ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 737

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 4 Mayıs 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Kurbağalar patlıyor!..


Merhabalar,

ABONE OL! Kurbağaları bilirsiniz, işte onlar bir yerlerde şişip şişip patlamaya başlamışlar. Bilim adamları bir virüsten şüpheleniyorlarmış. Hatta bizlere bile geçeceğinden endişe ediyorlarmış. Bakın sayın bilim adamları, endişeye hiç mahal yoktur. Kurbağalar doğal yollardan patlamakta, bir başka deyişle anayasal haklarını kullanmaktadırlar. Onca ezilmişliği, labaratuvarlarda kesilip biçilmeyi içlerine ata ata şişmişler, sonunda öpülüp prense dönüşemeden patlamaya başlamışlardır. Tıpkı benim canım memleketimin canım büyükleri gibi. Örneğin sayın Ar(h)ınç, daha ne olduğunu anlamayadan koca meclise başkan olmuş ve yıllarca eş ahbap dost arasında söylediklerini söyleyemez duruma düşmüştür. Kendisi arada azar azar hava koyverse de şişkinliğin önüne geçememiş, oynadığı böyyük amca rolünün üzerine yığdığı baskı altında ezilmiş ve sonunda sol koltuk altındaki baloncuk patlayıvermiştir. "Ben Meclisim... her şeyi yapabilirim. Anayasa Mahkemesi falan anlamam." 3 senelik şişkinliğin pıt misali ses çıkaracağını düşünmek gafletinde bulunan Ar(h)ınç hıncını çıkarırcasına bir de savunmaya geçmiştir. Her fırsat düştüğünde şu köşeden, şu canımdan çok sevdiğim sayın büyüklerim için hep aynı şeyi söylüyorum. Sonra haklı çıkınca da gerim gerim geriniyorum. Bu amcam bir emniyet sibobudur. Şişkinliği alsın diye yeri geldiğinde hava salması için o makamdadır. Dikkat edin diğerleri sadece suyun altında kurbağalama yüzmektedirler. Ne ses çıkaran var ne de itiraz eden. Hele sevgili Tayyip Bey de barış elçisi kıvamında fellik turizmin baş yolcusu olarak seyehatteyken, bırt bırt koyveriyor Ar(h)ınç amca işte böyle. O kibar babacan görünümlü maskenin altında ne cinlikler olduğu da böylece bir bir ortaya çıkmıyor mu?

Öyle bir hazımsızlık var ki evlere şenlik. Sen kalk demokrasi havarisi kesil, sonra sanki muz cumhuriyeti meclisinin başkanıymış gibi beyanatlar ver. İstediğinden değil ha. Sadece sibopsal bir karizmatik patlama. Tabana şirinlik, tavana mesaj verme telaşı. Ne oldum delisi olmanın arapça söyleniş biçimi. Bu hazımsızlığı en son rahmetli Menderes "Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz." diyerek yapmıştı. Sonrasında hilafet nereye geldi malum. Haşa, ne hilafeti ne de sebep olanları bir daha başımızda görmek istemeyiz. Ama dikkatli olup, türban meselesiyle türbana dolananları iyi ayırdetmeliyiz. Ar(h)ınç teknik olarak haklı olabilir ama pratiğe dökülmesi imkansızlar arasına girmiş bir şeyi dillendirmenin cami duvarına hacetini gidermekten farklı olmadığını birisi bu amcaya anlatmalı artık.

İnsan ister istemez komplo teorileri üretiyor. Evet bir garip laf etti amcam ama bir süre sonra bu meclis cumhurbaşkanı seçecek. Dedikodular Tayyip Bey'in o makama hazırlandığı yolunda. Dedik ya sibop diye. O zaman olabilecek büyük patlamaları şimdiden göğüsleyerek ağrısız diş çekmeye niyetlenmiş olabilirler mi? Bakın sizi bilmem ama nacizane bendeniz daha henüz Tayyip bey'in başbakanlığına alışamamışken bir de cumhurbaşkanı olmasını hazmedebilir miyim bilmiyorum. Hayır zaten şişiyorum, zamanı geldiğinde patlarsam halim nice olur. Hele benim gibi binlercesi kurbağa misali hep bir anda patlarsa bu memleketin hali nice olur?

Boşverin gelin biz dün bıraktığımız yerden oynamaya devam edelim. Burhan Öcal & the Trakya All çalıyor, Limoncu. Bırakın patlayan kurbağaları, şimdi oynama zamanı. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

10 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Sabiha Rana

 Beyaz Düşler : Sabiha Rana


  Kendimi Delet Ediyorum...

Haram sevgi çaldınız mı siz ?
Düşlerimin uykusu kaçtı yine içimde bu gece, bizim köyün delisi gibi, çıldırmış düşüncelerim..
Her dakikasını kurmuşum kendime, bir de piyes oturtmuşum köyün orta yerine
herkes muhtar kesilmiş metropolde başkan neyime......

İçimin bahçesinde ayaz tarlam seni yakmış kader sandım bilemedim..
Bak işte gidiyorsun bir kerecik dahi özüne inemedim...

Düşündüm de bizi düşümde,sessiz bir sahil, çırpıntısında dalgalar, eskimiş bir iskeleye bağlı kayıklar...

Günaydınımız ve iyi gecelerimiz arasında sıkışmış zamanlar...
Mahçup,suçlu tutamadığımız ama çalınmış sevgi sarhoşluğu arasında yakaladığımı sandığım, gerçekte tutamadığım o insandın...

