|
|
|
6 Mayıs 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kahve Molası YILIN ANNESİ'ni seçti!.. |
"8 yıl beklediği bebeklerini öpemeden öldü Tüp bebek yöntemiyle üçüz dünyaya getiren yüksek makine mühendisi anne doğumdan sonra kendine gelemedi. Ender Zeybekoğlu 48 gün sonra, hamilelikte yüksek tansiyon ve dolaşım bozukluğuna bağlı sendrom yüzünden hayatını kaybetti."
Bu pazar Anneler Günü. Üç gün önce okuduğumuz haber tam da bu güzel günün öncesinde hepimizi derinden etkiledi. Düşündük taşındık ve Ender Anne'yi 2005 Yılının Annesi seçmeye karar verdik.
Bizim çiçeklerimiz Ender Anne'ye...
Acının her çeşidini yaşıyoruz, alıştığımızı da zannediyoruz çoğu kez ama bazen öyle acılar, öyle ateşler düşüyor ki yüreklere.. sadece düştüğü yeri yakmıyor. Bir yerlerde bir anne ayrılıveriyor aramızdan, okuduğumuz; acı bir haberin çok ötesinde oluyor... Evlat sahibi olabilmek için girdiği mücadeleyi kazanan, bir doğumda üç evlada sahip olan ama onlara dokunamadan koklayamadan aramızdan ayrılan Ender Anne...
Anneler gününde çiçek ister annelerimiz. Bu yıl onlara iki demet çiçek götürelim, birisi Ender Anne için olsun...
Kahve Molası Ailesi olarak Ender Anne'ye rahmet, sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyoruz.
Tüm annelerin Anneler günü kutlu olsun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Yeniden başlamak! |
|
Nasıl zor bilsen. Sırtında ertelediklerin, yarım bıraktıkların; olağanmış, zorunluymuş gibi.
Yarın yeniden başlamak. Yeni bir güne ve yeni umutlara sarılmak.
Yeniden başlamak.... Yaşamayı kaldığın yerden sürdürmek.
"Uyudum, uyandım, değişen hiçbir şey yoktu
Issız cuma, sıradandı ve soğuktu.
......
Yitik cumartesi, boğuk cumartesi, ağladığım cumartesi
Pembe rüzgarların kırlardan inildeyerek geçtiği
.....
Seni sevmeme, beni sevmene engel olan şeyler
Hayatımızdan koparılıp alınmış cumartesiler
........
Yaz gelmiş, gelip çatmış bağbozumu vakti
Genç kızların mutluluğu bir mevsim daha ertelediği
Hüzünlü pazar, geçmiş pazarların anısıyla kavuniçi
Çocukların hep kursaklarında kalan sevinci."
Maltepe Askeri Cezaevinde 1982 güzünde yazmış bu dizeleri, birbirini bütünleyen üç şiir şeklinde, ozan Ataol Behramoğlu.
Acaba yalnızca dört duvara kapatılmış olmak, yaşamı kucaklayamamak mıydı ozana bu satırları yazdıran. Yoksa...
Yoksa o günlerin Türkiye'sinde üzerine titrediği insanlarının, üzerine titrediği ülkesinin bir kez daha ellerinin kollarının bağlanması, yaşam damarlarının kesilmesi, gökyüzünün grileşmesi miydi?
Belki de her ikisi. Yaşamınızı adadığınız değerlerin tuz buz olması. Yitirme ya da erteleme.
Behramoğlu'nu bugün aynı yurtseverlikle, aynı insan sevgisiyle, aynı yaşama sevgisiyle dolduran bilincine, sağlam mayasına ve insan güzelliğine ne demeli?
Yeniden; yeniden yaşama, ülkeye, insana bağlanan yüreğine ne demeli?
Ya Orhan Veli'ye şu dizeleri yazdıran sevgi şaşkınlığına ne buyrulur? Her gün yeniden umut etmek, güzele ve güzel günlere olan umuda tutunmak bir boş avuntumudur? Yoksa bu kısacık yaşama öyküsünde yaşama direnci mi?
" Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?
Her zaman güzel mi bu kadar,
Bu eşya bu pencere?
Değil,
Vallahi değil;
Bir iş var bu işin içinde."
Sevgili Can Baba ise iki satıra döküvermiş benim anlatmaya çabaladıklarımı.
"Bu gül bi şeyin anısı olacak ama neydi unuttum
Kim bilir belki de sabah sabah yeniden açan umudum."
Unutmak, unutmamak. Umutla yeniden başlamak. Umudu anımsamak için bir daha Can Yücel'e kulak verelim.
"Şu ölen çocuklar var ya
Sana bana dünyaya....
İlikleriniz donduğunda kışın
Bir kaşık umut gerektiğinde
O şişe gelecek aklınıza
Pencerenin önünde duran
Güneşte
Gelincik...."
Oysa en başta ozanlar; siz, ben hepimiz bilmez miyiz unutmanın bir küllenme olduğunu.
O küllenmenin bir dar anda, hiç beklenmedik bir köşede, bir rüzgar uğultusunda, ağlayan bir çocuk yüzünde ya da bir deniz kenarında yeniden. Yeniden kanayacağını yaraların, yitiklerin, yarım bırakılanların, bıraktırılanların yeniden alevleneceğini bilmez miyiz?
