|
|
|
13 Mayıs 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Alternatif spor!.. |
Merhabalar
Alternatif sporlara ilginiz var mıdır? Hiç bungee jumping yaptınız mı? Yamaç paraşütü ile süzüldünüz mü? Ya da... Evet ya da bir takımın taraftarı mısınız? Öyle ya alternatif sporların ana fikri adrenalini yükseltmekse taraftarlık bunun dik alası değil midir? Evvelki gece sevinçten taklalar atıp kalp atışlarınız yüzün üstüne çıktıysa veya ertesi gün başınıza gelecekleri düşünüp bütün gece yatak vantilatörü olduysanız siz de bir alternatif sporcusunuz. Bunu anladığım an problem çözüldü. Ben bu adrenalin zerkedici taraftarlığı seviyorum aslında. Yenmekle yenilmek arasında büyük bir fark yok. Birinde sevinçten diğerinde üzüntüden dolup taşıyorsunuz. Ve bu öyle bir dinamizm katıyor ki insana, gün boyu inceden dalga geçmenin örnekleriyle yaratıcılık ayyuka çıkıyor ya da korunma kalkanlarını aşağıya indirip gelen salvo atışlarını savuşturmanın inceliklerini öğreniyorsunuz. Kumarbazların beylik bir lafı vardır, "Kumarcıdan kumarcıya beş para geçmez." derler. Doğrudur. Ama benzerini taraftarlık için de söyleyebilirsiniz. "Taraftarın taraftara ettiği yanına kar kalmaz, gün gelir kova başına geçer." Rakip olmadan taraftar olmanın anlamı var mı? Allah beni Cimbom'suz bırakmasın, amin.
AİHM kararı açıkladı. Her kafadan bir hikaye de yazılmaya başlandı. Yok başka ülke de yargılanacakmış, yok serbest kalacakmış. Daha neler. Gerekçeli kararın yapılan yargılamanın niteliği ya da verilen kararın doğruluğu ile ilgisi yok. Tüm itirazlar teknik konularda. Gene diyorum, hiç laf eveleyip gevelemeye gerek yok. Yeniden yargılamanın yolunu ivedilikle açıp, 1 hafta içinde adamı yeniden yargılayıp bu işi bitirmeliyiz. Çünkü bu iş uzadıkça dillerde şarkı olup koro halinde söylenecektir. Ama onlardan önce gelin biz yıllar önce söyleyip dansettiğimiz bir güzel şarkıyı pikabımıza koyup dinleyelim. George McCrae söylüyor, Rock your baby. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Her şeyin başı onur çünkü. |
|
'Hiç tanışmadığım,
okuduklarımdan ve
dinlediklerimden tanıdığım,
tahminen, dünya görüşünü
pek paylaşmadığım
Hasan Esat Işık'ın anısına...
Her şeyin başı onur çünkü.'
Can Kozanoğlu, 1992 yılında yayınlanan '1980'lerden 90'lara Türkiye ve Starları: Cilalı İmaj Devri' adlı kitabını yukarıdaki sözlerle Işık'ın anısına atfetmiş. Kozanoğlu kitabının giriş bölümünde on yıllık dönemde ülkenin geçirdiği değişimleri sorgularken 'Cumhuriyet ideolojisinin nüfus alanı daraldı. Ortaya çıkan boşluğu, dünyanın kuzeyinde ideolojiler öldü sloganıyla pazarlanan ve iyi hasılat yapan tek tip ideolojinin yerli versiyonu doldurdu. Özgürlük ve eşitlik projelerinin ufkundaki ütopyalar, özel operasyonlarla yıpratıldı. Onların yerini bir tür finansal pragmatizmin servet ütopyaları aldı.' diye not düşmüş.
Gazeteci yazar Kozanoğlu aynı kitabın yine giriş bölümünde onun verdiği adla 'Cilalı İmaj Devrini', simgesel starlarla anlatmaya koyulmadan önce eserini neden Hasan Esat Işık'a ithaf ettiğini açıkmaya girişiyor. Kozanoğlu gözlemlediği dönemde dört kişinin ölümünün kendisini çok etkilediğini söylüyor. Kim bunlar? Hasan Esat Işık, Örsan Öymen, Abdullah Baştürk ve tüm Fenerbahçe sevgisine karşın Metin Oktay. Kozanoğlu'na göre, bireyci değerlere yüz vermeden, toplumsal değerlerle yaşayarak gerçek birey olabilen, eğilmeyen, bükülmeyen taviz vermeyen insanlar, bıraktıkları anılarla başkalarından ayrılıyorlar. Ona göre bu insanların somut ve onurlu anılarının zenginliği geride kalanlara 'işte böyle yaşamalı' dedirtebiliyor. Yine onun sözleriyle: "Herkese değil elbette, niyeti olanlara."
Esat Işık; dürüstlük, yurtseverlik, onurun bir ilk kuşak Cumhuriyet çocuğu senteziydi. Kozanoğlu'na göre bu özellikler çok önemli ancak onun eğilip bükülmemesi en az bu saydıkları kadar kıymetli. 12 Eylül'ün en acımasız günleri. Binlerce insan özel sorgularda, tutukluluklarda işkence görüyor. Hasan Esat Işık'ın Milli Savunma Bakanlığı'ndan ayrılışı daha dün gibi. Yaşamındaki tek varlığı, biricik oğlu o sıralar Marksist bir örgüte üyelikten dört yıl sürecek tutukluluğunda olasılıkla aynı tezgahlardan geçiriliyor. Ancak onlarca bağlantısı hale taze olan, bir ricası belki de hala kırılamayacak eski Milli Savunma, Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık hiçbir biçimde bu tür yollara yaklaşmıyor; gözbebeğini, ziyaret kuyruklarında saatlerce bekleyerek, yalnızca kısacık kucaklamalarla yetiniyor. Kozanoğluna göre bu tavırda sahte meşrutiyetin reddi, ayrıcalığın reddi var, artık imajına bile gerek duyulmayan insan onuru var. Cilalı İmaj Devrinde 'out' olan şeyler.
Hep söylerim yaşamın size hazırladığı kimi acı, bazen tatlı, ancak hemen hepsi ilginç sürprizlere şaşıp ta kalırız çoğu zaman. Cilalı İmaj Devrini izleyen yıllarda da kimi politikacıların düzeyleri, tavırları malumunuz. Geçenlerde bu örnekleri bir arkadaşımla konuşurken ve her nedense Kozanoğlu'nun Kitabı ve atfı aklıma düşüp kendisiyle paylaşınca, "Işık'ın oğlu benim arkadaşım, tanışmak ister misin?" sorusuyla irkildim. Elbette, en kısa zamanda.