Sanal nasıl tutulursun?
Ay elim, dilim tutulsaydı inşallah..
Sanal almış düşleri nasıl da kaçıyor sanki hırsız polis kovalıyor...
O kadar alıştım ki sanal kurşunlara ve kurşun gibi ağır mesajlara, arkasından takip eden soğuk savaş ve meydanlara...
Bir sebep bulunur elbet, gelenin elindedir mazereti sertifikası, içinden dışına çıkamayan bir türlü orgazm olamayan sanal düşlerinde dahi kazık yemiş elindeki iç dürtülü hayat dergisini sana bana okuyup sunan, adam olamamış adam sanır kendisini bazı adamlar....
Sevilmeyişini, istenmeyişini, beğenilmeyişini, anlaşılmayışını, bunlar hepsi mazereti kurstan alınmış, güven telkin etmeyen ders ilimleri...
Öğrencisi Hocası da kişinin ta kendisi...
- Hoş geldin bre hocam..
- Hoş bulduk çocum.
Nasıl geldik buraya kadar ben de anlamış değilim..
Anlasaydım seni bırakıp başka sohbet odasına geçemezmiydim
sanalımın dört köşesi ortası lingo şişesi, kahve köşesinde dostlarla iki okey atamazmıydım..
Ay sende mi?
Ben de ! ! ....
Sarıda hazırlanıp yeşilde geçecekdim,
kırmızı yanınca duruverecekdim...
Trafik arab saçı, olaya polis karışıyor durum sabıkalık...
Ay durmaz olaydım derdim inan ki bundan...
Nerden bilirdim orta saha dünden hazır, goller atılmış penaltıdan, hakemin elinde düdük
göstermiş bana sarı, kırmızı kart....
Ve öyle bir durdum ki apışıp kaldım... Elim saçlarıma yapışmış aha şöyle, gel bana sevdiğini söyle....
Sevgi, sevgi derler baş eti yerler böyle böcekler kendiliğinden türerler...
Ne isterler bu insanlar birbirlerinden ne beklerler ne bekledim de gelmedi, veremedi istediğimi bilemedim...
Sorular şimdi resmi geçitte, bu yüzden konular acayip sıkışık, nereye alırım nereye koyarım
alıp verilen duygu ve düşüncelerimi işte yine bu yüzden saçmalıyorum...
Ziller çalar her düşünce başında, güvensizlik çemberi içinde ben güvenilmez olurum yine kendi bildiğimce...

Başımın üstünde yeri desem, başım yerinde değil, beni ve başımı bu yüzden anlamış değilim....

Bu defa kendim geçirdim mausu elime, çare yok kendimi delet ediyorum,
yani sanalca ceset ediyorum....
Satıyorum hayatımın proğramını var mı alıp klasörüne koyan?
Müjdeler olsun sanalım sana, yeni bir hayat proğramının ilmiği var mausumun boynunda ....
Siz hayat ve yaşam arasında karşıdan karşıya geçerken el sallıyor olacaksınız gülerek
gelen güzel günlere...
Unutmayalım...
Yüreğin emeği helaldir, boşa gitmez...
Altın bir kalp içinde geri döner mutlaka, sakin ol ve üzülme...!
Melekler yüreğinizden öpsün bütün sanal aşıklar....

Sabiha Rana
http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              12 Kahveci oy vermiş.
27 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


Öngelişimsiz Örüntü

Bir yaz ikindisinde, bir tatlısu gölünün kenarına oturup kıyı kenar çizgisini gözleme fırsatı bulabildiniz mi, bilinmez. Eğer bir gün giderim diyorsanız, su hareketleri ile ıslanan ve bu nedenle çamurlu olan bölgede, küçük deliklerden yavru bir sineklerin yavaş yavaş çıkışlarını izleyebilirsiniz. Deliklerden çıkan sinekler, bir süre kanatlarını hareketlendirerek kurutur ve bir iki küçük uçma deneyiminden sonra yaşama bir başka safhada devam ederler. Yavru sinekler yaşama başladığı bu ilk anlarında, yaşamda sergileyecekleri birçok işlevi yerine getirme yeteneğine sahiptir. Biraz daha geriye gittiğimizde de, bu canlıların yaşama tek başlarına başladıkları ve birçok yaşamsal aktiviteyi becerebildikleri görülebilir.

Ne zaman bu tür bir gelişme gözlemi yapsam, hep insan bebeğinin durumu aklıma gelir. Yani doğduğunda neredeyse kızıl bir torbaya benzeyen, sadece debelenebilen, belirli dönemlerde beslenen ve ağlayan insan bebesi. Bir sinek, kısa bir dönemde kendisi ile aynı yaşamsal etkinlikleri sergileyen binlerce yavru meydana getirmiş iken, bir insan dişisi dokuz aydan fazla süre hamile kalmakta ve sonuçta genellikle bir tane ve çok az yaşamsal etkinlik sergileyen yavru meydana getirmektedirler.

Tabiî ki bu uzun gebelik dönemi sadece insana özgü değildir. Çoğu memeli de tıpkı insanlar gibi uzun bir gebelik dönemine sahiptir. Yine insanlar gibi uzun yaşam süreleri, büyük beyinler, karmaşık toplumsal davranışlar sergilerler. Çoğunlukla doğduktan sonra kendilerine yetecek az sayıda yavru yaparlar. Bu nedenle bunlara öngelişimli örüntülü canlılar denilmektedir. Bununla birlikte, bazı memelilerde gebelik dönemleri oldukça kısadır ve bir batında çok miktarda gelişmemiş (küçük, tüysüz, aciz, göz ve kulakları açılmamış) yavru doğururlar. Bu memelilerin yaşam süreleri kısa, beyinleri (vücut boyutuna göre) küçük ve toplumsal davranışları az gelişmiştir. Bu gelişime "öngelişimsiz örüntü" denilmektedir. Yani, öngelişimsiz örüntü ilkeldir ve büyüyen beyinle birlikte gelişen öngelişimli tipe hazırlık niteliğindedir.

Öngelişimli örüntülü olanlar diğer memelilere oranla, beyinleri vücut boyutlarına göre daha büyük, gebelik ve yaşam süreleri daha uzundur. Bir batında doğan yavru sayısı çoğu durumda, mutlak minimum olan bire inmiştir. Yeni doğan bebekler gelişmiş ve yeteneklidir. Ne var ki, açıkça göze çarpan, rahatsızlık verici bir istisna vardır: biz insanlar. İnsanlar olarak primatların öngelişim özelliklerinin çoğunu paylaşmaktayız. Bunlar: uzun yaşam, iri beyinler ve az sayıda yavru. Ne var ki bizim bebeklerimiz, çoğu öngelişimsiz memelide olduğu gibi, aciz ve az gelişmiş doğar. Bu nedenle insan yavruları için "ikincil derecede öngelişimsiz" deyimini kullanılmaktadır. Bazı yönleriyle (özellikle beyin) bütün türler arasında en öngelişimli olan bu tür, diğer primatlara göre niçin çok daha az gelişmiş ve daha aciz bir bebek geliştirmiştir?