Biliriz elbet, yaşam öğretmiştir. Bütün bu yeniden başlamaların aslında pervanenin ışığa doğru kanat çırpması olduğunu kaç kez öğrenmişizdir? Ancak yine de unutmuş gibi yaparız. Yarın yeni acılara, yeni sevinçlere, ışığa kanat çırpılmalıdır. Yarın yeniden başlanmalıdır.
Yarına yeniden yaşama sevinciyle başlamak, umuda sarılmak; acıları unutmuş davranmaya, bilinci parlatmaya, yenilmemeye, boyun eğmemeye bağlı değil midir?
Yakınken kazanmak, yakınken paylaşmak. Elini uzatıp tutacak kadar yakınken... Yaşanmışken unutmak. Umut etmişken ertelemek.
Paylaşmak deyince 'Yalnızlık Paylaşılmaz' diyen Özdemir Asaf'ı anımsamayacak mıyız?
"Unutmak mı, delisin,
Gitmesem de bekler orada deniz.
Gelirsem bilmelisin.
Benim beklememdir burada deniz."
Yok unutmuyoruz elbet, özlemlerimizi, insanlara olan umudumuzu yüklenip yeni bir güne başlıyoruz. Oktay Rıfat'ın dediği gibi 'Yaşamın hep bir adım ilerde' oluşuna dudak bükerek. Ya da sevinerek.
" ......
özlem sevişmekten daha güzel
ey gece
beylik yıldızlarınla
kadife yastığında yatmaktansa
gölün sularına dökül daha iyi"
Böylesi daha iyi.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Teorisyen Kahveci : Sevda Demirel DON LASTİĞİ, YENİ HEDEFLERE MOTİVE OLMAK VE UMUT AĞABEYİM |
|
Hayatın ta kendisinin (bizzat…) inadına inadına üstüme gelen acımasız halleri sinirlerimi artık! yıpratmıyor. Neden? Çünkü ben yıpratmamasına karar verdim! Sizlere de pek cici haberlerim var.
Tamam, itiraf ediyorum, sinirlerimde-neredeyse-yıpranacak yer kalmadı.
Hani şu eski yuvarlak ve beyaz don lastikleri vardı. Yıkana yıkana yıpranır ve germeye kalkınca da çatır çatır eder ve donunuz elinizde kala kalırdınız. Sonra "Hımmm.. Bu çürümüş!" denilirdi. Sonra annelerimiz teneke veya ahşap olan-ilk işlerinden emekli olmuş ve ikinci işlerini üstlenmiş-dikiş kutularını açarlardı. Hani içlerinde her daim yorgan ipliği, yorgan iğnesi, don lastiği ve her ne hikmetse kurdele parçası olan kutular. Lafı amma uzattım değil mi? Neyse, sinirlerim işte değişmeye yüz tutmuş o don lastiklerinin haline gelmesin diye ben de onları korumaya aldım. Hayata dair iyi şeyleri düşünmeye çalışıyorum.
MTV seyrediyorum, ya da MovieMax takılıyorum. Discovery, National Geographics falan filan…
Hayatımda olumlu gitmekte olan şeylerin listesin çıkardım. Sonra bir de kısa, orta ve uzun vadede tamamlamam gereken ama ihmal ettiğim işlerin listesini yaptım. Aralık ayında yaptığım yıllık plan mevcut hükümetin değişikliklerine uymadığı için onu da adapte ettim ve 5 yıllık vadedeki hayallerimin listesini baştan düzenleyip hayatımdaki "hedefleri" tespit etmeye çalıştım. Hatta utanmadım, sıkılmadım ve sevgilimin eline de "ondan beklentilerimin listesini" yazıp verdim. Aklımca ona da beni ve kendini mutlu edecek hedefler biçtim. Pek kaale almadı ve anı olsun diye katlayıp cebine koydu. (Ay, yazarken kendimden utandım, amma şirretim. Olsun, yine de sevimliyim.)
Gelelim iyi haberlerime; yüzümdeki siğiller geçmeye yüz tuttu. Bu iyi bir haber.
Üniversite affına girdim ve tekrar öğrenci olabilirim. Bu da iyi haber. Beynini geri göçtüren sevgilimin göç eden beynine üniversitelerce ihraç fazlası muamelesi yapıldığı için moralim az bozuktu amma ve lakin kendisini pazarlama kusuruna sahip böceğimin savaşmadan teslim olmaması gerektiğini kavradığını görüp en nihayetinde huzura erdim. Zaten ismi lazım olmayan kedigillerden bir devlet büyüğümüzün "Satılık Böbrek" pankartı açan bir vatandaşa "Yanlış yerdesin. Burası sakatatçı değil!" gibi bir espri yapmasından sonra geri göçen pek çok beyinden birine daha "söğüş" muamelesi yapılmasından doğal ne olabilirdi ki? Bu da iyi bir haber. Artık bir takım gelişmelere "Du bakali, noooolucak?" modunda bakakalmaktan öte bir tepkim de yok. Bağırmıyorum, ağlamıyorum ve hatta inanmakta zorlanacaksınız ama üzüntüm bile azaldı. İstanbul'da yollarda rastladığım on kişiden dokuzunun başının bağlı olması bile umurumda değil. Bu da iyi bir haber. İş yerinde yaşadığım sisteme yavaş yavaş adapte oldum ve artık çevremde olan bitenler hakkında çok da kafa yormuyorum. İnsanların beni algılayış biçimleri için kısa ve öz "Kişi kendinden bilir işi.." diyip yolumda yürümeye devam ediyorum. Her şey zaten "Olması gereken gibi" oluyor.
