Sayın baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe malolmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.
Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.
Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.
Ey Türk Gençliği!
Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli güven kaynağındır. Gelecekte de, yurt içinde ve dışında, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyen kötücüller bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanaklar ve koşullar çok elverişsiz olabilir. Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir zafer kazanmış olabilirler. Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün limanları ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler. Üstelik, hainlik de yapabilirler. Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin gençliği!
İşte, bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır!
Benim için yılların peşi sıra geçmesi hiçbir şeye yaramıyorsa, kendi portremdeki kimi fırça darbelerini sezmeme, ressamlarımı algılamama, onların bu tuvaldeki renklerini anlamama yardımcı oluyor. Ürküyorum bu keşiflerden ancak yine de çok, pek çok seviyorum.
Kim bu oyunun senaristleri?
Sıkıldığımda, üretemediğimde; bulunduğum yeri, konumu değiştirme cesaretim onun izlerini taşıyor. O ki, henüz üç yaşında zorunlu olarak Drama'dan başladığı yolculuğunda uzun konaklamaları sevmemiş, alıp başını dolaşıp durmuş yıllar buyu. Ödemiş'te toprağa bağlanamamış, Anadolu'nun tüm iri kent okullarını tavaf etmiş ilk gençlik yıllarında. Sonrasında bir kuru banka memurluğuyla geçen senelerine belki büyük fırtınalar değil ancak çevresini bıkıp usandıracak kadar çok sayıda kent kasaba değişiklikleri sıkıştırıvermiş. Kırklı yıllarda tamamlayamadığı üniversite mezunluğunu sıradan çalışma yaşamında minnacık ta olsa konum ve yer değişiklikleriyle dengelemeye çabalamış.
Şimdi bir hafta sonu bile yerimde duramadığımda, yaşamayı neredeyse Andersen gibi seyahat etmekle açıklamaya kalkıştığımda, içim içime sığmadığında leyleği havada görmek filan bahane, Onun üzerimdeki izlerini duyumsuyorum.
Bu gezgin tiplemesini iyi oynuyorum.
Kimi korkularımın, nice nedensiz kaygılarımın arkasında, her gün yeni bir hastalığı kendime yakıştırıp, kederlenişlerimde de yine onun izlerini görürüm. Bu kuşkulu, korkularından kimi kez bezmiş adam rolünde kim var?
Kitap okuma keyfini yaşadığımda, bu keyfin hayatıma kattığı zenginlikleri algıladığımda, onun güya gözlerinden şikayetle kendisine benim ağzımdan gazete köşe yazıları, öyküler, şiir dizeleri okuttuğu akşamlar, Pazar sabahları geliyor aklıma. Onun elinden tanıştığım 'Denizler Altında Yirmi bin Fersah' ve izleyen yıllarda 'Suç ve Ceza' olmasa; bugünkü can sıkıntılarını, eziyetleri, heyecanları, yürek vurgunlarını, hepsini hepsini ıskalarmışım. Yaşamayı, kıyısından köşesinden de olsa, yaşamayı ıskalarmışım.
Yaşarken ve 'oynarken' onun izlerini görüyorum üzerimde. Babamın...
Bütün duygusallıklarımda, bütün boynu bükük kalışlarımda, bütün kıyamadıklarımda, bütün sulu gözlülüklerimde, bütün affedişlerimde. Bunların hepsinde ise 'benim kızımın' izlerini seziyorum, onun bu resmin başında geçirdiği günleri, yılları görüyorum, onun estirdiği rüzgarların esintileriyle üşüyorum. Onun. Annemin...
Şu sulu gözlü, ürkek çekingen var ya sahnede. O da benim.
Yatılı okulumun tüm sabahlarının; suratı asık, güleç, bilge, neşeli, somurtkan tüm öğretmenlerimin, benim özel arkadaşlarımın üzerimdeki izlerini gözlemek için bunca yılın geçmesi mi gerekirmiş? O ilk gençlik yıllarının hüzünlerinin, kaygılarının, tutunuşlarının ve kaçışlarının, 'işte ben buradayım' diye önüme dikilmeleri için bunca yaşamam mı lazımmış?
Şu 'takıntıları' senaryoya kim koymuş diye soruyordum nicedir?
Çaldığımız abuk sabuk müziklerle onun için zindana çevirdiğimiz otobüsle on günlük güzelim teknik gezimizin sonunda üniversiteden Sevgili Ünal Hocamın, "senin cezan büyük" sözlerinin ertesi, beni odasına kilitleyip yarım saatliğine klasik müzik dinlemeye mahkum etmesinin, ömrümün kalan yıllarında yaşadığım en güzel mahkumiyet olacağını o sıra algılasaydım, işin sihri kaçar mıydı? Uçup gider miydi sahi?
Bu sanat sevgisini arttırmaya çalışan umarsızı oynayan da aynı çocuk. Şu esmer olan....
Bazen beni korkutan, kimi kez yanıltan, şaşırtan haniyse koşulsuz, nedensiz insan sevgimin somutlaşmasında, geç ancak yine de çok geç değil yirmili yaşlarda karşılaştığım bir büyük insan portresi ressamı, Baba Rüştü'nün etkisini, bugün elimle tutarmışım gibi hissediyorum. Yıllar sonra, bu çıkarsız sevebilmeyi, insanlara bağlanmayı üzerime yük ettiği için Hocama 'çok kızsam da', hemencecik ona olan sevgim ve özlemim ağır basıyor. Onu 'affediyorum'!
Bu insanlara tutulan, güvenen 'salak' var ya sahnede, ne kadar da gerçekmiş gibi rolüne kaptırmış oynayan, o da benim işte!
Bir diğer üstat, Erhan Hoca'nın kulağıma yine gecikerek ancak çok güçlü üflediği yaşama ve yaşamaya dair melodilerin bugünlerde beni, benim biriktirebildiklerimi kuşatıp sarması için onun bu sesleri yirmi yıl üzerinde çalışılan kulaklara fısıldaması, bu fısıltıların bir on yıl daha demlenmesi mi gerekirmiş?