Bu soruya verilebilecek ilk yanıt S. J. Gould'un sözleriyle "insan bebeklerinin embriyon olarak doğdukları ve yaşamlarının ilk dokuz ayında da embriyon olarak kaldıkları" şeklindedir. Bir anlamda kadınlar uygun dönemde -yaklaşık 18 aylık bir gebelik- ten sonra doğum yapsalardı, bebeklerimiz diğer primatların sahip olduğu standart öngelişim özelliklerini taşıyor olacaktı. Bir düşünün, insanın gebelik süresi bütün primatlar arasında en uzun olanıdır. O halde nasıl olup da yeni doğmuş insan yavrularının birer embriyon olduğunu, çünkü (bir anlamda) çok erken doğduklarını iddia edilebilir?

Bu konuda diğer bir yanıt, gezegensel günlerin bütün biyolojik hesaplamalar için uygun bir zaman ölçütü sağlamayışında yatar. Bazı soruların yanıtını, ancak zamanı hayvanın kendi metabolizma ya da gelişme hızına göre ölçerek verebiliriz. Örneğin bazı memelilerin yaşam süreleri birkaç hafta iken bazılarınki yüz yıldan fazladır. Peki, bu bir memelinin kendi zaman ve hız algısı temelinde "gerçek" bir aynı mıdır? Bir fare gerçekten de bir filden daha mı az yaşar? Ölçekleme kuralları, küçük ve sıcakkanlı hayvanların yaşam ritminin büyük akrabalarına göre daha yüksek olduğunu söyler. Kalp daha hızlı atar ve metabolizma hızı çok daha yüksektir. Birçok zaman ölçütüne göre değerlendirildiğinde, bütün memelilerin göreli ömrü birbirine yakındır. Örneğin hepsi, yaşamları boyunca yaklaşık aynı sayıda soluk alıp verir (küçük ve kısa ömürlü memeliler büyük ve yavaş metabolizmalı memelilerden daha hızlı solur). İnsanın gebeliği göksel takvime göre uzun sürse de, insanın kendi gelişim hızına göre budanmış ve kısalmıştır. İnsan gelişiminin (en önemlisi değilse bile) en önemli özelliklerinden biri, gelişim hızındaki belirgin yavaşlamadır. Beyinlerimiz diğer primatlara göre daha yavaş ve daha uzun süre büyür, kemiklerimiz daha geç sertleşir ve çocukluk dönemimiz çok uzundur. Hatta, çoğu primatın eriştiği gelişim düzeylerine hiçbir zaman erişemeyiz. İnsan erişkinleri, birçok önemli yönden, primatların çocukluk özelliklerini korumuştur. Diğer primatlarla karşılaştırıldığında salyangoz hızında büyür ve gelişiriz ama gebelik süremiz goril ve şempanzelerden ancak birkaç gün uzundur. Kendi gelişim hızımıza göreli olarak, gebelik dönemimiz belirgin şekilde kısalmıştır. Gebelik süremiz diğer büyüme ve gelişme süreçlerimiz kadar yavaşlamış olsaydı, insan bebekleri, gerçekte dölyatağı içinde geçirdikleri dokuz aylık süreden, yedi ila sekiz ay sonra dünyaya gelmeleri gerekirdi.

İnsan bebeklerinin "hala birer embriyon" olduklarını söylemek bir metafor ya da bir söz oyunumudur? Bu soruya yanıt arayalım insan bebekleri birinci yıllan içinde diğer primat bebeklerinin değil, primat ve memeli dölütlerinin büyüme örüntülerini paylaşır. Örneğin yeni doğan insan yavrularında kol ve bacak kemiklerinin ve parmak kemiklerinin uçları henüz sertleşmemiştir; çoğunun parmaklarında kemikleşme merkezleri hiç oluşmamıştır. Bu kemikleşme düzeyi, makak maymunlarının dölüt aşamasının on sekizinci haftasına karşılık gelir. Bir makak dölyatağında geçirdiği yirmi dört haftadan sonra doğduğunda, kol ve bacak kemiklerinin sertliği, insanın doğumdan ancak yıllar sonra erişebileceği düzeydedir. Daha da önemlisi, beyinlerimiz doğumdan sonra yüksek dölütsel hızla büyümeyi sürdürür. Birçok memelinin beyni doğumda bütünüyle oluşmuştur. Diğer primatlarda beyin gelişimi doğum sonrasının ilk dönemlerine kadar uzamıştır. Bir insan bebeği doğduğunda, beyni son boyutunun yalnızca dörtte biri kadardır. Yani, insan beyni, ancak doğduğundan sonra altı ay geçtiğinde şempanzelerin beyinlerinin doğumda sahip olduğu göreli büyüklüğe erişir. Peki insan bebekleri niçin zamanından önce doğar? Özelliklerimiz, genel gelişim süremizi büyük ölçüde uzatmışken, niçin gebelik süremizi kısaltarak bize özünde embriyonik bir bebek vermiştir, gebelik niçin diğer gelişim süreçleri kadar uzamamıştır? Bu konudaki ilk düşünme noktasına, insanda doğumun daha zor olduğunun koymamız gerekir. Evet doğum, insanın başının dara düştüğü bir andır. Primatlarda dölütün kafası leğen kemiği kanalından geçemeyecek kadar büyük olduğunda, dişilerin doğum sırasında ölebildiğini biliyoruz. Doğal seçilim kuşkusuz dişi leğen kemiğinin çapının genişlemesini destekleme eğilimindedir. Ancak bir yandan da gebeliğin uzun sürmesinin ya da en azından bebeklerin doğumda çok büyük olmasının karşısında işlemelidir. Bir yaşındaki bir bebeği başarılı şekilde doğurabilecek çok fazla insan dişisi olmadığını tahmin etmek hiçte zor değildir. Bu öyküdeki suçlu, en önemli gelişen özelliğimiz olan beynimizdir. Memelilerin çoğunda beyinsel büyüme bütünüyle dölütsel bir olgudur. Ama beyin hiçbir zaman çok irileşmediğinden, bu durum doğum için sorun oluşturmaz. Daha iri beyine sahip maymunlarda büyüme, beynin doğumdan sonra genişlemesine olanak verecek şekilde bir ölçüde gecikmiş, ama göreli gebelik sürelerinin değişmesi gerekmemiştir. Oysa insanlarda beyin o kadar büyüktür ki, başarılı bir doğum için yeni bir strateji gerekir. Gebelik süresi genel gelişmeye oranla kısalmalı ve doğum, beyin son büyüklüğünün yalnızca dörtte biri kadarken gerçekleşmelidir. Beynimiz büyük olasılıkla boyut artışının sonuna ulaşmıştır. Gelişmemizin en önemli niteliği, gelecekteki büyüme potansiyelini sonunda kendi kendine sınırlamıştır. Dişi leğen kemiğinde kökten bir tasarım değişikliği ortaya çıkmadığı sürece, doğmak istiyorsak sahip olduğumuz beyinlerle yetinmek zorunda kalacağız. Ama dert değil: Önümüzdeki bin yılları, henüz yeni anlamaya ve kullanmaya başladığımız engin potansiyelimizle neler yapabileceğimizi öğrenmekle geçirebiliriz.

