|
|
|
30 Mayıs 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Al sana referandum!.. |
İyi haftalar,
AB referandumları dönemi Fransa'yla başladı. Belki de başlamasıyla bitmesi de bir oldu. Geri kalan üye ülkelerin referandumları iptal edip mevcut statükoyu korumak istemeleri hiç sürpriz olmamalı. Bekleyip göreceğiz. Ancak beklemeden görmemiz gereken birşey var. Üst düzeyde ya da politikacılar arasında var olduğu sayılan Türkiye'nin üyeliği konusundaki ağız birliği sıradan halkı hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bakın her daim dostluğunu(!?) bizden esirgemeyen Fransızlar, Türk halkına hakikaten Fransız kaldıklarını bir kere daha gösterdiler. Durumdan vazife çıkararak, sonucun müzakere sürecini etkilemeyeceğini söylemek bana biraz saflık olarak geliyor. Halkın çoğunlukla hayır dediği bir anayasaya bağlı kalarak Türkiye'yi aralarına alacaklarını kabul etmek ne kadar sağlıklı iyi değerlendirmek gerek. Konu henüz taze, ileri günler çok daha farklı açılımlara gebe. Günü kurtarmak adına komik demeçler vermek yerine, B, C, D, F ve dahası planlar üzerinde çalışmalara hemen başlamak gerek. Bizi içlerine almalarından çoktan geçtim. Bu gidişle 5-10 yıl sonra AB'nin varlığı bile tartışılır hale gelirse ne yapacağını bilmez deli danalar gibi oradan oraya koşmayalım derim ben.
Herkese güzel bir çalışma haftası diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kıvanç'ça : Kıvanç Gülhan TRAVOLTA OLMAK (1) |
|
John Travolta denildiğinde yeni nesil onu avantür filmlerin esas oğlanı veya ikinci rollerden tanıyorlar. Oysa yetmişli yılların son çeyreğinde Travolta bir ekoldü. Travolta'ya benziyor olmak ise genç kızların gözünde en büyük alan paftası.
Mevsimlerden Ekim, aylardan ise Çankaya.. T'siz shirtler, yanlardan geriye yol alan briyantinli saçlar, ön kısmın fiyonk kıvrımı ise kahkül için mecburi istikamet gibiydi.
Delikanlılar o vakitlerde kendi aralarında Travolta'ya benzeyenler ve diğerleri olmak üzere iki kısımda incelenirlerdi. Ben ilk gurupta varsaymışımdır hep kendimi. Beyaz veya pembe çoraplar değil miydi ki vazgeçilmez aksesuarlar ve garip vücut hareketleri abuk subuk.
Çok fazla artıları olmasa da coşku dolu bir Çankaya-Ege yaşamı, en güzel dostlukların pınarı ve ardından da dağları,gölleri,çorak topraklarıyla Doğu Anadolu ve Güneydoğusunda bir yaşam Anadolu'nun.
Mersin & Tersin teorisinde herkes mersin yönünde ilerlerken bendeniz ne yazık ki tersin bölümünde hostes koltuğunda yer bulabildim.
Aslında Mersin yolculuğuna doğru istikamette başlamıştım diyebilirim. Elazığ da doğmuşum. Doğmuşum diyorum çünkü olanları hayal meyal bile hatırlamıyorum. Benim ilk hatırladığım tabi ki ilk iz bırakan anı.
Erzurum'un Mimar Sinan adlı bir semtinde miyiz, nahiyesinde miyiz tam olarak bilemiyorum. Kar öyle bir yağmış ki , direklere tırmanmayı engelleyen şemsiye tipindeki, ucu sivriltilmiş sekizlik demirlerle benim doksan santimlik boyum aynı seviyede.
Annem benim o zamanlar yazı bilmediğim için mel mel baktığım bir listeyi elime vermiş, en yakın Bakkala kızağımla birlikte yollamıştı. Yüzünü hatırlamadığım , muhtemel tonton bir ihtiyar olan bakkal amcama listeyi tekamül ettirip kızağa yüklettikten sonra evin yolunu kenardan tutmuş yürüyordum ki kafamı fena çarptım. Devlete hizmet eden o demir parçacıklarından bir tanesi , kedi olalı bir kuş yakalamış yıllardır devlete biriktirdiği borcunu benim kafama girerek bir seferde faizi ile birlikte ödemişti.
