|
|
|
27 Mayıs 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kazlıktan istifa ediyorum kabul buyurursanız!.. |
Merhabalar
Dün lafımıza "Yiğidi öldür hakkını ver." diye başlamıştık. Ama o güzel gecenin sersemliğiyle ayrıntıları atlamıştık. Dolayısıyla haklı olarak, yiğit kim? Hakkı kim? Hangi hakkı kime veriyoruz? gibi sorular da havada kalmıştı. Oysa bu satırlardan sevgili büyüklerimize öyle kolay kolay hak verilmez bilirsiniz. Rahat olun canım, hala bir sapma mevzubahis değil. Dün neysek bugün gene oyuz. Yiğit hakkını almayı şov dünyasında gösterdiği performansla hak etti sadece. Sahip oldukları dünya görüşünün yıllardan beri uyguladığı politikaya uygun olarak gereğini yerine getirdiler. Ehh bizim de işimize geldi haklarını veriverdik. Ama haşa, şapkadan tavşan çıkardıklarına, alev yutup takla attıklarına dair inancımızda zerre oynama olmadı. Nasıl olsun ki? Akşam üzeri dergi hazırlıklarından bunaldığım bir anda televizyonda haberleri seyrediyorum. Meclis'in oturumlarından ve bugün çevrilen fırıldaklardan söz edilmeye başlandı. Hala ceza yasası ile ufak ufak oynarken, tasdik edilsin diye Cumhurbaşkanına yolladıkları her tasarı veto yiyip geri dönerken ve dahi millet Liverpool'la birlikte yürürken, uyanık vekillerimiz bir tasarıyı daha oyluyorlardı. Daha önce CHP tarafından protesto edildiği için vazgeçtiklerini söyledikleri kararnameye göre, izinsiz Kuran kursu açan şahsiyetli(!?) şahısların cezaları 3 yıldan 1 yıla indiriliyordu. Buyrun size temel içgüdüsel bir dışa vurum durumu. Dervişin fikri neyse, her ne kadar saklamaya çalışsa da, zikri bir yolunu bulup dışarı çıkacak delik buluyor. Oynanan tiyatronun replikleri birer ikişer tuluat tavrına uygun değiştiriliyor ve biz kazlar yolunmaya hazır bekliyoruz. Şimdi bu da diğerleri gibi yüksek makama tasdik için gidecek. Oradan ters kepçe olup geri gelecek. Amma yüce vekillerimiz ısrarlı davranıp tek satırına bile ellemeden geri yollayıp kabul ettik diyecekler. Ve bizler o "Baba beni okula gönder." teranelerini dinlemeye devam edeceğiz. İddiaya girerim bu kampanyanın düzenleyecisi büyük gazetede bu konuda tek bir satır bile yazı yazılmayacak. Sorulduğunda ise "Ha okul ha kurs canım yollasınlar birine kabul ederiz." diyecekler. Yahu ben artık kaz yerine konmak istemiyorum ve istifa ediyorum. Bunu daha önce de söylemiştim değil mi? Ne yapabilirim, daha istifam kabul olmadı ki!..
...
Dün gece sürpriz bir şekilde Sevgili Serpil Yıldız ve Cüneyt Göksu TRT1'de gecenin İçinden programına konuk oldular ve hem Kahve Molası'nı hem de kısa süre önce yaptıkları Küba gezisini anlattılar. Son anda yetişip dinlemeye ve kaydetmeye muvaffak oldum. Bir fırsat bulup edit edersem sizlere de dinletirim. Kendilerine çok teşekkür ediyorum.
Dergi hazırlıkları sürerken bir yandan da müzik dinlemeyi ihmal etmiyoruz tabi. Bu sıralar Burhan Öçal sevdalısıyız. Onun bir güzel şarkısını sizlerle paylaşmak istiyorum. Sultaniyegah Sirto. Yaklaşık 15 dakika süren bu şarkı eşliğinde Kahve Molası'nı okumak size ayrı bir keyif verecektir eminim. Hepinize güneşli bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Unutmak... |
|
Bu satırları, Latife Tekin'in 'Unutma Bahçesi'ni tam onbir kez okumaya kalkışıp, ancak okuyamamış biri olarak yazıyorum.
Sana 'unutmak için öneriler'den söz edecektim. Bu okuma ile hem bilgilenirim hem de olur da referans verme kaygısı hissederim diye kaç kez niyetlendim, beceremedim. Artık aklımdakileri, yüreğimde birikenleri paylaşacağım, ne yapalım sen de bunlarla yetineceksin.
Şimdi gelelim önerilerime. Aslında çoğu bildiğin, yaşadığın şeyler. Öncelikle kesinkes yalnız kalmamaya çalışmalısın. Yalnızlıkla, sadece yakın zamanlı değil haniyse unutmak istediğin tüm yaşadıkların, yaşanmışlıklar çıka gelir...
Bunu kaç kez denemişizdir. Yine de akıllanmayız, uslanmayız! Tek başına kalma, birileriyle birlikteysen bile özel anları kollamalısın. Odada tek başına, yataklara çekilirken sona kalmamalısın.
Gelmez deme gelir üşüşür başına tüm unutmak, yaşanmamış saymak istediklerin. Sonra... Sonrası malum. Anısı olan müzikleri dinlemeyeceksin. "Amaan sende" deme basit ancak esaslı kuraldır. Hele yalnızken. Sakın... Başına işler alırsın. Kalabalıkken bile sakınacaksın; birdenbire mi başladı kaçacaksın. Arkana bile bakmadan! Bir sözden, kısa bir melodiden ne çıkar deme, aldanırsın.
Nice denenmiştir, geçerliliğini sorgulama!
'Özel yerlere' yolunu düşürmeyeceksin. Aşina köşeler, birlikte yaşanmışlıkları, paylaşımları olan mekanları es geçeceksin. Yanlışlıkla mı saptın, kestirmeden bulaşmadan tornistan edeceksin.
Hızla geçip giderim sanırsın, bir saniyelik görüntüler bir gün, belki günler boyu peşini bırakmaz. Bu görüntülere dayananlar çıkmıştır ancak araz bırakmadan atlatana rastlanmamıştır!
Ortak tanışmışlıklardan; arkadaşlardan, dostlardan da uzak duracaksın. Onlar benim önceden ya da ne bileyim sonradan dostlarım oldular deme, beylik sözlerdir ancak bu işte anlamları yoktur.
Bir bakış, ortak bir anı, bir çift söz hatırlatır her şeyi. Sonra denenmemiş çareler aramaya koyulursun.
Bir kaç önerim daha olacaktı ancak vazgeçtim. Önemli olan 'unutacak olmamak'tır. Şarkıların söylediği gibi bunca çare çoğu kez etkili olamamış, 'insan unuturum sanmış, unutamamıştır!'. Öyleyse...