Kaynaklar:
Demirsoy, A. Yaşamın Temel Kuralları, Meteksan Yayınları.
Gould, S.J. Doğa Tarihi Üzerine Düşüncele. TUBITAK Popüler Bilim Kitapları
Komisyon, E. Analiz. Palme Yayıncılık.


Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              6 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Müjgan

'Uçuşan fikirleriniz için yeni bir katkı: 'Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi...' Nazım'ın bu şirinden çıkın yola ama zaman geriye aksın, yüzünüzü doğuya dönün, küçük bir Anadolu kasabasında mola verin... Yirmi yıl öncesinde ilk yürek sancısına dönün ... bakalım size ne diyecek... sonu şu sözlerle bitmeli. 'Ona bitti bile demeye değmezdi. Aradığım o değil, kendimdim.'

Yazdıklarımı okuyor, yüreklendirici yorumlarda bulunuyordu. Bu sözleriyle dikkatimi daha da çekmişti.

'Teşekkür ederim. Yukarıdaki yorumlardan da anlaşıldığı gibi etkilemişsiniz insanları. Yazılarınızdan birinde (hangisinde olduğunu hatırlamıyorum ama) mimar olduğunuzu ya yazmıştınız ya da bunu hissettirmiştiniz. Mesleğinizin verdiği, mekan, bu mekanların yavaş yavaş ve hiyerarşik olarak yapılandırılması, geçiş (kapı) imgelerini kullanmanız ve yaşamı bir tabloyu anlatır gibi anlatmanız bence çok başarılı. Kısa bir film senaryosunu okur gibi okudum, yaşayarak ve hissederek... Bu arada mimar değilseniz ayrıca tebrikler, öyle iseniz bu mesleği özümsemişsiniz. Bunun için de tebrikler.'

'Sevgili Leyla (size böyle hitap etmeme izin verin lütfen)

Ben yazarlığı, dünyayı algılayış biçimini kendi özümsemeleriyle birleştirerek aktarma marifeti olarak görüyorum. Bunu yapabilmenin yöntemlerini, bunu yaparken kullanılan araçları ve okuyucuyu (hele ki kısa öykülerde) bir nefeste okuma isteğine ve bu hızlı yolculukta bin bir renge taşıyabilme becerisini kurgulamayı değerlendiriyorum. Böyle bakıldığında benim isteklerime karşılık veren bir bütün yakaladım bugünkü öyküde (belki de deneme demeliyim)... Ana fikri bulunmuş, ince detaylara girilmeden ana mekanlarda dolaştırılan ama esprileri, o mekanların aralıklarından atılan kısa bakışlarda yakalanan bir binayı gezer ya da çizer gibi...

Evet bir önceki yorumuma verdiğiniz ince cevap için teşekkür ederek söylüyorum. Ben de mimarım. Ve bunu hayatın bana tanıdığı bir ayrıcalık ve mutluluk olarak görüyorum. Sizinle daha çok paylaşabilmek için var ise ve uygunsa bir mail adresi verirseniz mutlu olurum.

Daha girift kurguları okumayı ümit ederek bu günlük hoşça kalın diyorum.'

.....

Kahve Molası'nda yayınlanan yazılarıma, yazdıklarımdan öte güzellikte yorumlar iliştiriyordu. Sonra mektup arkadaşı olduk. Belli ki, o da edebiyata sevdalıydı.

Yazdıklarını başkalarıyla da paylaşması için onu defalarca cesaretlendirmek istedim. Ondan en son aşağıdaki mektubu aldım. Kendisinin izni ile sizlerle paylaşıyorum (öyle zor aldım ki bu izni). Belki onu yazmaya ve yazdıklarını paylaşmaya hep birlikte ikna edebiliriz.

Sizleri onunla baş başa bırakarak, aradan çekiliyorum.

Bazılarının çığlığı öyle sessizdir ki...


Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Attila İLHAN


.....

Sevgili Leyla,

'Evet. Bugün biraz daha rahatlamış olarak yazacağım size. Siz bana, inatla yazmamaya devam etseniz de.

Son birkaç haftadır, gerek iş yoğunluğundan gerekse size karamsar bir şeyler yazmamak için geçmedim klavyenin başına. Eskiden bu sözcükler 'kağıt kalemi alamadım' diye başlardı mektuplarda - mektuplarımda. Şimdilerde ise dijital dünyanın esaretini kabul ediyorum. Her şeyin elektronik bir ortamda sürdürüldüğü, nerede ise hayatın sanallığını tescil ettiğimiz günlerde yaşıyoruz. Bazen ürküyorum; hissettiklerimiz de sanal mı? Keşke böyle olsaydı. O zaman 'delete' düğmesine basıp silebilirdik her şeyi, herkesi, her duyguyu, ama en çok geçmişi...

Turnem on günlük bir süreyi ve Afyon, Burdur, Isparta'yı içeriyordu. Bu mekan üçgeninin beni geçmişe taşıyacağını bildiğimden ve yüreğimin bu izlerin üzerinden geçecek cesareti olmadığındandı bu yolculuğa hiç çıkmak istememem. Oysa yaptığım işte en çok sevdiğim şey yollara düşmek. Her yolculukta biraz daha kendime bakabilmek. İçimi dış etmek. Her bir parçayı mercek altına almak.

Her yolculuk biraz daha kendimi bulmak demek.

