albaya yumurta attılar, "Çocuk katilleri, Irak talancıları burada konuşamaz" diye müdahale ettiler, nihayet Amerikalı Albay seçkin görüşleriyle bu bilim yuvamızı aydınlatamadan üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı. Kalmış yani, haberlerden anladığımız bu; ancak soğukkanlılığını korumuş, koruyacak tabii, nice badireli durumlarda -ufak tefek işkenceleri dikkate almazsak- sakin davranıyorlar üç beş yumurtadan mı çekinecekler!

Üniversitelilerin karıştığı ikinci olay ODTÜ'de meydana geldi. Efendim anladığımız kadarıyla üniversitede azcık uzaktan kumandalı biçimde (modern açık öğretim) eğitim almakta olan kimi polis öğrenciler resmi kıyafetleriyle okula gelmeye başlayınca, birden bire onlarca polis kampusu dolduruvermiş. Bunun üzerine bir grup genç 'ODTÜ'de polis üniforması istemiyoruz.' diye nümayişe kalkışmışlar. Hatta ilk olaydan günler sonra Rektörlük Binası önünde seslerini yükseltmişler, Sayın Rektörü sohbete davet etmişler! Buraya kadar yazılanları yalnızca o günlük haber gibi okuyanlar için bu durum azcık garip gelebilir! Ne yani polis öğrenciler eğitim alıp gidecekler, kime ne? Öyle ya? Ancak yaşları uygun olanlar ODTÜ'nün; 1970'li yıllar boyunca 'imkansızı isteyen' gençliğin- haydi kelimemizi sakınmadan söyleyelim- 'kalesi' olduğunu anımsayacaklardır. Hafızası güçlü olanlar ise bu mücadele de hangi hassas dönemeçlerde güvenlik güçleriyle karşı karşıya kalındığını da uslarına getireceklerdir. İşte sayıları azda olsa bugünün bazı öğrencilerine ve ODTÜ kampusun havasına ve suyuna sinmiş olabilecek reaksiyonların kökeni bu yıllar ve yaşananlar değil mi? Polis öğrencilerin günahı olmasa da!

'Üniversite Platformunu' adı altında başka bir grup öğrencinin yakın zamanda YÖK Başkanı Teziç Hocayı ziyaretlerini ve azcık tartışmalarını ( bunun ne büyük bir gelişme olduğunu son yirmi beş yılın dökümünü yapabilenler daha iyi anlarlar!) es geçelim şimdilik. Nihayet basına yansımasa da sizlerle paylaşmak istediğim bir başka gençlik tepkisinin içinde ben de oluverdim! Benimki ay bazında da olsa azcık eski. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü'nün bazı öğrencileri; neredeyse yüzyıllık okullarının önüne Melih Gökçek tarafından kaşla göz arasında havaalanına doğru hız yolu yaratmak amacıyla kendisiyle moda olan katlı kavşak inşaa edilip, birkaç arkadaşlarını trafik kazasına kurban edince, bu yatırımların doğruluğunu ve gerekliliğini araştırmaya girişirler. Kuşkusuz, Belediyedeki güya ilgili birimlerin kapıları "Haydi bakın siz işinize" diye kapanıverir üstlerine. Bunun üzerine hiç olmazsa bir teknik panel düzenleyip, konuyu uzmanlarına değerlendirtmek isterler ve beni de davet ederler bu toplantıya.

Konuştum ancak ikna edemedim gençleri. Dedim ki "Çocuklar, heyecanlısınız anlıyorum ancak büyükleriniz dün olduğu gibi bugün de sizler ve hepimiz için en iyisini düşünüyorlar ve yapıyorlar. Ankara'da yollara kondurulan katlı kavşaklar başkanınızın büyük buluşlardan birisi. Hemen hiçbir uzman birikimine ve bilimsel araştırmaya dayanmasa da, bu eserlerin gerekliliği tartışılmamalı ve elbet Türüt ve Özen gibi kimi sanatçıların konserleriyle kutlanmalı. Son bir yıl içinde değişik Ankara kent içi yollarında ölümler yüzleri aşsa da bunu medeniyetin bir telafatı olarak kabul edeceksiniz!"

Beni dinlemediler!

Şimdi düşünüyorum bu satırları yazarken. Kocaeli'lisi, ODTÜ'lüsü ve Ankara Üniversiteli olanı. Otuz ve hatta elli yıl önce kimi gençlerin düştükleri 'yanlışlara', çağın bu kadar değişmesine karşın 98 Kuşağı'ndan da düşenler var.

İyi ki var. İyi ki bir avuç ta olsalar kimilerinin genlerine işlemiş, kabullenmemek, tepki vermek. Yoksa daha güzel dünya özlemimizi kimlerle dillendireceğiz?

Kimlerle düşler kuracağız?

Elbet onlarla...

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Osman Günay

 Marmaris Balıkçısı : Osman Günay


   Ben seyahate gitmek istiyorum!

Ben seyahate gitmek istiyorum!! Böyle bir isteği "hört" diye ilk satırın en başına koyarsanız, okuyanlar arasından "Eee, bana ne, gidersen git!!", ya da "Hadi len, keyfin gıcır galiba, benim işim var, ayrıca evimde oturmak istiyorum ben!!" şeklinde yaklaşanlar olacaktır.. Hatta "Lam, neler söylüyorsun sen, nereye gideceksen ektir git, kafa ütüleme!!" tipinde "ağır" abiler-ablalar da vardır çevremizde.. Neyse siz kafanızın içinden zaman zaman böyle zurnanın "zurt" dediği yerde "arıza" yapanları, uyumsuz ve ağır kişilikleri, cümlelerin arkasına sakladığınız size özel yaklaşımınızı anlama meraksızlarını işten atın, yazıya devam edeyim, hatta isterseniz beraber hayal kuralım, ordan buraya "akıl koşturmaca" yapalım..