Öyleyse en önemlisi, kestirmesi unutma zorunluluğuna düşmemektir. Bu amaçla 'yakınlaşmamayı' şiddetle tavsiye ederim. Basittir ancak müthiş sonuç alıcıdır. Açılmamayı, anı olabilecek paylaşımları yaşamamayı bilmem belirtmeye gerek var mı?
'Soğuk' diyebilirler, mesafeli, dengeli, iki yüzlü vs... Desinler... Bunların hepsi, yarın olur da 'unutma ihtiyacı' duymaktan daha iyidir. Tartışılmaz. Her türlü yardımlaşma, karşılıksız sevgi gösterisi, insanca yaklaşım dostluklar doğurabilir. 'Bundan ne çıkar?' diyebilirsin. Olabilir. Ancak bazen, sonrası 'unutma gereksinimi' duymaktır. İyisi mi...
İyisi mi başlama!
Unutmadan... 'Unutma için'; bol iş, sürekli yer değiştirme, okuması kolay kitaplar, yeni unutma dertleri çıkarmayacak derinliksiz arkadaşlıklar ve spor, 'terapi' ye düşmeden 'Denenecekler Listesi'nden aklında kalmalıdır. Unutma uğraşı için süre tahminleri muhteliftir. Takdir edersin ki, kişiye ve derinliğe göre değişir. Salak gibi unutayım derken beslemessen, bir kaç yıl kritik eşiği aşmak için yeterli olabilir.
'Unutma' derdine düşmemen dileği ile,
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
ŞARAP PARASINA MASALLAR -3
İlk başlarda olan biteni kavramakta, yaşadıklarıma bir anlam vermekte çok zorlandım. Daha önce hiç bu kadar hızlı, hesapsızca bir ilişki içine düşmemiştim. Duygularımı ve kendimi anlamakta, davranışlarımı ölçmekte, kendimi kontrol etmekte yetersiz kalıyordum. Sanki elbiselerimi bile çıkarmaya zaman bulamadan iskeleden soğuk bir kış günü denize atlamıştım. Atlamaktan çok birisi tarafından suya itildiğim duygusuyla boğuşuyordum. İçimdeki ses saçma sapan, yeri ,yönü belirsiz bir geceye bodoslamadan daldığımı, çok geç olmadan, iyice batmadan arkama bile bakmadan uzaklara kaçıp gitmem gerektiğini söylüyordu.
O gecenin üzerinden tam olarak bir hafta bile geçmeden sen artık her şeye ikimiz adına kendin karar veriyordun. Akşam yemeğinin kimlerle, nerede yenileceği, ne kadar kalınacağı, yemekte ne yenileceği, ertesi gün saat kaçta, hangi plajda denize gireceğimiz benim haberim olmadan planlanmış oluyordu. Bana sadece ses çıkarmadan uymak kalıyordu. İtirazsız, her karara evet deyişimin adı efendilik sayılıyor ve takdir ediliyordum.
Oysa ben denizden çıkıp at kestanesinin gölgesindeki o kocaman masada saatlerce okey oynamaktan, masa kapmak için saatlerce kocaman bahçeyi kolaçan etmekten hiç hoşlanmıyordum. KİMENE ve ÇİPA BAR’da tek bir biraya aptalca fahiş bir meblağa ödeyip saatlerce dans edenleri izlemekten de hiç keyif almıyordum. Oysa sen benim limanın ucunda şarap şişesi elimde oturup, denizin üzerinde oynaşan ışıklara dalıp gitmeyi, arkadaşlarımla daldan dala atlayan sohbetleri sevdiğimi bilirdin. Bir kez bile bana katılmadın. Sonra da edepsizce bir tavırla beni sıkıcı ve eğlence özürlü olmakla suçladın.
KİMENE BAR’da gecenin bilmem kaçında o biçim bir oğlan çıkıyormuş, hem çalıyor hem de göbek atıyormuş, aman aman çok eğlenceliymiş. Göbek atıp, klavye çalan o biçim bir oğlanı senin gibi çok eğlenceli bulmaya mecbur muyum? Atılan göbeklerin sanki TSEK damgası var. Herkes için aynı derece eğlendirici olacağı ta başından garantili...
Bunca zaman sonra bütün ayrıntıları tek tek sayıp dökmenin kimseye bir yararı yok.
Daha ilişkinin başında aklıma yatmayan, sonra beni kırıp dökecek bir şeyler yaşanacağını seziyordum. Sen yaşadıklarımı hazmedemedim, sana ayak uyduramadım, hevesim kursağımda kaldı sanıyorsun. Bu düşünceni kendine yüklediğin özel anlamlarla besliyorsun. Dilediğin kadar kendini büyük ikramiye, bulunmaz Hint Kumaşı, eşsiz güzellikteki Zümrüdü Anka kuşu gibi görebilirsin. Şimdi elbette seni kaybettiğim için sabahtan akşama kadar salya sümük ağlamalıyım. Öyle bile olsa yani ağlıyor, kederimden üstümü başımı paralıyor olsam sen nasıl mutlu olabilirsin? Başkalarının mutsuzluğuna neden olan insanlar normalde suçluluk duymazlar mı? Üzdükleri, incitip kırdıkları insanların varlığından haberdar olmaları onları da mutsuz etmez mi? Üzgünüm, seni hiç anlamıyorum.
Yaşanan her ilişkide paylaşılan ekmekten suya, birlikte geçirilen her dakikanın kadrini-kıymetini yaratan, hatırı sayılacak on binlerce aydınlık bakış, sımsıcak gülüş, içten ve dipdiri sarılmalar saklıdır. Anılar üzerlerindeki son kullanma tarihi geçmiş teneke konserve kutuları gibi çöpe atılamazlar. Onları cami avlusuna başkalarının merhametine de terk edip gidemeyiz. Belleğimizin en ışıksız yerinde ömrümüzün sonuna kadar yeniden canlanacakları günü sabırla beklerler.
Küçükken oturduğumuz kasabanın bize en uzak mahallesinden sınıf arkadaşım Hamdullah, bana çok sevimli bir köpek yavrusu getirmişti. Büyüyünce av köpeği olacakmış. Şimdi tam olarak anımsamıyorum ama cinsi için ağzında Kupay gibi bir sözcük gevelemişti. Av köpeklerinin kuşçu olanlarındanmış. Okulun bahçesinde arkadaşlarıma büyük bir hevesle yavru köpeğimi anlatmaya başlayınca bana güldüklerini gördüm. Meğer sevimli köpeğimle arkadaşlarımın neredeyse hepsi benden daha önce tanışmışlar. Hatta birkaç gün ile bir hafta gibi değişen sürelerde onların bahçelerine, evlerine de konuk olmuş. Arkadaşlarımın anneleri ve babaları sevimli misafiri evde görmek istemedikleri için yaygarayı basınca hayvan alındığı sokağa yine geri götürülüp bırakılmış.