Bu defa göreceklerimden korkuyordum. Anılarla karşılaşmak, bu en zayıf olduğum dönemde beni alt üst edebilirdi. Üstelik elimde yolculuk sonrası doktoruma göstereceğim, kan tetkik ve Ultrason sonuçları ile raporları vardı. Ve de okuduğum son yazı da 'hesabını kapattığını söyleyen' bir cümle. Kendi kendime sıkıntıyla 'yine mi?' dedim.

Birkaç yıl önce bir gece yarısı ani bir kusma sonrası sırtımda ve göğsümde hissettiğim dayanılmaz bası ve kol uyuşması ile acile kaldırıldığımda, elektrografide bir kalp spazmı geçirdiğim anlaşıldı. Yaşım 34'tü ve bir kalp krizi için oldukça erken bir yaştı. O gece sabaha kadar bağlandığım cihaz benimle konuştu. Bilincimi ara ara kaybettiğimde damardan verilen bir ilaç ile tüm göğüs kafesimde dolaşan kanın sıcaklığını hissettiğimde ise 'daha değil' demiştim. Dışarıda ara sıra mızıklamalarını duyduğum ise kızımdı. O seslerle hayata tutundum.

Ardından gelen tetkikler ise uzun ve ıstıraplı bir sürecin habercisiydi. Tetkik sonuçları ALS diyordu. Akut Losemi.

İnsanın hayatın ucuna geldiğinde görmek istediği şey geriye baktığında hiçbir pişmanlığın olmaması imiş. Ben de böyle hissettim. Yaşadığım her şeyden memnundum. İstediğim gibi yaşamıştım. Sevdiğim adamla tüm itirazlara rağmen evlenmiş, üstelik pırıltılı bir kariyeri de tepmiş olmama karşın bir parça olsun bir pişmanlık ve acaba taşımıyordum.

Hastanede neredeyse Nazileri kıskandıracak yöntemler uyguladılar kemik iliği aspirasyonu yapılırken. Ayrıntılarını anlatmayacağım. Zira lokal anestezi denilen şey kesinlikle sinir uçlarını uyuşturmuyor. Dayanamayınca, sonraki tetkikler için başka bir hastane denendi. Geçici amneziye neden olan bir ilaç kullandılar anestezi yerine... uyutmak için değil, çekilen ıstırabı hatırlamamak için ki; bir sonraki aspirasyon yapılabilsin... Ama nafile. Ardından doktorum alkol bağımlısı olup olmadığımı, verilen dozun bir fili bile etkisiz hale getirebilecekken bende etkisiz kaldığını söyledi. Güldüm. Ben direne direne, bunu hayatın esası haline getirmişim demek diye düşündüm. Sonuç: İZLEMEYE ALINMASI.

Şimdi periyodik kontrolün zamanı gelmeden... bu defa da göğüslerimdeki yumrular elime gelmeye başlamıştı ki... ertesi gün bir kadın doğumcuya müracaat ettim. Yine aynı şüphe.

Şüphe, şüphe, şüphe... Bu da yeni hayat demek ki. Sadece ŞÜPHE. Ardı arası kesilmeyen acabalar. Demek, şimdi ölecek olsam bu sorularla gideceğim. Oysa o zaman hiçbir sorum yoktu. Ve memnundum hayatımdan. Huzur içinde gidebilirdim. Ama yine de yaşamak güzel, hayat benim hayatım olduğu için. Varlığımla etrafımdakileri mutlu edemesem bile.

Kızımın geleceğini görmek istiyorum. İlk aşkını, karnında uçuşan kelebekleri, sevgilisini görmek istediğinde çekeceği karın ağrılarını, mezuniyetini, şimdilerde yazmaya başladığı kısa güzel öykülere, okuduğu kitaplardan, seyrettiği filmlerden yapacağı alıntıların yer aldığı yazıları, okuduğu şiirleri duyumsamasını, fırfırlı eteğini bir genç kız edasıyla çevirmesini, okuldan gelen 'çok zeki ama çok haşarı' sözleri ile başa çıkmayı, Fransızca'yı aksansız konuşmasını, Nice'de tatil yaparken atacağı kartpostalları, havuza dalıp daha ileri gidebilmek için nefes çalışmasını, her şeyi ama her şeyi görmek istiyorum. Daha da ötesi, onun yavrulamasını, yavrusu ile birlikte yatakta koklaşmasını, emzirmesini ve dönüp 'Anne beni iyi ki doğurmuşsun' demesini görmek istiyorum.

Dün nihai sonuçları aldım. Kistler iyi huylu. Ama ben huysuzum. (Bakın şimdi gülüyorum)

Yola çıktığımız gün beraber çalıştığım yardımcı arkadaşlardan biri de Burdur'daki tabura askerlik görevini yapmak için teslim olmaya gidiyordu. Benim Burdur konusunda tecrübeli olduğumu duymuş, onunla beraber gitmemi istedi. Yanıtım umut kırıcıydı. Oraya gitmeyi geciktirmeye çalışıyordum. Ama bunu ona söyleyemezdim. Anıların üstünden yürüyecek takatim yoktu.

O benimle birlikte gelecek ekipten bir kız arkadaşıyla Burdur'a ben ise diğer arkadaşımla Isparta'ya yola çıktım. Akşam Isparta'da buluştuk.

Ama son kaçınılmazdı. Her gün biraz daha sıkı basarak yürüdüm geçmişin üstünden. Anılardan. Yanımda olmayan - olamayan adamdan. Ruhu gasp edilmiş olandan.

Oteller bana yalnızlığın tercümanı olarak var oldu nicedir. Çift kişilik bir yatak büyüdükçe büyür. Tariflenemez bir yalnızlığı kokunuz sarmaya yetmez. Hangi köşesine çekilseniz derin bir kimsesizliğin soğukluğu vardır. Bilirsiniz nasıl bir şeydir bu. Birinin açtığı bir yarayı ne siz kapaya bilirsiniz ne de başka birilerinin tensel hazzı. Yatak bir evrene dönüşür; kendiniz için bir yer bulamadığınız.

