|
|
|
26 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Balık mı tutacaktınız? |
Merhabalar,
"Bir ucunda daima bir alık, diğer ucunda bazen bir balık olan şey nedir?" diye sormuştu babam yıllar önce. Sırtı denize dönük bir ırkın afadı olarak oltayı bilememiştik tabi. Bu bilmece öyle bir yer etmişki beynimde, yıllarca her balık tutanı alık sandım. Hani yanlışta değildi tabi. Saatlerce kıyıda koca oltayı salla sonra bit kadar kaya balığını tutunca gelinlik kızlar gibi sevin. Ehh biraz alıklık var diyordum kendi kendime. Ama sonraları birkaç müdavimle oturup konuşunca durumun hiç öyle göründüğü gibi olmadığını, aksine temiz hava bol gıdanın beyin damarlarını açtığını öğrendim. Bir türlü deneme fırsatı bulamadım ama. Ya zamansızlıktan, ya parasızlıktan ya da babam alık diyecek diye salladım durdum. Beş sene kadar önce beyin damarlarımın iyice daraldığı bir zamanda, artık ben oldum düşeyim dedim ve gidip bir olta almaya karar verdim. Onca sene beklemişsin yakışır mı sana kızılcık sopası, al kendine şöyle kavaktan hallice bir olta dedim düştüm yollara. Ucuz da değil meret ama bozdukya aklı bir kere, olmuşken iki tane olsun yanına bir başka alık daha alırsın dedim ve paraları döküp aldım 2 tane beyzbol sopası kalınlığında oltayı. İlk heves koştum kıyıya, çevredekilerin şaşkın bakışları altında, birinci saatin sonunda iğneyi suya ancak değdirebildim. Sonradan öğrendiğime göre arkamdan "Görgüsüz kılıç oltası alıp gelmiş boğaza." diye söylenirlermiş. Hakikaten, şöyle bir iğnesi vardı, tak danayı koy kasap dolabına. Yani öyle birşey. Ah ulan oltacı, bak gene düştün aklıma. Ben seni bir yerde kıstırırım nasılsa. Efendim nerden mi geldi aklıma bu hikaye? Hiç aklımdan çıkmıyor ki diyeceğim inanmayacaksınız. Bu benim huyumdur. Rezilliklerimi hiç unutmam, unutamam. Her aklıma geldiğinde gene ateş basar al bayrağa dönerim. Dün gazeteleri karıştırırken gördüm de gene kızardım. Tarım İl Müdürlüğü, Boğaz'da balık avlamak isteyenlerden ehliyet soracakmış. 2 yıl geçerli ehliyeti almak için dilekçe, fotoğraf, nüfus cüzdanı gibi her Türk vatandaşının mutlaka yanında taşıması gereken mühimmat gerekliymiş. Şimdi bir taraftan baktığınızda adamlar haklı. Ben gibi kazmalar boğaza balık tutmaya gelir doğanın dengesini altüst ederse nice olur halimiz değil mi ama? Hiç olmazsa hamsiyle kefali birbirinden ayıran, hangi mevsim hangi tavuk pardon balık avlanmalı bilen, saatlerce ayakta kalmaya dayanıklı, prezantabl, saçı başı düzgün, traşlı, mümkünse kravatlı amatör balıkçılar Boğaz kıyılarını süslesin. Gelip geçen turist otobüsleri de bizlerle gurur duysun. Yalnız ben bu işin uygulamasını epeyce merak ediyorum. Sanıyorum ellerindeki bürokrasi az gelmiş, raspa yapacağımıza ehliyet dağıtalım demişler. Hem bir yan gelir olur hem de eğleniriz diye düşünmüşler. Eh iyi de etmişler. Uygulamaya ilk geçildiği gün, kapalıyken sürahi açılınca oturak olan garip nesnemi alıp Boğaz'dayım. Bakalım ehliyet kontrolü nasıl olacak? Mutlaka iyi olur, sizleri de beklerim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Brezilya'lı Kahveci : Nuri Merzi |
Raskolnikov, Verkhovenski, Ripley, Hitchcock
İçindeki özün gürlüğünü tahkik etmek isteyen Raskolnikov, suçuyla başbaşa kalıverince, ne yapacağını şaşırır. İşte, düşündüğünü yapmıştır. Peki şimdi ? İşin vicdani tarafı bir kenara, iyi de şimdi ne olacak. Veya şöyle: bu yaptığından başka daha ne yapabilir ki daha öteye geçsin, eğer öteye daha öteye gidilen bir yola koyulduysa. Yoksa, böyle bir yol yok mu. Bu soruların cevaplarını Sonya'nın yardımıyla hem arayacak hem bulacaktır.
Raskolnikov, insanı insan yapanın, aslında - her türlü isyan hakkını saklı tutarak - muhtaç olduklarını gördüğümüz başkalarına, yaşamımızı adamak olduğunu anlar. Bu ihtiyaç sahipleri de, eninde sonunda, etrafımıza baktığımızda, hemen farkettiklerimizdir. Başkalarını da tabii ki gözetmeliyiz, gücümüz yetecekse. Böylesine basit bir gerçeği anlamak için tefeci kadını öldürmek mi gerekiyordu. Bazen öyledir. Tuhaf tecelli. Derslerini Sonya'dan alacaktır ama, tefeci kadını öldürmese, büyük bir ihtimalle, Sonya, Raskolnikov'a sıradan bir fahişe olarak gözükecekti. Öte yandan, yaşamla oynamamak gerektiğini öğrenir Raskolnikov: kimsenin canına kastedemezsiniz. Nedeniniz ne olursa olsun, bunu yapamazsınız. Bunu yaptığınızda, Tanrı'nın kanunları (ve/veya kiminse) çalışmağa başlar. Hangi ölçekte, nasıl, ne zaman. Bunu bilemeyiz ama sonuç önce bu dünyada alınacaktır. Yaşamla oynayamayız. Çünkü neden: Tanrının projelerinden (ve/veya kiminse) tam olarak haberdar değiliz. Zaten böyle bir işe kalkışmak, sefil bir kibiri gerektirir ki, insanın canına öncelikle bu okur. Raskolnikov, aslında, daha hemen, yaptığı işten pişmanlık duyar, ama pişmanlık yetmez (bu sadece kendimizden özür dilemektir), Proje'nin sahibinin önünde eğilmek gerekir. Sibirya'da, yanında Sofya, bunu yapar. Bu keşif pahallıya mal olmuştur ama değmiştir. Kendi sırrını aydınlatmıştır. Sorumsuzluğundan bir insan yaratmıştır.