Ben arkadaşlarımdan daha şanslıydım. Eve getirdiğim ilk akşam büyükler önce biraz mızmızlandılar. Onlara içine göz yaşı katılmış, duygu sömürüsü dozu yüksek, inatçı ve ikna edici kararlılığımı sergileyince fazla direnmeden razı oldular. Evin içine hiç girmeyeceği, sadece bahçede besleneceği konusunda da anlaştık.
Köpek yavrusu çok sevimli olduğu için birkaç kez diğer çocuklar tarafından çalındı. Kasabamızda fazla büyük bir yer olmadığı ve herkes birbirini tanıdığı için her seferinde kısa süre sonra bulunup geri getiriliyordu. Hatta çalındıktan sonra iki kez birkaç gün sonra kendiliğinden geri getirilip bırakılmıştı. Zamanla köpek çalınmaya, biz de onun ortadan kaybolmasına alışmaya başlamıştık.
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) BİR HAYAT & BİR HİKÂYE... (1) |
|
"Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar..."
Zülfiye....
Annem beni doğurduğunda kırkaltı yaşındaymış. Hiç hesapta yokmuşum. Tabii o zamanlar, köy yerinde şimdiki gibi korunmak nerde? Üç kız kardeşin ardından ben de kız doğmuşum. Annem Zehra ile babam Yusuf evlendiklerinde çocuk yaştaymış. En büyük ablam Ayşe bir yaşındayken babamı askere almışlar. İkinci Dünya Savaşı patlamış hemen ardından. Babam tam on yedi yıl gelmemiş. Annem tek kızıyla yıllarca babamın yolunu gözlemiş. Gencecik kadını rahat bırakırlar mı bir çocukla. Köyden kısmet çıkmış hep anneme "çok gençsin Zehra, kızına yazık, kalma bir çocukla. Başçağızın gün yüzü görsün." demişler de "istemem" demiş annem. "Gelecek Yusuf'um, bilirim ben. Beklerim ölsem de." Beklemiş de...
Ve babam tamı tamına on yedi yıl sonra kavuşmuş Zehra'sına... sonra peş peşe Adile, ardından Huriye doğmuş. Huriye'nin doğumundan iki yıl sonra da bana gebe kalmış annem. Gebeliği sırasında ben karnında üç kez konuşmuşum. Öyle anlatırdı Ayşe Ablam "Bi gün annem geldi yanıma. Ben evlenmiştim. Aynı köydeyiz. 'kızım' dedi 'bu bebe konuşur benim karnımda, sesi geldi kulağıma' tuhaf baktım suratına 'bebek konuşur mu be anne, rüya görmüşsündür sen' dedim. 'Tövbe de kızım. Konuştu beya "Yazma, Yazma, Yazma" diye ağladı. Anama göre sen üç kez 'yazma' demişin." demişti. Kim bilir, hani Allah-û Tealâ ana rahminde yazarmış ya insanın kaderini, varmış demek başıma gelecek....
İlk 'Yazma'nın akıbetini doğduktan iki yıl sonra yaşadım. İki yaşımdayken anamı kaybettim.
İkinci 'Yazma'da yazılandan çok gecikmedi, dokuz ay sonra da babam Hakkın Rahmetine erdi. İkisini de hatırlamıyorum. Ablalarımdan biliyorum. Melek gibi kadınmış annem, sakin, kendi halinde biriymiş babam...
Yokluk, yoksulluk var. Savaştan çıkmışız. Açlık var. Ayşe Ablam en büyüğümüz olduğu için hepimize sahip çıkmış. Kendilerini zor doyururken bir de biz kalmışız başına. Ayşe Ablam kocasıyla bahçecilik yapardı. Yani kendi bahçesinde yetiştirdiği sebze, meyve, zerzevatı kasabadan gelen iyi halli ailelere satardı.
Yine böyle bir gün ben ablamın eteklerine sarılmış ağlarken, kadının biri sebze almaya gelir;
- Bu kızan niye ağlar böyle be kızım?, der ablama.
- Anamı yeni kaybettik. 'Ana' diye ağlar. Doyamadı yavrucak ana kokusuna, diye cevap verir ablam da.
Meğer kadın da o günlerde iki yaşlarında kızını kaybetmiş. Kocası da bir yıl önce ölmüş, onyedi
yaşındaki evli kızıyla yaşıyormuş kadın. Ablama;
- Yanlış anlamayasın kızım, bir şey diyim sana..., demiş.
- Yok anlamam, de hele...,
- Bu kızanı bana ver...
Kendi durumunu anlatmış uzun uzun ablama. Halinin vaktinin yerinde olduğundan, bana kendi kızından daha iyi bakacağına söz vermiiş. Ablam bir düşünmüş, iki düşünmüş;
- Veririm ama, bir şartla, demiş.
- Para mı istersin?, demiş kadın.
- Yok bea, parayla kardaş satılır mı? Ben isterim iyi olsun. Bizim gibi büyümesin. Madem durumun iyiymiş, al ama... ara ara getir de unutmasın bizleri. Et tırnaktan ayrılmaz be abla, kardaşım o benim...
Ağlaşmışlar iki kadın.
- Gösteririm, getiririm elbet be kızım. Ben de insan evladıyım. Hem evde yetişkin, senin yaşlarda evli kızım da var. Evlat nedir, kardaş nedir biliriz. Yüreğini ferah tut.
Oracıkta helalleşmişler, kadın beni kucağına alıp kasabaya yollanmış. Ablam arkamızdan ağlamış durmuş;
- Bahtın açık olsun Zülfiye'm, demiş dua etmiş.
Şimdi nur içinde yatsın, anacım kendi öz kızı Hatice Ablam'dan ayırmadı beni. Bizim köyle kasaba arası yürüyerek en az bir saat yol çeker. Anacığım, Ayşe Ablam'a verdiği sözü tuttu. Üşenmedi, yorulmadı, sırtında köye taşıdı beni. Asıl adı 'Afife' idi. Ama herkes ona 'Affe Hala, Affe Ana" derdi. O bir tek benim değil, daha pek çok fukaranın, yetimin anası idi...
- Bak kızanım, bunlar senin öz be öz ablaların. Büyüdüğün zaman da gel onları dolaş, kal yanlarında. Şimdi ben gidiyim, ablacıkların özlemiştir seni. Yarın gelir alırım, oldu mu benim güzel kızım, der o gece Ayşe Ablam'da yatıya bırakırdı beni.