Yolculuğun en zor yanı Burdur'du. On iki yıl önce sokaklarını köşelerindeki kırıntılarına kadar tanıdığım kente ne denli yabancılaşmıştım. Gece binilip sabah ezanında inilen buğulu kentin soğuğu bu defa yerini ılık bir bahara bırakmıştı. Ama ben üşüyordum. Ruhum üşüyordu. Onu deliler gibi özlüyordum. Ama bunu kendime bile söyleyemiyordum.

O kentte, o askerliğini yaparken - ama en çok ben yaptım askerliği - o koğuşta ne kadar kötü koşullarda olsa da uyuyordu. Oysa ben, uzun ve soğuk bir yolculuğu sabah saatlerinde ve o kentin meşhur kışlarında, diğer asker yakınlarıyla kışla önünde birbirimize sokularak güneşin doğuşunu ve saatin sekiz olup günün başlamasını bekleyerek geçirdim. Her hafta sonu aynı ritüelle.

Kışlanın kapıları açıldığında anonslar yapıldı. Koşar adımlarla geldi aynı tip giysileri giyen yüzlerce insan. Yanan sobaların yanında yer tutup, yan yana oturabilmek ve fısıltılarla özlem geçirmeye çalışarak. Ardından da rüşvet karşılığı çıkartılan ikamet belgelerini korka korka komutanlığa verilip, yakalanıp yakalanılmayacağının endişesiyle geçti aylar. Sonra zaten tesisi az olan kentte, bir de talebin artmasına bağlı otellerde yer bulamamalar... Ama her şey büyülü bir sıcaklık içinde gevşiyordu. 'Özlem' denilen şey buymuş. Helalin olmasına karşın, gizli gizli koklamak, kentin tek olan caddesini gün boyu bir o tarafa bir bu tarafa yürümek, gizliden kendi yatağında uyumak için iki günlük bir yolculuğu göze alabilmekmiş. Asker kafelerinde domates olmadığından salçalı tosları şapırdata şapırdata yemek, pastaneler kapanana kadar bir köşede liseli aşıklar gibi sarılmakmış.

O kent bana hiç bu kadar ezici gelmemişti. Yer bulduğumuzda kaldığımız otelin karşı köşesinde yaşlı bir adam bölgeye özgü ceviz ezmesi satardı. Bazen sabahın erken saatlerinde yolunu gözlediğimi beklerken onunla havadan sudan, hayattan konuşurduk. Bana para almaksızın çaylar, simitler, ceviz ezmeleri ikram ederdi.

Yolculuk bu yol üzerinden geçerken, ben arabanın arka koltuğunda göz yaşlarımı tutamazken tam o otelin önünden geçtik. Anlık bir kararla durdurdum arabayı. Yardımcım, endişeli ve ne yapacağını - söyleyeceğini bilmez bir şekilde biraz da çekingen bir tavırla benimle indi. Bir şey söylemedim. Yanımda yürüdü. Ceviz ezmesi satan yaşlı adam hala oradaydı ve aynı sıcakkanlılıkla satıyordu ezmeleri. İyice yaşlanmış ama iç huzuru olan birinin mutluluğu ile işine devam ediyordu. Oğlu ona bir ev almış, torunları olmuş, 'bizim karı gocadı, gıvamı dudduramıyo, ama ginede güzel be evlat yi bidane' dedi. Ben gözümdeki yaşları sildim. Yardımcımla birlikte bir iki lafladık. Beni tanıdı. 'Gocan nediyo, eymisin, beben vamı" dedi. 'iyi, bir kızım var ellerinden öper amca' dedim. Birer kutu ezme aldık. Adamın ellerinden öptüm hasretle. Geçmiş kokuyordu. Ben ağlıyordum. Ve hiçbir şey söyleyemiyordum. Adama ellerinden öpmek dışında sarıldım. Sanki son kez görüyormuşum gibi, dedemmiş gibi kokladım. O bilmiyordu. Ama ben eski beni ve eski kocamı özlüyordum.

Bir yerlerde ise birileri 'hesabını' kapatıyor, ama kapanan hesabın tümü benim defterime aktarılıyordu. Onun bakiyesi kırmızıya dönen hesabı benim yüreğimde kanıyordu.

İşte böyle sevgili Leyla. Çığlık öykülü kadınların öykülerinden birinden bir enstantane sana.

Sen sevgili Leyla, yazmasan da ben yazıyorum. Kanaya kanaya. İçini acıtmak için değil. Kendi ağ umu dökmek için.

vahşi bir bitki gibi kendi zehriyle çürümeyi
ayrılıklar öğretti bana
...
daha dündü her şey
zamandaki inkar mı, bendeki yarılma mı
dünyayı bu kadar değiştiren
herkesin gözü önünde
şimdi varoluş kuşkulu,
sessizlik tehlike, anılar cinnet değerinde
yaralı bir hayvan nasıl sığmazsa dünyalara
inanç tazeler gibi
etimden taşıyorum parçalana parçalana
M.MUNGAN

Sevgilerimle.
Müjgan
.....


Leyla Ayyıldız
layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              23 Kahveci oy vermiş.
47 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  Aşk, nefret ve çocuklar...

Bir Kızılderili reisi, kulübesinin önünde oturmuş, torunuyla az ötede birbiriyle boğuşan iki köpeği izliyordur.
Köpeklerden biri beyaz, öteki siyahtır. Çocuk, merakla dedesine sorar:
"Dede, bu iki köpeği niye hep kulübenin önünde tutuyorsun? Hem niye biri siyah, öteki beyaz?" Yaşlı reis, bilge bir tavırla torununun sırtını sıvazlar: "Onlar" der, "benim için iki simgedir evlat." "Neyin simgesidir?" diye üsteler çocuk. "İyilik ile kötülüğün, aşk ve nefretin simgesi... Aynen şu gördüğün iki köpek gibi, aşk ve nefret de içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları..." Çocuk, bir mücadele varsa, kazananı olmalı diye düşünür ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekler: "Peki, hangisi kazanır bu mücadeleyi?" Bilge reisin cevabı da bilgece olacaktır: "Hangisi mi evlat? Hangisini daha iyi beslersem, o kazanacaktır mücadeleyi..."
Çocuk işte...
Her şeyi merak eder...
Bilgi birikim yetersizliği olduğu için ve gerekli bilgilere ihtiyacı olduğu için çocuklarda müthiş bir öğrenme arzusu vardır.
Bu arzu kimi zaman işine geldiği alanlarda daha sık ortaya çıkar ve çocuğun başarılı olabileceği alanı kestirmek hiçte zor olmaz.
Aşk, dünyaya yeni yeni çocuklar getirir. Ve her aşkın içinde sanırım nefret vardır. Kendine çıkış yapabilecek bir yolu aramakla ve bu çıkışı sağlayacak besinlerle gün e gün büyür.
En güzel Aşk nefrete dönüşür...