Suç ve Ceza, insanın özgürlüğünün, enine boyuna, araştırılmasına yönelik bir egzersizdir. Aslında, bu egzersiz, Batı'nın pozitivizminin, Rus uygarlığına yaptığı komploya, ne şekilde cevap verilebileceğine dair bir örnektir. Ecinniler ise toplumun özgürlüğünün tahkik edilmesinin hikayesidir. Dostoyevski, Suç ve Ceza'yı yaşayan insanların, Ecinniler türü bir devrin içinden geçeceğini de neredeyse dahice çıkarmıştı. Gayet tabii değil mi: kendime maledemediğim şu özgürlüğümü belki toplucanak kotarırız, boşdüşü, yani. Neyse, ne. Ecinniler'de, zamanın Rusya'sında, taşrada bir şehirde, devrim yapılacağı haberiyle beraber, ufukta sefil bir adam görünür: Verkhovenski. Kendince hücreler kurmaktadır, amacına uygun, kolaylıkla oynayabileceğini düşündüğü insanları, örgütlemeğe başlar. Verkhovenski, sanki şakacı, kişiliksiz, neredeyse duygusuz, ama öyleymiş gibi de gözüken, güya saygılı, bencil ki bencil, hilekar ve yaşam için sonuna kadar inatçı biridir; sahiden iğrenç bir adamdır, bir "solucan'dır", girmediği kılık yoktur; bazılarına emreder, bazılarına yaltaklanır, bazılarının yuvasını yapar, bazılarını pohpohlar; kafasından tam olarak neler geçtiğini bilmek imkansızdır; oradan buradan bir takım alıntılar yapar, güya mazlumların haklarını savunur, bu konuda konuşurken sanki duygulanır, uzun uzun sanki mantıklı şeylerden düzgünce ve saygın bir şekilde konuşur. İnsanın onu takdir edesi gelir. Sanki özgürlük peygamberidir. Ama bir kere onu deşifre edince midenizin geçmişe yönelik olarak bulanası gelir. Ecinniler'de, Şatov'un kaatili aslında odur. Ama, tümüyle felsefi nedenlerle intihar etmek üzere olan Kirilov'un (o da başka bir alemdir) bu cinayeti üstlenmesini temin eder. Verkhovenski pespayenin biridir, hem ortada çok dolaşmakta hem de her taşın altından çıkmaktadır. Aslında, bu yaptıklarından sadece zevk almaktadır Verkhovenski. Ama yine de bir insandır işte. Tapınmağa ihtiyacı vardır; tapınma zamanı gelince kendince uygun gördüğü birine gidip, bütün o yüce fikirlerini bir kenara bırakıp, tapınma seremonisini gerçekleştirmektedir. Ecinniler'de bu Tanrı, Stavrogin olur: Tanrıyı inançsız inançsız arayıp bulamayan ve önünde eğilecek kimseyi bulamadığı için yaşama dayanamayan ve intihar eden Stavrogin. Verkhovenski gıdasını başkalarına acı çektirerek temin eder; sentetik gıdasını alır, sentetik tapınmasını gerçekleştirir. İşler yolundadır. İşler bozulunca da ne yapacağını bilmektedir. Yeni bir mekan yeni bir tezgah yeni bir senaryo. Sırrının aydınlatılmasına imkan vermeyecektir. Kayboluverir. Bu başarısı onu yeni yeni cinayetlere götürecektir. Aslında yegane barutu, insanlara dünyayı cennet olarak vaad etmektir. Kim kanmaz ki.
Tom Ripley öncelikle Patricia Highsmith'in bir roman kahramanıdır; görünüşte, sıradan biridir, bütün yaptıklarını, sadece, daha iyi yaşam koşulları sağlamak için, yapmaktadır. Belki kendinin de farkında olmadığı bir şekilde, kendi kalitesini tahkik etmektedir (bu açıdan Raskolnikov'a benzer (öte yandan Verkhovenski ise kendi aşağılık kalitesinden emindir)). Aslında, bir Dostoyevski kahramanıdır Ripley; o da sorumsuzluk bayırında olabilecek her türlü taklayı atmaktadır. Her bir taklası ayrı bir suçtur. Peki niye böyle davranmaktadır. Görünürde hiç bir nedeni sahiden yoktur: evet, sadece daha iyi yaşam koşulları. Başlangıçta ufak hilelerle neredeyse sürünerek yaşamakta olan ve öteye geçmek için pek bir gayret sarfetmeyen Ripley, birden kendini sahnede bulur: New York'lu zengin bir işadamı (Greenleaf), Ripley'i oğlunun (Dickie) yakın bir arkadaşı sanarak, onu, oğlunu yaşamakta olduğu İtalya'dan geri gelmeğe ikna etmek için, İtalya'ya gönderir. Orada başından bir dolu macera geçer; Ripley'i bir maceradan bir diğerine, bu arada bir suçtan diğerine bulaştıran, aslında biraz da kendi şahsiyetinden bir türlü memnun olamayışıdır; bir rolden bir başka role geçmektedir.Bu şahsiyetinden memnun olamayış hali, Verkhovenski'de de vardır, ama Verkhovenski çevresindekleri boş bir amaç aracılığıyla örgütleyip zarar verirken, Ripley etrafındakilerden neredeyse tek tek hesap sormaktadır. Ripley, hep nazik, hep saygılı, hep güleryüzlüdür. Lakin, kendince önemli durumlarda, gözünü kırpmadan adam öldürebilen, bir dolandırıcıdır. Aslında kendini aramakla vaktini geçirmektedir.