Geri çekilip külahın üzerinden ovuşturdum çaresiz. Soğuk, kanın külah dışına çıkmasını engellemekte çaresiz kalmayacak kadar güçlüydü. Yoluma devam ettim. Kırmızı külahım, kızağım , zerresine zeval gelmesin diye itina ettiğim mallarımla birlikte. Yeşil renklerin egemen olduğu kutu sanırım Tursil di. Hatırladığım çamaşır yıkayan bir kenar mahalle dilberinin çizgi ile yapılmış resmi vardı üzerinde.
Eve vardığımda sorumluluklarını yerine getirmiş memur edası ile önce gocuğumu , sonra ayakkabılarımı, atkımı ve en son kırmızı yün külahımı çıkardım. Kırmızı gene yerinde gibiydi, sanki hiç çıkarmamışım gibi. O an kıyamet fena koptu evde.
Alnımın en müstesna yerinde oyuk açmış olan vatanperver sekizlik, kıyamet anına şahit olamadı ancak hayal edildiğinde herkesin bir yerleri çekildi ve kimse onu sevmedi. Beddua işitti , küfür yedi bol bol.
Çok kıymetli evlat oluverdim. Olumlu bir tavır sergilemememe rağmen. Ban-yoda bile zor çıktı pıhtılar. Dikiş nakış bilmiyoruz o vakitler. Tüm tıbbi müdahalelere yabancıyız. İlk defa başımıza geliyor, hem de tam orta yerine.
Şemsiye çikolata ve balon. Yani en lüks harcamaların bini bir para benim için. Bir kıymetliyim ki değme gitsin. Neredeyse sevineceğim olaya , demiri bile seveceğim. Anılarımda sıcacık bir yer kaplatıp saygı ile anacağım yaşam boyu.
Bahsi geçen Şemsiye çikolata, bilinen diğer adıyla baston çikolata o yıllarda benim acılarımın panzehiriydi. Sünnetimi bile bir çırpıda unutturdu.
Pirinç karyolanın sol üst topuzundan sağ alt ayna altına bağlanmış olan yor-gan ipliğinin kafam civarı koordinatlarında asılı bulunan beş altı şemsiye çikolata ve irili ufaklı şişirilmiş, yeşil renk ağırlıklı balonlar. Arada bir ikisi, kırmızı ve mavi. O yeşil balonlar ki başı büyük memeler gibi salınıp dururlar tavanda.
Şemsiye çikolata , her parçası ayrı ayrı değerlendirilebilen bir alamet-i farika idi. Şemsiye olan kısmının üzerindeki alüminyum kağıt, sol baş parmak köşesine bas-tırılarak , sağ el işaret parmağının tırnağı marifeti ile ütülenir ve defter arasına koyulup iyice düzelmesi için bir müddet bekletilir. İleri zamanlarda muadil arkadaşlara gıcık vermek için iyi bir meta olarak saklanır. Günü geldiğinde, gözlere layık bir şekilde servise sunulur. Gelelim şemsiye kısmına. Orası kısaca yenir. Malın bittiği endişe-sine kapılmayın çünkü geriye bir baston kalır ki onunla istediğiniz gibi oynayabilirsiniz.
Koca Sinan ile adaş olan bu küçük muhitte hatırladığım, masa altından görünen elektrik süpürgesi ,iki terlik içerisinde konuşlanmış zayıf ihtiyar ayaklar ve beni, fırsat vermeksizin bıçır bıçır dudağımdan öpen iri kıyım hayli çirkin olduğunu tahmin ettiğim bir kız var. Belki de tamamen hayal ürünüdür. Bilemiyorum.
Yaşamımın bu kıl kısmını Mimar Sinan teresinden çekip doğruca Manisa'ya getiriyorum. Yeni Karamürsel mankeninin, ses çıkarmıyor diye eteğinin içine girebildiğim günlere. Sıfır numara zamparayım o zamanlar . Yaşım altı. En bıçkın ve keskin devrim anlayacağınız.