Bugün çocuk suçları ile ilgili bir panele katıldım..
Daha 20 gün önce uyuşturucu sınıfına girmeyen bir maddeyi kullanan çocukların yakalandığı haberini aldıktan sonra panelde dikkat edilecek bir çok konunun olabileceğini düşündüm.
Bunu ben düşündüm ve benim gibi düşünen başta protokol olmak üzere bir çok öğretmen ve öğrencinin aynı şeyleri düşündüğü kanaatine vardım.
Fakat çok önemli bir konu olmasına karşın bazı protokol üyelerinin katılmayışı konunun önemini biraz daha alt seviyeler düşürdü.

Çocuk suçları;
Bu suçluları yakalayanlar nerede?...
Veya suçlu olanlar...
Verilen bilgilerde bir yetersizlik var bence, herkesin bu konuyla ilgili birim olarak panel düzenlemesinden yanayım.
Çocuklara önem veriyorsak, onlara gelecek gözüyle bakıyorsak ve kötü yollara düşmesine üzülüyorsak, yapacak tek şey var, bu konunun üzerinde çok fazla durmamız gerekiyor.
Çocuklarını bazı aktivitelerde seyretmeye giden insanlar neden çocuklarının yanında bulunan çocukların her gün farklı alışkanlıklar yüzünden eksildiğine dikkat etmiyor.
Duyarlılık ve beslenme alışkanlığı yemekle olmuyor. Dikkat istiyor.
Biz çocukların iyiliğini mi, kötülüğünü mü besliyoruz?...
Orhangazi’de bu konuyla ilgili bir mutluluk resmi çizmek isteyen var mı?...
Ben çizmedim ama çektim...
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramında mutluluğa benzeyen bir tablonun kare kare fotoğraflarını çektim.
Sizde kendinize başka bir alan bulup çizinde göreyim.
Neyi besliyoruz?..
Aşk mı? içinde varolan nefreti mi?..
Geleceğe yön verebilecek, gelecekle geçmiş arasında köprü olan, ve bizlerin tüm değerlerini taşıyacak olan gençliğin iyiliklerini besleyin!..
İlerde bizi de besleyecek olan gençliktir.
Acil, sosyal aktivite oluşturulması gerekiyor. Gençlerin daha güvenli ortamlarda ailelerinden kopuk yaşamamaları gerekiyor. Yoksa gençliğin içinde çok az miktarda bulunan ihanetini besleyen olursa ortaya misyonerlik tartışmaları bile çıkabilir.
Sıkı bir konu ama..
İyi başladık...
Yazının akıcılığı için güzel bir hikaye, güzel bir gençliğin varolduğunu ve her daim varolması isteğini yazdık.
Bana mutluluğun resmini çizin...
Kalın sağlıcakla...

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
              10 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Nurten Altınok


A y r ı l ı k

-I-

Bazen, hiç sebepsiz, düşüveriyorsun aklıma birden, kor gibi
Gecenin en umulmadık bir yerinde uykukaçıran firari

Saatlerin sereserpe kuluçkaya yattığı sevdanın koynunda
Yalnızlığın başkaldırısında, isyanında, işte tam o anda

Çatlatıverip yüreğimi perperişan, o en hassas yerinden
Oturuyorsun beynimin hasretkıvrımlarına yangın yeniden

Konfeti yıldızlar dökülüyor teninden hınzır duygularıma
Boşalıveriyor renkarenk bir ışık, körmavi bakışlarıma

Ilık bir su gibi akıp giriyorsun duyguların haramına
İnce bir sızı oluyorsun da süzülüveriyorsun kasıklarıma

Usulca, tenimde dolaşıyor, bir türkünün nağmesinde ellerin
Ellerin titrek, ellerin ürkek, ellerinde kocaman bir yürek

Bir çift kumru süzülüyor avuçlarımıza yırtıp karanlığı
Ürperiyorum, ürperiyor ta saç diplerim, gözlerim kapalı

-II-

Bir masal gibi başlamıştı her şey hiç beklemedik bir anda. Sağanak bir yağmurdu altında ıslandığım duygular. Çoktan kapatmıştım oysa yarına ait sayfaları, aralamasaydın. Umut olmasaydın. Cevap olmasaydın. Ses olmasaydın. İnkar eden olmasaydın sonra nedenini anlamadığım. Bir ucu yanık asker mektubu gibiyim şimdi. Sağ üst köşesinde adın yazılı yıldızlı. Hiçbir zaman postalanmayacak ve hiç haberin olmayacak bendeki senden. Özlemlerim, insanca zaaflarım olacaksın belki zaman zaman tekelimde.
Şimdi olduğu gibi şiirlerimin öznesi.
Büsbütünüm.
Seninleyim.
Ya sonra! ! !

-III-

Toz pembe oluyor dudağımda açan gülümseme
Gözlerin gözlerime değdiğinde
Gözlerim büyür gözlerinde
Nefesin nefesime değdiğinde
Nefesim kesilir nefesinde
Gitme!
Canıma can ektiğinde
Kal!
Kızıl bir gül kanıyorsa da düşlerimde

Kızıl bir gül kanıyorsa da düşlerimde rüyabozan
Prematüre sevdaların küvezinde bir umuttur kan
Kana can katan
Umut

Bazen hiç sebepsiz düşüveriyorsun işte böyle aklıma bir kor gibi

Beynim göç ediyor o zaman sınırdışı bakışlarına kaçak
Matematikler altüst oluyor, hesaplarım tutarsız
Çalışmıyor hiç bir fizik kuralı, hepsi mantıksız
Duygularımda... kendi kendimin isyanlarındayım
Sözüm geçmiyor
Yapışıp yakamdan silkelemek gelir seni içimden
Ellerimin düğümünü çözemem
Seni düşünmek, seni istemek, seninle olmak
Suç / sa!
Neden?
Dönüp dolaşıp hep sana çıkıyor bütün yollar kayıtsız şartsız
Sürgün edilmiş imge fakiri şiirlerin kanayan dizelerinde

Bu şiir biter mi dersin
Tutuklu bulunduğum sürgün mavilerde
Ya da bu şarkı
Ya da...