Yılların ardından gelenleri yeni sahne düzenleri ve ışık oyunlarıyla mı veriyorlar?
Kaç insanı yaşıyoruz bu ömürde ? Kaç rolü ezbere oynuyoruz sahnede? Kimi zaman uslu, uyumlu bir çalışan. Bazen yanlışı, haksızlığı kabullenmeyen bir çılgın...
Her ayrıntıyı, her adımı akıl, mantık süzgecinde tartmaya çalışan biçare! Sorumlulukları ile hayalleri arasında daha fazla sıkışmadan ara yollar bulmaya çalışan bir uyumsuz.
Kaç yıldır sahne alıyor bu oyun? Şu çenebaz Hocayı kim oynuyor? Şu fedakar aile babası rolündeki adam sanki gerçek yaşamından kesitler sunuyor. Peki insan sevgisinin üzerine gelen şu tutulmaları kim senaryoya koymuş?
Haydi canım sizde! Işıklar altındaki şu genç gazeteci çocuğu, bir de makyajsız görün siz. Alınmış dostluk derslerini, 'dostlukların son gününde' sorgulayın hele. Şu cesaret gösterisinin ardındaki kuşkuları, korkuları görebilmek için kaç kez izlemek gerekiyor bu oyunu?
Bu kadar çok senaristin karıştığı oyun, çizilen portre de böyle olur işte. Hüznü, sevgisi, fedakarlığı bol bir melodram. Yok; gülüşleri, hince esprileri, takılmaları ile bir komedi olmasın? Uzun yıllara yayılmış yitirişleri ile bir dram. Her gün yeniden yazılan, orası burası düzeltilen, yeniden oynanan, oynandıkça şekillenen bir yaşam öyküsü. Rolünü iyi anlamış giderek ustalaşan bir oyuncu!
Nasıl oynayacağını öğrenmiş. Senaryoyu kavramış, senaristleri tanımış!
İstanbul’da evimin balkonundayım aklımdakileri ve fikrimdekileri aldım alışverişe çıktım düşüncelerimde....
Dünya çarşı pazar olmuş takmışım gönlümün sepetini koluma, dolaşıyorum aheste çek kürekleri der gibi duygu ve düşüncelerime..
Gördüğüm güzellikler önünde durup, durup selam veriyorum...
Komşumun bahçesi sanki bülbül kesilmiş bugün..
Al al olmuş bakışları gelinciklerin... Sarı papatyaların arasından süzülüp gelen toprağın neminden sonra havanın tenine değen gelinciklerin bakışlarıyla benim gözlerimin secdesi buluşuverdi içinde sorusuyla gizlice....
Hangi düşünce gücü itti de yarıverdin toprağı sabahın bu ayazında şimdi dokunsalar karıncalar yaprağına soluverirsin iyi bilirim...
Eline vermişler toprağın altındaki zindanın anahtarını nasıl da özgürlük türküleriyle dillenip koşuvermişsin çimenin yeşiline ...?
Söyleyiversen bana ne olur ?
Ne yapsam ne etsem de kurtuluversem kendi içimdeki zindan evimden ?
Atıversem kendimi kırlara,bayırlara, ağaçlara, tepelere gezinse üzerimde tırtıllar böcekler,kelebekler uçuşuverse o dalımdan bu dalıma o yanımdan bu yanıma uzanıversek birlikte çimenin yeşilinde gelinciğin gölgesinde soluklanıversem bitse yaşanan bunca yorgunluğum..
Beş vakit ezanlara asker olmak ,nedense her sabah doğarım ama şafak sökmez içimde....
Söyle senin her gün doğan sırrın ne ?
Saba rüzgarları dertlerimi bir mıknatıs gibi çekiverdi göğün derinliklerine, o ana kadar kaskatı kesilmiş demir gibi olmuş yüreğim hafifleyiverdi içimin derinliklerinde....
Sepet kolumda gezmeye devam ederken, yaprak gibi açıldı yüreğim, her taze bahar gibi güzel, tertemiz saf, göz kırptı bana ıraktan ama sanki yanı başımda ki toprağın kokusuyla...
Gönül pusu kurmuş sabahın seherinde, melekler devşirmiş gül yapraklarını hanımelilerle gel de geç geçe bilirsen kokularından yıldızlar sinmiş üzerlerine aydede ışıldamış geceden derenin sularıyla...
Bozulmasın hiç, bu büyü..
Apaydınlık bir ışık seçilir tepelerden her canlının üzerine,güneş her gün mutlaka binbir umutla doğar.....
Şimdi düşlerime güneş açar..
Boğarım kötülükleri yeni gelen günle...
Arkama dahi bakmam..
Asla ! Pişman olmam hayattan....
Artık sabahlarım kuş sesleri ve bahçelerin mor bakışlı leylak kokularına uyanıyor. Kardan, kıştan, çamurdan, soğuktan yakındığım günler sona erdi. Lalelerin, sümbüllerin ardından mevsim sardunyaların kırmızı bakışlarına gelip çattı. "Dışarıda deli bir yağmur vardı. Bu gün sana gelecektim ama hiç vaktim olmadı. Göz açıp kapayıncaya kadar akşam oluyor. Sen de biliyorsun zaten günler çok kısa." gibi mazeretlerin son kullanma tarihleri çoktan doldu.
Mazeretlerimin bir çoğunu inandırıcı bulmadığını biliyorum. "İnsan isterse her şeye zaman bulabilir." dediğini duyar gibi oluyorum. Çok alışılmış bile olsa insan yine de bir şeyler söylemeli. Karşına çıkıp süklüm püklüm suçunu kabullenmiş bir çocuk gibi boynu bükük durmaktan hiç hoşlanmıyorum. "İnan bana hep aklımdasın, bir türlü vakit bulamadım." dediğimde sen de hemen yumuşuyorsun.