Değil mi, Umut ağabey?
(Tespih kopup da boncuklar, imamlar, imameler ve cemaat etrafa saçıldığından beri bünyemde olan bitenleri acılı büyüme aşamaları olarak algılamamı ve pozitifte kalmamı sağlayan; üstüne bir de "Sevda pişerken zorlanmana üzülüyorum ama iyi bir haberim var, için de çiğ kalmayacak" diyip bana kahkahalar attıran sevgili ağabeyime minnetim bambaşka…)
İnsanoğlu böyle de mendebur işte. Nasıl da unutuveriyor olan bitenleri. Bir çırpıda ve her daim kendi lehimize sıyrılıveriyoruz sıkıntılı ruh hallerinden. Ego aşağılardan yükselip geliyor ve eline aldığı çalı süpürgesiyle ne var ne yok bilinç altı faraşına ittiriveriyor. "Yeter! Bir canım kaldı, alın onu da kurtulayım" seyrinden giden çalkantılı ruh halinden mutedil dalgalı "Yahu bunu da yaptılar ya, pes… Neyse, çay demlendi, içecekler el kaldırsın?" ruh haline kayıveriyoruz.
Duyarsızlaşma denebilir mi bu hale?
Yok yahu.
Kelime tam olarak doğru sayılmaz.
Hallerimizde "Duyarsızlaşma söz konusu olmadan olan bitene bakakalma ama öfkelenecek kızacak yerde-yahu bu iş nereye dek gidebilir ki?-şeklinde meraka gömülme" hali söz konusu. Şaşırıyorum ama bu satırları yazarken bile Umut ağabeyimin sesi kulağımda; gecenin en karanlık zamanı aynı zamanda aydınlanmaya en yakın olanı değil midir?
Velhasıl kerim…
Eyvallah!
Lastiksiz don olmaktansa gerile gerile gevşemiş don lastiği olmak muteberdir.
İyi hafta sonları…
NOT: Geçen haftalarda bana atıfta bulunarak yazan hanımefendi; lütfen akan rimellerinizi silip, file çoraplarınızı çıkarıp, burnunuza buğu yapıp beni o şekilde koklayın…
Belki anlayabilirsiniz…
Sevda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Ederlezi'den Başladım Annem |
|
Uyku tutmadı dün gece, koyun saydım onu da uyku yutmadı. Bir taş atayım dedim dipsiz kuyuya, gecenin o saatinde millet çoktan dalmış uykuya. Hay, çitin üzerinden atlamasını saydığımın koyunu ..! Karaman'ın değilsen nereden bileceksin bu oyunu ? Külyutmaz olsa bile uyku, başlasam dedim tekrar saymaya ve fakat en son kaçıncısı atlamıştı acaba çitin üzerinden ? "Uykuya inat kuyuya mı dalmalıyım yoksa oyuna gelmeden kaçıncı koyunda kaldığımıın notunu mu almalıyım ?" diye düşünmedim de değil hani derinden derinden...
Hem tutmayınca uyku, hem çıkamayınca işin içinden, "çıkmalı balkona, hazır güzel iken hava, çekmeli derin derin birkaç nefes" dedim. Bir heves kendimi attım, temiz havayı bir güzel ciğerlerime kattım. Bir telaş, pür telaş balkonlar şaşırdım kaldım. El ettim komşuya, dedim hayrola ? "Abe, bilmez misin Hıdrellezi ? Boşnak olsan diyeceğim Ederlezi. Yazasın bir kağıda dileğini, iliştirirsin gül dalına, bu arada atasın bi beşlik bende bakayım falına" dedi. "Unutmayasın, gün doğarken gül dalından alacaksın, parça parça edip akan suya salacaksın" diye eklemeyi de unutmadı. Hızır İlyas Baba'dan sağlık ve huzur diledim öncelikle. Gerçi; ateşin üzerinden atlayamadım, kırlara çıkıp kamp kuramadım ama mani yazmadan da duramadım. Çingeneler Zamanı'nın güzel müziği bir Goran Bregoviç bestesi olan Ederlezi'ye Sezen Aksu sözlerinin bir bölümü nedense bana mani gibi geldi :
Kokuyor buram buram,
Fulyalar vakit tamam,
Bir bana uğramadı,
Bu bahar bayram...
Umarım, hepinize uğrar bahar ve dileklerinizi görür Hızır ve İlyas Peygamberler. Kutlu olsun yeşeren günleriniz, dolu dolu değerlendirin, 186 gününüz var gönlünüzü güzelce eğlendirin.