Beş yaşında bir sevgilim var. Adı Bahar. Çok sık görüşemiyoruz, güzel annesi kızını sakınıyor biraz. Biz birinci katındayız askeri lojmanların , onlar ise beş. Cumartesileri ara sıra orduevlerinin geleneksel Bingo gecelerinde ailelerimiz bir araya geliyor dans ediyoruz. (Fotoğraflarla zapta geçmiştir.)
Güzel annesinin,güzel kirpiklerinin, aralarından bakan güzel gözleri üzerimizdeyken iki sağ iki sol sekerek koşuyoruz. Hani oyunun ritmine kendimizi kaptırmışız gibi yapıyoruz aklımızca. O siyah güzel gözlerin menzili dışına çıktığımızda ise tam bir dişi ve erkek oluyoruz. Tıpkı altmış sekiz yapımı Amerikan filmlerindeki gibi.
O Bingo gecelerine bebe yaka , parlak kumaş , robadan mini eteği,rugan siyah ayakkabıları ve diz altı kanaviçeli beyaz çorabı ile geliyor. Eğilip kalkmasına ne hacet, sakız beyazı donu sıkça görünüyor.
Bense ekose kareli efendi pantolonu , üzerine, ince dokunmuş streç boğazlı kazak ve kartal kolyesi ile devamlı tatbikata hazır vaziyetteyim. O zamanlar saçım dümdüz. Berberler kahkül keserler ufki. Ancak anlımın yan tarafındaki bir kıvrımdan ötürü saç kuruyunca ufki konumu yaklaşık on beş derecelik bir açıyla o kısımdan yukarı çekilir. Annem babama ;
- Gene eğri kestirmişsin . diye söylenir.
Babam ise bu işe bir türlü anlam veremez. Zeki adamdır aslında. Saçın ku-rurken büzülüp bambaşka bir hal alacağını düşünemez nedense.
Taranması mümkün olmayan inadına düz saçlarım on iki yaşından itibaren babamın çamaşır tozu ile yıkamasıyla mı bilemem, dalgalanmaya başladı. Şu anda tabiri caiz ise neredeyse kıvırcık. Hikmet babamda mı , genlerimde mi bilemiyorum , ama sonuç resmi kayıtlara göre ortada.
Biz aşk-ı memnuya geri dönelim .
Bahar ile aramızdaki şehvet dolu ilişki bir gün onların evinde patlak verip daha sonra bize ait olan bir karyola altında yakalanmak sureti ile son bulacaktı.
Bir keresinde aynı elbise ile beni salonlarında konuk etti. Tren şeklindeki likör takımına yaklaştı. Sağ bacağı üzerinde dik durarak , sol ayak parmağı desteği ile hafifçe dizini kırdı.
- Bir içki alır mısın sevgilim ?.. dedi
O andaki tipim Salon filmlerinin karakter oyuncusu, başka bir deyimle kötü adam Önder Somer 'den ziyade Anadolu aslanı Nuri Sesigüzel gibiydi.
- Alırım .. dedim. Kesilen boğuk sesimle.
Likörlerimizi küçük yudumlarla çabucak bitirdikten sonra, sözlü töreni fazla uzatmadan ahtapot kimliğine bürünüverdik. Dudaklarımızı borazan gibi birbirimize uzattık, değdirdik, kafalarımızı ise borazan eksenini baz alarak ters istikametlerde yavaş metronom hareketi ile sallamaya başladık. Bir halt olduğu yoktu ama yasak olanı yapıyor olmak neye desen değerdi. Bir türlü mümkün olamıyordu apış arasını ellemek. Sırtı, kolu, olmayan memelerini okşamak kolaydı da acaba orasını ellesem ne olurdu. Kızar mıydı? Dizleri dizlerime değiyor neredeyse soluksuz kalıyordum sıcaklığında. Bana doğru öteliyordu kendisini. Dokunsanaydı Kıvanç. Ya tersler, Dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olursaydı. En makulü biraz daha sabırlı davranıp, en azından terslenene kadar bol bol öpmekti.