Ripley gerçekten ilginç birisidir. Kiminle karşılaşırsa, onun neredeyse ne düşündüğünü anında anlamaktadır; ama konuşmanın başlaması gerekmektedir. Bu aslında illa ki konuşma değildir, illa ki göz teması da değildir. Telefon bile yeter onun için. İletişim diyelim. Evet, iletişimi onun kadar sürdürebilen birini hiçbir romanda okumadım (romanda diyorum). Ve bu iletişim seansları içinde de yapacağını yapar (sıkılmadığı sürece). Öyle belirli tez ve hırslarla gelmez masaya. Ama bakarsınız, Ripley yine istediğini elde eder. Edemediği durumlar tabii olacaktır. Hayat bu. O zaman cinayetlere giden bir süreç başlar. Verkhovenski ise tek taraflı bir iletişim uzmanıdır. O ikna eder, masaya hazırlıklı gelir, kazanır, kandırır; neredeyse bir kas gülüşü vardır, Ripley gibi (Matt Damon'dan başka kim oynayacaktı onu).
Ripley, suç için, bir başka motivasyon, kendisine ise bir başka tür kader öneriyor, hatta nihayet uzun denemeler ve nice gayretlerden sonra bu kaderi inşa etmeyi başarıyor. Verkovenski'de ise tam teşeküllü iğrenç bir yapı baştan itibaren vardır. Ripley'de, denilebilir ki, kalitesini tahkik etmeyen isteyen, Verkhovenski'nin yeteneklerinin ötesinde yeteneklerle donatılmış, ama neredeyse utangaç bir başka tür Raskolnikov ile karşı karşıyayız; sinirsiz, sakin ve de Verkhovenski'nin tersine mütevazi. Ama yine, şakacı, samimi, şeffaf yani, fakat neredeyse kişiliksiz, duygusuz mu duygusuz, güya saygılı, bencil ki bencil, hilekar ve yaşama bir ayrık otundan daha bağlı bir organizma. Raskolnikov'un neredeyse hiç yanından geçmediği özellikler bunlar. Peki nedir onları aynı başlıkta yan yana getiren. Sorumsuzluk demiştik galiba. Sorumsuzluk şöyle üstünkörü geçilirse, işte tembellik denecek bir şey gibi gözüküyor. Eğer bu yoldan yaşamımızı idame ettirebiliyorsak, bu, sadece kendimizi ilgilendirir. Tabii bu arada başkalarını da istismar etmiyorsak. Sorumsuzluk lakin oralarda kalmıyor. Suça öyle veya böyle dönüşüyor. Bir alışkanlık haline dönüşebiliyor. Ripley bu yolda ilerliyor. Her romanda, suça dönüşmüş yeni yeni sorumsuzluklar ediniyor. İnsanın yanına kar kalabilecek şeyler olduğunu sanmasın kimse. Ama o, bazen yetenekleriyle, bazen şansıyla, bazen de anasından emdiği süt burnundan gelerek, meseleleri hallediyor; irticalen evet. Kendi açıklamazsa sırrı açığa çıkmayacak.
İnsan bir kez başkasını taklit etmeyi deneyebilir, bence bunda kötü bir şey yok. Gerçi, bu insanın kendisinden memnun olmadığında olabilecek bir durumdur. Ama ne zamanki ikinci taklide geçersiniz o zaman kendinizi öldürmüşsünüz demektir. Ripley kendini öldürdükçe öldürür. Bu açıdan Verkhovenski'nin tam zıddıdır. Ama o kadar zıddıdır ki, bazen Verkhovenski'nin karşısına geçer, daha o vaad etmeden kendisi alır gider. Raskolnikov'un o baştaki sorumsuzluğunu, kendi hayatı boyunca misliyle sürdürür. Dışardan bakıldığında, bir yaşam mücadelesi vermez, sanki sadece önceden yazılmış (aslında kendi yazmaktadır) kaderini izler. Gerçi, Verkhovenski'de de öyle hayatın gailelerine ilişkin en ufak bir zahmet yoktur. Ağını atar, o kadar. Ancak gerçekte, Ripley ise içlerinde en fazla yorulandır; sürekli gerilim, üstüne korku ve endişe; gerçi giderek bir düzen kurar, ama nereye kadar, her an bir yerden bir şey patlak verebilir; yarın çok güvensizdir. Ama biliriz ki her zaman başaracaktır. Oysa Raskolnikov için ne kadar endişeliydik. Verkhovenski'nin ise sat anasını, canı cehenneme.