Örneğin yarın, yani Cumartesi; uçurtmalarımızı alıp yalınayak koşalım, börtü-böcük kuş sesleriyle coşalım. Dileyen, ayaklarını sallandırsın suya kedersiz gamsız, bir de türkü tuttursun anlamlı anlamsız. Ne varsa güzellikten yana bölüşelim, ayağımız takılıp düşersek, boşverip gülüşelim. Bir günlük de olsa; kederleri uçurtmamıza takalım, uçuralım derdi tasayı hafifçe esen rüzgara bırakalım, keyfimize bakalım. Yeniden şiir yazalım şair olmamıza gerek kalmadan, yaman çelişkiler kapıyı çalmadan, üstelik Pazar olmadan... Demeye kalmadı.. Günlerden Pazar, Yusuf Hayaloğlu'ndan yazıyorum azar azar..
Hani benim sevincim nerede,
Bilyelerim, topacım,
Kiraz ağacında yırtılan gömleğim ?
Çaldılar çocukluğumu habersiz...
Penceresiz kaldım anne,
Uçurtmam tellere takıldı,
Hani benim gençliğim nerde ?
Ne varsa bu gençliği yakan,
Ekmek gibi, aşk gibi,
Ne varsa güzellikten yana,
Bölüştüm, büyümüştüm
Bu ne yaman çelişki anne..
Ana haber bültenimizi açtım, ana cadde yine bildiğimiz gibi sevimsiz. Ana kumanda merkezi kahreden, ana muhalefet ise Abdurrahman Çelebi misali idareden, kısaca her ikisi de bütünlemeye kalmışlar. Ana menü'den annemim zeytinyağlı dolmalarını seçiyorum, yanık yanık bile olsa yerken yine kendimden geçiyorum. Misket bombalarıyla yapabiliyorlarsa Bağdat gibi diyarları, sulamadan da yetiştirirler hıyarları. Bunları biliyoruz, biliyoruz da asıl unutulmaması gerekeni hiç çıkarmayalım aklımızdan...
ANA gibi yar OLMAZ... Haydi bugün Pazar, elleri öpülecek güzellerimiz var...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ANNEME - ANNELERE |
|
Doğanın her penceresinden öbek öbek bahar dallarının fışkırdığı, ağaçların çiçeğe durduğu bir vakit...
Yaşam, yeni çırpınışlara gebe.
O da öyle...
Hamile olduğunu fark ettiğinde baharın coşkusunu duyamıyor. Hazır değiller bu bebeğe. İki ufak bebekleri var zaten; birisi iki yaşında, diğeri daha bir yaşında. Nasıl bakacaklar, nasıl büyütecekler?
Öyle uzak diyardalar ki; memleketlerinden uzak, dostlarından uzak, tüm bildiklerinden uzaktalar. Van, Kasrik'teler. Tayinleri buraya çıkmış. Bir devlet memuru ailesi olarak, yaşam mücadelesi veriyorlar.
Üçüncü çocuğun bu mücadelede yeri yok. Hiç vakit kaybetmeden bu bebeği aldırtmalılar. Karı koca karar verip, şehrin yolunu tutuyorlar. Değil kentin, tüm civarın tek kadın doğum doktorunu buluyorlar. 'Alın bu çocuğu, istemiyoruz, bakacak gücümüz yok, hazır değiliz' diyorlar.
Doktorun verdiği yanıt çok çok ilginç:
'Almam, alamam.' diyor, 'Daha bir hafta önce kendi karımı kendi ellerimle kürtaj ederken ölmesine sebep oldum. Altı çocuğum öksüz şu an. Yemin ettim; bir daha asla kürtaj yapmayacağım.'
İnanılır gibi değil.
Ya şimdi ne yapacaklar? En yakın hastane ve doktor Diyarbakır'da, oraya nasıl gidecekler? Evlerinin dönüş yolunda düşünüyorlar; her şeyde bir hayır var mıdır, her bebek kendi rızkıyla mı doğar. Kafalarında bin bir çeşit düşünce ile birkaç haftayı daha böyle geçiriyorlar. Bu arada bebeği düşürmek için özellikle özensiz davrandıklarını hiçbir zaman inkar etmiyorlar. Bilerek ip atlanıyor, sırt çiğnettiriliyor.
Ne kadar da inatçı bu bebek, gitmeye hiç niyeti yok. Aniden kapı önünde belirdi, yaşamın kendisi için aralanmasını bekliyor. Hayata daha şimdiden öyle sıkı tutunmuş ki, doğsun madem.
İşte böyle doğuyor o bebek. Sapsarı saçlarla, inadına.
İnadına doğuyor, inadına yaşıyor.
Önce ismini 'Süheyla' koyuyorlar. Bir bebek için pek de şirin olmayan, telaffuzu zor bir isim. Birkaç gün sonra bu adı değiştiriyorlar.
'Leyla' olsun ismi, diyorlar.
İşte, o bebek benim.
O soğuk, karlı , 1969 yılının 15 Ocak gününde, kapının altından içeriye girmeye çalışan tipinin, tiz ıslığına ilk çığlığı karışan o bebek benim.
Bacasından dumanlar çıkan, ortası perdeyle ayrılmış tek göz odada yaşama ilk 'merhaba' sını diyen o çocuk benim. Üç yaşındaki ablam perdeyi aralayıp, doğumumu gizlice izlemiş. Annemin çığlıklarından öyle ürkmüş ki, bir yandan da onu susturmaya çalışmışlar. Bir buçuk yaşındaki abim ise o sırada uyuyormuş.