Sık sık arayıp sorsam, çat kapı çıkıp gelsem, örneğin her gün üç kez telefon etsem seni şimdikinden daha çok sevdiğim gibi bir sonuç mu çıkacak? Belki yoğun ilgiden sıkılacaksın. İstemeden seni bunaltacağım. Üstelik "Beni biraz rahat bırak, çok üzerime düşüyorsun."da diyemezsin. Çünkü ilgiden şikayet etmek şımarıklık gibi algılanır.
Yoğun duygular, sırılsıklam sevgiler anlatan çok güzel cümleler kuramsam bile sana hep yazıyorum. Sana yazmaya başlamadan önce küçük bir ön hazırlık yapıyorum. Eğer çiçeklerim varsa onları vazoyla masama koyuyorum. Bana armağan ettiğin müzik CD'sini çalmaya başlıyorum. Çoğunlukla mutfaktan bir bardak çay dolduruyorum. Sonra aklıma ilk gelen cümleyi yazıyorum. O cümle daha bitmeden anlatacaklarım kendiliğinden başka cümlelere kayıyor. Bazen ortaya sadece "Er Mektubu Görülmüştür."tarzında cümlelerden oluşan bir mektup çıkıyor. Suya sabuna dokunmadan sadece hal hatır soran cümlelerle mektubu doldurduğumu ancak bitirdikten sonra anlayabiliyorum.
Sana yazmaya başladığımda genellikle çayımı içmeyi de unutuyorum. Bitirince son bir kez okumadan önce kendime yeni bir çay dolduruyorum. Bazı cümleleri düzeltip, bazılarını yeni baştan yazarken bir yandan da çayımı yudumluyorum. Hiçbir zaman yazdıklarım tam olarak içime sinmiyor. "Yine olmamış işte."diyorum. Silip atmaya da gönlüm razı olmuyor. Biraz düzeltip yeniden bir kez daha okuyorum. Hep değiştirilmesi, düzeltilmesi gereken yerler olduğunu gördüğüm halde üşenip vazgeçiyorum. "Hadi bu sefer de böyle olsun, sonra daha güzelini yazarım."diyorum.
""Er mektubu görülmüştür." cümleleri bile susmaktan, hiç yazmamaktan daha iyidir. Uzun uzun susmak karşınızdakine eza, cefa etmektir. Genellikle küsünce odanın en uzak köşesine kıvrılıp oturursunuz. Bakışlarınızı da halının desenlerine yada duvardaki saatin tiktaklarına gömersiniz. Susmak bizden birkaç kelam bekleyen birine, ağlamaklı hatta küfürlü bile olsa sesimizi duymaya razı birine kan kusturmaktır. Bunun için işte ben sana hiç susmuyorum. Sen de sakın bana hiç susma emi... Beni kolu kanadı kırılmış ve çaresiz bırakma.
Bahar herkes gibi benim de aklımı çeler. Okulu kırmak gibi, her şeyi yüz üstü bırakıp kaçmak gibi derin bir istek duyarım. Çiçek açmış ağaçlar, ılık yağmurlar, evden, işten ve bu kentten kaçma isteğimi tetikler. Oysa ne beni kucaklayacak başka bir kent nede başka bir iş vardır. Beni en iyi bu sokaklar tanır. Yedi iklim, üç kıtanın en geç baharını, en serin yazlarını buradan başka hiçbir yerde bulamam.
Böyle söylediğime sakın aldırma. Lafla peynir gemisi yürümeyeceğini sende benim kadar iyi bilirsin. Söylemek çok kolay ama gitmek hep zordur. Ben bahara ve onun insanı baştan çıkaran masallarına hiç inanmadım.Varsın bahar, bağıra çağıra bildiği bütün şarkıları söylesin. Artık ben onun dağları, dereleri, ormanları ve sokakları saran yaygarasına aldırmayacak kadar büyüdüm.
Söylediklerine katılıyorum. Neredeyse iki ay süren bu çiçek ve yağmur harmanı en aklı başında adama bile oyun oynayabilir. Bu mevsim herkes biraz korumasız ve melankoliktir. Çoğunlukla ne olup bittiğini iş işten geçtikten sonra ancak fark ederiz. Her zaman gördüğünüz ve hatta birlikte çalıştığınız birinin bakışları göveriverir, aklınız gözlerinde asılıp kalır. Sizi sarmalayıp gecelerine götürdüğünde iş işten geçmiştir. Telaşla uykularınızı ararsınız ama bir türlü bulamazsınız. Dün sabah koyduğunuz yerde olmadığını anlarsınız. Bütün evi alt üst edersiniz. Balkona çıkıp birbiri ardına sigara içersiniz. Gece ve kentin ışıklarının hiç bu kadar güzel olduğunun ayırtına varmadığınızı keşfedersiniz. Ertesi güne kan çanağı gözlerle uyanırsınız. Yataktan çıkmak ve işe gitmek dayanılmaz bir eziyet gibi oluverir.
Kaç zamandır seni uyarmak istiyorum. Yazmak bu güne kısmetmiş. Sen sakın bahara kanıp kimselere uyma emi. Sen şimdi "Ne alaka yani, taş düşmeden ayı çıkmadan bu mevzuda nerden çıktı?" diye soracaksın. Hiç, sadece mevsimin mana ve önemine binaen söylemek istedim. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Zaten çoğu gitti azı kaldı. On beş yirmi gün daha dişimizi sıkarsak bu illetten de kurtuluruz. Pazara kiraz gelince bütün büyüler kendiliğinden bozuluverir.
Uzun bakışlarında başka birisi olduğu için öldürdüm onu. Planlamıştım plansız katliamımı. Doğaçlama oynayacaktım son oyunumda. Kötüydüm ve ben bile inanamadım bu kadar kötü olabileceğime.
İçmiştim evet! Ben her akşam içerim zaten. Önüme hafifletici nedenler sunmayın, bırakın da ağırlıyla yaşayayım, bari bunun tadına varayım. Öldüreyim, öleyim, ağlayayım biraz da insan olayım.