Arkadaşımın Hasan Esat Işık'ın son günlerine ait bir anısı var ki, daha da yürek burkucu. Bunu da ondan dinliyorum. Işık prostat kanseri tanısıyla hastanede tedavi görüyor. Durum umutsuz. Evine çıkarılacak, arkadaşımın alçakgönüllü arabasına güçlükle bindiriliyor. Evine gelindiğinde bir içten teşekkür ve Işık gözden kayboluyor. Biraz soluklanmak için salonda dinlenmekte olan arkadaşım bir süre sonra açılan kapı aralığından gördükleri karşısında gözlerine inanamıyor. Hasan Esat Işık, haniyse ölüm döşeğinden kalkmış bu yaşlı çınar masasının soluk ışığında önündeki bir dizi kitaba dalıp gitmiş. Yazıyor, çiziyor, araştırıyor. Çünkü o Türkiye'nin Paris Büyükelçisiyken dikilen ilk Ermeni Anıtına tavrını koymak için hiçbir resmi makamın onayını almadan ülkesine dönme yürekliliğini ve çıkışını gösterebilmiş, dedik ya yorulmak, eğilmek nedir bilmeyen bir Cumhuriyet Çocuğu.
Hemencecik değilse de, bir zaman sonra Hasan Esat Işık'ın tek oğlu bugün ellili yaşlarında değerli bir ekonomist Yusuf Işık'ın çalıştığı ofisteyim. Sürprizlerin sonu var mı! Dayalı döşeli, güzel bir ofis bu. Meramımı, niçin kendisiyle tanışmamın beni çok heyecanlandırdığını anlatıyorum. Yüz kilonun çok üzerinde Yusuf Işık beni dikkatle, çok belli bir hüzünle dinliyor. Babasının çok özel bir ilke ve dürüstlük anıtı olduğuna O'da katılıyor kuşkusuz. Sohbet akıyor ve biz son yirmi yılda Türkiye'nin ve dünyanın geçirdiği 'değişim'den söz etmeye başlıyoruz. Oğul Işık'a göre dünya gerçekten çok değişti. Küreselleşen dünyada Türkiye'nin enerji vanalarının bir anda kısılabileceğini ve üç gün içinde koca ülkenin soluksuz kalabileceğini anlatıyor ekonomist Yusuf Işık. Ona göre ne hiçbir şey üretmeden gününü gün edenler ne de hamasi milliyetçi nutuklar atanlar bir çıkış yolu gösterebilirler. Çıkış yolu, küresel sermayenin etkisinin bilincinde tüm dengeleri gözeterek bir ayakta kalma savaşı vermek.
Bir ara özel bir konuşma için dışarı çıkıyor Yusuf Işık. Arkadaşım bana doğru yaklaşıp, şu an bulunduğumuz odanın kime ait olduğunu bilip bilmediğimi soruyor. İlahi çocuk. Kimin olacak, bizi karşılayan ev sahibimizin elbette. Meğer yanılmışım, Sayın Kemal Derviş'in Ofisiymiş paylaşılan....
Birgül Ayman Güler'in 'Devletin Başkalaştırılması' başlıklı sunuşunu soluksuz izledik geçen gün um-ag'da. Güler yıllarını bu alanda araştırmalara harcamış bir değerli akademisyen. Güler'e göre 'müşteriye mal, geniş kesim fukaralara sadaka' yerine başta eğitim ve sağlık alanlarında 'yurttaşlarına temel hizmetler' sunmaya çalışmış olan 1945'ler ertesi sosyal devlet büyük sermayenin doymak bilmez hırslarıyla tuz buz oluyor. Aynı aygıtın sermaye hortumcularının nemalana geldikleri burjuva devlet yönü de yine bizzat sermaye tarafından yıkılıyor. Yerine değişim diye sunulan ise, küreselleşen finans hareketleriyle kapitalizmin yeni bir aşamasını simgeleyen, bağımlı ülkelerde yaşama geçirilen yeni bir devlet biçimi. Güya bağımsız, güya ulusal gibi görünen bu yeni devletlerin; şeker, enerji gibi yaşamsal üretimleri; kamu yararı ve onun adına değil uluslararası büyük sermaye ve yerli büyük uzantıları tarafından doğrudan yönlendirilen kurullar elleriyle değerlendiriliyor. Güçlü, sorun çıkaracak merkezi otorite yerine, bölgelere ayrılmış 'kalkınma ajansı' adı verilen organlarla, gevşek yerel birliktelikler ve sözde sivil toplum örgütleri ile idari yapı tanımlanıyor. Bütün temel hizmetler özelleştiriliyor, parası olanlar müşteri, olmayanlar kul düzeyine indirgeniyor. Nihayet bu devletin toplum yapısı ise büyüklerle uyum içinde yaşayacak cemaatler ve yurttaş yerine orada yaşayan hemşehri kimliğine ya da kimliksizliğine indirgenmiş durumda.
Güler konuşmasının bir yerinde, "ABD'nin Irak saldırısı, yapılan işkencelerin tüm dünya halklarının gözlerini açacağını ve insanların birkaç on yıldır bize 'evrimleşen medeniyet' diye yutturulanın, sömürünün kaba bir aşaması olduğunu anlayacaklarını düşünmüştüm." diyor ve sonrasında ekliyor. "Kuşkusuz anladı, gördü kimi anlamayanlar, görmek istemeyenler. Ancak yine de hiçbir alanda hiçbir somut kıpırdanma olmadı, ne Türkiye'de ne de uygar Avrupa'da."
İşte tam da bu anda Birgül Hoca olanca içtenliğiyle şunu itiraf ediyor. "Yine de bizler yeterince olan biteni anlatamıyoruz, düzgün sözcükler, kavramlar seçemiyoruz diye düşünmeyi ve değişik meslek gruplarına, topluluklara konuşmayı sürdürdüm. İnanız ki ancak birkaç hafta evvel her şey kafama dank ediverdi. Herkes her şeyi bal gibi, üstelik benden de net bir şekilde anlıyor ve algılıyordu. Ancak yaşananları değişim kavramıyla bulayıp kaçınılmaz ve önlenemez olduğuna inanıyor ve asıl önemlisi gündelik yaşamını buna göre ayarlıyordu. Bu nedenle onlara ne desem ve nasıl desem nafileydi "
Birgül Ayman Güler'e göre başta 'aydınlar' olmak üzere tüm 'aklı erenler', ne anladılarsa öyle yaşanması gerektiği bilincine çoktan varmış durumdaydılar! Tersine tüm karşı çıkışları ise "statükoculuk, modası geçmiş ulusallık" diye karalayıp rahatlıyorlardı.