El bebek, gül bebek büyüdüm. Kasabanın en işlek caddesindeydi evimiz. İki katlı, bahçeli güzel bir evdi. Muhterem kadındı anam, gelenimiz, gidenimiz hiç eksik olmazdı. Soy, sop, hısım, akraba hepiciğimizi bir araya toplardı. Yoksul, fakir doyurmayı pek severdi.
Küçük bahçemizde oynamaya bayılırdım. O zaman şimdiki oyuncaklardan nerde? Anacım ağaç dallarına pamukla bez sarar, bebek yapardı bana 'evicik' oynayayım diye. Bahçedeki erik ağacına salıncak kurardı. Hatice Ablam arada kızardı bana. Ne bileyim, çocukluk, geçmiş gün hatırlamıyorum. Ama bir keresinde bahçede top oynarken camı kırmıştım da aman ne bağırmıştı ablam. O bağırır ben ağlarım, ben ağlarım o bağırır. Anam duymuş tantanayı elinde terlik bi çıkış çıktı evden bahçeye;
- Hatçeee! Ne bağırırsın bi saattir el kadar kızana?!
- Ama anne camı kırdı baksana!
- N'olmuş kırmışsa be! Camcıyı çağırır taktırırız. Onun canından kıymetli mi? Bana bak Hatçe, bi daha Zülfiye'ye bağırdığını görmiyeyim, evli barklı koca kadın demem alırım ayağımın altına...
Bir daha da o oldu. Hatice Ablam bana ilişmedi. Yok, o'da severdi beni ama gencecik kadın. On sekiz, on dokuz yaşında taze. Çok da güzeldi. Çok da havalı. Aklı kim bilir nerede?
Hatice ablamın kocası subaydı. Tayini bizim civardan başka bir kasabaya çıkınca oraya gittik. Anam gün görmüş kadın, evini kapamadı, bir tek kapısını kapadı. Vardı demek bir bilidiği. Vardı ki, bir kaç ay sonra tekrar evimize döndük, kasabaya.
On üç, on dört yaşlarındayım. Bir gün bizim eve gençten bir kadın geldi. Nasıl güzel bir kadın. Gözleri bal köpüğü mübarek. Gel gör ki kanlı yaşlar döker durur, kucağında bebesi ile. Duymuştum hikâyesini, kocası askerde ölmüş. Anamın erkek kardeşinin kızı. Adı çok geçerdi fakat o güne kadar görmek kısmet olmamıştı. Geldim yanına oturdum;
- Hoş geldin abla, Allah bağışlasın bebeğini, dedim.
Dupduru bir ses, konuşmuyor şırıl şırıl çağlıyor sanki;
- Hoş bulduk. Sağol. Sen Zülfiye misin?
- Nerden bildin?
- Affe Halamın dilinden düşmezsin hiç..., dedi, ışıl ışıl gülümsedi.
Anam beni başka yerlerde anlattı diye göğsüm kabardı;
- Bebeğin adı ne?, diye sordum Esna'ya.
- Halil İbrahim, dedi yavrusunu koklayıp göğsüne bastırarak... Bir de güzel bebek, yumuk yumuk.
O gittikten sonra, anamı mutfakta yakaladım;
- Ana..., dedim.
- Söyle yavruumm, derdi.
- ana be, ben çok sevdim Esna Abla'yı. Bi gün ileride kızım olursa Halil İbrahim'e vericem...
Öyle böyle büyüdüm işte. Arada köye gider, üç ablamı da ayrı ayrı ziyaret ederdim. Bir iki gece kalır, dertleşirdik. On beş yaşındaydım. Büyümeye başlamışım ama aklım çocuk hala. Bebeklerimle oynuyorum, ip atlıyorum sokakta. Ablamlarda kaldığım bir gece, yatsı vakti Ayşe Ablam'dan çıkmış Adile Ablam'ın evine doğru yürürken, yanımda bir karaltı gördüm. Köyün gençten oğlanlarından biri, bıyıkları henüz terlemiş;
- Ne istersin be?, dedim.
- Kız, bak hele., dedi.
- Bakmam, acelem var, ablam bekler, dedim.
Aman konuşmaz olaydım. Tuttu da kolumdan, ağzımı bir mendille sıkıverdi mi? Sırtına attığı gibi koşmaya başladı mı sana? Sırtını yumruklarım, bağırmaya çalışırım, yok, nafile. Kimsecikler duymaz sesimi. Kaçırdı beni. Kapattı samanlığa. Bağladı mı bir de ellerimi direğe. İki gözüm iki çeşme ağlarım;
- A be Mehmet, bırakasın beni. Anam jandarmayla gelir, atarlar seni hapse. Bırak gideyim, derim, dinlemez.
- Sevdim bea. Ayıp mı? Baktım yüz vermezsin, napiyim, kaçırdım işte. Kalalım bu gece, ilişmem söz. Yarın çıkarız meydana.
Ertesi gün anam geldi gözü yaşlı;
"Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler..."
Kınam yakılır ellerime, ağlarım. Bilmem ki yavuklu nedir, sevmek nedir? Kendim çocuğum daha.
Hiç anlamadan Pomaklar'a gelin gidiverdim...
Elif Eser
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 17 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Evlere Şenlik |
|
Hoşgeldin Silviyo Birader... Maçı boşver, şu müzakerelerden ne haber ?
- Dur biraz soluklanalım be Birader'im.. Sen merak etme ben hallederim, size destek verenlerin başını çekerim.
Okey Silviyo.. Ancak; içinizde var bir sürü denyo, isn't it ?
- Si Birader, olmaz mı ? Diyorum ki şu maçı bir alsak, bunları bilahare konuşsak ?
Ay si, ay si.. Ekonomi tıkırında, gıkı çıkmaz oldu milletin.. Nasılsa düşük tutuyoruz kuru, hadi gel atalım bi Boğaz Turu.
- Bana uyar, uyar da nasıl diyorsunuz... "İn-şal-lah bizimkiler de akşama koyar"
Bak Silviyo; ne zaman ki, cümlenin sonunda yumruk yaptığın sol elinin üstüne sağ elinin avuçiçini şırrraaak diye ses çıkartacak şekilde vuracaksın, işte o zaman vücut diliyle şakır şakır konuşmuş olacaksın. Du yu andırsıtand mi ? Dene bakayım, hah tamam, işte ekşın budur. İki elin yumruk yapılmasıyla olan bir ekşın hareketi daha var ama burada olmaz, gel şu arabaya binelim de Boğaz Turu sırasında göstereyim.
- Tamam Birader, hadi gezelim, balık-roka-rakı üçgeninde yüzelim.. Oo may gad, unutmuşum sen perhizdeydin değil mi ? Meyve suyu içeriz be Birader, hem zaten akşam gideceğiz maça, düzgün dursun faça. Bu arada bizim için satılık birkaç şirket yok mu, varsa kaça ?