Çocuklarımın annesi olması neyi değiştirirdi ki. İşte bu nedenden dolayı öldürdüm onu.
Eve geldiğimde kapıdan girerken, patatese çöp batırılmış portresiyle dikilip karşıma 'Neredeydin? Neden geç kaldın? Kimle birlikteydin?' soruları için bir de.
Yine rakımı getirecekti suratsız suratıyla önüme. İçecektim ben de en sevdiğim radyo kanalının nostalji gecesinde. 'Ah ulan diyecektim'. Bakacaktı bana soran gözleriyle acaba kimi düşünüyorum diye. 'Seni, seni..diyecektim.' ben de içimden, 'Eski seni ... '
Ve o yine inanmaz gözleriyle bakacaktı yeşil yeşil.
Ne güzel baktı, diye iç çekecektim ben de.
Uykum gelecekti üçüncü dubleden sonra yatağa girecektik birlikte, ama uyumayacaktık hemen. O yine önceden ısıtacaktı, soğuk yatağa girmeyi sevmediğimi bildiği için.
Sınırsız sınırları için öldürecektim onu. 'Oradan vermem, buradan almam, elletmem...'
Kelimelerinin sonuna eklediği olumsuz ekler için öldürdüm onu.
Ağdasız günleri, kıllı bacakları, bıyıklı dudakları, dip boyası gelmiş saçları, kepek yaptığı halde değiştirmediği şampuanı, kadınım olmayı beceremediği için öldürdüm. Alışmıştım her ay evin içindeki kan kokusuna. Midem bulanmadan kanları seyredecektim. Kan kokacaktı her yer. Alışmıştım, alışacaktım.
Sessiz haykırışları için öldürdüm onu. İsyankar bakışları, anlamsız anlamları için...
Başka vücutlar tanıdığım için değil, başka vücutlarda onu bulamadığım için öldürdüm.
Aşkın -de haliydi, -den halini aldı. Aşkın -den hali içi öldürdüm onu.
Benden sakladığı sırlar için öldürdüm. Bana söylemediği acı ama gerçek olan her şey için.
Bilemedim fark edemedim. Kim bilebilirdi ki. Böyleyiz bizler işte. Açıklamazsanız bilemeyiz. Sağ duyulu değiliz ki, sol duyuluyuz.
Anlayamadım, ölüm bizden uzak sandım. Nereden bilebilirdim ölümün yanı başımda durduğunu. Evet, ben öldürdüm onu!
İhmalkarlıklarım, bencilliklerim, yalanlarım, alışkanlıklarım...
O erken uyanmayı severdi, ben ise geç kalkmayı. Hiç göremedim günün ilk ışığındaki yüzünü. Sessizce yanımdan kalkarken baktı bana gülümseyen yüzüyle, ama uyandırmadı beni yine. Küflenmiş masaya yapışmış notu aldığımda ona koşsaydım eğer değiştirebilir miydim sonu, ya da sonun başlangıcını? Hep ona geç kaldım. Geç kalışlarım için öldürdüm onu.
Uzun siyah saçlarına geçirip beresini, karlı sokağa çıkmıştı evin soğuk, kir tutmuş kapısından. Puslu gri gökyüzüne benzemişti gözleri. Bembeyazdı teni. O, kara karışmıştı, kar ona..
Dalgın bakışlarla geçti mahallenin ıssız sokağından. Ne içine işleyen ayaz umurundaydı ne de içindeki ayaz.
Sakladı herkesten utanılası bir sır gibi. Gizli işlenmiş bir günah gibi.
Yolun sonuna geldiğini hissederek yürüyordu. Hiç bitip tükenmeyecekmiş gibi. Yürüdükçe daha çok sona yaklaştığını hissediyordu. Belki de bunu o seçmişti.
Halbu ki o değil miydi sonları sevmeyen. Hiçbir şeyin sonunu getirmeyen.
Filmlerin bile sonunu izlemeden kapatıp asla merak etmeyen...
Kendine göre yaşadı hep sonları şimdiki gibi.
Bu sefer merak ediyordu işte sonuna gelmediği filmlerin finalini. Kendi istediği gibi mi bitmişti her şey, yoksa bitmesi gerektiği gibi mi?
Yürüdü.. Yürüdü..
Kara bulutları sıyırarak çıkan güneşin parıltılarıyla eriyen karlar gibi eriyordu zayıf bedeni. Kabul etmedi, edemedi. Neden son bu sefer erken gelmişti?
Yürüdü... Eridi..
Karların içine karıştı zayıf bedeni. Yüzünde hüzün, hüzünde yüzü vardı. Finalini gördü, gülümsedi. Elindeki resme son kez baktı, kapadı gözlerini.
Kötü haber tez duyulur ya, çabuk geldi haber karanlık çökmüş evimize. Elimde veda notu. Yıkılmış bedenim, sensizliğin sesi bir de gözyaşına karışmış yazılar.. Seni eriten, benden alan hastalığının belgesi.
Öldürdüm onu, öldürdüm!!!
Filmlerin finallerini merak etmiyorum artık. Arkama bakmadan yürüyorum.
Günün ilk ışığında seni arıyorum.
Uyuyamıyorum...
- Çocuklar oturun. Nerede kalmıştık. Ha evet yaşama ve canlıların gelişimlerine dair sözlü yapıyorduk.