Bense günlerdir takılmış plak gibi Kozanoğlu'nın ithaf satırlarını mırıldanıp duruyorum.
"Her şeyin başı onur çünkü"
Meraklısına:
Hasan Esat Işık'ın, Bakanlıklar kayıtlarından kısa biyografisi:
1916 - İstanbul, evli bir çocuklu eşinin adı : Ümit
Galatasaray Lisesi, Ankara Hukuk Fakültesi mezunu.
1940 da Protokol Dairesinde Aday Meslek Memuru, III. Katip olarak görev yapmış, 1941 de askerlik hizmeti nedeniyle ayrılmıştır.
1944 de Protokol Dairesinde III. Katip, 1945 de Paris Başkonsolosluğunda Kançılar, Muavin Konsolos, Konsolos, 1949 Ticaret ve İktisat Dairesinde Şube Müdürlüğünü Tedvire Memur, Şube Müdürü, l950 de Milletlerarası Ekonomik İşbirliği Dairesinde Şube Müdürü, 1951 de Bükreş Büyükelçiliğinde Başkatip, Orta Elçilik Müsteşarı, 1952 de Birleşmiş Milletler Avrupa Ofisi nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliğinde Müsteşar, 1954 de Ticaret ve Ticari Anlaşmalar Dairesinde Şube Müdürü, Genel Müdür, 1957 de Genel Sekreter Ekonomik İşler Yardımcılığında Genel Sekreter Yardımcısı, 1960 da Genel Sekreter nezdinde I. Sınıf Orta Elçi, 1962 de Brüksel Büyükelçiliğinde Büyükelçi, 1964 de Moskova Büyükelçiliğinde Büyükelçi olarak görev yapmıştır.
1965 de Yüksek Müşavir, 1966 da Moskova Büyükelçiliğinde Büyükelçi, 1968 de Paris Büyükelçiliğinde Büyükelçi olarak görev yapmıştır. 14/10/1973 tarihinde Bursa Milletvekili seçilerek Bakanlıktan ayrılmıştır.
Hasan Esat Işık 23/02/1965-22/10/1965 tarihleri arasında Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştır.
Hasan Esat Işık'ın Milli Savunma Bakanı olarak görev yaptığı dönemler ise aşağıdadır:
26.01.1974 - 17.11.1974
21.06.1977 - 21.07.1977
05.01.1978 - 16.01.1979
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
ŞARAP PARASINA MASALLAR II
O geceden sonra aklımın birazının hep sende kaldığını kabul ediyorum. Çok çekingen ve ürkek davrandığım için kendimi suçladığım da oldu. Sonuçta ben de ortalama bir erkek gibi bunun kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünebilirdim. " Kısmetimde ne varsa kaşığımda o çıktı." deyip umduğumu bir kenara bırakıp bulduğumla yetinebilirdim. Başkalarını bilmem ama ben gece baskını, sokak çevirmesi gibi de sevişemezdim.
Bir kaç gün sonra o gece yarım kalanları tamamlamak, her ne olacaksa olsun düşüncesine saplanmaktan kurtulamadığı anladım. Sana telefon edip bunu açık açık söyleyemedim. "Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Canım çok sıkkın ve seninle konuşmaya ihtiyacım var."yalanlarını sadece yeniden senin dikkatini çekebilmek, sana gelebilmek için bahane olarak uydurdum. "Tamam, bu gece bana gel, laflarız.".dediğinde sevinçten havaya uçacaktım. O gün sabırsızlıkla akşamı bekledim. Saatleri, dakikaları saydım. Zaman daha hızlı aksın diye kendime işler uydurdum. Hiç biri zamanın yavaş akmasının önüne geçemedi. Seni aklımdan birkaç dakikalığına bile çıkarabilmeyi başaramadım.
Zaman akşama doğru yaklaştıkça yavaş yavaş tedirgin olmaya başladım. Sana defalarca geldiğim halde "Ya bir gören, duyan olursa? Kapıda, merdivenlerde tanıdık biriyle karşılaşırsam? Bana kimi aradın yada kime gidiyorsun?" diye soracaklar ihtimalinden korkmaya başladım. Halbuki bu güne kadar kimse hiç kimse bir şey sormamıştı. Kendi kendime "Şimdi niye sorsunlar?" diye düşündüm. Bu düşünceyle kendi kendimi teselli etmeye çalıştım. Bütün çabalarıma rağmen korkularımı dindirmeyi, aklımı saran kötü ihtimalleri düşünmekten kurtulamadım.
Apartmanın kapısını açıp merdiven otomatiğine bastığımda korkularım bütün bedenimi sardı. Elim ayağım titremeye başladı. Sanki ben o apartmana hırsızlık için girmiştim ve kıskıvrak yakalanmam an meselesiydi. Üç kat yukarıya çıktığımda artık iyice tükenmiştim. Neredeyse heyecandan yere yığılacak kadar bitkindim. Kapıyı usulca araladığında senin de korktuğunu, gözlerinin bütün merdivenleri yıldırım hızıyla taradığını gördüm. Önce beni sonra ayakkabılarımı içeri aldın. Eğer kapıyı kapatıp bana sarılmasaydın istenmediğimi, sana sıkıntı verdiğimi, hatta arkadaşlığımızın sana eziyet ettiğini düşünecektim.
Bana televizyonu açıp mutfağa gittin. Televizyonun odayı dolduran sesi beni avutmaya yetmedi. Kitaplarına, kasetlerine ve sehpanın üzerindeki gazeteye baktım. O odada yalnız olmayı sevmedim. Bir ara gelip bana bir kadeh beyaz şarap getirdin. Şarap beni oyalamaya yetmedi. Sıkıldım, peşinden mutfağa geldim. Aceleyle balkona açılan kapının perdelerini kapattın. O gece en az benim kadar korkuyordun. Sen yapışmaz tavada tavuğu kızartırken ben sana sarılıp saçlarını kokladım. Saçlarının arasına parmaklarımı sokup açığa çıkan boynunu öptüm. Henüz sen öpülmeye, ben öpmelere hazır değildim. Anladım ve her şeyi kendi haline bırakmaya, zamanını beklemeye karar verdim.