Sıradan insanların Ripley'den korkmalarına gerek yoktur; bizler onun yoluna çıkmayız, bizlerden yeter ki korkmasın, onu gördüğümüzde ihbar etmeyelim; en sağlamı Ripley'leri tanımamazlıktan gelelim. Olsa olsa bizler belki Raskolnikov'a özeniyor olabiliriz, ona gıpta ile bakıp belli bir mesafe almayanımız herhalde yoktur, ama onun yaptıklarını hangimiz yapabildi ki, çoğumuz bir balta edinemeden, işine gücüne bakmaya başladı. Raskolnikov aslında hepimizin ufkunu açmıştır öyle veya böyle. Bizlere ondan da zarar gelmez. Hele tefeci olmadığımız için, Raskolnikov da bizden uzak durur. Bizleri bekleyen tehlike Verkhovenski'dir. Çünkü Verkhovenski illa ki Ecinniler'de ikamet etmemektedir, o insan olan her yerdedir. Önce gönül alıcı, sonra hak verici, yüze gülen, ihtisas ansiklopedilerinden alıntılanmış akla fikre ziyan ezberlerle insanın ağzından girip burnundan çıkarak, akıl çelici davranışlarla insanın canına okur. Aslında, şeytan bile Verkhovenski'nin yanında yaya kalır. Şeytanın en büyük numarası Mefisto olmaktı. Mefisto kendince seçtiklerine musallat olurdu. Verkhovenski herkese musallattır. Sırf zevk için. Bir projesi yoktur; ama insanlara güya çok önemli görevler verir, insanları güya yüceltecek görevler. Verkhovenski'yi, işlediği suçlardan dolayı, kolay kolay suçlayamazsınız. Çünkü maddi bir çıkarı yoktur, üstelik cepten bile harcar. Yeter ki zarar verebilsin. Verkhovenski'nin yoluna çıkmak veya çıkmamak diye bir şey söz konusu değildir. O gelir sizi bulur. Her şeyi vaadeder. Kanmamak mümkün değildir. Faust bile Mefisto'ya kanmıştı. Siz, biz, Faust değiliz ki. Haydi haydi gideriz gümbürtüye. Onun için dikkatli olmak gerekir. Ama nasıl. Bu size kalmıştır.
Raskolnikov baltayı edinir ve kullanır; Verkhovenski baltayı birilerinin eline verir, dava uğruna bir cinayet işletir, seyrine bakar, sonra ya cinayeti başka birinin üstüne yıkar, ya da katili ihbar eder, kurşuna dizdirtir, nihayet onun haklarını savunur, savundurtur, daha aklınıza benzer ne geliyorsa her şeyi yapar; Ripley'in öyle teoriyle pratikle işi yoktur, neredeyse hiçbir değere sahip değildir, herşeyi yapabilir. Gerçi amacı intikam almak değildir, ama dümenini çevirirken, ekmek parasını çıkarırken, öldürmeğe mecbur kaldığında, sadece öldürmez, tadını çıkarır. Dickie'yi, san Remo açıklarında, kayıkta kürekle öldürürken iki darbe yeterken, vurur da vurur. Cinayetler, giderek gıdası olmağa başlar. Burada, yerine geçmeğe çalıştığı kişilere duyduğu intikam söz konusu değildir sadece. İrticalen işlediği cinayetler, ona neredeyse entelektüel bir zevk verir.
Hepimizin kariyerine bir süre Raskolnikov'un, Verkhovenski'nin, Ripley'in kurslarına devam etmek yazılmıştır. Sorun bu rolleri benimsemeğe ilişkindir gibime geliyor. Sahi o kurslarda ne yaptınız, kurs notlarınızı hala saklıyor musunuz. Yoksa arada bir onları hala okuyor musunuz. Hayır mı. Zamanında da mı şöyle bir göz gezdiriyordunuz. Size sadece el kitabı mı vermişlerdi. Onu da hiç mi açmadınız. Kurslara sadece insan tanımak için mi gitmiştiniz. O zaman tamam. Onlar da kursları tam bunun için açmışlardı. Ama sonunda neler oldu. Bakın ne var: Aynı kurslar yeniden popüler olmaya başlayabilir (belki başlamıştır bile). Üretmeğe sıkılan insanların oyalanması gerekecektir çünkü. Ne ki komik olan şu: aynı yeteneksiz ve hırslı ekipler iş başına gelebilir; zamanında, hiç bir dersini çalışmamış olan bir takım lumpen şimdilerde yine o dersleri bu kez veriyor olabilirler. Çocuklarınıza mukayyet olun.
Bu konuda yazacaklarım bitti, ancak baktım ki, yine herkesin bildiklerini söylemişim. Benim katkım ne olabilir diye düşünüyorum. Ha, tamam, bakın nereden nereye. Hep aklımdan Dostoyevski'nin romanlarından birinin filmini çekmek geçerdi. Önce Suç ve Ceza, sonra Budala, nihayet Karamazov Kardeşler; bu çerçevede bayağı egzersizlerim oldu (zihnimde hep zihnimde); ama işte oldu diyebileceğim bir şey çıkmadı; ama olacağına inanıyordum. Uzatmayalım, lakin bir türlü gerçekleştiremedim: zamansızlık diyelim. Biraz durun. Söylemeyi unuttum, iyi kötü Hitchcock'un bazı filmlerini seyretmişliğim vardır. Bu arada da kafamda hep, Hitchcock, Dostoyevski'nin filmlerinden hiç olmazsa birini niye filme çekmemiştir diye bir soru dolaşırdı. Özellikle gerilim ve de korku filmlerinin ustası Hitchcock, düşüncelerden oluşan ve korku ile büyüleyicilik neşreden Dostoyevski'nin kahramanlarının yaşadığı durumlardan, istediği gibi gerilim ve korku filmleri çekebilirdi. Ama çekmemişti. Ben bunları aklımdan geçirmekle yetindiğim zamanlarda, tam ne zamandı hatırlamıyorum, Truffaut'nun Hitchcock'la yaptığı sohbetlerin yer aldığı kitabı elime geçti. Truffault, Hitchcock'a benim zihnimi kurcalayan soruyu sormuştur (mealen): Niye Dostoyevski'nin bir romanını filme çekmediniz ? Cevap (mealen): Ben elime verilen senaryo ile çok oynarım; sonunda, temel aldığım roman veya hikaye bambaşka bir şey olur; ben bana verilen metni okurum, beğenirsem artık ortaya yeni bir şey çıkar, örneğin, Kuşlar'ın orjinal metni nasıl başlar nasıl biter hiç hatırlamıyorum. Suç ve Ceza'yı yapmadım, denemedim bile; zaten kusursuzdu. Belki yeniden yapabilirdim ama yapmadım. Hitchcock üç aşağı beş yukarı bunları söylüyor. İşte bu kadar. Bunun üzerine ben de film çalışmalarımı durdurdum.