Üç kardeşten öte, üç arkadaş olarak büyüdük. Benden çok sonraları bir kız kardeşimiz daha oldu. Benim doğumumda yaşanan deneyimlerden olsa gerek, onun doğumunu hepimiz çok istedik. Evin küçük maskotu olup, büyüdü.
'Doğduğun andan itibaren, kendini sevdirdin' der annem, 'Öyle usluydun, öyle temizdin ki, seni büyütürken hiç zorluk çekmedim.'
.....
Annem...
Doğduğum andan itibaren öyle yanımdasın ki...
Aile gibi bir ailenin içinde büyüdüm. Duygusal ama otoriter bir baba, birbirlerine destek çocuklar ve özverili bir anneden oluşan gerçek bir ailenin ferdi oldum.
Özverili anne... Hem de ne özveri. Yemeyip yediren, giymeyip giydiren annelerden.
Babam devlet memuru olduğu için, o dönemler ikide bir tayini çıkıyor, şehir şehir geziyorduk. İki yıl orada, üç yıl burada, sürekli ev taşıyorduk. Her gittiğimiz yeni kente kendimizi ve eşyalarımızı götürüyorduk. Alıştığımız her şeyi geride bırakarak; öğretmenlerimizi, arkadaşlarımızı, aile dostlarımızı, bakkalımızı, kasabımızı, hatta ezbere bildiğimiz sokak çukurlarını, kaldırımlarının renklerini, o bölgenin lehçesini, her şeyi ama her şeyi geride bırakarak yeni bir yaşama gidiyorduk. Biz ve eşyalarımızdık hep aynı kalan.
Bu nedenle midir, bilmiyorum. Daha bir bağlıydık birbirimize. Kaybetme ihtimalimizin en az olduğu arkadaşımız bir diğer kardeşimizdi, belki de bu yüzden birbirimize daha sıkı sarılıyorduk.
Tüm bu göçebe yaşama rağmen, tüm bu ayrılışların verdiği hüzne rağmen, evlerimizi hep çiçek gibi anımsarım. 'Hani yuvayı dişi kuş yapar' derler ya. Bizim yuvamızın ana direği de hep annem oldu. Çocukluğumu anımsadığımda her odası çiçeklerle dolu, 'yoğurt dök, yala' cinsinden, cennet gibi bir ev canlanır düşüncelerimde.
Üzerinde zıpladığımızda içlerinden samanlar dökülen yeşil koltuklarımız vardı. Ve bunların üzerinde, pencere önündeki diğer tüm çiçeklere kafa tutmuş, yeşilli, sarılı, kırmızılı gülleri olan annemin kendi elleriyle ördüğü rengarenk kırlentler bir de... Ve televizyonumuzun üzerindeki papatya desenli dantel örtü. Ona takım, regilatörün üstündeki örtü. Hala bugün bile kırılmadan sakladığımız beyaz-pastel yeşili rengiyle bize gülümseyen porselen ceylanın içinde bulunduğu büfe.
Evimizin her yerinde çiçekler açardı. Hatta misafir gelen hanımların dizlerinde bile... Annemin yine kendi elleriyle ördüğü diz örtüleri mutlaka misafir hanımlara sunulurdu. Daire şeklinde paspaslarımız olurdu sonra, o zamanlar moda olan, biz çocukların pek sevmediği ama zevkli annemin pastel tonlarda örüp, onları da sevimli yaptığı paspaslar. Onların ortasında bile bir gül deseni mutlaka olurdu. Çiçek, çiçek, her yer çiçek.
Bizler de çiçek gibiydik sonra. Kısacık kesilmiş tırnaklarımız, cebimizde mutlaka üçgen şeklinde ütülenmiş mendillerimiz olurdu. Kolalanmış yakamız, tiril tiril önlüklerimiz, bir de bizleri sarıp sarmalayan, tohumlarını anne ve babamızın attığı düşlerimiz olurdu. İki çiğdem, bir çekirdek çocuklarıydık.
Hakkari'deydik, televizyonsuz hayatımız vardı. Heyecanla beklediğimiz arkası yarınlarımız, mum ışığında yaptığımız sohbetlerimiz vardı. Hep birlikte söylediğimiz şarkılarımız bir de.
Yemeklerden sonra ellerimizi havaya kaldırarak lavabo önünde sıraya girmek öğretilmişti bize. Tüm masum duygularımız gibi, ellerimiz, yüzümüz de tertemizdi.
Bir ahbaba gönderilirdik arada, 'Bir maniniz yoksa, annemler size gelmek istiyor' derdik. O komşuların hiçbir zaman manisi olmadı. Büyükler sohbet ederken, başka bir odada oyunlar oynardık.
Arada anlaşamaz kavga ederdik, annemi çok kızdırırdık, gırgırın sapıyla kovalar gibi yapardı bizi. Ama bir kez bile vurduğunu anımsamıyorum. Bir kez küfür ettim de, o acı biberi ağzıma sürdün ya annem, ne iyi etmişsin.
Dört çocukla nasıl baş edebildin annem.