Önce aklımda bir soru var,""Nedir bu "gitmek" in gerçek anlamı?"". Bizlerin, gitme meraklılarının ortak yönü nedir?? Gidilen yer mi, yoksa nereye dönüleceğinin biliniyor ya da bilinmiyor olması mıdır ruhumuzu gıdıklayan şey?? Bana sorarsanız dönüş yolunun sonu pek önemlidir.. Uzaklarda/yakınlarda nerede olursanız olun, döneceğiniz "imparatorluk sınırları", deniz üzerinde de olsa, şehir göbeğinde de, hatta dağ başında bile olsa kendi çöplüğünüzdür.. Gelmeden dönüş yolunda hafif bir heyecan duyar, dönüşün "Bitti yahu yolculuk!" buruk fikrine rağmen garip ve ufaktan bir sevinç de duyarsınız, ya da ben duyuyorum itiraf edeyim.. Nereye dönüleceğinin bilinmiyor olmasının ayrı bir hoşluğu, bilinmez ve büyülü bir yanı olduğunu kabul etmeme karşın, zor buluyorum köprüaltı çocukları gibi sürtmeyi kendi payıma.. Belki biraz "seyyah" ruhuna ters ama, n'aapalım ki bu garip ruh ta böyle...

Bir de bu anlamı karışık kelime var karşımızda; nedir bu "seyyah ruhu"?. Bu ruh gezmeye mi keşfetmeye mi; görmeye mi yoksa gördüğünü nakledip değerlendirmeye mi nişan almıştır?? Bana kalırsa seyyah ruhu herkesin içinde vardır, bazılarında bastırılır, bazılarında köreltilir.. Geri kalanlar da orayı burayı keşfeder, kurcalar tüm arka sokakları, gezilmemiş gidilmemiş dış mahalleleri, gezer allah gezer!! Ama herkesin ayrı, kendine özgü bir stil ve yaklaşımı vardır ki; "İnsan seyahatte tanınır" lafının esas kaynağı bu durumdur.. Örnekler vereyim ki, benim gibi örneksiz iyi anlayamayanlar da katılsın.. Mesela sayısını hatırlamadığım kadar Paris kentine gitmeme karşın daha Eiffel Kulesine tırmanmış değilim.. Ya yanından geçerken, ya da sokaklarda sürterken şehrin çoğu yerinden görülen demir yığınını tanırım, ama o kadar!! Eiffel i bilmem ama , pazar sabahları Seine kıyısında kuş ve çiçek pazarıyla, bit pazarını, "14eme" in ufak barlarını ve daha bir sürü "acaip" yer bilirim.. Mahalle "café"lerinde garsonlarla muhabbet eder, metroda müzisyenlerle takılır, ufak lokantaları keşfederim.. Şehrin iç organlarını ziyaret etmeyi, sokaklarda aval-aval dolaşmayı, "city tour" larda rehberlerin anlattığı martaval hikayeleri dinlemeye ya da alışveriş turlarına katılmaya tercih ederim.. Memleketteki yolculuklarda da illa köy kahvelerine uğrar, çay höpürdetirken sohbete katılır, kasabalarda turistik lokantalardan çok, "şehir kulübü" kılıklı bürokratın-memurun yemek yediği lokantaları tercih ederim.. Hem temizce, hem de "gerçek" lokantalar onlardır, kasabanın nabzını tutarak karnınızı doyurur, üstüne ikram edilen kahveyi içersiniz. Daha çok bulunan "turiztik" mekanlardaki ingilizce menü ve samimiyetsiz servis iştahımı kaçırır benim..

Osman ca seyahatte gıda ve beslenme konusu pek önem kazanır anladığınız gibi.. Tıkınmayı abartmak değil ama, yoldaki her yerin özel bir "kayıntı"sı vardır, tatmadan, degüste edip ukalalık yapmadan olmaz.. Adana ya gitmişken mutlaka kebap, Antakya da künefe, Gaziantep te yuvalama, Yarımca da kiraz, Konya da etli ekmek, Denizli de tandır, Kuzey Ege kıyısında balığın mevsiminde ve formunda olanı ve yanında bilinmedik tadılmadık otlar, Karadeniz de ya kurufasulye, ya da hamsiyle çay, Şile de palamut/kalkan, Trakya da kuzu pirzola, Marmara adasında ızgarada sardalye, Bursa da iskender, Çanakale de sinarit, Akhisar da köfte, Korkuteli nde elma-ayva, Erzurum da yatık döner tadılmalıdır.. Bir de uzaklara gidip tıkınmak vardır ki; Fransa da Camambert le, İtalya da "prochutto" ile şarap/olmazsa tepsi pizzasıyla bira, üstüne espresso, Almanya da baba sosislerle bira-yanına lahana, Yunanistan da ızgara ahtapotla uzo, İsveç te soslu ringa ile şnaps/bira karışımı, İspanya da paella, Tayland da pirinçle karışık karidesler, istakozlar, türlü meyveler.. Listeyi daha uzatabiliriz ama bu ağzımızı sulandırıp tekrar yemek düşünmekten başka şeye yaramaz..

Yolculuğun neyle, hangi vasıtayla yapıldığı da önemlidir.. Ben kendi payıma eğer keşfetmeğe gidiyorsam karayolunu tercih ederim.. Minibüsün direksiyonuna geçer, teypte jazz, bazen R&B, aklımda bin türlü sohbet, yol çizgilerine takılır kilometreleri yuttukça kahveden bir yudum alır (belki içine biraz da whisky damlatarak), arada durup manzaraya karşı bir sigara tellendirir, haritada sarı-kahverengi tabelalarla, enteresan isimli beldeleri kollar dururum.. Uçak pek sevmem ben, kuş misali seyahat ancak zamanın kıt ve zorunluluk dolayısı ile seçilecek bir tarzdır bence. Yolda hoplayıp zıplayınca da oldukça tırstığımı da eklemeliyim..