-VI-

Ya da...
Hangi şiiri kim bitirebildi! Gönülden bestelenen hangi şarkıyı kim susturabildi! Kurşun yarası gibidir aşk yüreğe saplandığında. İlk şoku atlatınca başlar ağrısı, sızısı. Kurşun çıkar, izi kalır bir yerlerde. Kabuk bağlar yaralar. Küle dönüşür içindeki yangın. Yağmur öncesi, romatizma sancısı gibidir, a y r ı l ı k l a r... Lodoslarda kendini ele verir.
Tırnaklanır işte yaralar o zaman, bilmem kaçıncı kez, kabuklar kopartılır yenibaştan... Silbaştan kurşun yağar yüreğine...Alır götürür yağmurlar seni bir papatya falına, hani, hep ''s e v i y o r'' çıkıyordu ya sonunda! ! ! Ortasına bir türlü '' m '' koyamadığımız, yakıştıramadığımız... sev / m / iyor...

Beynim göç ediyor yine bir yerlere
Kime ne?
Bütün suç
Papatya fallarındaki ''m'' de

'' rüzgara verdim küllerimi şimdi
'' estikçe, kor alevleniyor... ''

Nurten Altınok
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,719,719,719,719,719,719,719,719,719,71
              7 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.646 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


NE GÜZEL ELLERİN VAR

Ne güzel ellerin var senin.
Küçücük, bembeyaz ve bir o kadar hayalperest.
Ellerin tatlı hayallerin bir gölgesi,
Bardaktan boşalan yağmurun sesi,
Kış akşamlarının soba üstü kestanesi,
Serçelerin sığındığı saçak altı kadar naif ve gerekliydi.

Çekme ellerini benden; bir şeylere tanıdık olmalı, dayanmalı ve ısınmalıyım.

Ne güzel ellerin var senin.
Sen hiç kimsesin.
Gözlerimde canlanıveren bir çift elden ibaretsin.
Göztepe'nin karlı kaldırımlarında yürüdüğüm adam,
Kadıköy kitapçılarında arayıp bulamadığım kitapsın belki.
Sultan Ahmet Köftecisi'nde en aç halimle beklediğim,
Olamadığım doğumgününde kardeşimin pastasını süslediğimsin sanırım.
Gece yarısı elimde pastayla gittiğim yeni bir arkadaş,
Bir postayla kavuştuğum ve aydınlandığım deniz fenerisin hissediyorum.

Biliyor musun sen hiç kimsesin ama herkestesin.
Anlıyorum ki bazen içimdeki bensin.

Çekme ellerini benden; bir şeyleri anlamalı, yoldaş olmalı ve paylaşmalıyım.

Ne güzel ellerin var senin.
Savunmasız ve narin serçe parmakların.
Renksiz, ahenksiz, anlamsız değil dokunuşların.
Tarla eken Ayşe Kadın, tarhana kaynatan Fatma Nine, Yün eğiren Hatice Teyze
Ressam İmgenur, Şair Süreyya, Fahişe Belma, Süslü Naciye ve daha nicesisin sen.
Kimi zamansa yarım hikayelerin, şiirlerin, resimlerin hep bekleyen hayalcisisin.

Yüzleşmeliyim seninle...
Epey ayrılmalı ya da epey birleşmeliyim.
En iyisi anlaşmalıyım ellerinle.
Parmaklarından sözler almalıyım bekleyen yarımlar için
Konuşturacaklarına dair sustuklarını,
Bitireceklerine dair başladıklarını,
Avuçlayacaklarına dair hızlı zamanı.
Sözler almalı, sözler vermeli ve arkama bakmadan yürümeliyim.

Çekme ellerini benden; başarmalı, üretmeli ve yanımda olduğunu bilmeliyim.

Filiz Mercanköşk

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

Tiijen İnaltong'u okuyanlar bilir. Linkimiz kendisini tanımayanlar için http://mutfaktazen.blogspot.com/ Mutfakta Zen, Tak Koluna Sepeti, Mevsimlerle Gelen Lezzetler derken şimdi bu sayfada enişteye inat maniler de var. Altin tabakta visne / Gel yârim aska düsme / Bu askin sonu çikmaz / Nâfile dile düsme. Hem karın hem de ruh doyurmak için daha detaylı bilgi isteyenlere de http://www.geocities.com/tijeninaltong/

http://freecycle.org/ Elinizdeki fazla eşyaları ihtiyacı olan birisine verirken kendi ihtiyacınızı da bedel ödemeden karşılamak hoş bir durumdur.
İşte böylesi bir site, İstanbul grubunda 79 üyesi var. Evimizden ofisimizden bir yıl içinde attıklarımızı düşünürsek neden olmasın...

Siz işyerinde veya ev ortamında bilgisayarınızla yoğun bir irtibat halindeyseniz, ekranda hep aynı görüntüyü görmekten sıkılır ve güzel bir resim ararsınız. Biz bu resimlere ne diyoruz? Duvar kağıdı. http://www.wallpapervault.com/ kısayolunda en alası mevcut. Hem de bazıları aktif animasyonlu, (ne demekse?). Ve işte en sona sakladığım sürpriz. http://mariemarie0000.free.fr/fichiers/images/pop.swf kısayolunda öyle ilginç bir şey var ki inanamadım. Eminim sizler de gözlerinize inanamayacaksınız. Sonunda yaptılar dedirtecek bu orjinal çalışmayı lütfen kaçırmayın. Büyük küçük hepinizin hoşuna gideceğine eminim.

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


ClamWin Free Antivirus 0.84 [4,96 MB] Windows Free
http://www.clamwin.com/download/
Bir proje ürünü olan ücretsiz ama ful fonksiyonlu bir antivirüs programı. Otomatik güncelleme, sıkıştırılmış dosyaları okuma, Outlook ile entegrasyon gibi özellikleri var. Diğer prgramlar gibi de makinayı yormuyor. Hala bir antivirüs programı olmayanlara şiddetle tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050504.asp
ISSN: 1303-8923
4 Mayıs 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com