Debdebe sırasında ne olmuş nasıl olmuştuysa elime geçmişti. İtiraz da yoktu ki kızartana kadar oynadım. Her şeyi ile benimdi artık. Sahiplenmiş his ettim kendimi. Artık babamdım , Teoman amcaydım , koca adamdım velhasıl. Bundan sonra yolda nasıl yürüyecektim. Kimseye bir şey söylemeden nasıl anlata bilecektim kim olduğumu.
Daha sonra aynı işi, bizim evdeki karyolanın altında geliştirerek sürdürüyorduk ki güzel annesi yakaladı. Kadın bunu ar etti. Annemle aralarında uzun bir süre soğuk rüzgarlar esti.
Eskiden sinema filmleri izlenirken perdede, beyin gibi bir şey gitgide büyür ve elektrik bir an kesilir, daha sonra bir aklı evvelden "Film goptu " nidası yükselir, sonrasında elektrik yeniden gelirdi.
Bahar olayında da öyle oldu. Finalden sonra Film koptu diyebilirim. Elektrik gelmesine geldi ama ortada kimseler yoktu. Ya onlar yada biz tayin olmuştuk. Her şeyi ile benim olan bahardan eser kalmamıştı. Yeni aşklar aramam gerekiyordu artık. Olan olmuştu, alışmıştım bir kere. Aşksız sevgisiz yaşayamazdım artık. Varsın sakınsınlardı güzel anaları kızlarını. Ne yapabilirlerdi?.. Çok çok yakalarlardı, E.. ona da alışmıştım.
Arkası yarın
Kıvanç Gülhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : İlker Özlük Üzgünüm Leyla... |
|
Necip Fazıl’ı anlamak için okumak gerekir. Okumak içinse kapasite gerekir.
Önceki gece evde istirahat ederken TRT kanalında Necip Fazıl belgeseli vardı. Nerden nereye diyebileceğimiz hayat hikâyesi sanki Necip Fazıl tarafından bir şiir gibi yazılmıştı.
Bir insan kendi hayat hikâyesini nasıl böyle şiirlerle anlatabilir ve bu şekilde yaşar diyorsanız biraz Necip Fazıl okuyun bence.
Geçenlerde ölüm yıldönümü münasebeti ile bir hatırlatma yazmıştım köşede.
Seçim döneminde Necip Fazıl bir güzel anılmıştı sevenlerince. Fakat seçim bitti telaş bitti Necip Fazıl anıldığı yerde kaldı bazı kişiler için.
Bu hikâyeyi bilmeyen yoktur içinizde.
Nazım Hikmet solcuların, Necip Fazıl sağcıların şairleri olarak bilinir.
Fakat her ikisi de bu ülkeye mâl olmuş ustalardır. Tabi daha bir çok var bunların hepsinin ismini vermek istemiyorum.
Şimdi sağcılar diyecek ki; bu adam solcu mu ne?.. düştük diline anma yapsak bir dert yapmasak bir dert.
Valla ben onu bunu bilmem yapacaksın. Seçim zamanı yapıp seçimler bittiğinde yapmasan ben bu kişi unutuldu diye bakarım.
Ama gelin unutmadan size çok güzel bir şiirini yazayım okuyun. Ben ilk bu şiirleri ile tanıdım Necip Fazıl’ı. Bu şiir aynı zamanda benden bana bu şiiri okumamı söyleyen değerli büyüğüme gitsin...
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık.
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..
“Necip Fazıl Kısakürek”
İki sokak arasında yalnızlıkların paylaşılmaz olduğu bir yerdeyim.
Burası neresi?.. elimden gelmediği kadar yürüyesim de yok aslında.
İçimde bir şarkı çok eskiyi çalıyor şimdi.
Yürüdüğüm sokak misali.
Senin gözlerinde masum, senin sesinde incelmişliğim var benim.
Her kapı bilinmezlik, her sokak alınteri gibi takip ediyor beni.
Yalnızlık paylaşılmıyor böyle durumlarda.