Ankara'daydık babamın hem üniversite okuyup, hem çalıştığı zamanlardı. Okula onu da gönderirdin, bizi de. Sahi, sen kaç çocuk büyüttün annem. Akşamları babamın getireceği Melek Sakızlarını bizler heyecanla beklerken, o kavrulmuş soğan kokusu, o ev gibi ev kokusu nasıl unutulur annem.
Bilir misin, 'Ömründe yediğin en güzel yemek ney?' diye sorsalar, aklıma gelen tek yemek; taze fasulye oluyor. Hani bir Pazar günü çok acıkmıştık da, sen taze fasulye pişirmiştin, 'Az bekleyin, yanına pilav da yapacağım' demiştin ya. Hani biz bekleyememiştik. Ekmeklerin arasına taze fasulye koyup, sandviç hazırlamıştın. Bilir misin annem, ömrümde hiçbir yediğim yemek öyle tatlı gelmedi. Hiçbir yiyecek onun yerini tutmadı. Hiçbiri, inan.
Ya, sonra Niğde'ye gidişimiz. Giderken eşya kamyonuna çiçeklerinin sığmaması, tüm çiçekleri komşulara bırakırken döktüğün göz yaşları nasıl unutulur annem.
Ya bana diktiğin çiçekli elbise. Hani, kolsuz, kiloş etekli olan... Hani mavili beyazlı iri çiçekli olan. Hani dönerken eteklerinde dünyayı döndürdüğüm o elbise. Hani tüm yaşamın tek hakimi ben iken, hani döndükçe birbirine karışan renklerinde geleceği boyadığım o elbise. Bir daha hiç öyle güzel elbisem olmadı annem, hiçbir elbisem öyle yakışmadı. Mavi renk de bir daha hiç öyle temiz olmadı. Bir de abimin sünnetinde hepimize takım ördüğün turuncu kazaklar. Bir daha hiçbir kazağım öyle ısıtmadı.
Ya sonra otuz yaşında Edirne'de, dört çocuğunun eğitimi için çalışmaya başlamana ne demeli. Her öğlen iş yerinden yarım saat yürüyüp, eve gelip, bize öğlen yemeği yedirip, okula hazırlamana...
Sahi annecim, o gücü nereden bulurdun? Bazen yorulduğumda, işler, yükler ağır geldiğinde, hayata söylendiğimde, hatta kahrettiğimde o günler aklıma gelir, seni düşünürüm. Pazar günü olurdu da; önce dört çocuğunu teker teker yıkar, sonra alüminyum kocaman bir leğende çamaşırlarımızı, çarşaflarımızı elinde yıkardın. Bir yandan çamaşır suyu içinde beyazlar kaynardı da, ılık, keskin kokulu bir buhar yayılırdı evin içine. Ve sen annem, sırtını dönüp, eğilip çitiliye çitileye yarınlarımızı da yıkardın umutlarınla.
Şimdi çamaşır makineleri bile senin yaptığın kadar, sakız gibi beyazlatamıyor. Çamaşırlar kururken bir yandan kısır, bir yandan da en koyusundan ayran yapardın. Oturur bir güzel yerdik, sonra tüm yorganları dikerek kaplardın. Bir de aynı güne ütüleri sığdırırdın. Sen mi çok büyüktün, günler mi çok uzundu, yoksa yaşamın düğümleri daha mı sıkıydı. Yoksa hep birlikte atılan düğümler daha mı sağlam oluyordu.
Ya sonra, ya eşek kadar kız olduğumda, mimarlık okurken, proje teslimi zamanları, uykusuz gecelerimizde, sadece bana değil, eve getirdiğim tüm arkadaşlarıma hizmetine ne demeli. Meyveleri soyup ağzımıza verişine.Tüm bunlar yetmiyormuş gibi projelerimizi yetiştiremeyeceğiz diye, eline 0,1'lik rapido kalemi alıp, çimleri noktalamana ne demeli.
En basit bir dersten dahi olsa, her sınav gününün sabahı, kapıdan sağ ayağımı atmamı isteyip, sırtıma dokunarak dua edişine... İyi mi, hala bütün eşiklerden geçerken sağ ayağımı atıyorum. Sol ayağımı yanlışlıkla atarsam, çaktırmadan geri dönüp, sağ ayağımı yeniden atıyorum.
Ya bizlere ördüğün çeyizlere. Üç kızına da, ikişer tane dantel masa örtüsü örülür mü be annem. Yatak odası takımları, kanaviçeler. Göz mü dayanır onca şeye. Bak, şimdi bir iğnenin deliğini zor buluyorsun.
Ya attığın her ilmeğinde, ördüğün her zincirinde bizler için ettiğin dualara...
Ya sonrasında benim için üzülüşün. İki yılda on yaş birden yaşlanışın. Hangisinin hakkı ödenir be annem.
Hala yokluğunda elim kolum bağlanır. Hala her derdimde, koynundur yerim.
Sırdaşım, yoldaşım, anam! Hangi yazı anlatabilir ki seni.
Seni ne çok sevdiğimi söyleyip, çekileyim huzurlardan ve sadece dua edeyim;
Allah sizleri başımızdan eksik etmesin diye.
.....
Bir de şu fotoğraflar annecim, o Kumrucuk önce küçük ağaç dalları taşıyıp, pencere önüne yuvasını yaptı, günlerdir de yağan yağmurlara aldırmadan, özenle yumurtalarını büyütüyor. Yumurtalarının başından çok nadir ayrılıyor. Başka bir Kumru da ona dal taşımaya başladı, sanırım çocuklarının babası. Bu fotoğraflar sana ve tüm annelere armağanım olsun, olur mu?