Ama, deniz yolculuğu deyince akan sular durur.. Özel donanımdan dolayı denizden yolculuk tüm evimle birlikte seyahat etme konforunu getirir ki bana; insanın mutfağı, baharat çekmecesi ve yatağıyla, cd leri kitaplarıyla yeni yerlere gitmesi pek "tadından yenmez" bir haldir.. Bu daha geniş bir konu, buna daha sonra başka bir yazıda tekrar takılırız..

Gezme konusunun ve muhabbetinin çoğunuzun ruhunu gıdıkladığını biliyorum.. Bazıları hayal kuracak, bazıları programlar yapacak, bazıları da "vira bismillah" deyip yollara düşecek.. Ama en önemlisi ruhlarımızı serbest, akılları gezer-yüzer bırakmaktır ki; kellenin içindeki yolculuğu da ihmal etmeyelim. Her gittiğiniz yere götürdüğünüz omuzlarınızın üzerindeki varlığın sınırları geniş olsun, ruhunuzun sınırlarının sonsuz olduğu gibi....

Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Arabalar

Serde obsesif durumları var ya bu hafta da arabalara takıldım. Biraz araştırayım dedim, bu kadar marka ve model olacağı hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Eski marka ve modellerle birlikte neredeyse roman olur. Gerçi burada size daha kısa yazacağım ama "haberiniz ola" diye söyledim. Arabamı değiştirmeye karar vermişim, teker teker inceleyip hangi marka ve modele yöneleceğim acaba ? Bazılarını da meşhurlara veya içimizden birilerine önerebilirim elbette.

Alfa Romeo : Tartışmasız bu arabaya binse binse Juliette biner diyorum, modelleri bile görmeden galeriyi terkediyorum, hediyem olsun. Audi : Kağıt gibi araba, A3 modeli var, A4 modeli var, yok pek sevmedim ama Avant modeli gerçekten çok sıradışı çizgilere sahipmiş. TT Coupe modelini ise Türk Telekom'a armağan ediyorum.
BMW : Bu araba bana Birleşmiş Milletleri hatırlatıyor. Hatırlatıyor hatırlatmasına da Washington'un etkisinden bir kurtulsa artık diyorum ve buradan yetkililere sesleniyorum vazgeçin artık şu W'dan. Türkçe değil zaten, bizi bozar velhasılı, istemem kalsın, kimseye almayacağım.
Buick : Tam Türk erkekleri için düşünülmüş bir araba. Hatta bunun Sakal, Kıl, Tüy gibi modellerini çıkartsalar hiç fena olmaz, kapış kapış gider diye düşünmeden edemedim.

Cadillac, Chevrolet, Chrysler, Citroen : Bremen mızıkacıları gibi oldu bu dörtlü ama her biri ayrı telden çalıp okunuyorlar. Cadillac'ın Ka'sını alıp ne Şevrole'ye verebiliyorsun, ne de Sitroen'e. Hepsi birbirinden kel alaka. Chrysler'in bir de binası var ki belki biliyorsunuz 1929 yılında tam 77 katlı olup yapıldığı yıl dünyanın en yüksek binası imiş, Manhattan Bank daha yüksek olunca binanın tepesi atmış iyi mi ? Citroen'in Jumpy ve Jumper modellerini adrenalini yüksek tutan dostlara alabilirim.
Dacia, Daewoo, Dodge : "Alırsın Doç, koç gibisin koç" tek bildiğim budur, diğerlerine bakacak zamanım kalmadı.
Fiat : Bu arabalar için bu fiyat biraz fazla geldi ama modellerinin isimleri sevimli olduğundan alabilirim. Albea, Marea, Palio zaten bildikleriniz. Panda veya Doblo modelini bizim Edi'ye düşünmedim desen yalan olur.
Ford : "Alırsın Ford, olursun Lord" sloganını herkes bilir. KM'nın tüm fotoğrafçılarına Focus modelini, sokaklarda dolaşmaktan hoşlananlara StreetKa'yı, KM Dergi dağıtım işleri için Cargo'yu, soluk almadan hayata devam edenlere ise Transit'i öneriyorum. 17 Nisan'lara yakışan model ise Fiesta olurdu herhalde, festival gibi kutluyoruz. Bunları da alıyorum.
Honda : Çok sevimli modelleri olan bir marka. Cazseverlere tartışmasız Jazz modelini alabilirim, televizyonda gördüğümüz birçok cıvığa Civic modelini ve akordu bozuklara da Accord modelini tavsiye ediyorum, sadece tavsiye, onlara almam.
Hyundai, Kia : Bir türlü sevememişimdir bu arabaları nedense, ha bir de Proton var.
İsmini güzel bulduğum markalar ise; Mercury, Lotus, Maserati hele hele Ponçiyak ve dahi Porş... Söylemesi bile zevkli, kimbilir kullanması nasıldır ? Suzuki ismini de çok sevimli bulurum. Seat'ın Cordoba'sı ise bizi yaktı son maçta, ne vardı kırmızı kart görecek sanki, dengemizi bozdu. Renault'un Safrane modelini Safranbük'e giderken kullanmaya karar verdim. Europa modeli ise kesin olarak AB'ne girecek diyorum, ülkemiz adına umutlu olanlarınız varsa onlara alabilirim. Opel'in Astra'sı falcı Nurettin'e uyabilir, beğendiniz ise bildirin lütfen.