Dedim ya çok eski bir şarkı çalıyor hâla, hâla ellerin esmer boynumda gezinir.
Üzgünüm Leyla,
Sana olanlar için; en derinde bıraktığın içinde sevmeyi kolaylaştırdığın anıların için.
Ben senin bende önce unuttuğun yerdeyim.
Unutulmak olmasa yalnızlık paylaşılır mı dersin.
Tüm unutkanlığımda üzgünüm.
Üzgünüm Leyla...
Yalnızlığım benim...
İlker Özlük
İşin biraz cılkı çıkmadan güzel bir hafta sonu yazısı yazalım istedik. Hafta sonları en azından biraz siyaseten de olsa dışarıya çıkıp şiir, şarkı ne varsa aklımızda yazalım dedik.
Yazma meselesi bu işler biraz. Büyük ustanın ölüm yıldönümü anısına kendisine yer vermek istedim ve arkasından kendim bir deneme yazdım.
Ömrümüz ve yolumuz ustalar gibi olursa benliğini yitirmekten de uzak oluruz.
Kalın sağlıcakla...
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) BİR HAYAT & BİR HİKÂYE... (2) |
|
"Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar..."
Zülfiye....
Kayınvalidem, dört çocukla tek başına köyde çiftçilik yapan bir kadın. Onun da kocası ölmüş. Fakirlik, yoksluuk diz boyu. İki kaynım, bir görümcem hepsi çocuk. Mehmet en büyükleri, on yedisinde. Kendi çocuğumdan önce görümcemi ve kayınlarımı büyüttüm. Nerde kaldı, kasabada etekleri dantelalı Zülfiye, nerde feraceli, şalvarlı küçük kadın. İnsan, öyle bir mahlûkat ki, her koşulda yaşamayı öğreniyor, alışıyor. Arada, eski günlerimi özler, kaynanama;
- Anne be, yatayım azcık dizine, sende anam gibi saçımı okşa benim olmaz mı?, derdim.
- Tati nini, tati, derdi kayınvalidem. Pomakça bilmediğimi unutup. Yani 'yat kızanım, yat'
İneğin memesine dokunmaya korkardım; süt sağmayı öğrendim. Çeltik tarlalalarında soğuk, ayaz demeden, -sülükler yapışırdı- dizlerime kadar suda çalıştım. Ağustos güneşi tepemde yumurta pişirirdi, Gündöndü (ayçiçeği) topladım. Makina yok o vakitler. Var da, köy zenginlerinden bir iki kişide. Akşam gün batarken tarladan yorgun gelecek kocamla, anama avludaki fırında ekmek pişirmeyi öğrendim. Altı boğaz bir hanede, kolay mı? Papara yapar, bir tepsiden çalakaşık yerdik. Papara, et suyuyla olursa güzel olur. Biz dizerdik tepsiye kurumuş, taş olmuş ekmekleri, dökerdik üstüne yavan soğanlı suyu. Olurdu işte sana Papara. Nerde kalmış et, et suyu?
Yatsı ezanıyla yatar, kuşluk vakti kalkardık. Pomakça konuşurlardı. Pomakça da öğrendim.
Mehmet'i askere aldılar. O gitmeden evvel hamile olduğumu anladım. Mehmet askerken, nur topu gibi bir oğlumuz oldu. Adını Ali koydum. Arada kaynanam kasabaya anama götürürdü beni. Oğlanı sırtıma alır giderdik.
İki buçuk yıl asker kaldı Mehmet. O geldiğinde Ali bir buçuk yaşındaydı. Daha gelir gelmez bismillah, bir daha gebe kalmaz mıyım? Biz kendi boğazımızı zor doyuruyoruz, bir bebek daha geliyor. Ali'm çok sakin bir bebekti, hiç zorluğu olmadı bana. Derken ikinci bebek kız oldu. Bir zayıf, bir çelimsiz. Kaynamama "ölür bu, yaşamaz" dedim. Öyle kara kuru bir şey. Bir de huysuz, bir de fena. Sütüm geldiği kadar emziriyorum ama, bebek hep hasta. Bir sene ölür diye bekledik, nüfusunu çıkartmadık. En sonunda dedim;
- Mehmet Bey, git çıkart bu kızın nüfusunu, baksana yaşayacak bu...