- Eveeet, mavi gezegenimizde yaşananlara bakmaya devam edelim. Cecidomyiidae familyasından ur sineklerini, insani toplumsal kodlarımızın standartlarıyla anlamaya çalışırsak, bu minik sineklerin bizde acı ya da tiksinme duyguları uyandırabilecek bir yaşam sürmekte olduğunu görürüz. Ur sinekleri iki ayrı büyüme ve gelişme yolu izler. Bazı durumlarda yumurtadan çıkar, olağan larvasal ve pupasal kabuk değiştirme evrelerinden geçer ve normal, cinsel üretkenliğe sahip sineklere dönüşürler. Bazı durumlarda ise dişiler pedogenezle ürer; yani yavrularını erkeğin döllemesi olmadan oluşturur. Pedogenez hayvanlar arasında oldukça yaygın olsa da, ur sinekleri bu olguya ilginç bir farklılık getirir. Birincisi, pedogenetik dişilerin gelişimi erken bir evrede durur. Hiçbir zaman normal, erişkin sineklere dönüşemezler, ama henüz bir larva ya da pupayken ürerler. İkinci olarak, bu dişiler yumurtlamaz. Yavrular annelerinin vücudu içinde büyürler (korumalı bir dölyatağında sarılıp sarmalanmış halde ve beslenerek değil). Annenin dokularının tam ortasında, sonunda annenin vücudunu tamamen doldurarak yaşarlar. Yavrular büyüyebilmek için annelerini içinden yerler. Birkaç gün sonra, tek ebeveynlerinden geriye yalnızca kitinli bir kabuk bırakarak dışarı çıkarlar. İki gün içinde de kendi çocukları, deyimin tam anlamıyla, onları yiyip bitirmeye başlar. Kim bu ilginç olayla ilgili olarak bir şeyler söylemek ister??? Cem ?
- Öğretmenim, öhm, öhm. Bunu olgusal bir fenomen olarak değerlendirebiliriz. Bu marjinal bir yaşam devinimidir. Yani klasik olarak "aç kalan köpek fırınları delebilir" iken; neoklasik olarak "sosyal yaşam gelişimi" şeklindedir. Zaten bu hükümetin bu konudaki politikaları ............ .
- Anladım Cem iyi çalışmışsın, otur "on". Peki 166 Ahmet, arkadaşın Cem'in yanıtlarına bir katkın olabilir mi?
- Bittabi öğretmenim. Ben bakarım olaya, kaçmam asla kolaya; bu olgu realist olarak "paranın gücü"; sürrealist olarak "yaşamın itici devinimi oluşturan devenin hörgücüdür"; romantik olarak " Ur ile Uriye'nin kırık dökük aşkıdır, natüralist olarak ise "nihavend bir şarkıdır".
- Ahmet kutlarım, sana da yazıyorum bir on, kırmızı ... pardon.
- Peki şimdi de kime soralım. Seda senin sorun hazır ama konunun bir yöne gelişimi gerekli, bir anlamda uzmanlık sorusu olacak. Bu nedenle Cem ile Ahmet'in yanıtlarının bir devamı olarak Nadya'ya soracağım.
- 293 Nadya, bebek sineklerin annelerini yemesi şeklinde gelişim seyreden bu doğal olayı nasıl yorumlarsın?
- Öğretmenim, olayı modernist bir yaklaşımla "günümüz için olası" olarak değerlendiriyorum. Post-modern olarak ise "bebeklerin anneye dolayısıyla sisteme bir başkaldırısıdır".
- Öğretmenim ??
- Buyur Rebeka bir şey mi diyeceksin?
- Evet öğretmenim. Nadya arkadaşıma katılmakla birlikte bu konuda daha detaylı ve açık sözlü olması gerektiğini belirtmek istiyorum. Yani arkadaşım Albert Camus'un horizontal diyalektiğinden dem vurmakla birlikte "olabilir efendim, yazı var güzü var" diyerek uzlaşımcı bir tablo sergilemektedir. Belki "İlahi Komedya"yı okuyarak biraz daha kaderci olarak yazabilir. Peki, Nadya kuşkucu felsefeci olarak mı cevaplar veriyor, bence evet. Ben ahududulu reçeli ekmeğime sürerken hep Nadya "Anneler mi yavrulardan çıkar, yavrular mı annelerinden çıkar " ikilemi içerisine düşmüş gözüküyor. her şeyi açık söylemeli, örneğin "çiş yapmak" diyerek bunu alt yaş guruplarının terminolojisi içerisinde sunacağına bizzat, "işemek" fiilini kullanmalıdır. Buna rağmen Nadya'nın iyi yolda olduğunu söyleyebilirim. Kahvemi içerken bir on puan veriyorum.
- Rebeka benim akıllı kızım. Doygunluğun, cesaretin, geniş soluklu katkıların, eleştirilerin için sana da helalinden bir on veriyorum.
Bir insan nasıl olurda, saatlerce aynı müziği dinleyerek mutlu olabilir? Olabileceğini bu sabah bende test etti müzik. Sabahları ilk açtığım radyo kanalı TRT FM'di. Bugün de öyle oldu. Ardından gelen e-postalara baktım. Bir arkadaşım sevdiği müzik parçalarını sağolsun üşenmez bana gönderir. Bugünde şansıma Eric Clapton'dan River of Tears çıktı. FM radyoyu kapatıp Eric Clapton'ı tıkladım. Saat kaçtı anımsamıyorum. Hâlâ kulaklarımda yankılanıyor o buğulu ses. Böylesine güçlü bir müzikalite karşısında ancak saygıyla eğilir insan. Müziğin evrenselleği işte bu! Harika duygularla nerelere gitmedim ki!
Beni böyle derinden etkileyen müzik eserleri ile ruhumun kuruyan pınarlarının gözeneklerinin açıldığını hissederim. Kimi müziklerle ağlar, kimyle coşup, oynarım. Geçenlerde bir yazıda Atatürk döneminde 1934'e değin radyolarda Türk Halk Müziği ve Sanat Müziğinin yasak olduğunu, bunların yerine Bethoven ve Mozart gibi Klasik Batı Müziği parçalarına yer verildiğini okumuştum. Öncelikle yasakçı zihniyete kesinlikle karşı olduğumu belirtmeliyim. Öyle ya bir şeyi yaparken, diğerini yıkmanın bir alemi yok. Bu eleştiriyi yapanların, ülkemiz insanının ne ölçüde sağlıklı müzik eğitimi aldığını da sorgulaması gerekmez mi? Son zamanlarda müzik dünayasının ayrık otu gibi beynimizi sarmaya çalışan niteliksiz, içi kof ve adını sanatçı denen insanlar elinde nasıl da yozlaştığını görüp de üzülmemek elde değil.