Hala kendime uygun bir araba bulamadım, ne tuttu hepsi usta, borcum nedir ? Peşin peşin söyleyeyim ÖTV felan ödemem haberin olsun. İsmine gıcık oluyorum, ne o öyle Öteki Tarafın Vergisi ! Dikkat ederseniz bu ÖTV'yi zaten öteki tarafa yakın şeylerden alıyorlar ? Sigara, içki, araba ..? ÖTV senden mi ? Tamam, uyar o zaman.. Paket olsun lütfen... Bir dakika, şu araba da hiç fena değilmiş, kendime de onu mu alsam acaba ? Mitsubishi'nin Carizma'sı ha, tamam çok uygun da, tek sorun :

Çızdırmamak gerekiyor.. Çızdırmamak.. Çıldırmak mı ? O serbest.. İşte arabalarınız ..! Kazasız belasız... Nice baharlara inşallah... Çarptığınız sadece bahar olsun...



asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  YİNE O GECELERDEN BİRİ

Uykunun bir türlü tutmadığı, yorganın altında sağa sola dönmekten yorulduğum gecelerden biri.

Sanki lastik bir film makarasının ucu hızla çekiliyor da, aniden bırakılıyor. Hangisinin rüya, hangisinin gerçek olduğunu ayıramadığım, yüzlerce görüntü son süratle gözlerimin önünden kayıp gidiyor. Ne kadar kalabalıklaşmışım meğer, eskiden filmlerimin kahramanları birkaç kişi olurdu ve yüzlerini seçebilirdim. Şimdi ise çok sayıda silik, cansız siluetler halindeler. Oynayan karelerde ise; kişilerden çok, olayları görüyorum. Görüntüler karışıyor, birbirine giriyor, kesiliyor, silikleşiyor.

Uyumaya çalışıyorum. Göz kapaklarım bir türlü yeterli gelmiyor. Gözlerimi sıkıca kapatıyorum; ışık yine de sızacak bir delik buluyor. Diğer yastığı gözlerimin üzerine bastırıyorum. Hah karanlık!

Lem, yine olmadı.

Şimdi de bir yerlerden kızıl bir ışık sızıyor. Sanki gün batıyormuş da, ufuk çizgisi kızıl renge bürünmüş, önünde de siyah siyah siluetler varmış. A-ha, işte onlar; yaklaşık kırk tane tilki bir araya gelmişler, şu, kuyruklarını birbirlerine dokundurmadıkları danslarını yapıyorlar. Bir siz eksiktiniz, çekilsenize önümden!

Ne yana baksam onlar, kurtulmam mümkün değil, uyuyamıyorum.

Bari şunların resimlerini çizeyim. Palete bir parça beyaz boya koyuyorum, bir parça siyah, biraz da kırmızı. Karıştırıyorum. Biraz daha kırmızı, biraz daha siyah. Ufuk çizgisini boyuyorum. Alaca bir karanlık yapıp, pembe-kızıl-siyah bir gün batımı oluşturuyorum. Siyah renge götürüyorum fırçayı yeniden, tilki siluetlerini çizmeye başlıyorum; kiminin kulakları havaya doğru dikilmiş, kimi ön ayaklarından birini ileriye doğru atmış. Kimi, sırtını yanındakine dokundurmuş. Ağır ağır danslarını yapıyorlar.

Siz benimle ne kadar uğraşsanız da, ben sizi güzel bir tablo haline getireceğim. Bakalım, siz mi yamansınız, ben mi?

Yine durmuyorlar. Pes ediyorum, uğraşamayacağım sizinle. Kalkmalı. Şu tabloyu yorganın içine saklamalı. Işığı açmalı, olmayan karafatmaların yuvalarına girmeleri sağlanmalı.

Önce kana kana büyük bir bardak su içmeli. Sonra tıngırdasın diye televizyon açılmalı. Yarım kalan kitaba biraz göz atılmalı. Hiçbir şey anlamayıp, kenara fırlatılmalı.

Bilgisayar açılmalı, Cem'in sayfayı değiştirip, değiştirmediği merak edilmeli, 'bir Kahve Molası iyi gelir' diye düşünülmeli.

Yok, henüz değiştirmemiş. O da bu gece hain!

Saat gecenin ikisi...

.....

Birden kalkıyorum koltuktan. Önce bacağıma bir kot pantolon geçiriyorum. İyi ki almışım babamdan şu pantolonu. Üzerine de bir kot mont... Bir de şu kocaman şapkayı kafama geçirip, saçlarımı içine bir güzel sakladım mı... Tamam, oldu her şey. Heyytttt!!! Şu halime bir bakın, mahallenin en bıçkın delikanlısı karşınızda, tanıyabilene aşk olsun.

Ve fırlıyorum evden. Işığı kapattığım anda karafatmalar deliklerden yine fırlayıp, evin içine dağılıyor. Ay, umurumda değilsiniz, ev size emanet, yiyin birbirinizi. Tilkiler de yorganın altında, haberiniz olsun.

Kontağı çevirdiğimde içimi huzur kaplamaya başlıyor. 89.00 Joy Turk... Harika...

Ve sokaklar artık benim. Hafif bir müzik çalıyor yine. Sesi kulaklarımın dayanabileceği kadar çok açıyorum. Ne mi çalıyor? Hiç fark etmiyorum. Yol, ben ve müzik varız sadece. Karanlığa, asfalta, eriyip, karışıyorum.

Meraklanmayın, çok hız yapmıyorum. Sadece geriye dönmeme yetecek kadar benzin ayırıp, biraz dolaşacağım, tabii, yine aynı yere uğrayacağım. Yüzümü Boğaz'a dönüp, biraz dertleşeceğim. Bir iki söyleneceğim belki, bir iki de küfredeceğim. Kız Kulesi ve Galata'yı izleyeceğim bir süre, sonra 'Amann, ne haliniz varsa görün, bir daha da işinize karışmam' diyeceğim.

Yağmur başlıyor. Bardaktan boşanırcasına yağıyor. Bu kent ağlıyor.