O günlerde anacığım geldi köye;
- Kızım, bu bebeğin adını koydunuz mu?, dedi.
- Yok bea, hasta hep, ölcek diye bekledik de, öldürmeyen Allah öldürmüyor. Mehmet bir kaç güne kadar kasabaya gelip nüfusunu alacak.
- E, adını niye koymazsınız kızanın?
Anam sormasa aklımıza gelmeyecek. Bir senedir 'bebek' aşağı, 'kızan' yukarı... düşmüşüz gırtlak derdine, kim düşünür isim koymayı?...
- Sen söyle o vakit. Ne olsun be ana bu bebeğin adı?
Biraz sustu, beşikte kendi kendine oynayan kıza baktı, düşündü. Büyük insandı anacığım. Gözleri dolu dolu;
- İnsan adıyla yaşarmış. Madem çok ağlar bu kızan, inşallah ömrü gülerek geçsin. 'Güllerin Sultanı' olsun bir de. Gülhan olsun. Hem gül kokulu, hem güleç yüzlü, hayırlı evlat olsun...
Kulağına, köyün imamı tarafından ezanla okundu... Gülhan oldu kızımın adı...
Büyüdüler iki kardeş. Yokluk, fakirlik diz boyunda. Yıllar nasıl üst üste bindi, biz o yıllarla nasıl mücadele ettik, şimdi aklım sırrım ermiyor.
Bu arada Hatice Ablamın ilk kocası ölmüş, aradan bir kaç yıl geçmiş ablam İstanbul'lu zengin bir tüccarla evlenmişti. Annem de ablamın peşisıra İstanbul'a Yedikule semtine taşınmıştı. Anamı çok özlediğimde, "Mehmet be, ne olur anama gidelim, kokusu burnumda tüter" diye yalvarırdım. Sağolsun bir gün kırmadı kalbimi., bir gün "olmaz, götürmem" demedi. Kayınvalidem de destek çıkar "gidin nini, gidin. Özler kızcağızım anasını" derdi. Atlar trene giderdik.
Ben o'nun, beni doğuran annem olmadığını bilirdim ama bana hiç "üvey evlat" muamelesi yapmadı ki. Çoluk çocuk sahibi koca kadındım, her gördüğümde illâ girer ilk gece koynunda uyurdum.
Yedikule'deki evin de kasabadakinden farkı yoktu. Ne kadar kimli, kimsesiz akraba, yeğen varsa annem hepsine bakardı. Bazı geceler evde yatacak yer bulamazdık. Genç yaşlı, kadın erkek, hep beraber odalara serilirdik. Öyle görmüş, öyle alışmıştı. Evi boş kalacak, ocağında duman tütmeyecek diye ödü kopardı. Ne güzel günlerdi o günler... cümbür cemaat toplaşır, harala gürele sabahlara dek sohbet ederdik.
Evlendim, çok yoksulluk çektim amma, asla anamdan bir kuruş yardım istemedim. O çok teklif etti, çok ağladı da, yoook, ben gururlu insanım. Kocama, evime laf getirmem. Canı veren Allah, rızkını da verir. Zor da olsa geçiniyorduk...
Oğlum liseye başlamıştı. Kızı ilkokuldan sonra okutamadık. Hemşirelik okulunu kazanmıştı da, bu kez Ali durdu önünde. "Ben kardeşime 'doktorlarla geziyor' dedirtmem" dedi. "Yapma be Ali'm, bırak kız okusun" dediysek de dinletemedik. İki kardeş birbirini bir gün olsun kırmadı, üzmeden büyüdü. Ali kıskanç bir çocuktu. Biri kardeşine yan gözle bakacak, kolay mı? Sıkıysa baksın! Devirirdi adamı o an yere. Tek kötü huyu sahiplendiği, sevdiği insanı gözünden kıskanması, sakınmasıydı. O huyda öyle kaldı. Boşuna dememişler; can çıkari huy çıkmaz.