Nazilli İlköğretmen Okuluna ortaokul sonrası sınavla öğrenci alınıyordu, diğerlerinde olduğu gibi. Ben de sonuçta bir kaç zorlu aşamayı geçerek sınavı kazanmıştım. Yazılıyı kazandığıma dair mektup geldiğinde evde ne denli sevinç yaşanmıştı. Daha sonra okulda sözlü sınavlara alındık. Listelerin asılmasının ardından sınıf arkadaşım kaybetmiş, ben asil olarak kayıt yaptırmayı hak etmiştim. Söyelenen günde kayıt için rahmetli annemle okula geldik. Tüm belgelerimiz tamamdı, yalnız tek eksiğimiz kalmıştı: Bir enstrüman! O gün için alınabilecek en ucuzu da mandolin olduğunu öğrendik. Annem,
-Oğlum, bu bildiğimiz mandalin olmasın? deyince, ben de, bilgiç bilgiç:
-Yok be ana, bu müzik aleti, onunla ders yapacağız, dediğimi anımsıyorum. Fiyatı, o gün için 50 Liraydı. Annemde bu para da yoktu. Bizim kayıt işlemi tehlikeye düşecekti. Annem, beni okutmaya kararlı ya, hemen orada olduğunu bildiği Eğirdirli hemşehrilerinden birini buldu. Ondan aldığı ödünç parayla bana markası Cümbüş olan bir mandolin satın aldı. O an, dünyalar benim oldu. Sonunda başarmıştık. Bu, ümmi annemle benim ortak zaferimizdi. İnanıyorum, sizler bu satırları okurken, cefakar anneniz tarafından öpülmüş olacaksınız. Onu her anımsadığımda yanaklarımda ılık dudaklarını hissediyorum. Annemi sevgiyle anıyor, ben de onun buruşuk yanaklarını ıpıslak gözyaşlarımla öpüyorum...
O yıl müzik öğretmenimiz Ahmet Kaya'yla tanıştık. Mesleğini çok seven, ciddiye alan biriydi. Özellikle kemanıyla çaldığı batı müziği eserlerini dinlerken kendinden geçerdi. Onluk not düzeninde Ahmet Kaya'dan beş alanlar on almış kadar mutlu hissederdi. Tabii, bu mutlu azınlığın arasında bende vardım. Eğer bugün kendi çocuklarımda Türk Müziğinin yanısıra Klasik Batı Müziği dinleyebiliyorsa, bunu Ahmet Kaya öğretmenime borçluyum. Onun tarafından okul korosuna seçilmek gerçeketen benim için büyük bir onurdu.
Okula geldiğimizin haftasında kendi çabamla yatakhanede mandolin çalmayı öğrenmiştim. Bu becerim zamanla mandolin akorduna kadar vardı. Akort yapmayı bilmeyen arkadaşların akortlarını da yapar olmuştum. Kısa zamanda da adım, "Akort Ömer"e çıktı. Bu şekilde anılmaktan da hiç gocunmadım, bilâkis mutlu oldum.
İkinci sınıfta bu kez müzik öğretmenimiz Ahmet beyin öğrencisi İsmail beydi. İsmail bey de genç olmasına karşın dersin ciddiyetine yaraşır şekilde eğitim yaptırıyordu. Bir gün hocam parmaklarıma bakarak,
-Ömer bu parmaklar tam keman parmağı, diyerek, beni yönlendirmek istemişti. Ama bizde keman alacak para ne gezer. Öte yandan okuldaki tek piyanoda çalışmaya rahmetli okul müdürümüzün kızından sıra gelmiyordu. Böylece belki müzik alanında ilerleme şansı bulacağım bir dönemde müzikten uzaklaştığımı anlamıştım.
Yıllar sonra emekliye ayrılmıştım. Arkadaşlar Ödemiş Belediyesinin öncülüğünde Türk Halk Müziği korosu kurulduğunu, beni de aralarında görmek istediklerini söylediklerinde hiç düşünmeden evet dedim. Doğrusu araya yaz tatili girdiği için düzgün bir çalışma yapılamamıştı. Ödemiş'in kurtuluş günü Üç Eylül'de konser verileecekti. Hocamız Ege Üniversitesinden gelen değerli bir öğretim üyesiydi. Konserde solo yapacakların arasına ben de girmiştim. Ne denli heyecanlı oluyor insan, ancak o sahnede anlaşılabilir! Ben de elimden geldiğince parçayı doğru seslendirmeye çalışmıştım. "Kalenin Bedenleri" türküsü hareketli bir eser. Ben de ona uyarak sahnede el kol işaretleriyle okumuştum. Şimdi o türküyü nerde duysak konser günü aklımıza gelir ve hep birlikte güleriz.
Asıl anlatmak istediğimse; o gün, sunucu bayan bir sürpriz yapmış, "İlk Kurşun" şiirimi kadife sesinden müzik ve havai fişekler arasında okumuştu. Bu olay, bugüne değin aldığım en güzel ödüldü. Kendimi ağlamamak için zor tutabildim. O anki duygularımı şu an dahi duyabiliyorum.
Ah be, Eric Clapton, nerelere alıp götürdün beni...yeter ettiğin senin!...
Hasret çığ gibi büyürken, özlem dayanılmaz bir hal alırken,
New York da saunayı aratmayan havası ile beni iyice
bunaltmaya başlamıştı.
İstanbul'a nasıl dönecektim?
Çektiğim acılara, bu hasrete bir son verebilecek miydim?
Annemi nasıl ikna edecektim?
İkna olmazsa nasıl kandıracaktım?
İşte her gece, yatağımda, bu sorulara bir cevap, bir çözüm yolu
bulmak için sabahlıyordum.
Gündüzleri de SURAT ASIYORDUM!
Anneme aksi aksi cevaplar veriyordum.
Yemek yemiyordum.