"Azıcık sabırlı ol, lütfen."dediğinde biraz alındım. Sandığın gibi o gece ben çok sabırsız değildim Hatta sadece yemek yiyerek ve birkaç kadeh şarap içerek geceyi bitirmeye bile razı olabilirdim. Korkunun ve kaygıların ötesinde sana karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştım. O güne kadar tanıdığım bütün kadınlardan daha sıcak ve sevecendin. İhtiyacım olduğunda zaman ayırıyor, birlikte geçirdiğimiz her anı kendimi iyi hissetmeme neden olan binlerce ufak ayrıntıyla süslüyordun. Mutfaktaki işini bitirip duş almak için izin istediğinde, o geceye ait bütün kaygılarımın ve korkularımın tamamen silindiğini hissettim. Sende beni toparlayan, yaşamımı güzelleştiren, gündüzlerimin basmakalıp tekrarlarını yaşanabilir yapan bir şey vardı. Bunu anlatabilmem, mantıksal bir tutarlılık içinde anlaşılabilir ve akla yatkın gelebilecek biçimde açıklamam mümkün değildi. Ama kesinlikle sende bana iyi gelen bir şeyler vardı.
Dün seni sahilde gördüm. Yanında arkadaşların vardı. İçlerinde daha önce hiç görmediklerim yeni yüzler de vardı. Siz yelken kulübünden doğru geliyordunuz. Büyük mimoza ağacının altına geldiğinizde ben yolumu değiştirip karşıki kaldırıma geçtim. Seninle karşılaştığımızda kuru kuru hal hatır sormalardan, nezaket icabı takınılan o çok bildik sahte gülüşler iliştirilmiş ifadelerden nefret ediyorum. Artık benim ne yaptığımla, ne yaşadığımla veya sağlığımla hiç ilgilenmediğini biliyorum. Bana ilgi duymadığın için yada, umursamıyor olmana kırılmıyorum. Her saniyesi kırk tane yalanla bezenmiş, sanki ilgiliymiş görünme oyununa kızıyorum.
Ara sokaklardan birine sapınca kendimi daha iyi hissettim. En azından başkalarına göstermelik bu seremoniyi yaşamaktan ve kendimi riyakar hissetmekten kurtulmuştum. Şimdi aylar sonra her şeyi nasıl bu kadar ayrıntılarıyla anımsadığıma ben de şaşıyorum. Sence üçüncü kattaki o küçücük odada baş başa yemek yeyip, tutkuyla sevişen erkek ve kadın biz olabilir miyiz?
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
SUSKUNLUĞUN
Suskunluğun gece gibi. Ama karanlık değil. Suskunluğuna eşlik eden, dudaklarım gülümsüyor... Yok sayıyor gözlerim, gözlerini. Varlığın evin içinde geziniyor gölge gibi. Görmüyorum, düşünmüyorum seni. Ruhumu huzur nağmeleri sarmış. Kaldırıyorum kadehimi, susmanın şerefine....
Oysa, ne çok yormuş beni, başlayıp bir türlü bitiremediğin, sündükçe sünen konuşmaların...Şimdi, mühürleyerek dudaklarını, bana bir mucize yaşatıyorsun!. Ben ciğerime çekip iyice soluyorum, bir gecelik de olsa sonbahar tadındaki sessizliğini. Öylesine coşkulu ve hafifim ki, bırakıyorum kendimi bahar renklerinin içine. Karışıyorum ağaçlara, telaşsız esiyorum yapraklarına. Yükseliyorum bulutların üstüne, dans ediyorum. Küçük yağmur damlaları eşlik ediyor. Coşkumaysa çılgınca alkışlayan sağanaklar.
Sıcak diyarlara göç eden dost kuşların arkasına takılıyorum. Dönüp geriye bakmadan, kanat çırpıp uçuyor uçuyorum... Okyanuslar görüyorum, inanamıyorum! Bir daha bakıyorum, okyanus benim. Dev dalgalarımın arasında gök okyanus, okyanus gök... Uzaktan yumuşak ezgiler kulağımı dolduruyor. Bir kemanın yayı olup, esrik notalarında geziniyorum. Bitmeyen yolculuğumda en güzel şiirlerin tutsak olmayan dizesiyim...
Önümde geniş, uzunca bir yol açılmış. Güneşi karşısına almış, beni bekliyor. Koşmaya başlıyorum, değişme ihtimalinin olmadığını, biliyorum. Hem, değişmeni de istemiyorum artık. Suskunluğunu bozmanıysa hayır! İnanmış gibi yaptığım yalanlarını alıp fosseptik çukuruna atıyorum. Taşıp başkalarına bulaşmasın diye, üzerini kireçle kapatıyorum. İçimden geldiği gibi koşmaya devam ediyorum. Biraz düz, biraz sağa, biraz sola kayarak, düşerek, çarparak, ama isteyerek... Sonunda pişmanlık batağına batmadan, kalkmasını bilerek.
El çırpıyorum, yer çekimine inatla zıplıyorum. Gülüyorum, gözlerimi yaşlar, boğazımı öksürük sarana kadar. Odamızdan horlayan sesinin yankısı geliyor. Batmıyor. Hatta uyanıp da konuşmasan, ninni gibi dinleyebilirim. Yeter ki, birbirinin aynısı olan kelimeler evin içinde başı boş dolaşmasın. Gelip yüreğimin tam ortasına saplanıp, kanatmasın...
Birden sesini duyuyorum. Güzel rüyamın karabasanı oluyorsun. Uyandığını düşünürken, dilindeki şişkinliğin sayıklama ile patladığını anlıyorum. Oh çekiyorum! Usulca kalkıp, kapatıyorum kapıyı. Bozulmasın bu gece, yoksa susturduğum sesim çatlayabilir. Sen hayalini kurduğun bu çatlak aralarına sızıp, akıtacaksın zehrini...
Kapının sessizce açıldığını görüyorum. Göz göze geliyoruz. Göz kırpıp başını sallıyor, yatağımıza çağırıyor beni. Başımı hızla, başka tarafa çeviriyorum. Sindiremiyor, davetinin öylece ortada kalmasını. Kabarmaya başlıyor. İşte birazdan dolu yağacak, irice. Başımın üstüne inecek, oradan buharlaşıp yüreğimi soğutacak....
Küheylan gibi, kükreyerek konuşuyor, iri bedeninin yarısı olan bedenimin karşısında. Eli kolu şahlanıyor. Onu, bırakmama izin vermeyen törelerimden aldığı güçle, yerden yere vuruyor duygularımı. Cinsiyetsiz kalıyorum. Kendisini dayatıyor bana. İşime gelir gelmez önemi yok onun için. Kabulleneceğime inanmış bir kez. Benimle geçen, ama bensiz yıllarında nasıl bir değişime uğradığımı, büyüdüğümü görmek istemiyor. Yıllar önce evlendiği çocuğu özlüyor. Yeni bilmiş çocuk, rahatsız ediyor onu. Daha da saldırganlaşıyor. Tehditlere başlıyor. Bulabildiği, en ağır sözcükleri alıp indiriyor yüreğime. Amacı hiçsizliğinin içine çekip, yok etmek beni. Her şey yeniden kirlenmeye başlıyor. Kalkıp temizlemek istiyorum gücüm yok....