Silecekleri en üst kademede çalıştırıyorum. Hızlı, daha hızlı. Pencereyi biraz aralıyorum. Bir iki yağmur damlası içeri kaçıp, yüzüme çarpıyor. Elimi yüzüme götürüyorum. Islak... Göz yaşından mı, yağmurdan mı olduğunu ayıramıyorum.

Arabayı yine aynı yerde durduruyorum, Boğaz'a doğru bakıyorum.

Kalabalık burası, sanki gündüz gibi. Hem de bu saatte, bu yağmurda.

Çay bahçesi yine açık. Küçük tentenin altındaki, hasır taburenin üzerine ilişiyorum. Önüme cam bardakta demli bir çay koyuyorlar. Bir yudum alıyorum, içim ısınıyor. 'Yine mi abla?' diyor, garson. 'Bitince bize de okuyacak mısın?'... 'Okuyacağım' diyorum. Alıştılar bana. İlk geldiğimde nasıl da yadırgamışlardı, ben de kendimi kimsesiz ayyaşlar gibi hissetmiştim; gidecek yeri olmayıp, buraya sığınan yapayalnız biri. Gündüzleri arkadaşlarla gider olduk da, buraya neden geldiğimi anladılar. Şimdi korur, kollar oldular. Arada yanıma geliyorlar, sohbet ediyoruz. Değişik, değişik hikayeler anlatıyorlar.

'Şimdi ne yazıyorsun abla?' diyor. 'Hiç' diyorum, 'Bitirmeden okumam'.

Üşüdüğümü fark ediyorum. Montumun fermuarını ağzıma kadar çekiyorum. Ajandam yine dizlerimin üzerinde, ara, ara bir şeyler karalıyorum. Bu koku olmadan yazamaz oldum. İlla göreceğim Boğazı. Daha çok üşüyorum. Sabaha kadar açık bu kahve. Az sonra sıcak simit de gelecek. Ve gün doğuşunu izleyeceğim. Rüzgar daha bir kuvvetlice esiyor.

İçimden bir ses 'Kaçtık!' diyor. 'Tilkilerden, kuyruklarından, geceden, karafatmalardan, kaygılardan, acılardan, uzak geçmişten, yakın geçmişten, geçememişten, her şeyden'.

Bir ben, bir de kalemim. Yazdıklarıma teslim ediyorum kendimi.



Gün doğmaya başlıyor. Bir ses duyuyor, irkiliyorum. Başımı kaldırdığımda onu görüyorum. 'Yine buradasın' diyerek gülümsüyor. 'Siz de' diyorum. Yanıma bir iskemle çekip, oturuyor. Öyle ton ton bir amca ki, yine sohbet edeceğiz, ne güzel. Teksir kağıdının arasındaki simidin yarısını koparıp, bana veriyor. Kendi parçasını çayının içine batırıp, ısırıyor. Kaç kez gün doğdurduk birlikte. Anlatmaya başlıyor. Onu dinlemeyi seviyorum.

'Camiye namaza geldim' diyor. 'Ben de evden kaçtım' diyorum. Gülüyoruz. 'Neyden kaçtın bu sefer?' diye soruyor. 'Uzak geçmişten, yakın geçmişten, geçememişten' diyorum. 'Evde miydiler?' diyor. Önce gülümsüyorum, başımı öne eğiyorum. 'Yooo' diyorum.

'Hep yanında mı gezdireceksin onları?' diyor. 'Bırakmıyorlar ki' diye yanıtlıyorum. Çayından bir yudum daha alıyor. 'Sen mi, onlar mı?' diye soruyor. Yanıt vermiyorum.

Konuyu değiştiriyoruz. Gençliğini anlatıyor, Allah'ım ne enerji... Hızına yetişemiyorum. Az sonra kahkahalarımız Boğaz'a doğru yükseliyor. Biriktirdiklerine dikkat ediyorum; elde kalanları hep en güzel anıları. Geçmişindeki tüm karanlıkların üzerine bir sünger çekmiş sanki. Sözleşmiş gibi ayağa kalkıyoruz. Yürümeye başlıyoruz.

Nasıl da yepyeni bir sabah doğmuş, dün geceden hiç iz kalmamış, yepyeni bir sayfa açılmış, nasıl taze kokuyor çimenler, Boğaz sürekli ileriye doğru akıyor. İçimi yaşama sevinci kaplıyor.

Leyla Ayyıldız
layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
              30 Kahveci oy vermiş.
52 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay


Oğlumun Babası

Kitapçılarda Eve erken geldiği gün sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi pek. Akşamları evimizin demir parmaklıklı camından sokaktaki çocukları seyrederdim. Babasıyla top oynayan çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar, babasıyla bakkal dükkanına giren çocuklar... Babalar ve çocuklar; babalı çocuklar. Anneme seslenirdim. Canım, güzel, melek anneme:

Babam ne zaman gelecek anne?
Birazdan gelir oğlum.

Çok ender olurdu o 'Birazdan', o muhteşem, o harika 'Birazdan' ve ben şaşırır, inanamaz, ne yapacağımı bilemezdim.

Top oynayacak mıyız baba?
Bisiklete bindirecek misin beni baba?
Bakkala da gidecek miyiz baba?