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 37 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Saklı Kahve : Tuğba Çamlıbel BİR KIZ İSTEME MERASİMİ- 2 |
|
Yüreği acılı bir arkadaşımı anlatacağım bugün sizlere. Bazen en yakınımızın acısını anlamaz gözlerimiz, hissetmez yüreğimiz. Ben çok geç anladım ve sordum. Anlattı...O ağladı, ben ağladım. İzniyle, kendi kalemimden anlatıyorum bugün sizlere...
Kapı çalıyor...
Sokaktan çocuk sesleri geliyor. Koşuyorlar bir yukarı, bir aşağıya. Yalnız geçen çocukluğum geliyor aklıma o an. Gülümsüyorum. Gürültü de yapsalar, koşsunlar doyasıya. Benim yaşıma geldiklerinde, yaramaz çocukları görüp acı acı tebessüm etmesinler yeter ki...
-Açsana kızım kapıyı, diyor babam.
İçimde bir sıkıntı. Hiç elim varmıyor kapıyı açmaya. İstemeyerek kalkıyorum yerimden. Misafir sevmediğimden değil de, niye geliyor ki bu karı koca bunca sene sonra?..
-"Buyrun, hoş geldiniz."
-Aa ne kadar büyümüş, ne güzel kız olmuşsun sen öyle...
Misafir hanım, alıcı gözüyle şöyle baştan aşağıya süzüyor beni. "Sanki çarşıdan elma almaya çıkmış" diyorum içimden. İnsan kapıdan girer girmez bakar mı böyle?
-"Hoş geldiniz efendim."
Elini öpüyorum amcanın. Salona alıyorum misafirleri.
Yaklaşık 10 sene kadar önce kısa bir ortaklık dönemi yaşamıştı babamla bu amca. O zamandan bu zamana görüşmemiş ama telefonla da olsa irtibatı kopartmamıştık.
Yemekler yeniliyor, çaylar içilip sohbet ediliyor. Vakit ilerliyor, zaman geçiyor. Ben ortamdan tamamen kopuğum. O dakikalarda sıkıntıdan gazeteyi hatmediyorum. Babam bakıyor ki misafir daha da niyetli oturmaya, kahve yapmamı istiyor benden.
Kahveleri yapıp götürüyorum, içip hemen kalkıyor misafir aceleyle. Ne olduğunu pek anlamasam da seviniyorum. Evdeki ağırlaşmış hava dağılıyor sanki birden.
Ertesi akşam babam açıklıyor dünkü misafirin geliş amacını. Kahve yapmaya gittiğimde, beni oğullarına istemişler.
Birden başka diyarlara gidiyorum. Babam konuşuyor, anlatıyor sürekli ama ben dinlemiyorum. Ben böyle mi hayal etmiştim? Birden aklıma düşüyor gözleri...O bakışında bin bir mana aradığım gözler. Gelir mi diye yolunu beklediğim günler. Kurduğum hayaller...
-Ne diyorsun kızım, karar senin , diyor babam. Bu sözle kendime geliyorum.
"Baba, böyle mi olur bu işler? Hayır istemiyorum. İnsan oturmaya diye gelip kız ister mi? Edep erkan böyle mi söyler? İstemiyorum baba"
-Yavrum, samimiyetimize güvenmişler.
"İstemiyorum baba. Konuyu kapatalım lütfen."
Gülüyor babam. Benim bu kızgın tavrım hoşuna gidiyor. Aslında ben neyin hoşuna gittiğini biliyorum. Kızının istenmesi, beğenilmesi. Evlenecek yaşa geldiğini anlaması...
-Güzel kızım, madem konu açıldı söyle bana. Bir sevdiğin mi var ya da gizli bir sevdan?
Baba, bilmeden böyle mi basılır bir yaraya, bir acıya...Gözlerim yaşla doluyor birden. Hemen toparlıyorum kendimi. Karşımda babam oturuyor. Anlatacağım en son insan...Müsaade istiyorum sorusunu yanıtsız bırakarak...
Çocukluğumuz birlikte geçmişti. Kuzen çocuklarıydık. Taa o zamandan içim kıpır kıpır olurdu onu gördüğümde. Anlamamıştım bile, ne çabuk büyümüştük. Oyun arkadaşıyken, iki genç olmuştuk arasında mesafe olması gereken. Yıllar mı koymuştu aramıza o mesafeyi bilmiyorum ama artık iki yabancıydık. Geldikleri günlerde eskiye dair bir kelime olsun bahsetmesini, o sıcaklığı yeniden kurmasını bekledim hep boş yere. Ama o çok başka diyarlardaydı artık. Benim ulaşamayacağım kadar uzak diyarlarda. İnsan eski arkadaşını bir nasılsından mahrum bırakır mı? Bıraktı...Sonraları gelmez, evimizin yolunu bilmez oldu. Ya evinin anahtarını unuttuğunda ya da anne babasını eve götürmek için çalıyordu artık kapılarımızı. Aslında hak vermiyor da değildim. Ne bileyim, ne işi vardı anne babasıyla ev gezmesinde.