Söylene söylene yatağımıza giderken, yankısı duvarı delip, kulağımı çınlatıyor: "Dır dır dır dır..." Kalkıyorum. Öylece, yürüyorum bir ileri bir geri... Az önceki yolculuğumun tatlı tatlı esen sesi çağırıyor beni: " Artık bitirmelisin ve kendi dünyanı kurmalısın. O hala yitirmediğin düşlerinin peşinde, anlasana! öldürmeden vazgeçmeyecek senden.!"diyor. Hemen antreye gidiyor, üzerime hırkamı, elime çantamı alıp, kapıyı hızla çarpıp çıkıyorum... Arkamdan: "Nereye bu saatte?..." diyen sivrisinek vızıltısına, avazım çıktığı kadar bağırıyorum: "Kendimle buluşmaya!"...
Tek Gül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Nuriye ve Nuri |
|
Ne zordu tek başına kahvaltı etmek, hay dilini eşek arısı soksaydı da dün gece söylenmeseydi keşke 33 yıllık zevcesine. "İncir çekirdeğini doldurmaz şeyler ama akşama bir yolunu bulup, gönlünü almam gerek" diye düşündü Nuri Bey. Yine de dilini tutabilseydi gereksiz yere Nuriye Hanım'ın o güzelim kahvaltısından mahrum olmayacaktı. "En iyisi kahveye giderken fırına uğrayıp bir simit almak, bir parça da peynir sarayım şu mendile" diyerek mutfağa yöneldi. Kanepenin üzerindeki battaniyeyi toplamak için eğildiğinde belinin ağrıdığını farketti. Eee, yine kaşınmıştı, doğal olarak da yatak odası yerine salondaki kanepeye taşınmıştı. Battaniyeyi katladı, yastığın üzerine bıraktı, usulca sokak kapısını araladı. Kapıcı; ekmek ve gazetenin bulunduğu naylon torbayı kapıya asmıştı. Torbayı kapının içine asarken içinden gazetesini almayı ihmal etmedi. Gerçi; ne spor sayfası bugün okunulacak haldeydi, ne de kendisi dokunulacak halde. "Allah vere de kahvedekiler dalga geçmeseler bari" dedi ama inanmadığı dudaklarının gülümsemesinden belliydi. Zaten dün gece dördüncüyü yedikten sonra kapatmıştı televizyonu, belli olmuştu maçın sonu, bugün de onunla dalga geçeceklerdi hiç kuşkusuz darılmaca gücenmece yok bu da kahvenin raconu..
Yatak odasının kapısının arkasında Nuri Bey'in sokağa çıkmasını bekliyordu Nuriye Hanım. Çok sinirlenmişti dün gece. Gerçi; yine de "Oh olsun Nuri Bey size, dört değil beş olsun, hatta 6 olsun !" demese miydi ? "Eee, bana Avrupa Yakası'nın sonunu izlettirmeyip kanal değiştirirsen olacağı budur, şimdi kudur bakalım Nuri Bey kudur" da demese miydi acaba ? Sokak kapısının kapanmasıyla yatak odasından çıktı, pencerenin perdesinin arkasına süzüldü. "Nasıl da bakıyor köftehor, zılgıtı yedi ya .!" diye bir yandan söyleniyor bir yandan da Nuri Bey farketmesin diye perde arkasından geriye doğru başını çekiyordu. Sokağın köşesinden dönünceye kadar perde arkasından onu izledi. Sonra; cezanın çekildiği kanepeye yöneldi ve katlanmış battaniyeyi görünce hem gülümsedi hem de "Kıyamam şimdi, kesin beli ağrımıştır" diye için için üzüldü. Ama kızgınlığı hala geçmemişti ki; bu kez dışından söylenerek;
"Akşama göreceğiz bakalım Nuri Bey, benim gibi Nuriye'yi nasıl bulacaksan ?" dedi.
Günaydın Rüstem Efendi, şu simidimin yanına bir çay verir misin ?
Günaydın da, hayırdır Nuri Bey, yine yengeyi mi kızdırdın ?
Başlatma şimdi yengenden, getir şu çayımı erkenden.. "Beş şeker mi olsun ?" diye sorarsan, gözünün yaşına bakmam patlatırım tokatı ensenden ..!
Oooo yeterince köpüklüyüz bu sabah, tamam mesaj alınmıştır Nuri Bey Amca. Sen karnını doyur da bir fasıl.. ( Osman Amca'm gelince düşün sen asıl ! )
... ( Hiç gelmese miydim acaba bu sabah kahveye ? Şimdi Osman da damlar, ayıkla pirincin taşını ! ) "Eee be Nuriye Hanım, hep senin yüzünden bunlar" diye söylene söylene kaşları çatık, tepesi atık, mendilinden peynirini çıkarttı simidine katık olsun diye. "Bir maç için değer miydi be Nuri, yuh olsun sana da" dedi. "Yok, çiçek miçek kesmez Nuriye'yi, ne halt edeceğim akşama yahu ?". Hay demez olaydım, nereden uydurdumsa bir de o; "Elimi sallasam Nuriye'nin ellisini, telimi sallasam Huri'lerin tellisini" sözünü.
Selamlar Nuri Bey Amca...
Ooo, hoşgeldin Rıfkı, bitti mi Güneydoğu turnesi ?
Bitti bitti de bende bittim Nuri Abi. Turne değil, akraba ziyareti.
Şaka yaptım canım, nasıl, iyiler mi bari sizinkiler ?
İyiler çok şükür.. "Şükür" deyince aklıma geldi de, nerede bizim Osman Emmi ?
Bana bak Rıfkı, almayayım şimdi ayağımın altına..
Kızma Nuri Amca yaaa, takılmayacak mıyız yani ?
Takılma..
Osman Emmi takılır ama.. Neyse dur, bak ne getirdim ikinize de..! Tatlı elbette, buyur afiyetle yiyesiniz akşama yengemle...
Sağolasın Rıfkı, kesene bereket.. Fıstıklı baklava mı ?
Bu defa siz yaşlılara hafif olsun diye başka birşey getirdim...
Ne evladım adı ?
Onu bunu bırak Nuri Efendi kardeşim, nasıldı dün akşamın tadı ? Nasıl taktık size ama ? Lay lay lay lay lay lay lay lay laaaa... Beş, beş...