Durdurdum ama, zihnim durmadı, hep bu konu etrafında dolandı durdu: Bilinçaltı, bilinçüstü. Biliyorduk ki ben bunu öyle veya böyle yapacaktım. Şöyle bir çıkış yolu buldum. Dostoyevski'nin romanlarını çekmeyecektim; romanlarında işi biten kahramanların bazılarına yeni bir kader çizecektim. Madem beni zor duruma Hitchcock sokmuştu, beni kurtaran da o olacaktı: Hitchcock'un benim bildiğim filmlerinin en azından üçte biri, başına bir bela sarılan/sardırılan ama aslında tamamen masum erkek kahramanların, üstelik bir de suçlu duruma düşürülmelerini konu edinir (North by Northwest (Gizli Teşkilat), The Man Who Knew Too Much (Gölge Adam), The Thirtynine Steps (Otuzdokuz Basamak), Öldüren Hatıralar (Spellbound) Genç ve Masum (Young and Innocent); kahramanlar, film boyunca, yanlarında, kendilerine, özellikle o sıralar pek o kadar sempatik bakmayan bir kadınla mecburen beraber olarak esrarı aydınlatırlar; sonunda mutlu son. Benim aklımdaki, Verkhovenski'nin (Klaus Kinski) başına çorap ördüğü adamlardan birinin, yanında Nastasya Filippovna (Kim Novak) benzeri bir kadınla ona haddini bildirmeleridir. Erkek kahraman olarak da İvan Karamazov'u düşünüyordum: Tanrı'nın gerekliliğini teslim eden, bu gerekliliğe inanan, ama onu bir türlü bulamayan ve huysuzlanan biri. İvan Karamazov, Verkhovenski'yi iğrene iğrene parçalayacaktır. Çünkü neden: Verkhovenski, İvan'ı kolay bir tip sanacaktır, Tanrı'yı aramakta olduğu için onu Stavrogin'le karıştıracaktır. Nasıl Stavrogin'le hem oynuyor hem de ona tapınıyorsa, benzeri bir av sanacaktır İvan'ı. Hesaba katmadığı, ufacık bir inanç ile dahi, olmayanın bile bulunabilecek olmasıdır. Ha İvan'ı kim mi oynayacak: Ömer Şerif. Hiçbiri Hitchcock'a uygun değil (Vertigo'nun çekimlerindeki tartışmalarından sonra Hitchcock'un Kim Novak'ı listesinden sildiğini biliyoruz), olsun, bu benim filmim. Meseleye böyle bakarsak bu filmi çekebilirim. İçim rahat, ne yapıyorsak yapalım, önemli olan da bu değil mi. Ama iş o kadar basit değil. Hitchcock'un söyledikleri bu yapmakta olduğumu yasaklıyor mu, tam emin değilim. Ama hiç de belli olmaz bir de bakarsınız çekerim. Belki çekemem. Ama başarıdan eminim. Kimseyi kandırmayayım: Ben bu yazıyı yazmadan önce, bahsettiğim filmi, çekimi dahil, zihnimde defalarca oynadım.
Nuri Merzi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz Annem'e dair hikayeler -III- |
|
Annem ile babam 1961 yılında Samsun'da evlenmişler. Hemen ardından babamın Yedek Subay olarak vatani görevini yerine getirmesi için birlikte Adapazarı'na gitmişler. Anneciğim yeni gelin olarak evini yaşayamadan asker peşine gelmiş. Orada bütçelerine uygun ufak bir daire kiralamışlar.
Babam gün boyu göreve gider, annem geçici de olsa evi süslemeye çalışırmış. Bu meyanda bana hamile kalmış. Durum anlaşılınca babamın askerlerinden bazıları "Yenge, canın ne isterse emret!"diyerek annemin etrafında pervane olurlarmış.
Dursun asker Giresun'danmış. Annem en çok onu severmiş. Çok komikmiş, annemi hep güldürürmüş. Vaktiyle siyah-beyaz olan bir fotoğrafı duruyor hala, gördüm, tipi de komik. Dursun'un ağız yapısı karikatür gibi, hele hele pişmiş kelle gibi gülümserken. Annemin karnında ne zaman kıpırdasam, karşısında hep Dursun asker varmış. Annem ona benzeyeceğim diye çok korkmuş. Hala, ne zaman bana kızsa, "zaten, tıpkı Dursun'a benziyorsun.." deyip, hikayeyi de bildiğim için beni gıcık etmeye çalışır.
Bir gün annem, kabak tatlısı aşermiş. Babam, yardımcı olsun diye Dursun'u eve göndermiş.
Annem "balkabağı da balkabağı.." diye tutturmuş. (Laf aramızda; hala çok seviyorum!). Dursun, balkabağı işini çözmek için gitmiş.
Akşamüstü olmuş.
- Yengem, balkabağu istemiştun, getirdim. Nereye indirteyim?
- Ne indirmesi Dursun asker? Getir, bir zahmet mutfağa bırakıver!
- Yenge, hele bir bah pençereden daaa.. Bah çoh sevineçen!
- Dursun! Ama bu bir kamyon dolusu! Ben bir tane balkabağı istemiştim.