Ayıp ettin Silviyo Biraderim, hesaplı bir-iki ihale olursa aramaz mıyım ? Sen biraz ağır ol desinler Molla, rakamlar az geldi bana biraz daha fazla turist yolla, akşama işiniz kolay değil aman bir yerlerini kolla.
- Hele bir getirmesinler kupayı, kesin yiyecekler bir ton sopayı.
He Biraderim; yenilirseniz sat gitsin topunu, takımın sahibi ben olsam sadece onları değil babalar gibi satarım tümünün soyunu sopunu...
- Hooop Birader, elin oğlu armut mu topluyor ? Üstelik; onların takımı bizimkinden daha genç ve daha diri, işimiz en az sizin müzakere işleri kadar zor.. Bu arada nasıldı şu; "Nah satarsın" işareti ? Haaa... Tamam anladım, parmağı aradan çıkartıyoruz
Müzakere müzakere... Bıktım yahu, ne yani daha kaç kere ? Kurtulamadım gitti ne şu tezkereden, ne de şu bitmek bilmeyen müzakereden.. Hele, şu Ancela'ya ne demeli ? Açık açık, istemem diyor bizleri. Bu Ancela, tam bir bela.
- Ona yapacak bir şeyim yok da, ben olaylara "Fransız kalmak" isteyenlerle ilgileniyorum. Gerçi şu anda durum "havet" gibi ama ikna turlarına çıkacağım dönüşte.
Ne olur Birader, bir de şu Ancela işine el atsan ? Hayır, ebelek gübelek, ıvır kıvır şeklinde konuşsa ya diğerleri gibi, ne o öyle "kesinlikle tam üye olmaz" ayakları ?
- Sevgili Biraderim daha futbolcularla konuşacağım maça geç kalıyoruz, korkarım haybeye çene çalıyoruz, hiç bir şey olmazsa; "özel statükolu üye" adı altında sizi yine aramıza alıyoruz. Zaten senin de işine gelmez mi "istedim de vermediler" edebiyatı ? Devamında da bir şeyler vardı, geçen buluşmamızda öğrettiydin ama unuttum gitti bu telaştan..
Korkma Silviyo Biraderim geç kalmayız. Aranıza almakta umarım siz de geç kalmazsınız. Bir dallama daha var, Dandinkton mu ne ? Dandik, dundik laflar etmiş; "Yok efendim, onlar sizi istemiyorlar ki, neden aralarına girmeye çalışıyorsunuz ?" gibilerinden. Haziran telaşında olmasam dalacam da şimdi tatsızlık felan dememedim, neyse, bak geldik bile stada kestirmeden.
- Geldim Birader.. Az önce konuştum çocuklarla anında, "Mahcup etmeyin beni" dedim Birader'imin yanında. Stad güzel, atmosfer mükemmel, şiş-kebap desen şahane, bence de girmemeniz için kalmıyor bahane..
Hay diline sağlık Biraderi'm, ister misin dakka bir gol bir sallayasınız ? Belki bu vesile ile bizi biraz daha allayıp pullayasınız..
- Gol bee ! Müneccim misin mübarek ? Yapayım mı şimdi o ekşın hareketini ?
Dur yahu dellenme, 200 ülkeden 3 milyar kişi izliyor, hasta etme adamı..
- Oleeeey, gol be .! Yine biz attık Birader. Çaktırmadan yapayım şu şırrraaak hareketini ?
Yahu, çağırdığıma pişman etme gözünü seveyim, otur uslu uslu..
- Gol be Biraderim, yine gol... 3-0 oldu bitti bu iş kesin, kim ne derse desin ..! Şşşşt, bari diğer hareketi yapsaydım ..? Olmaz mı ..? Hadi be ..! Bari bir tuvalete gideyim de devre arasında, özgürce işaretlerimi yapayım. Söylemedi deme; bak bu adamlar özgürlüklerine düşkündürler, bu hareketleri yaptırmazsanız almazlar içeri abi ..!
Adamlar dalga dalga geliyorlar ikinci yarı, ne diyorsun Silviyo ?
- Yoooo, o may gad, 3-1 oldu, ne hakem diyordunuz siz ?
Dur be Birader, para cezası neym verir şimdi bu adamlar, zaten bahane arıyorlar..
- Yuh be ! İnanmıyorum abi, 3-2 oldu iyi mi ? Küfür de ettirmiyorsun, hareket de şeyttirmiyorsun, ne bu ya, Bizans muamalesi mi ? Allah bilir 3. golü de yeriz..
Keriz lem senin bu oyuncular, keriz.. Bizden şaşkına döndüler, ahaaa... Şşşt, baksana 3-3 oldu bile.. Penaltılara kalırsa yandınız, demedi deme..
- Ne şom şom ağızlısın be Birader, buyur istediğin oldu.. Verdik maçı yana yakına, hiç merak etme döner dönmez yollarım 100 gr. kına..
Niye böyle yapıyorsun Silviyo ? Ben mi verdim maçı ? Ama iyi oldu bak şimdi sizinkiler efendi adamlar en fazla 2-3 şişe bira içerlerdi. Oysa onlar sabahlara kadar, ooohhh esnafımın yüzü gülecek, işsizlik felan gibi konular güme gidecek... Heh he..! Hadi Birader, yolun uzun anca gidersin..
- Sen de bu kafayla aramıza ..... girersin.. Bak bakalım hareketi doğru mu, ne dersin ?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız KÖKLER |
|
Direksiyonu sol eliyle tutup, diğer eliyle konsola doğru uzandı. Kasetlerin altından kolonya şişesini bulup, çıkardı. Avucuna döktüğü kolonyayı yüzüne, boynuna sürüp, biraz ferahladı. Camı araladı. Rüzgar, kolonyanın ıslattığı tenini daha bir serinletti. Artık uykusu açılmıştı. Radyonun sesini biraz daha yükseltti.
.....
Harçlık verilsin diye el öpmek için sıraya girdiği çocukluk günleri geldi hatırına, dedesinin elini öptüğünde, hep bu limon kolonyası kokusunu hissederdi.
Yaşlı adam bir gün ona şöyle demişti; 'Yaşlandıkça çocukluğuma daha yaklaştım evlat. Her şey dün yaşanmış gibi sanki. Orta yaş çağlarında insan hep bir telaşın içinde oluyor; oraya koştur, buraya koştur, onu edin, bunu edinme, ona ulaş, buna ulaşma, zaman öyle su gibi akıp gidiyor ki... Ve gün geliyor, orta yaşlarda yaşananların hepsi silinip, atılıyor. Çocukluğun, ilk gençliğin ise dün gibi hatırına, hatta yanına geliyor.'
Sadece dört yaşındayken babasıyla birlikte kısa süreliğine bir kez gittiği Darende'yi büyüklerinden, gelip giden misafirlerden duymuştu hep. Darende'liydi ataları. Sisler altındaki anılarını düşündü.