Onu ayık gördüğümü hiç hatırlamıyorum eve gelişlerinde. Yorgun ve yavaş hareket ederdi; gözleri kısık ve kırmızı olurdu hep, şarap kırmızısı. Ne sorulursa sorulsun, hızlı ve keskin tek bir yanıtı olurdu: "Hayır!" Aynı 'Hayır'lar, hızla ve kesin birer 'Evet'e dönüşürdü az sonra. Ne kadar sarhoş ve yorgun olursa olsun ve saat kaç olursa olsun, beni mutlaka dışarı çıkarırdı. Özlediğimi, ihtiyaç duyduğumu ve uyumayıp beklediğimi bilirdi, ya da ben öyle hissederdim; belki de böyle olduğuna inanmak isterdim. İnanırdım da. Beni kucağına alıp merdivenlerden inerken hiç de sarhoş görünmezdi gözüme. O kadar dikkat ederdi ki kucağından düşürürse, yok olacak bir hazine taşıdığını sanırdınız. Karanlık ve ıssız olurdu sokaklar o saatlerde. Belki birkaç kedi ya da bir köpek, insan olmazdı ama hiç. Onlar uyuyor olurlardı. Berbat bir günün üzerine evlerine gelmiş, yemeklerini yemiş ve uyumuş olurdu insanlar. Sabah erkenden kalkıp gitmeleri gereken işleri vardı. Hayat buydu o sokakların insanları için: Uyumak, uyanmak, işe gitmek, eve dönmek, yemek ve tekrar uyumak. Arada bir de sevişmek, bazen yorgun ve isteksiz bedenleriyle.

Sokakların ıssızlığı, karanlığı umurunda değildi babamın. O uyanıktı, ayaktaydı. O benimleydi ve bir ilahtı çünkü benim babamdı. Aldırmazdı insanların, daracık sokaklardaki karşılıklı apartmanların karanlık pencereleri ardında uyuyor olmalarına. İnsanlar, aynı insanlardı. Yorgun, umutsuz, yarı aç, yarı uykulu, hayalsiz, mutsuz insanlar. Nereden ve nasıl geldiklerini, ne uğruna yaşamaları gerektiğini ve nereye gideceklerini bilmeyen, bilmek istemeyen insanlar. Sadece karınlarını doyurmak, evlenmek, çocuk yapmak, bakmakla geçiyordu yaşamları ve salt bunlar için verdikleri o sonsuz mücadele, savaş... Etkileyiciydi. Avuntu yüklü aptalca inançlar, birkaç beyaz eşyalık hayaller, inanılmaz şükürler, yorgun yüzlerdeki sahte gülücükler, o aynı kaderin miras gülücükleri...

Yürürdük o sokaklarda, sessizce, konuşmadan ve o aynı soru gelirdi hemen ardından: "Oğlum, söyle bakalım, kitabım basılacak mı?"- "Hayır." Her gün aynı cevabı aldığı halde tepkisi hiç değişmezdi. Acı bir hüzün kaplardı yüzünü ve sorardı hep: "Neden oğlum?" - "Basılmayacak işte." Bıkmaz, usanmazdı. Her gece ve her sabah bu soruyu mutlaka sorardı bana. Cevabımı çok önemserdi ve her seferinde üzülür, yıkılırdı. Az sonra kendini toplar, yanıma yaklaşırdı; saçlarımı, yanaklarımı usulca okşar, öper ve şansını zorlardı.

Oyuncak alayım mı sana?
Al.
O zaman söyle, yayınevinden arayacaklar mı?
Aramayacaklar!
Kahretsin! Almıyorum oyuncak.

Tekrar çömelirdi yere, sokağın ortasında. Cebinden bir sigara çıkarır, yakar ve gözlerini bir noktaya dikip bakardı boş boş. Yorgun, umutsuz, öfkeli. Kin kusardı gözleri, alev saçardı. Çok sürmezdi bu durumu, birkaç dakika sonra ayağa kalkar, bana bakar ve bağırırdı boş ve ölü sokakta: "Aptal bunlar, hepsi aptal! Bak oğlum, uyuyorlar, hepsi uyuyor, herkes uyuyor. Işıkları kapalı, gözleri kapalı; yaşlı kadınlar gibi uyuyorlar! Bize bak, sana ve bana bak! Buradayız, ayaktayız, dünya bizim, bize ait! Onların hepsi ölü. Ölmüşler! Kafanı yukarı kaldır ve şu yıldızların güzelliğine bak, havayı kokla, rüzgarı hisset, aya el salla! Hayat bu oğlum, hayat gece, hayat sessizlik, hayat yalnızlık!" Gülerdim. Söyledikleri hoşuma giderdi, yanında olmaktan gurur duyardım. Benim gülmem de onun hoşuna giderdi. Hemen yanıma gelir, beni kucağına alır ve öper, koklardı.

Arayacaklar mı yayınevinden?
Hayır!

Ona hep hayır derdim, henüz beş yaşındaydım ve neden hayır dediğimi bilmiyordum. Ona hayır demek hoşuma gidiyordu belki çünkü o eve hep geç ve sarhoş geliyordu, diğer babalar ise erken ve ayık. Ben üzülüyordum, sorularına hayır cevabı verdiğimde ise o üzülüyordu, adildi durumumuz bence.

Eve dönerdik. Annem çoktan uyumuş olurdu ya da uyuyor gibi görünürdü. Babam mutfağa girip yemeğini hazırlar, yerdi ve sonra soyunurdu. Beni yatağıma yatırıp annemin yanına uzanırdı. Uyumadığını bilirdim, geç ve zor uyurdu. Döner dururdu yatakta, sonra yavaşça kalkar, önce anneme bakardı, sonra bana ve mutfağa giderdi. Dolabı açardı -şişe sesini duyardım- ve alıp diğer odaya geçerdi. Başka odamız da yoktu zaten. Bilirdim, pencerenin yanındaki koltuğa oturuyor, yıldızları seyrediyordu. Yıldızlara hayrandı, şişelere de. Dönmezdi geri. Uyurdum. Sabah gözlerimi açtığımda onu yatağında bulurdum. Tıpkı ormanda devrilmiş bir ağaç gibi tek başına uyurdu. Beklerdim ben, uyanmasını beklerdim. Bozuk paralardan şekiller yapması için, kağıtlardan uçak, gemi yapması için beklerdim. Yapardı da, dakikalarca uğraşır, nefis şeyler yapardı. Zevkle, keyifle, isteyerek yapardı ve sorardı bittiğinde:

Nasıl oldu oğlum?
Güzel. Yıkayım mı?
Önce annene göster.