Ama insanın bir kalbi çarpmaz mı? Bir yüzünü görmek istemez mi? İstese gelmez mi a mecnun?
Kendim sorup, kendim yanıtlıyordum yüreğimle olan kavgalarımda...
Tek bir gün ümit etmiştim. Tek birkaç saat "acaba?" demiştim. Acaba onda da var mıydı bir kalp sızısı, bir yürek çarpıntısı.
Üniversite sınavına gireceğim yıldı. Babam, yardımcı olmasını istemişti formu doldururken. O gün yan yana yıllar sonra ilk defa o kadar yakındık birbirimize. Onun elleri titriyordu kalemi tutarken. Ben kendimi hatırlamıyorum bile. "Onu elleri titrerken gördüm ya, o heyecanı hissettim ya, gam yemem artık ölsem de" demiştim can dostuma...
-Güzelim, bunlar iyi günlerin, bir gün acı bir haber alırsın. Bekleme artık onu. Bir gün kapı çalar ve düğün davetiyesini getirirler sana. Bugünü yaşamadan unut artık onu...
"Nasıl peki" diye sormuştum. Susmuştu. Biliyordu yürek yarasının kolay kapanmadığını.
Babamla bu konuşmayı yapmamızın üzerinden 1 ay geçmişti sanırım. Telefon çaldı. Annesi arıyordu. Bize gelmek istiyorlarmış. "Buyurun bekleriz" dedim. O an karnıma ağrılar girdi. Can dostumu aradım yanımda, çok uzaktaydı benden. Mesaj yolladım ona.
"Gelmeyecek, bugün de gelmeyecek biliyorum. En azından dost olsaydı benimle. Dostluğumu bile hak etmiyormuş..."
Kapı çaldı yine. Kahkahalarla girdiler eve. Çok şakacıdır babası. Herkes girdi içeri. Bekliyorum hala açık kapıda. Belki arabayı park etmeye gitmiştir diye. Ama hayır...Gelmedi yine...
Ablası evleniyormuş yirmi gün sonra. Davetiye getirmeye gelmişler. Rahatsızlığımı bahane edip odama çekiliyorum. Sesler çok derinden geliyor. Ağlıyorum doyasıya. Hıçkıra, hıçkıra...Tam o an duyuyorum derinden gelen babasının tok sesini. "Bizim oğlanın nişanı da inşallah yaza". Haklıymışsın can dostum. Haklıymışsın...
Sanki sözleşmişler gibi Yavuz Bingöl söylüyor o sırada o yumuşak sesiyle. O söylüyor ben ağlıyorum, o söylüyor ben ağlıyorum...
Çarşambayı sel aldı,
Bir yar sevdim el aldı,
Keşke sevmez olaydım,
Elim koynumda kaldı.
Oy ne imiş, ne imiş aman aman,
Kaderim böyle imiş...
Gizli sevda çekmesi aman aman,
Ateşten gömlek imiş...
Tuğba Çamlıbel tugbacamlibel@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.646 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Tijen İnaltong'u okuyanlar bilir. Linkimiz kendisini tanımayanlar için http://mutfaktazen.blogspot.com/ Mutfakta Zen, Tak Koluna Sepeti, Mevsimlerle Gelen Lezzetler derken şimdi bu sayfada enişteye inat maniler de var. Altin tabakta visne / Gel yârim aska düsme / Bu askin sonu çikmaz / Nâfile dile düsme. Hem karın hem de ruh doyurmak için daha detaylı bilgi isteyenlere de http://www.geocities.com/tijeninaltong/
http://freecycle.org/ Elinizdeki fazla eşyaları ihtiyacı olan birisine verirken kendi ihtiyacınızı da bedel ödemeden karşılamak hoş bir durumdur.
İşte böylesi bir site, İstanbul grubunda 79 üyesi var. Evimizden ofisimizden bir yıl içinde attıklarımızı düşünürsek neden olmasın...
Siz işyerinde veya ev ortamında bilgisayarınızla yoğun bir irtibat halindeyseniz, ekranda hep aynı görüntüyü görmekten sıkılır ve güzel bir resim ararsınız. Biz bu resimlere ne diyoruz? Duvar kağıdı. http://www.wallpapervault.com/ kısayolunda en alası mevcut. Hem de bazıları aktif animasyonlu, (ne demekse?). Ve işte en sona sakladığım sürpriz. http://mariemarie0000.free.fr/fichiers/images/pop.swf kısayolunda öyle ilginç bir şey var ki inanamadım. Eminim sizler de gözlerinize inanamayacaksınız. Sonunda yaptılar dedirtecek bu orjinal çalışmayı lütfen kaçırmayın. Büyük küçük hepinizin hoşuna gideceğine eminim.
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
ClamWin Free Antivirus 0.84 [4,96 MB] Windows Free
http://www.clamwin.com/download/ Bir proje ürünü olan ücretsiz ama ful fonksiyonlu bir antivirüs programı. Otomatik güncelleme, sıkıştırılmış dosyaları okuma, Outlook ile entegrasyon gibi özellikleri var. Diğer prgramlar gibi de makinayı yormuyor. Hala bir antivirüs programı olmayanlara şiddetle tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|