Ne desen haklısın Osman ( konuyu değiştirmeli heman ).. Bak, Osman tatlı getirmiş bizlere güneyden...
Ben tatlımı yedim dün gece Nuri Efendi kardeşim, pek lezzetliydi, kaymaklı baklavadan bile daha kaymaklıydı..
Ben de bunu düşünerek, hafif birşey getirmiştim Osman Emmi..
Tatlı dediğin ağır olur be Rıfkı..
Bu sütlü tatlı ama.. Nuriye
Nuriye mi ?
Evet Nuri Amca, Nuriye.. Hem de Sütlü Nuriye..
Sütlü Nuriye haaa ! Bittin sen evdeki Nuriye ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Ayfer |
|
Soluğu iyice sıklaşmıştı. Merdivenlerden üçer beşer koşarak aşağıya doğru iniyordu. İkinci kattan inerken demir korkuluğa geceliğinin eteği takıldı, hızla çekerek kurtarmaya çalıştı, beceremedi, bir kez daha çekti, kumaşın bir parçası yırtıldı, korkuluğa asılı kaldı.
Başı da spiral şeklinde dönen merdivenle birlikte dönüyor, arada sendeliyordu. Apartman kapısına yaklaştığında otomat kapandı. Kapıyı açmak için olanca gücüyle kapıya asıldı, ne zor açılıyordu, sanki üzerine tonlarca ağırlık ilave edilmişti. İki eliyle güçlükle açabildi.
Sokağa çıktığında tüm vücudunu, özellikle de çıplak yerlerini keskin, soğuk bir rüzgar yaladı. Yerdeki çamurla karışık cıvık kar birikintisine bastığında, terliğinin birinin olmadığını fark etti. Koşarken düşmüş olmalıydı. İnce ince kar yağmaya devam ediyordu, titredi.
Sokak lambasının aydınlığında sadece, büyümüş, neredeyse yüzü kadar olmuş, korku dolu gözleri seçilebiliyordu.
Gecenin en sessiz bu yarısında; üzerinde yırtık bir gecelikle, yalın ayakları sürünürcesine koşmaya çalışırken, başı, kendi apartmanlarına, salonlarının penceresine doğru geriye doğru döndü. Işık açıktı. O ise, pencereyi açmış, yarı beline kadar aşağı sarkmıştı. Yaralı bir hayvanın çıkardığı sese benzer bir ses çıkararak kadını çağırıyordu.
Utandı. 'Susss!' diye fısıldamak istedi, 'Duyacaklar!'
.....
Bir an duraksadı. Yukarıya dikkatle bir daha baktı. Onun gözlerini gördü. On saniye daha adamın gözlerine bakacak olsa; adam onu yine sanki hipnoz edecek, gözlerinden fırlatacağı demirden yapılmış kalın bir zinciri kadına doğru atacaktı. Bu zincirden kadınla adam arasında bir köprü kurulacak, zincir iyice kalınlaşacak, güçlenecek, önce kadının boynuna sarılacak, sonra kollarına dolanacak, aşağı doğru bacaklarını saracak ve ayaklarını prangalayacaktı. Sonra da kadını yukarıya doğru, evlerine çekecekti.
'Gel' diyecekti. 'Gel, dinle'.
Kadını içeri alırken, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi gülümseyip, elini uzatacaktı. Defalarca onu ne çok sevdiğini söyleyecek, özürler dileyecek, bir daha yapmayacağına dair sözler verecekti. Kadını koltuğa oturtacak, hatta alnına bir öpücük konduracaktı. Kadın titreyerek otururken, yemek masasının üzerindeki şişelerden birinin dibinde kalan içkiyi bardağına boşaltacak ve içmeye devam edecekti.
Yine kadının elinden tutup, masaya doğru çekip, karşısına oturtup, anlatmaya başlayacaktı. Konuşacaktı, konuşacaktı, hiç susmadan konuşacaktı. Kadının kendisini dikkatle dinlemesini isteyecekti; dikkatinin dağıldığını hissettiği an sesini yükseltecek, cümlelerin içine emir kipinde 'dinle' sözcüğünü yerleştirecek, sonlarını da 'anladın değil mi?' ile bitirecekti.
Kadın, hiçbir şey olmamış gibi dinlemeye devam edecekti. Adamın sesi biraz yükselirse, 'Komşular', 'Komşular duyacak' diyerek fısıldayacaktı. Taa ki adam sızıncaya kadar bu böyle devam edecekti.
Ancak; yatak odasından evin içine yayılan adamın horultusunu işittikten sonra, morarmış gözünün üzerine bir parça buz koyabilecekti. Eriyen buzla gözyaşları karışıp dudağı üzerinde tuzlu bir tat bırakacaktı.
Yatmayacaktı. Televizyonu açıp, sesini iyice kısıp, karşısındaki koltuğa oturacaktı. Dizlerini karnına doğru çekip, ellerini dizlerinde bağlayıp, ileri geri sallanacaktı. Küçük bir tespih böceği gibi kıvrılacak, kıvrılacaktı. Ufacık olup, kaybolup, yok olmak isteyecekti.
Televizyona anlamsız, boş boş bakacaktı. Kollarına gözü takılacak, onların da morarmış olduğunu görecek, utanacak, kapatmak için geceliğinin kollarını biraz daha sündürüp, çekecekti. Biraz daha kıvrılacaktı. Ertesi gün neler olacağını, gözündeki morluğu fondötenin kapatıp, kapatamayacağını, işe gidip, gidemeyeceğini düşünecekti.
Gözleri daha fazla şişmesin diye, gözlerinden akan yaşlara durmaları için emir verecekti. Bakışları sertleşecek, yüzü katılaşacaktı. Ruhu ile bedeninin hesaplaşmasını sessizce dinleyecekti. Sendeleyerek ayağa kalkıp, aynaya bir kez daha bakıp, kendine bakan kadını tanımaya çalışacaktı. Tanıyamayacaktı... Her şeyden, en çok kendinden tiksinecekti. Kangren bir kolu kesip, atmayı beceremediği için, en çok kendine öfkelenecekti.
.....
Bu sefer öyle olmadı. Pencereden bağıran adamın sesini arkasına alarak, koşmaya devam etti. Ellerini sıktı, tırnaklarını kendi etine geçti, dişlerini sıktı, defalarca besmele çekip, güç diledi.
Ana caddeye çıktığında arkasını dönüp, geriye doğru baktı. Kimse yoktu. Karanlık bir boşluğa düşen sararmış bir sonbahar yaprağı gibi titriyordu. Bir taksi görünceye dek, koşmaya devam etti.