Müziği değiştirmek için radyonun kanallarıyla oynadı.
Mastafalar aklına geldi...
Bir kadının olanca sesiyle bağırdığı anı anımsadı; 'Koşun! Tohma'nın karşısındaki mastafalar yıkılmış!'
'Ben de babamın peşi sıra gitmiştim. Mastafalardaki topraklar ilkbahar yağmurlarıyla şişmiş, kenarlarındaki taş duvarların gücü toprakları dayamaya yetmemiş, yıkılmıştı.'
Oraya vardıklarında mastafalar hala büyük bir gürültüyle yıkılmaya devam ediyordu. Bir yandan ellerinde kazma kürekle, taştan yapılmış setleri harıl harıl onarmaya çalışan, birbirlerine seslenen insanların sesleri, bir yandan da hala yıkılmaya devam eden mastafaların gürültüsü ile epey korkmuş olmasına rağmen, bir arı kovanını andıran bu dayanışmayı, küçük kalbinin hızlı atan ritimleri eşliğinde, hayran hayran izlemişti.
Dağlık arazilerde yaşam kavgası veren köylülerin çilesiydi bu. Yağışlar arttığında hep böyle olurdu. Çok eğimli araziler üzerinde toprak kazanmak için, taşlar harçsız olarak üst üste konulur, setler oluşturulurdu. Mastafa denilen bu toprak parçalarına bazen iki üç ağaç bile zor sığsa da, ancak dağlar üzerinde böylelikle kademe kademe ekilebilecek alan kazanılabilirdi.
.....
Cep telefonu çaldı. Çocukluk anılarından sıyrılıp, arayan numaraya baktı; 'Gecenin bu saatinde de olmaz ki' diye söylenerek, telefonu açtı.
- Ne zaman tutuklamışlar?..... Tamam sen git....... Yoldayım. Darende'ye gidiyorum...... Mehmet'in oğlunun düğünü...... Pazartesi gününe ancak dönerim. Telefonum kapalı olacak...... Belki çekiyordur, yine de kapatacağım....... Başımı dinlemek istiyorum, uzun zamandır bunu yapmadım..... Sen halledersin, merak etme...... Tamam, açarsam seni ararım.
Telefonunu tamamen kapatıp, arka koltuğa fırlattı. Bari şu iki gün çarkın dişlilerinden kurtulabilseydi. Davalar, duruşmalar, müvekkiller, savcılar, hakimler, dosyalar, dosyalar ve yıllar, yıllar... Yıllar... Ne çabuk geçiyor... Yıllar.
İnsan büyüdükçe, yaşlandıkça, yanına katıp götürdüğü yaşanmış yılların sayısı arttıkça, geçmişle arası biraz daha açılınca, daha mı özlem duyar en eski günlere?
Çocukluğuna döndü yine. Dedesinin sesi yankılandı kulaklarında:
-Tutmasın diye, bağ çubuğunun ucunu yakarak dikmişler evlat... Osmanlı, Derviş Paşayı yörenin iskanı ile görevlendirmiş, göçebe yaşayan Türkmenleri yerleşik hayata geçirmek istemişler. Tarıma teşvik için, üzüm bağı çubukları dağıtmışlar. İskana karşı çıkan Türkmenler ayaklanmış. Bağ çubukları; bağlılığın, kök salmanın simgesi. Onların ruhları ise göçebe, duramazlar bir yerde. Tutmasın, büyümesin diye bağ çubuklarının uçlarını yakıp, öyle dikmişler.
.....
'Önce Adana Kadirli'ye göçmüş atalarım. Sonra yanlarından ayrılıp, hukuk okumak için Ankara'ya gelişim ve sonrasında hep Ankara'da geçen yıllar...'
Bunca yıl sonra Malatya Darende'yi görecek olmak ona heyecan veriyordu. 'İyi ki Mehmet oğlunun düğününü orada yapmaya karar vermiş' diye düşündü.
.....
Güneş doğmaya başladığında Darende'ye yaklaşmıştı. Böyle uzun yolculukların uykusuz sabahlarında olduğu gibi, yine ağzının içinin acılaşmış, cildinin uykusuzluktan gerilmiş olduğunu fark etti. Yorulmuştu. Alaca göğün altındaki manzarayı, arabadan inip izlemek istedi. Yol kenarındaki bir çeşmenin yanında arabasını durdurdu.
Dağlardan gelip, şarıl şarıl akan buz gibi suyla elini yüzünü yıkadı. İki avucunu birleştirip, içine doldurduğu sudan kana kana içti. Temiz havayla ciğerlerini doldurdu. Ne kadar güzel görünüyordu her şey. Çatlayan toprakların arasından sağa sola koşuşturan karıncaları izledi bir süre. Uzaklara daldı.
....
Mehmet'in evini bulması hiç de güç olmadı. Böyle küçük yerlerde düğün evleri ne de kolay bulunur. Günlerce süren düğünün sesinin geldiği, insanların gittiği yere yönelmek yeterli. Malatya karayolunun hemen yanında, bir tepe üzerindeki en az yüzelli senelik, on-onbeş odalı bir konaktı burası...
Mehmet de tıpkı kendisi gibi yıllardır Ankara'da yaşıyordu. Okul arkadaşıydılar, hemşehri de oldukları için, birbirlerine sıkıca bağlanmışlardı. Öğrenciliklerinden sonra da birbirlerinden ayrılmamış, tüm meslek hayatları boyunca, iki avukat olarak birbirlerine destek olmuşlardı. Tohma Çayı kenarında kayısı, dut, vişne, kiraz ağaçları görünüyordu. İçini daha bir heyecan kapladı.
Mehmet onu kapıda karşıladı. Hoş beş ettikten sonra, dinlenmesi için ayırdıkları odaya çıkardılar. Valizlerini yerleştirmesine yardım ederken:
-Bizim buralarda misafirini iyi ağırlamayana ceza verilir. Düğünlerde çevre yörelerden gelen misafirler, komşu evlere yerleştirilir. Eğer misafir; kaldığı evin kendisine gösterdiği ilgiden şikayetçi olursa, Düğün Kahyasına bildirir. Kurulan mahkeme ile ilgisiz ev sahipleri cezalandırılır.
dedi, gülümseyerek Mehmet.
-Mahkeme mi? Bana mahkeme demeyin de, ne derseniz deyin. En baştan söyleyeyim; 'kimseden şikayetim yoktur'.
Gülüştüler.