Annem o sırada ya diğer odada olurdu ya da mutfakta. İstemeyerek gelir, bakardı göz ucuyla. "Çok güzel olmuş oğlum." der ve çıkardı.

Yıkayım mı baba?
Yık oğlum.

İki oyuncak kamyon darbesiyle yerle bir ederdim kaleleri, çiftlikleri. Babam beni kucağına alırdı.

Arayacaklar mı?
Kim?
Yayınevinden.
Aramayacaklar!

Ayağa kalkar, savururdu tekmesini yıkık oyuncakların üzerine. Oyuncaklar onun kırmızı ve kısık gözlerinde o an kim bilir ne olurdu. Giyinirdi sonra yavaş ve isteksizce. Beni kucağına alıp sokağa çıkarırdı.

Etrafına bak, ne görüyorsun?
Çocuklar.
Ya babalar, baba görüyor musun?
Hayır.
Kimin babası oğlunun yanında?
Benim!

Öperdi beni, ben de onu öperdim.

Yıllar geçti. Uzun, zor yıllar. Florida'da yaşıyordum. Eşim Dilara ile beş yaşına yeni basan oğlumuzu alıp ailemi ziyarete geldim. Annemle babam ayrılalı çok olmuştu. Önce anneme uğradık. Büyük ve güzel bir dairede yaşıyordu. İki erkek üvey kardeşimle tanıştırdı beni ve cici babamla. Ondan hiç hoşlanmadım. Her şeyi vardı ama hayalleri, coşkusu, ilgisi yoktu. Yaşıyordu, sadece yaşamak adına yaşıyordu, vazife gibi. Soğuktu, çok soğuk. Orada geçirdiğimiz gece bitmek bilmedi. Babam olsaydı, diye düşündüm, şimdi beni dışarı çıkarır ve bağırırdı: Bu dünya bizim, bu yıldızlar bizim! Birden yatakta doğruldum, Dilara ve Merih uyuyorlardı. Aceleyle giyindim, Merih'i usulca kucağıma aldım. Öptüm onu, kokladım, kapıya doğru yürürken Dilara'nın sert sesiyle durdum.

Ne yaptığını sanıyorsun sen?
Oğlumu dışarı çıkarıyorum.
O uyuyor, derhal yatağına yatır çocuğu!

Bir an duraksadım, geri döndüm sonra. Oğlumu yatağına yatırdım. Gözlerimden iki damla yaş süzüldü. Salona geçtim. Pencerenin yanındaki koltuğa oturdum, yıldızları seyrettim; harikulade görünüyorlardı. Mutfağa girdim, dolabı açtım, kendime bir içki doldurup geri döndüm. Harika bir duyguydu, sabaha kadar uyumadım. Babamı nerede bulabileceğimizi sordum anneme kahvaltıda. Burun kıvırdı.

Çöplüğündedir, başka nerede olacak ki?

Bir taksiye bindik, adresi söyledim. Yaklaşık yirmi dakika sonra kapının önündeydik. Aynı kapı, aynı koku, aynı top oynayan çocuklar... Merdivenlerden çıktık; apartmanın kokusu hiç değişmemişti sanki, büyüleyiciydi. Zili çaldım. Açıldı kapı. Bembeyaz saçlarıyla bir İlah duruyordu karşımda. Yetmişli yaşlarda, gözleri kan kırmızı ve kısık, çok kısık... Önce bana baktı, sonra Dilara'ya, ve torununa ilişti bakışları. Yorgun ve kısık gözlerden burnuna doğru iki damla yaş aktı.

Adı ne?
Merih, baba.

Ayakkabılarını giydi, oğlumu kucağına aldı ve merdivenlerden inmeye başladı. Sesini duyduk evden içeri girerken:

Sana dondurma alayım mı?
Al.
Söyle bakalım Merih, kitabımı basacaklar mı?
Hayır!
Neden oğlum?
Basmayacaklar işte!

Evimdeydim. Geçmiş kokuyordu, baba kokuyordu, hayal kokuyordu ve şarap kokuyordu. Pencerenin yanına geçtim, aşağı baktım. Babam yere çömelmiş, oğlumun gözlerine bakıyordu. Elini gömleğinin cebine götürdü, bir sigara çıkardı ve yaktı. Biraz sonra yeniden soracaktı: "Yayınevinden arayacaklar mı beni?" Yavaşça kalktım koltuktan; yatak odasına geçtim. Yatağa baktım, boştu. Annem yoktu. Yatağım da yoktu yerde. Yatak odasının camını açtım. "Baba! Yarın arayacaklar seni! Kitabın basılacak!" demek istedim, diyemedim. Yere çöktüm, ağladım, ağladım... Bir el hissettim saçlarımda sonra. Başımı kaldırdım, Dilara'ydı. Elinde bir kitap vardı. Bana uzattı. Şaşırdım, kapağını çevirdim, yatık harflerle 'Oğluma' yazıyordu. Bir sayfa daha çevirdim. Kitap şöyle başlıyordu:

Oğlumun Babası

Eve erken geldiği gün sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi pek. Akşamları evimizin demir parmaklıklı camından sokaktaki çocukları seyrederdim. Babasıyla top oynayan çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar, babasıyla bakkal dükkanına giren çocuklar... Babalar ve çocuklar; babalı çocuklar.


Kitabı yatağın üzerine bıraktım, dışarı çıktım. Babam yerde çömelmiş, sigara içiyordu. Oğlum da yanında onu izliyordu. Aralarına oturdum. Bir elimi babamın, diğerini oğlumun omzuna attım.

Yıldızlar ne kadar da parlaklar bu gece, değil mi?

Gece değildi, doğal olarak yıldız da yoktu gökyüzünde. "Evet." dedi babam. "Evet." dedi oğlum.