- Yoh yengem, çanun belki yarın da ister diye hani.. Askerleri saldum tarlalara, zor olmadı daa. Seç, pişur, ye yengem sen, uşağun sevinsin!
Annem bir dönem hep balkabağı yemek zorunda kalmış. Mahalle de doymuş ama bir daha aşermemiş.
Çok geçmeden, babam bir gün hışımla eve gelmiş. Bir sinirli, bir sinirli..
- Ne o Güngör, ne oldu söyle?
- Ne olacak? Tabur bomboş.. Askerlerin hiç biri yok!
- Aaa.. Neden?
- Bilmiyorum. Sözüm ona hepsi çarşı iznindeymiş..
- .....
- İzin alsalar, kimden alacaklar? Benden. Eh, ben izin kağıdı imzalamadım ki..
- Ah, hayatım.. Şey.. Ben....
- NE?
- Ya.. Yazık çocuklara diye düşündüm. Baktım balkabağı soymaktan helak oldular kaç zamandır, yoruldular, kıyamadım. Hamama falan da giderler hem.
- Ama, sen ?.. Sen nasıl imzalarsın?
- Eh, sen 'G.Oğuz', ben 'G.Oğuz', imzalayabilirim. İmzaladım da. Hem ben..Bak galiba birşey daha aşereceğim şimdi.
1962 yılının Haziran ayında bendeniz, İstanbul'da dünyaya gelmişim. Babam yoğun bir şekilde çalışıyor, annem ise evde bana bakıyormuş.
Annem yine bir muzurluk yapmasın diye, babam sıkı önlemler almış. Benim doğumumdan birbuçuk yıl sonra da kızkardeşim Gülin dünyaya gelmiş. Dolayısı ile o dönem, annemin ikiz büyütür gibi, iki bebekle pek gırgırlık durumu kalamamış.
Her gece, birimiz birinin ayağında, diğerimiz ötekinin ayağında sallanırken, annemle babam aşklarından söz etmek bir yana, yorgunluktan öylece sızıp kalıyorlarmış.
Söz etmezsem belki kızar; 9 yıl sonra da bir erkek kardeş geldi aramıza.. Göktuğ! Erkek diye koçlar kesildi vallahi! Koç gibi de oldu, maşallah!. O, annemin bizim ailenin en yüksek IQ'lu ferdi olduğunu söyler. Annem de, pek tabii olarak, her anne gibi en çok oğluna zaafı olanlardandır.
Ha, iş madem annemden tüm aileye yayılacak, o zaman yazayım; bir de kuşumuz vardı. Kanarya.. Gri. Adı da; Güven! Annem, gri kanarya olur mu diye, onu acımadan pencereden azad etmişti.Gırgır ve Gaddar kadın!
Etiler'de otururduk. Apartmanımızın adı; Güneş idi. Annem apartmanı ve sakinlerini pek severdi.
Şimdi, İzmir'de oturduğumuz apartmanın adı da; Gaye! Henüz kayda değer hikaye yok!
Anlayacağınız, ailem için G'ler içimizde, etrafımızda oldu hep. Tıpkı annemin her daim Gırgır hatun olması gibi, yüzlerce Gülümseten hikayelere sahip olması ve tıpkı herkes için dilediği "Güzellikler" gibi.
Gülendam Z.Oğuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 17 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana Günahsız Geceler. |
|
Ay dede yeminim,
Yıldızlarsa Hep benim.
Güneşse,
Sendelediğim oldu,
Kırgınım herkese.
Kırgınım dargınım herkese, kimse yok ki kalmamış bir can, candan bana.
Ellerimle çapaladım toprağı, bir de baktım toprağın altı canlar kaynıyor.
Sere serpe yatıyor cümle rahmetliler, içim cız ediyor kimse duymuyor,
kaçıp gitmek, uzaklaşmak istedim gayri diyardan.
ALLAHIN emri Peygamberin kavli misali istesem yer verir miydi o hal
üzere insanlar?
Bazılarını duydum,gördüm şiir gibi sevdalar.
Düşündüm!
Şiir içimizdeki sevdaların ibadeti değil midir?
Baharlarım vardı şiirleştirdiğim kimseye kıyıp veremediğim,
yaşayamadığım o tatlı baharlarım.
Bohçalayıp yaşayamadığım baharları gönlüme katık edip, çaresizlikler
içinde gerçekler ülkesine doğru yola çıktım.
Meleklerle söz kestik kabul olan dualarımızla düşlere nikah
kıyarız diye, günler geceleri kovaladı ömür bitip eriyiverdi.
Gün oldu harman oldu, yuva oldu kuş kondu, gelen giden yolcu oldu, yol
oldu durak oldu sevgisizlik bağından gidenlerden varan olmadı.
Ne o diyara ne bu diyara..
Ben benden gideyim dedim, benden bile gidemedim
çünkü hep cahilim içimin
koyun ağacında.
Gidemedim, geçemedim çünkü vicdanım sıratım oldu bu dünya yolculuğunda.
Günler geceleri getirir her gün, saklanmak istenen gizlenir gecenin
karanlığına bir iyi geceler olmak istedim sevdamın kollarında o da
olamadı gitti bu hovarda dünyada..
Şimdi diliyorum içimdeki baharda dilek ağacının altında, en iyi gece
sizin koynunuzda uyuyan gece olsun inşallah.
Rabbimin koynundan başka gece haramdır bana...
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay HIRS -I- |
|
I. BÖLÜM
Ufuktan yükselen güneş gözlerine dolduğunda, sinsi bir bakış fırlattı karşılığında. Gözleri kısılmış ve küçülmüştü. Sonra nedense ayaklarının üzerinde bir ileri bir geri giderek şakalaşmak isteyen denize kızdı. Eğildi, yerden bir taş aldı... Yüzü suya düştü, daha çok kızdı. Tam alnına isabet ettirdiği taş yansımalarını dağıttı. Yine yalnız kalmıştı işte... İçinden yansıyan o masum kız suyun üzerinden derinliğe gömülmüştü. Ne yaparsa yapsın yine gelecekti, o ise her defasında aynı hırsla karşılayacak, bedenine sahip olmasına engel olacaktı.