Birkaç saat uyuyup yol yorgunluğunu üzerinden attı. Uyandığında büyükçe bir sofra kurulmuş, etrafına toplanılmış, öğlen yemeği yeniliyordu. Baş köşelerden biri ona açıldı. Kurbanlar kesilmiş, tutulan aşçılar nefis yemekler pişirmişti. Düğünün geleneklere göre yapılmasına dikkat ediliyordu. Tatlılar yenildi, cam sürahilerde şerbetler dağıtıldı. Sürahilerin kiminde pembe tülbent, kiminde mavi tülbent bağlıydı. Rengini gökten almış olan turkuvaz mavisi kutsallığı, pembe ise mutluluğu simgeliyordu.
Düğünün başlamasının işareti olan bayrak çoktan kaldırılmış, bayrağın ağacına elmalar dikilmiş, nişancılar birbirleriyle yarışarak, elmaları vurmaya çalışmışlardı bile. Yemek boyunca kimlerin elmayı vurabildiği konuşuldu, sohbetler edildi.
Kahveler içildi, kahve fincanlarının içine saklanılan yüzüğü bulma oyunu oynadılar. Gün batımında kapı önüne çıkılıp, ateşler yakıldı, davul zurna eşliğinde sinsin oynandı, halay çekildi. Daha sonra gençler güreşip, birbirleriyle yarıştılar. Damat ile sağdıcın oturduğu sandalyeye oturmamaya dikkat ediliyordu. Bunun cezası ağırdı.
Herkes toplanıp, seğmen yürütme havası eşliğinde kız evine doğru yola çıktı. Kız evinin erkekleri onları kapıda karşıladılar. Oğlan tarafını içeriye almayıp, 'kapı kilitli' denildi. 'Kapı Kiti' adı verilen bahşiş alınmadan kapı açılmadı. Kadınlar kına yakmak için içeriye girdikten sonra, erkekler erkek evindeki eğlenceye tekrar geri dönmek üzere yola çıktılar.
Yol boyunca Mehmet ile sohbet ettiler.
-Dört yaşımda babamla buraya geldiğimizde, nerede olduğunu anımsamadığım bir yerde, toprak bir damın altında gündüzleri kapalı tutulan, simsiyah, çok iri, vahşi bir köpek vardı. Üzerindeki delikten ona yal verirlerdi. Geceleri ise dışarı çıkarıp, salarlardı. Tüm çocuklar ondan çok korkardı. Hala karanlıklarda o köpek aklıma gelir, hala korkarım. Buralarda mıdır?
Mehmet, sesli bir şekilde güldü. 'O yoktur ama torun torunu benekli, onu tanıyorum.' Kahkahalarla güldüler.
-Dedenlerin evini görmeye ne zaman gideceksin?
-Dönüşte uğramayı düşünüyorum.
.....
Gece yarılarına kadar eğlence devam etti. Bu sırada ona eskiden yapılan bayrak karşılama töreninden bahsettiler:
Türk töresinde bayrak kutsaldır. Divan-ı Lügatit Türk'de 'Badrak' biçiminde yazılan bayrak sözcüğü, savaşlarda kullanılan ve ucuna bir ipek parçası takılan mızrak olarak açıklanırmış. Evlenen kişinin düğününe de bayrak dikmeyle başlanılırmış. Bu bayrak, seğmenlerden birisi tarafından alınarak, düğün alayıyla beraber kız evine gidilirmiş. Her iki düğün alayı karşılaştıklarında, bayraktarlar birbirlerini selamlamak için bayraklarını paralel şekilde uzatıp, sorular sormaya başlarlarmış. Bir tür sınavmış bu. Bunun için bayraktarlar en bilgili kişilerden seçilirmiş. Eğer oğlan tarafının bayraktarı sorulara doğru yanıt veremezse, düğün alayı cezalandırılır, köye sokulmazmış. Ancak kız tarafına verilen büyük bahşişlerle köye güçlükle girebilirlermiş. Bir kişiye beddua etmek için 'Bayrağın dikili kala' diye ondan denilirmiş.
Sabah olduğunda, kız alma töreni için hazırlıklar yapılmaya başlandı. Yeniden kız evinin önüne varılıp, gelin alındı. Bir atın üzerine bindirilen gelin, tüm alayla birlikte erkek evinin önüne getirildi. Evin önüne vardıklarında gelin attan inmedi. Bunun üzerine; damadın annesi babası, kıza çeşitli hediyeler vermeyi taahhüt ettiler. Gelin eşiğin önüne gelince ayağının altına tahta bir kaşık konuldu. Gelin ayağıyla bu kaşığa basıp kırdı. Yüksekçe bir yerden topluluğun üzerine şeker ve para atıldı. Daha sonra gelin eve alındı.
Düğünün her detayını dikkatle izliyordu. Ne çok gelenek unutulmuştu! Hele ki büyük kentlerde.
.....
Muhteşem düğün sonra erdikten sonra, ayrılma günü gelip çattı. O sabah, dışarıdan gelen cırcır böceği sesleriyle gözlerini araladı. Sessizliği, sessizliği yaran cırcır böceği sesini ve onlara karışan kuş seslerini uzun süre dinledi. Ayağa kalkıp pencereyi açtı. Tohma Çayına uzun uzun baktı. Üzerlerindeki meyvelerin ağırlığından dallarını yere kadar indirmiş cömert ağaçları izledi. Ayrılık vakti gelmişti.
O buralarda hiç yaşamamış olsa da, atalarının köklerinin hala bu toprakların altında olduğunu ve toprağı iyice sardığını, bir kez daha duyumsadı. Kökler kurumaya, tamamen yok olmaya yüz tutmuştu. Birden gözlerinde bir parlaklık belirdi, yüzüne ışıltılı bir gülümseme yayıldı. Kurumak üzere olan bir kökün üzerinden yeniden açan, yeşil, taze bir filizin canlılığıydı bu.
.....
Kahvaltılarını ettiler. Valizlerini alıp, vedalaştı. Ankara yoluna çıkmadan önce Darende çıkışındaki büyük dedesinin evine uğrayacaktı. Mehmet'ten evin tarifini istedi. Onunla gelmeyi teklif ettiler, kabul etmedi. Yalnız gitmek, atalarının geçmişiyle baş başa kalmak istiyordu. Düğün evinden ayrıldı.
Darende'den uzaklaşırken, kökleri sağlam olan ağaçların daha güçlü olduğunu ve daha uzun yaşadığını bir kez daha duyumsadı. Yok olmaya yüz tutmuş geleneklerini, yeniden yaşatmaya yönelik kendi kendine sözler verdi.
.....
Büyük dedesinin evine yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Bir kartal heybetinde duran evi uzaklardan fark ettiğinde, arabayı yavaşlatıp dikkatle baktı. Uzun süre izledi.
Yaklaştıkça evin harap durumunu daha da fark eder oldu. Ev; içinde kimsenin yaşamadığı bir harabe haline gelmiş, metruk durumdaydı. İçi titredi. Bakımsızlıktan yıkılmak üzere olan, ama hala yılmamış, birbirlerine sırt verip, destek olan ahşap payandaları izledi.