Ancak hayatta kalabilmek için, gizli gizli bir parça ekmek,
bazen de birkaç tane bisküvi yiyordum.
(Buna, şimdilerde "DUYGU SÖMÜRÜSÜ" diyorlar!)
Annemin bana aldığı son elbisenin 36 beden olduğunu
bilmem yazmama gerek var mı?
Tabii ki günler sadece duygu sömürüsü eylemleri ile geçmiyordu.
Öyle olsaydı herhalde çıldırırdım!
Bu arada bir şey aklıma geldi.
Annem, ben 17.5 yaşımda iken İstanbul'da ehliyet almıştı.
Bir de külüstür, kırmızı renkte bir VAUHXALL marka araba.
Ben yaşımı doldurana kadar (18) bana da öğretmişti araba kullanmasını.
Bir keresinde de yakalanmıştık... Ne ise, bunu başka bir zaman anlatırım...
18 yaşımda benim de bir ehliyetim olmuştu!
Bu şimdi nereden aklıma geldi, diye düşünebilirsiniz.
Beni, birazcık da olsa memnun kılabilen tek şey, bu ehliyet olmuştu.
Arada bir kuzenin Chevrolet arabasını kullanıyordum.
Hani ağlayan çocuklara susması için bonbon falan verirler ya,
Kuzen de anlamıştı araba kullanmasını sevdiğimi, beni avutmak için bazen arabayı kullanmama izin veriyordu! İşte, menunuyetimin tek sebebi bu!
Annemin beni 'hoş tutma' ve 'avutma' gayretleri sayesinde
New York'u, şehrin meşhur Central Park'ını, pahalı mağazaların ve moda evlerinin bulunduğu Fifth Ave. Caddesini, civarları, Cony Island'ı, New Jersey'i gezdik. (Annemin bir arkadaşı orada yaşıyordu.)
Hatta bir seferinde, doğal yoldan, Hakkın rahmetine kavuşacaktım...
Tipik bir Amerikan pikniğine gitmiştik. Daha doğrusu, ellerim bağlı olmayaraktan götürülmüştüm...
Piknik yeri Okyanus kıyısında küçük bir kasaba idi.
Sepet sepet getirilen, 40 kişiyi bile doyurabilecek (biz 12 kişiydik!) bollukta olan yiyecekler ve içecekler masalara dizildikten sonra herkes denize koştu. Tabii ben de. Denizi (de) özlemiştim...
Denize giren çok az kişi vardı. Girenler de kıyılarda yüzer gibi yapıyorlardı. Anlaşılan dalgalardan korkuyorlardı!
Ben bir DENİZ ÇOCUĞUYUM!
Yüzmeyi Florya'da (İstanbul) beş yaşımda öğrenmiş, Boğaz'da (Tarabya) usta bir yüzücü olmuş, Kilyos'ta da (Kara Deniz) dalgalarla boğuşmayı öğrenip "yüzme kursunu" hatmetmiştim!
Biliyordum ki, kıyı dalgalarını, üstlerine yataraktan birer birer atladıktan sonra deniz yüzülür hale gelecekti.
Ama bilmediğim bir şey vardı!
Okyanus dalgalarının bizim Kara Deniz dalgalarına benzemediğini anladığımda, az kalsın İstanbul'a geri dönmek hayallerim kendiliğinden "suya düşecekti".
"Ben şu Amerikalılara bir göstereyim nasıl yüzülürmüş" havalarında kendimi denize attım.
Daha ikinci gelen dalga, benimle dalga geçer gibi, beni içine alıp yuttu!
Beni öyle bir ters-yüz etti ki, neresi aşağısı, neresi yukarısı bilemedim.
Büyük bir panik içinde debelenip zor zar su yüzüne çıkabildim.
Ve de Amerikalılara hak verip DERSİMİ ve ağzımın payını aldım!
Gündüzleri, hem vaktimi değerlendirmek, hem de düşüncelerime gem vurmak için metro ile 42. Caddeye gidip sinemalardan medet umuyordum.
Ayrıca, yaz günlerinin dayanılmaz sıcaklığı, klimalı sinemalarda dayanılır hale geliyordu.
Sinemaların balkon kısmında sigara içilmesi beni çok şaşırtmıştı.
(şimdi olsa adamı linç ederler!)
Sigara içmeye de oralarda başladım...
Sanki acılarıma yeni bir merhem keşfetmiştim...
Ha, bir de, beni en az ilgilendiren bir konu olduğu için, az kalsın unutuyordum yazmaya.
Annemin kuzeninin mühendis olan genç bir arkadaşı vardı.
Ziyarete gelip giderken bana göz koymuş olacak ki, bana, benden başka her genç kızın etkilleneceği cinsten komplimanlar yağdırmaya başladı. Benden yüz bulmadıkça da komplimanların dozunu arttırdı.
Sonra baktı ki bu yolla istediği yere varamayacak, çareyi, beni annemden istemekte buldu.!
Yaaa, ben ne "bulunmaz Hint Kumaşı"ymışım da haberim yokmuş!!!
Aslında bunun beni sevindireceğine, beni çileden çıkarıyordu bu
"İSTEME FASILLARI" !
İstanbul'da olsaydım da, sevdiğim insan gelip beni annemden
ALSAYDI (isteme lafına artık gıcık oluyorum!) hayalleri bile, beni daha da çok yıpratıyordu!
Eh, mühendis beye de gereken cevap verildi! Komplimanlar da kesildi!
Bütün bu "istenmelerin", bu gezmelerin, pikniklerin, sinemaların
beni avutmaya güçleri yetmiyordu.
Tek tesellim gelen mektuplardı.
Onları da, defalarca okuduğumdan, artık ezberlemiştim.
Sabrım tükenmek üzereydi!
Ve bir gün, çok cahilce, çok saçma, aynı zamanda
çok korkunç bir şey yaptım!
giderken de böyle açılmıştı , kapısı..
o vakit izleyememiştim kapanışını, o kapının..
bakamamıştım öyle ıslak..