Deniz kenarında bir süre daha durup, planlar kurarken hayata dair, düşündüğü bir şeylere kızmış olacak ki denize tükürdü... Tekrar, tekrar. Sonra arkasına dönüp yere fırlattığı çantasını koluna geçirdi. Kumsal boyunca yürüdü. Güzel manzaraları sevmiyordu. Neden gelmişti ki buraya? Zaten böyle manzaralar hep duygusallaştırırdı onu. Oysa duygusallık onun için bir zayıflıktı. Asla zayıf olmayacak, hayatla girdiği savaşı kazanacaktı. Bunları düşünürken gözleri irileşmiş, dudakları sinsi bir gülüş neticesinde incecik olmuştu. Çıkık elmacık kemikleri bu gülüşle daha da belirginleşmişti. Birden bire başlayan hırçın bir rüzgar ile yüzünü perdeleyen kızıl saçlarını elleriyle arkaya fırlattı... Dalgaları omuzlarından beline döküldü. Annesinin şefkatle saçlarını taradığı zamanlar düştü aklına... Özlemle yüzü ekşidi. Sonra yine içindeki masum kızla savaşa başladı. Kazandığında yüzünde yine o muzaffer eda vardı.
Sahile bir kilometre uzaklıkta kurulu üç katlı -kendince malikane saydığı- evinin merdivenlerini tırmanırken, komşularının kedisinin terastaki salıncaklı koltuğuna yerleşmiş uyuduğunu gördü. Ayağından hışımla çıkarttığı terliği kedinin kafasına geçirdiğinde, zavallı hayvan şaşkın bakışlar ve incecik çığlıklarla kaçtı.
Henüz dokuz yaşlarında iken annesi, zengin bir ailenin yanında hizmetçilik yapıyordu. O zamanlarda çok sevdiği bir kedisi vardı. Annesinin yanında çalıştığı ailenin küstah, iriyarı bir kızları vardı. Daha o zamanlardan her şeyi satın alabileceğini düşünen kızları, hayatta sahip olduğu ilk şeyi, kedisini zorla elinden almıştı. Günlerce ağlamış olmasına rağmen, annesi işten kovulurum korkusuyla sesini çıkartamadığından kedisini geri alamamıştı. Hayat zalimdi... İlk o zaman öğrenmişti ağlamaması gerektiğini.
Devam eden yıllar daha çok ağlamasına neden olmamış değildi. On iki yaşına bastığı zamanlar alımlı bir genç kızlığa adım attığı, kendince yine mutlu saydığı yıllarıydı. Orta okulu okuması için İzmir'deki amcasının yanına gönderilmişti. Son sınıfa gittiği bir gün eve döndüğünde, yengesi ile amcasını kavga ederken buldu. Yengesi feci dayak yemişti. Bir yandan dudağının kenarındaki kanları temizlemeye çalışan kadın, bir yandan lanetler yağdırıyordu... Üzerine çöreklenmiş vahşi adama. Çok geçmeden eşyalarını topladığı gibi evi terk etti. Bir daha asla dönmedi. Okulu bitmiş, yaz sonu gelmişti. Hala, amcasının ailesine ısrar etmesi yüzünden ona ev işlerinde yardımcı olması bahanesiyle gidememişti. Oysa gitmek, kaçmak istiyordu. Ailesine amcasının evinde yaşadıklarını asla söylemedi, söyleyemedi. Korkmuştu, çok korkmuştu. Oysa her gece ufukta gün kaybolduğunda rakı içmiş sarhoş bir nefes yüzünde solumaya başlıyordu. Karabasan gibi üzerine çöreklenerek, defalarca küçük bedeninde bir ileri bir geri gidiyordu. Her gece korkuyla girdiği kilidi bozuk odasında bir gece bile gelmemesi için saatlerce dua ediyordu. Yine de bu kabusu her gece yaşayarak öz amcası tarafından tecavüze uğruyor, ama kimseye bir şey söyleyemiyordu. Amcası; her gün işe giderken Ayşe evden kaçmasın diye üzerine kapıyı kilitleyerek çıkıyordu evden. Tek katlı köhne -hayatının kıyısına kurulu- evin camlarında olan parmaklıklar da bulunduğu hapishanenin gardiyanları olmuştu. Kaçmalıydı, mutlaka kaçmalıydı! Nereye olursa...
Çaresizliklerle kavrulduğu bir günün akşamına doğru eline aldığı bıçakla kol bileklerini kesti. Akşam eve döndüğünde Ayşe' yi yerde kanlar içinde baygın bulan amcası hastaneye koşturdu. İyileşecekti, bu zalim dünyaya karşı savaşını kazanacaktı. Hastanede yatışının ikinci günü amcası tarafından başına gardiyan diye dikilen hemşireleri atlatıp, hastaneden kaçtı... Halsizdi ve nereye gidebileceğini bilmiyordu. Cebinde hiç parası da yoktu. Şehrin otogar yolu boyunca yürüdü. Öğle saatinde tepesine dikilmiş güneş yürümesini güçleştiriyor, bitkin bedenini büküyordu. İlk o gün nefret etmişti güneşten. Acıkmış, dahası çok susamıştı. İstanbul' a giden otobüslerin yazıhanesine vardığında, orada oturan yaşlı bir adama kendisine bilet alması için yalvardı. Yaşlı adam defalarca neden bu kadar yorgun olduğunu, ailesini sordu. Ağzını bile açmadı. Sonunda gözlerindeki çaresizliği inanan adam bir bilet aldı. Daha sonra aç olduğu anladığından olsa gerek karnını da doyurdu. Ayşe defalarca teşekkür etti. Mutlaka bir gün borcunu ödeyecekti. Otobüs saati geldiğinde, iyi kalpli yaşlı adamın ellerinden öptükten sonra ağlamak ile sevinç arasında sıkışıp kalmış yüzünde zorla tebessüm etmeye çalışarak veda etti... Çıktığı yolculuk, hayatla kavga ettiği savaşının başlama noktası oldu.