Arabayı durdurdu, ağır adımlarla eve yaklaşırken, artık elleri de titriyordu. Bahçeye göz gezdirdi. Bakımsızlıktan kurumak üzere olan onlarca ağaç, yaşam mücadelesi veriyordu. Yarı canlı bu ağaçlardan, sabah kahvaltısı için yemiş aramaya gelmiş kuşların cıvıltısı, bir yandan Tohma Çayının şırıltısı ve rüzgardan ileri geri sallanan kuyunun çıkrığının sesinden başka hiçbir ses işitilmiyordu.
Orada öylece uzun süre kaldı. Çömelip bir ağaç kütüğünün üzerine oturdu. Yer yer kırılmış camların arasından görünen evin odalarını izledi. Burada hangi hayatların, nasıl yaşadığını gözünde canlandırmaya çalıştı. İki kanatlı ahşap kapının üzerindeki, paslanmış asma kilide gözü takıldı.
Bir güvercin, kanatlanıp, kırık camların arasından fırlayıp, uçtu.
Başını iki elinin arasına alıp, kendi köklerini izlerken, uzaklardan, çok uzaklardan gelen bir türkü sesiyle irkildi;
'Yüce dağ başında yayılır yılan,
Göç etmiş hanesi de evleri viran.'
Bu sözleri duyduktan sonra, artık gözyaşlarını tutamadı. Sarsılarak ağlıyordu.
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 30 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.728 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Sen de Gelecek misin..?
Gün gelip geceye sırtını dönmüş bir seher vakti kapında çöreklenirsem,
Sen de dönecek misin sırtını yitik geçmişe?
Bensiz kışlarını kendi zamanında dondurup,
Benli yazlarını benim zamanında yakıp, düşecek misin yollara ?
Kavşaklarda "acaba" diyen iç sesinde çelişkilere düşmeden,
Dünden yarınına kovaladığın eksik zamanını yeniden tüketmeden.
Gün gelip gölgemi yollarına düşürdüğüm bir akşam üstü,
Yıkarsam aşktan kaçan demirden duvarlarımı;
Sen de düşürecek misin ayaklarına, utancından sakladığın kıpkırmızı yüzünü?
Yarınını yeniden doğan günümüze düne saklanmadan kaldıracak mısın?
Endişelerini bohçana yüklemeden koşar adım kavuşmalara pişmanlıkla giderken.
Gün gelip çalar saatlerimi susturduğum, kum saatlerimi kırdığım bir aşk vakti ,
Zamanı eksik takvimlerde tüketip an yaparsam sarp yamaçlarında;
Sen de susturacak mısın hasrete davetkar çanlarını?
Düne, bugüne takılmadan; yarına dair ihtimallerine endişeli bedeller biçmeden,
Aşka "Fora" diyebilecek misin?
Kalbimizde dondurduğumuz aşk vaktinde ebediyete yelken açarken...
Gün gelip çözersem dilimin zembereğini...
Haykırırsam sonsuzluğa seninle gideceğimi,
İtiraf edersem seni ne kadar çok sevdiğimi; sen de sevecek misin?
Düne dair takvim sayfalarını yırtarak,
Keşkelerini geri dönüşümsüz çöp kutularında bırakarak...
Bağıracak mısın yarına; ismimi sonsuza kadar kalbinden silmeden,
Aşkın tek gidişlik treninde geriye dönmeden ilerlerken.
Ya gidersem yeniden.!
Susuzluğunda ırmaklarını coşturarak,
Sislerinde dağları güneşe boyayarak.
Ya gidersem..!
Kuraklarında yeşiller açarak,
Hazanında yeni filizler toplayarak.
Ya gidersem..!
Ellerimden merhabalar sunarak,
Yarınına düşler adayarak.
Ya gidersem..!
Gölgende boynuna sarılarak,
Hüzünlerinde omzuna yaslanarak.
Ya gidersem..! Yeniden dönülecek yollardan aşarak,
Hasretini kalbimde sonsuza taşıyarak.
Ya gidersem..! İhtimallerinde temenniler bırakarak,
Aşkından kuyulara beş kuruşa dilekler adayarak.
Ya gidersem yeniden..! Sende gelecek misin?
İhtimallerimi gerçek kılarak,
Aşkını sol göğsüne yaslayarak.
Sen de gelecek misin?
Ellerini ellerime susatarak,
Gözlerini gözlerime kenetlediğin aşkına demir atıp,
Kalbini sonsuza dek kalbime adayarak.
Söyle...! Ya gidersem...
Sen de gelecek misin?
Sen de sevecek misin?
Bedenini yeniden sulara bırakarak...
Aşkın hain engebelerinde yılmadan koşarken,
Kalbini kalbime ölümüne sunacak mısın?
Söyle..!
Gülcan Talay
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Cep telefonunuzun pilini şarj etmek için ne kadar bekliyorsunuz? Hadi bakalım bu sefer sizlere Tokyo'dan bir haber. ...Toshiba'nın Yeni Şarj Edilebilir Lithium-Ion Pili Yalnızca Bir Dakikada Şarj Oluyor... Yazının devamı http://www.toshibatr.com/haberler.asp?no=47 kısayolunda. Bu teknoloji çok yeni ama 2006 yılından itibaren pazara sunulacakmış.
...Mutfak soğuk değildi; dışarıdaki kara rağmen. Yumurta aklarını telle çırpmadan önce unu bardağa doldurdu. Ölçü iki bardaktı galiba. Kır düşmüş saçlarını eşarbıyla alel acele topladı. Yumurtalara toz şekeri karıştırıp (iki bardak) çırpmaya koyuldu. Oluşan akımsı, yapışkan sıvıya unu ve vanilyayı ekleyip, yeniden çırpmaya koyuldu... Bu öykünün tamamı ve diğerleri için http://www.yitikulke.com
Bir web sayfada ne ararsan var deniliyorsa, biraz şüphelenmek gerek. "Gel abi gel fal var, fıkra, animasyon, güzel resimler, telefon rehberi, yemek tarifi, davul tozu, minare gölgesi, ne ararsan burada." diye bas bas bağıran http://www.neyokki.com ve ne var sende diyenlere ne yokki diyen bir site.
İnternet ortamından Türkçe radyoları dinlemenin en kısa yolu http://www.yayinonline.com
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Picasa2 [3.16 MB] All Windows Free
http://www.picasa.com/download/download_exe.php Google tarafından üretilip dağıtılan harika bir resim programı. Standart bir kullanıcı için yapmadığı tek bir şey yok. Yani fazlası var eksiği yok. Bilgisayarında resimlerle oynayan herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|