Yıldızları seyrettik o sabah beraber.
Üçümüz...

Harikulade görünüyorlardı.

Merih Günay

Editörün Notu: Sevgili Merih Günay'ın bu öyküsü, Anafilya Dergisi 2005 Öykü Yarışmasında 101 yapıt içinden Üçüncülük Ödülünü almıştır. http://www.anafilya.org/go.php?go=7d552f0050860

5 Mayıs 2004'te KM'de ilk kez yayınladığımız bu güzel öyküyü tekrar yayınlıyor ve kendisine daha nice başarılar diliyoruz. Bu öyküyle birlikte daha pekçok güzel öykünün yer aldığı Pabuçlarımın Yazarı adlı kitabını imzalı, ödemeli olarak info@istanbulnet.net adresinden temin edebilirsiniz.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,979,979,979,979,979,979,979,979,979,97
              31 Kahveci oy vermiş.
19 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Ediz Emon ( Küba )

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.604 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


23 Nisan Çocukları

Ayyuka çıkmış pazarların bekçisiyiz,
Dar ağaçlarının suçsuz Cellat' ları,
Kozmopolit zamanların tutsak uşağıyız,
Darmadağın olmuş bir vatan bahçesi önümüzde,
Vatan, vatan diye yanıp tutuşan bir millet ise,
Takvimlerde saklı bir geçmişte.

Sor bakalım birine,
Nereye gidiyor zaman,
Geçmişinden gelen onurundan saklanan,
Şehitlerin kemikleri sızlamış dergahında,
Bir kör tünelin içinden,
Cumhuriyet diye diye geldi geçti işte zaman,
Geleceğine yoksa bırakarak mirasın,
23 Nisanlarda vatan çocuklarından utan.

Çocukluğumuzdan kalan hatıralarda,
Gururdan şişmiş bir gönül,
Kürsüde ellerimizde ünlü bir şiir,
Varıp koşardık geçmişe, Türklüğe
Yüzümüzde açardı,
Hatırlamaktan mutlu bir gül.

Sırtımızda köhne bir kambur hala,
Geçmişin örümcek tutmuş nesilleri,
Silkinmeli yarına varacak sabahlarda,
Bir dehlize atmalı hep birden,
Sifonu hep birden çekmeli,
Kamburumuzdan sıyrılmış halimizi
Vermeli artık bayraklarla,
Gelecek nesilde saklı umudumuza.

Bir umut hala,
23 nisanlarda el ele tutuşmuş renklerimiz,
Irk, soy bilmeden halaylar çekenlerde,
Kavgası barışmış,
Terörü tükenmiş bir millet arzumuz,
Geleceğin vatan çocuklarında.

Haydi gün bizim günümüz,
Varalım bayram sabahına,
Elde kanlarımızdan gelen al bayraklar,
Yüzde Ata' mızdan miras gururumuz,
Yansın tüm meşaleler,
Yürüsün fener alayları,
Şahlansın davullar ile zurnalar,
Önde bayraktar,
Arkada trompetler,
Uyandıralım içimizdeki 23 Nisan çocuklarını,
Resmi geçitte ise,
Ata' ya saygı duran selamlar.

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu



İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

http://www.kanbankasi.gen.tr ...Sizi duyarlı olmaya davet ediyoruz! Toplumumuzda bir damla acil kana ihtiyacı olan, yarına umutla bakmak ve gülmek belki de tekrar eskisi gibi mutlu olmak isteyen bir çok insan var. Acil kan ihtiyacı olan insanlara yardım etmek için lütfen bu mesajı önemseyin! Kan vermeye sıhhi bir engeliniz yoksa kan verin. Acil kan duyurularında bulunan kimselere yardımcı olun, Yarınlara umut olun. Can verin. Hayat verin! Bir yaşamın umudu olun!.. Lütfen vakit ayırın; ama yarın değil, hemen bugün.

Satın almak istediğiniz aracın çalıntı veya rehinli olup olmadığını anlamanın en basit yolu http://www.araba.com.tr/service/ kısayolunda. Araç sorgulama kısmına tıklıyorsunuz, boşluğa sorgulamak istediğiniz aracın plakasını yazıp "sorgula" butonuna basıyorsunuz. Ayrıca bu kısayolda işinize yarayacak T.C. kimlik no, Trafik cezaları ve otomobil sözlüğü gibi kısayollar da mevcut.

İstanbulda aradığınız adresi bulmanın en kolay yolu haritaya bakmaktır. http://www.istanbul.net.tr/istanbul_harita.asp kısayolunda flash olarak hazırlanmış bir İstanbul haritası var. Ama bu kadar detaylı olmasına rağmen siz bu haritada bile doğru noktayı bulduğunuza kesin emin olmayın. İstanbulda yaşayanlar bilir, her an yollarda ani değişiklikler yapılabilir. Bu haritayı sadece ulaşmak istediğiniz yerin nerelere yakın olduğunu tespit için kullanın. İstanbulda adres arayanlara kolay gelsin.

...There are 6,800 known languages spoken in the 200 countries of the world. 2,261 have writing systems (the others are only spoken) and about 300 are represented by on-line dictionaries... İçerisinde Türkçe'nin de bulunduğu bu geniş kapasiteli sözlük için http://www.yourdictionary.com/languages.html#table bir tık.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


ReNamer 1.73 [1 MB] Windows Free
http://www.snapfiles.com/dlnow/rdir.dll?id=109057
Bazen onlarca dosyanın ismini 1 seferde değiştirmek istemişsinizdir. Örneğin dijital fotoğraf makinanızdan anlamsız isimlerle aldığınız resimleri ilgili olduğu günün adıyla yeniden düzenlemek istemez misiniz? O zaman bu program imdadınıza yetişebilir. Herkese tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050422.asp
ISSN: 1303-8923
22 Nisan 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com