şimdiyse tam önümde durdu , kaçamam !..
önce otobüse baktım , yüklü yorgun tıssss layan.. (gören de ; götürdüğünden çok getirdiğini zanneder !.. )
sonra birkaç insan ve o indi kapıdan ,
ağır aksak..
bir an için dalmışım..
" gidiyorsun ciddi ciddi.. "
" ..."
" sana söylüyorum , duymuyor musun ?.. "
" ha..evet, vakit geldi yaa.. "
" gerçekten istedin bunu değil mi ?.. "
" ben hiçbir zaman ne istediğimi bilemedim.. dünyaya uyuyorum işte.."
" ben mars lıyım tabii.. bi bize uymadın.. "
" hayır.. sen benim dünyamsın.."
" bu senin cevabın değil,biliyorum.. ama boşver.. "
" bakma öyle !.."
" bakarım elbet.. "
" elbet ne ?.." ".. hep güzel bakacaksın.. söz ver !.."
" gidiyorsun ama.. "
" olsun.."
" bak kapıyı da açtılar.. hadi bin artık.. çok uzadı bu.. "
" olsun.."
" tamam.. söz.. ben mutlu olacağım.. "
" neyse.. ağlamayacağım ben de.." "gideyim ben.."
" avucunda sevgimi hisset.. ve bu bizim bayrak koşumuz.. unutma !.. "
" unutur muyum hiç !.. düşürmeden getireceğim sana !.. hoşç....... " "... "
__ hoş geldin !..
__ hoş bulduk !.. gel bi sarılayım sana yaa.. __ eşyaların ?..
__ yok.. bir şey getirmedim.. __ (...)
Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz. http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp
"Ey Büyük Atatürk STOP Daha yükseklere tırmanmamız için bizlere bıraktığın aletleri, yol haritasını ve pusulayı devlet dairelerinden birinin arşivindeki tozlanmış bir sandıkta kilitli bulduk STOP Yazdıklarını okumayı ve onları başkalarına aktarmayı, seni anlatıp yüceltmeyi, kısacası bu işin edebiyatını artık bir kenara bırakıyor ve senin gibi bir tırmanıcı olabilmek azmiyle derhal yola koyuluyoruz STOP Bizden öncekilerin sebep olduğu gecikmeden dolayı özür dileriz STOP Bu çetin tırmanış için gerekli koşullara ve olanaklara sahip olmayı beklemeden harekete geçiyoruz STOP Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızda mevcut olduğunu hepbirlikte göreceğiz
NON-NON-NON STOP"
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.705 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Mahmur dağının başında bir duman bir duman
Mustafa Kemal'in başında daha bir duman
Dağ düşünür gündüz gece başından duman gitmez
Mustafa Kemal düşünür gündüz gece başından duman gitmez
Dağların başından duman eksik olmaz
Soy yiğidin başından duman eksik olmaz
Mahmur dağının dumanlarına baktı da dedi
Mustafa Kemal, Köroğlu olmak ne güzel şu dağlarda
Tutmak gece gündüz denizlerin yolunu, yol vermemek
Üşümek, ateş yakmak, yola düşmek ne güzel
Bölmek orta yerlerinden gemilerin getirdiği güneşi
Bir sana bir bana sermek ne güzel
Çakal dağının eteğine vardı ki Mustafa Kemal
Vakit alaca karanlık, dağın eteğinde bir kahve
Kahvede düze inmiş eşkıya, Karadeniz uşakları
Kaynıyor Erzurum işi semaver, çay demleniyor
Uyanmış su gözleri adamların susuz gözleri sıcak
Mustafa Kemal baktı, tanıdı hepsi halk
Oturdular, hep beraber çayı içtiler
Ordan burdan, dereden tepeden konuştular
Sabah güneşi gelip bağdaş kurdu bir yana
Yarı karanlıktı yüzleri birden aydınlandılar
Acı çekmiş, susamış, dağ çizgileri sert
Mustafa Kemal'in gözlerinde tek tek ışıdılar
Çıktı kavak yaylasına oh, dedi Mustafa Kemal
Ölmez be, insan bu vatanı sevince
Halk kokusudur güller çimenlerden gelir
Ovaları sürenler aşağıda, ormanlarda bıçkı sesleri
Dağılmış Mahmur dağının dumanları
Çekip cümle türküleri bir dere ışıltısıyla akar
Havzaya vardım ki, kulağımızı koyalım bir
Bağımsız yaşamak diyelim bir, dinle ne ses verir
Havza pazarına inmiş allı morlu köylüler
Çıkarlar ormanlardan gizli gizli, çağıralım bir
Gelirler toplanırlar ateşimize onlar için yaktık
Özgür yüreklerinin soluğunu üflesinler bir
Sevelim dedi, Mustafa Kemal, sevelim bir
Selam verelim bir, selam alalım bir
Halk olmak ne güzel şeydir arkadaşlar
Şu sabah çayını içelim bir kardeşçe sıcak
Yüzümüzü yunalım şu derede bir
Sonra kursunlar darağacını kavgamıza
Asarlarsa assınlar bizi düşlerimizden!
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Modem Spy 3.4 [240 KB] Windows Shareware (35$) http://www.modemspy.com/ftp/modemspy.exe Telefon için bilgisayarlarınızdaki modemleri kullanabiliyorsanız buyrun size tam bir casus program. Konuşmaları aynen kaydedebiliyor, geri çalabiliyorsunuz. Kaydettiğiniz sesi isterseniz telefonla gönderebiliyorsunuz. Caller ID özelliği de mevcut. Eklentilerle size yapılan konuşmanın kaydını emaille yollayabilecek kadar hünerli hale dönüşebiliyor. Habersiz telefon kaydının suç olduğunu bir kenara not ettikten sonra şaka amaçlı gayet güzel kullanabileceğinizi söyleyebilirim. Demo versiyonu sadece 2 dakika kaydedip sonra kesiyor. Ful fonksiyonlarına kavuşması için biraz para ödemek gerekiyor.