Devam edecek...
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Rengim
Karanlıktı sahne. Herkes heyecanla sahnenin aydınlanmasını bekliyordu. Seviyordum bu anı. Nefeslerini tutuyorlardı önce, ardından kalp atışları arttıkça nefes alış verişleri de artıyordu.
Doluydu bütün koltuklar. Her dansçının korku dolu bakışları gibi baktı perde arkasından salona. Mutluydu. O heyecanı içinde hissetti.
En güzeli de sahne arkasıydı belki de. Herkesin ne olduğunu merak ettiği yerdi orası. Telaşla giyindiği kıyafetindeki son rütuşları yaptı. Yıllardır aynı adımları takip ettiği, aynı müziğe ruhlarını kattıkları partneri de hazırdı işte sahneye çıkmaya. Ben de bekliyordum onları sabırsızlıkla. Kim miyim ben?
Sahnenin tepesinden aşağıya doğru süzüleceğim spotlardan, önce beyaz.. Aydınlanacak içerisi. Sahneyi dolaşacağım her yerini, her köşesini. Önce ben dans edeceğim sahnede.
Sonra mavi olacak rengim. Gökyüzü gibi hür, özgür olacağım. Huzur vereceğim ve sen çıkacaksın partnerinle sahneye.
İşte senin adımlarının sahneye girmeye başladığı an, sarı olacak rengim, senin rengin diye. Güneş gibi doğacaksın çünkü sahneye.
Sen bir taraftan, o bir taraftan girecek müziğe ve ellerinizin birleştiği o an turuncu olacağım. Daha sıcak olacak içerisi. Müzik duyulacak yüksek sesle. Ve ben üzerinizde dans edeceğim müziğin her ritminde.
Hızlanacak ritm, birbirine karışacak ayaklar, ruhlar birleşecek ve kırmızı olacak rengim. İhtiras, aşk, bir de nefret olacak sahnede. Yaşayacağız bir kelebeğin ömrü gibi. Yavaşlayacak şarkı tekrar, hüzün kaplayacak her yeri. Ağlayacak bedenler. Zayıflayacak rengim.
Ve işte siyah olacağım o an. Karanlık..
Her yer karanlık…
Dilek Sökmek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Ediz Emon ( Küba ) <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.604 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ADI ÜSTÜNDE
Sensizliği kadehime doldurdum dün gece
rengi puslu bir kırmızı,
tadı buruk bir hayat...
Adı üstünde, 'sensizlik' işte
ne senin gibi kırmızı,
ne senin kadar hayat...
Öykü Özü
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Bir düşünelim bakalım. İnternete girmeyi ve sörf yapmayı neden isteriz? Bu sorunun cevabı bir tane değil tabi ki. Açık söylemek gerekirse benim en büyük gerekçem eğlence. Evet itiraf ediyorum; benim internetten en büyük beklentim eğlence. E öyleyse bu sefer sadece eğlencelik bir şeyler bulalım. Mesela oyun, http://www.gamealbum.com kısayolunda güzel bir oyun arşivi var. Belki hoşunuza gidebilir. Senelerdir bu sanal ortamdayım, oyun oynamaktan sıkılanı henüz görmedim. Bu saatten sonra da görebileceğimi sanmam. Bakalım başka neler var? Hımmm. Siz işyerinde veya ev ortamında bilgisayarınızla yoğun bir irtibat halindeyseniz, ekranda hep aynı görüntüyü görmekten sıkılır ve güzel bir resim ararsınız. Biz bu resimlere ne diyoruz? Duvar kağıdı. http://www.wallpapervault.com/ kısayolunda en alası mevcut. Hem de bazıları aktif animasyonlu, (ne demekse?). Şaka bir yana digital foto arşiviniz yoksa ve değişik resim arayışları içerisindeyseniz, bu kısayol size uyar. Digital fotoğraf demişken aklıma gelen ve hatta verimli olarak kullandığım bir web sayfası var. http://www.fotoport.com aslında ticari amaçlı bir site ;ama yine de, resimlerinizi arşivlemek ve istediğinizden resim baskısı siparişi dahi verebilmek için hoş bir site. Bir kaç kez denedim ve herhangi bir sorun yaşamadığım için tavsiye edebilirim. Ve işte en sona sakladığım sürpriz. http://mariemarie0000.free.fr/fichiers/images/pop.swf kısayolunda öyle ilginç bir şey var ki inanamadım. Eminim sizler de gözlerinize inanamayacaksınız. Sonunda yaptılar dedirtecek bu orjinal çalışmayı lütfen kaçırmayın. Büyük küçük hepinizin hoşuna gideceğine eminim.
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Hide My Files [438 KB] Windows shareware (19.95$)
http://www.secretfilesoftware.com/hidemyfilessetup.exe İyi düşünülmüş bir güvenlik programı. Gözlerden saklamak istediğiniz klasörleri kolay bir şekilde görünmez kılabiliyorsunuz. Ancak program sayesinde gürüyor dilediğinizde açıyor dilediğinizde kapatıyorsunuz. Ücretli ama, benim memurum işini bilir hani:-)) Saklayacak şeyleri olan herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|