.....
Bu son kaçışıydı. Bu olaydan sonra bir daha kocasının yüzünü görmedi. Yıllar süren boşanma davalarına hep avukatını gönderdi, kendisi hiç katılmadı. Onun değil yüzünü görmek, adını dahi duymak istemiyordu. Arada tehditler aldı, yılmadı.
Gençliklerini çalan birlikteliklerine kırmızı büyük bir çarpı atıp, bir sandığın içine kapattı, sandığın ağzını bir daha açmamak üzere mühürledi.
Ruhuna atılan bu derin çiziklerle uzun yıllar ayakta kalma mücadelesi verdi. Yaralarının iyileşmesi çok güçtü. Tüm yaşadıkları, gecenin bir yarısı bir araya geliyor, sarmal bir yumak olup toparlanıyor, önce büyük korkunç bir baş çıkıyor, bu baş büyüyor, büyüyor, sonra ahtapot kollarla bir kabus olup, tüm vücudunu sıkıca sarıyor, özellikle boğazını olanca gücüyle sıkıyordu. Sonrasında kendi çığlıyla uyanıyordu. Ani seslere tahammülsüzdü, evdeki tüm telefon seslerini kısmıştı, aniden duyduğu seslerle yerinden zıplıyor, kalp çarpıntısı dakikalarca geçmiyordu. Yıllar böyle geçti.
.....
Hiç beklemediği bir anda karşısına başka bir adam çıktı. Birbirlerini sevdiler. Uzun süre evlenip, evlenmeme konusunda tereddüt etti. Sonrasında yeniden evlenmeye karar verdi. Yeni eşinin ilk evliliğiydi. Adam çok iyi niyetliydi, kadını mutlu etmeye çalışıyordu. Her şey güzel gidiyordu. Her iki taraf ta oldukça özveriliydi. Geçmiş hiç konuşulmuyor, yaraların üzeri yavaş yavaş sarılıyordu.
.....
Taa ki... O geceye kadar...
-Uyumadın mı? Ne düşünüyorsun?
Böyle başladı yeni kabuslar. Tanrı çok sevdiği kullarını defalarca denermiş. Kadın için büyük, çok büyük yeni bir sınav başlamıştı.
Yeni eşi, kadının durgunlaştığı gecelerde, imalı sorular soruyordu. Bir kez kadına, eski kocasını özleyip, özlemediğini sordu. Kadın bu soruya itiraz etti. Böyle bir şeyin asla olmadığını, mutlu günlerini hiç anımsadığını, onu hiç özlemediğini söyledi. Ne kadar istese de, yeni eşini buna inandıramadı.
Bu evliliğinde de aralarına yeni bir düşman almışlardı... 'Kıskançlık'...
Bu da korkunç bir yılandı. Sessizce kıvrılıyor, hiç olmadık bir yerde kadına yaklaşıyor, sokuyor, zehrini bırakıyor, ısırdığı yerlerde yaralar oluşturuyor, bu yaraların başları sonradan iltihaplanıyordu.
Ne yapsa, ne söylese adam ona inanmadı.
Ayrı oldukları her dakika kadını arıyor, nerede olduğunu soruyor, kadının verdiği cevaplara asla inanmıyordu. Kıskançlık genetik miydi? Kayınpederinin de kayınvalidesine karşı yaptığı benzer davranışları gördükçe şaşırıyordu.
Pencereden baksa, hesabı sorulmaya başlanmıştı. Telefonu gizlice kontrol ediliyor, mesajları okunuyordu. Kasaba bile yanıt vermeye çekinir olmuştu. Bazen takip ettirildiğini düşünüyor, aynı adamı başka başka köşe başında görüyordu.
İkinci kez evliliğini sonlandırmak istemiyordu. Kurtarmak istiyordu ve kurtulmak. Daha nereye kadar kaçacaktı? Kocasını seviyor, hatta anne olmak istiyordu. Sadece içini kemiren bu kurdun başının koparılması gerekiyordu. Beraber gidilen psikologlar, sosyal danışma uzmanları da onlara yardımcı olamadılar.
Kavgalar büyüdü, kıskançlık daha da arttı. Yine hasta bir ilişkinin, azgın akan sularında, delik bir kano gibi, kayalara bedeni, ruhu çarptı. Kano gittikçe su alıyor, batıyordu.
Ve bir gün, bir gece yarısı, kıskanç kocasının tabancasından çıkan kurşunla yere yığıldı.
Gazetelerin üçüncü sayfasında boy boy fotoğrafları yayınlandı. 'Kıskanç eş cinnet geçirdi' diye başlıklar atıldı. Gazeteyi okuyan tüm arkadaşları, tanıdıkları bu olaya çok şaşırdı. Oysa, ne eski kocası ile, ne de yeni kocasıyla evliyken Ayfer'in çığlığını hiç işitmemişlerdi. Haber kupürünün sol üst köşesindeki, nüfus cüzdanından fotokopisi çekilmiş fotoğrafına bakıp, derin bir iç çektiler.
'Ayfer'...
Bazılarının çığlıkları, kendi evinin dört duvarına bile çarpmaz, bedenlerinden yapılmış zırhlarının içinde sıkışıp kalır.
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 24 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Yarın Çok Güzel Olacak |
|
Bir zaman diliminde yaşanır her şey... Kimisi acısından geçmek bilmez uzun yıllar sunarken belleklerimize, kimisi mutluluğundan kısaldıkça kısalır anlarımızda... Ağzımızda kalan bir parmak bal tadı.
Yaşam su gibi akıp giderken geleceğe, hep uzakmış gibi görünen gelecek geçmişe yitik ve eksik yanlarımızla gömülür. İstekler, ertelemeler, özlemler... Hepsi kendi zamanında değerli iken, zamansızlıktan kaldırdığımız raflarımızda, başka başka önceliklerimizin ardında unutulmuş, ömür sona ererken çetelesini tuttuğumuz stoklarımızdır. Gecikmiş bir envanterse yapılan; kullanım süresi dolmuş isteklerimiz ancak gelecek nesillerimize bırakacak miraslarımızın içinde "emi" ile başlayan cümleleri oluşturur.
Fakirlik nedir bilir misiniz? Yenisini alamamaktan korktuğunuz bir giysiyi "eskir" diyerek asla giyememektir. Hep bir sandıkta muhafaza edilen, naftalin kokusuna bulanmış eksik yanlarımızdır. Bazen de sonu gelmez fedakarlıklar... Tıpkı; çocukları için aldığı bir kilo muzdan bir adet bile yiyemeyen anneler gibi. Gün gelip büyüdüğünde çocuğu, belki oda çocuğuna saklayacak ve asla yiyemeyecek... Ve yaşam hep bir özveri, hep bir fedakarlık ve vazgeçişle akıp gidecek nesilden nesle.
Hep bir umuttur beklenir gelecek "yarınının dünden daha güzel geçsin" temennileriyle. Oysa hiç farkı yoktur çoğu zaman dünden yarının... Rutin seferine çıkmış trenlerimizde hep aynı daireyi kovalayarak. Çünkü; korkarız yeni raylar döşemekten, sıfırdan başlamaktan.
Yaşama farklı bir pencereden bakabilen ve kendi farkındalığına erişmiş kişiler, hayat gemilerinin dümenini hep kendi kaptanlığında idare etmeyi başarmış kişilerdir. Olması gereken de; hayatın bizi yönlendirmesi değil, bizim hayatımızı nasıl yönlendirebildiğimizdir. Bu gidişe dur demenin, kendi çevremize kurduğumuz kıskaçlarımızdan kurtulmanın tek yolu da, önceliklerimizi yeniden değerlendirmek ve ilk olarak kendimiz için yapmamız gerekenleri belirleyebilmektir. Ben yoksa, biz olmak mümkün değildir. Kendi isteklerini, ideallerini, hayattaki rollerini gerçekleştirebilmiş kişiler, zaten çevrelerindeki kişilerinde isteklerini bir anlamda gerçekleştirmiş ya da gerçekleştirebilecek düzeye erişmiş kişiler olurlar ki; buda hem kendilerinin, hem çevrelerindekilerin daha mutlu yaşamasını sağlar.
Yılların ilerlemesi ve sosyal olguların değişmesi ile hayata başlayan kalabalık bir nesil var önümüzde. İçlerinden sıyrılabilecek, ayrıcalıklarını keşfedebilen ve değişimi kendi elleriyle kontrol edebilecek, atalarının hayallerini ve umutlarını gerçekleştirebilecek fertler mutlaka olacaktır. Bu anlamda gelecek nesle ait umudumuz hep canlı kalacaktır. Benim, senin, hatta onun fikridir yazdıklarım. Oysa; atalarımızın bize bağladığı umutları bir bohça halinde hiç kullanmadan, düğümlerini hiç çözmeden bir nesilden bir nesle taşımak bencilliğini gösterebilmiş bir yüzyılın çocuklarıyız biz... Ben, sen, o. Neden biz değil de onlar? Bu soruları erken sorabilseydik kendimize, belki de geleceğimizin sırtına yükleyeceğimiz bir yük yerine, aydınlık bir gelecek olacaktı mirasımız. Haydi..! Gülün eğlenin şimdi... Nasılsa kesenden yedik yine.
Yazdıklarımda haklı görülen, belki de "sen niye yapmıyorsun" dedirten çok nokta olacaktır. Dedim ya... Ben de keseden yiyen, boş vermiş bir neslin sürgünüyüm. Bir ağacın tüm dalları sararmış iken yeşil kalmak nasıl imkansız ise, belki de bizim neslimizde aynı imkansızlığın kurbanı talihsiz bir nesildir. Üretmeyen, keşfetmeyen ve kendisine sunulan ile yetinen bir sürgün.
Her şeye rağmen; sönmeyen bir umutla, herkes gibi bende haykıracağım yeniden: "Yarın çok güzel olacak"... (Umarım..!)
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.678 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Cemre – Cemre...
En çok sevdiklerim hep en uzağa düşüyor
Kime dokunsam ateş parçası
yakıyorum...
Bense buz dağı kesiliyorum
ardından bakakalıp...
Kim yakan, yanan kim
Belli değil...
Ateşle su
Suyla toprak
Toprakla hava oluyorum...
Bir çoğalıyor,
Bir azalıyorum...
Bir sen oluyorum.
Bir bulut...
Ben ne vakit sevdaya dursam...
Yandığım kadar yakıyorum
Sonra ortalık kan-revan...
Ben çölde bedevi...
Bu yüzden sevdiklerim
Uzağa düşüyor hep...
Kime dokunsam ateş parçası...
Cemre cemre alazlanıyorum...
Ateşim, kendi içimde saklı....
Elif Eser
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=3850&ek_tarihi=29/04/2005 Yazılarıyla hem elektronik hem de basılı dergimize renk katan sevgili Nesrin Özyaycı'nın yeni çıkan "ALLEBEN'DE BOĞULMAK" kitabıyla ilgili olarak Hülya Soyşekerci'nin bir yazısı. Dilerseniz yorumlarda da bulunabilirsiniz.
www.kaslagit.com "Amacımız, insan gücü ile yapılan keşif yolculuklarıyla çocukları eğitmek ve herkese esin kaynağı olmaktır. İstendiğinde hayallerin gerçekleşeceğini, bu yolda karşılaştığımız engellerin aslında bizi durdurmaması gerektiğini göstermeye çalışıyoruz." diyor Erden Eruç. Bu güzel proje ile ilgili detayları öğrenmek, Erden Eruç'u tanımak ve belki katkıda bulunmak için tıklayın.
Siz işyerinde veya ev ortamında bilgisayarınızla yoğun bir irtibat halindeyseniz, ekranda hep aynı görüntüyü görmekten sıkılır ve güzel bir resim ararsınız. Biz bu resimlere ne diyoruz? Duvar kağıdı. http://www.wallpapervault.com/ kısayolunda en alası mevcut. Hem de bazıları aktif animasyonlu, (ne demekse?). Ve işte en sona sakladığım sürpriz. http://mariemarie0000.free.fr/fichiers/images/pop.swf kısayolunda öyle ilginç bir şey var ki inanamadım. Eminim sizler de gözlerinize inanamayacaksınız. Sonunda yaptılar dedirtecek bu orjinal çalışmayı lütfen kaçırmayın. Büyük küçük hepinizin hoşuna gideceğine eminim.
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
xp-AntiSpy Setup Download 3.94-1 [326 KB] Windows Free
http://xp-antispy.org/index.php?option=com_remository&func=sellang&iso=en Harika bir yardımcı program. Windows üzerinde sizi rahatsız eden pekçok şeyi manuel olarak kapatmak mümkün olsa da bunun zaman aldığı ve bir miktar bilgi gerektirdiği hepinizin malumu. İşte bu program tüm bunları bir check atmakla hallediyor. Mesela MSN siz istemeden başlamasın mı istiyorsunuz? Deneyin çok işinize yarayacak.
Yukarı
|
|
|
|
|
|