Gülhan, bebekliğinin aksine, anamın dediğince ismine yakışır bir evlat oldu. Sessiz, sakin, mülayim bir kızdı. Bir kere ters cevap verdiğini, taşkınlık yaptığını görmedik. Ağbisini çok sever, ona hiç kıyamazdı. Ağbisi de ona kıyamazdı zaten..
Kayınlarım evlendi. Görümcem de... Kasabadandı kocası. Kaderi bana benzedi, kocası olacak, bir köylümüzün düğününde gündüz gözüyle, gözümüzün önünde kaçırdı kızı. "Çarpar" derlerdi kasabada o'na. Adı; Salih. "Çarpar Sali geliyor!" dendi miydi, herkes çil yavrusu gibi dağılırdı. Sonra, bizim memleketten Belçika hükümeti işçi istemiş. Yeni doğan kızıyla karısını da alıp gitti. İki kaynımda iş bulmaya gittikleri İstanbul'a karılarıyla yerleşti...
-devam edecek-
Elif Eser
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Mehmet Güneş SIR (1) |
|
Soğuk bir kış mevsimiydi. Şehrin üstüne sis bulutu çökmeye başlamıştı. Saatler 19:00 u gösteriyordu. Bay S.Efahren ofisten çıkmaya hazırlanırken, masanın üstündeki işe yaramaz birkaç kağıt parçasını eliyle yuvarlayıp sıktıktan sonra çöpe fırlattı. Koltuğundan kalkarak kemerini ve kravatını düzelttikten sonra, kendine çeki düzen verdi. Atkısı ve paltosunu alıp kapıdan çıkarken sekreteri Linda son anda unuttuğu bir şeyi hatırlayıp çekmeceden küçük bir zarf çıkardı.
-Bay Efahren
-Efendim Linda
-Affedersiniz bugün size gelen bir mektup vardı onu vermeyi unutmuşum özür dilerim.
-Teşekkür ederim Linda , iyi akşamlar...
-Size de efendim...
Efahren 45 yaşlarında hafif kır saclı, geniş omuz yapılı, şehrin tanılan mimarlarından biriydi.
İçinde küçük bir heyecan ve tereddütle zarfın ağzını açtı,okumadan önce imzanın kime ait olduğuna baktı. Bu mektup Emekli Albay Doktor Peter R. Tarafından yazılmıştı. Doktor Peter babası ile birlikte aynı orduda görev yapmıştı. Gözünü kağıdın üzerinde gezdirdikten sonra notu okudu. '' Sevgili Efahren Cumartesi günü saat 09:00 da Berlin Don caddesinde ki Leipzig kafede görüşelim'' imza Dr.Peter R.
Afrehan saatine baktı saat 19:30 a geliyordu. Akşam yemegine davetli olduğunu anımsadı ve asansörden indikten sonra plazanın kapında duran taksiyi durdurarak şoföre Katedralin yanına acilen çekmesini söyledi. Akşam yemeğinde üniversiteden arkadaşları ile buluşup geçmiş günleri yad ederlerdi bu sık sık olmazsa da yılda birkaç kez gerçekleşen bir yemekti. Geç kalmanın hoş olmayacağını biliyordu.Bütün gece arkadaşı bir gazetede editör olan arkadaşı Frank ve Tom ile gecenin geç saatlerine kadar eğlenip,sarhoş olana kadar votka içtiler.
Ertesi sabah gecenin verdiği yorgunluktan olsa gerek hiç uyanmak istemiyordu yatağından.Başını kaldırıp duvarın üstünde yatay biçimde duran antika saatine baktı saat sabahın 08:00 di. Birden aklına doktor Peter R. İle olan randevusu geldi.Hızla yatağından fırlayarak banyoya koştu. Ilık bir duş aldıktan sonra hiç vakit kaybetmeden üzerini giyindi.Ayakkabılarının bağıcıklarını bağladıktan sonra evinden ayrıldı.Bir taksiye bindi.
-Lüften Berlin Don caddesi Leipziq kafe
-Peki efendim
Gözleri şehrin bu görkemli caddelerinde gezinirken, muhteşem kalabalık ve turistlerin akın ettiği berlin'in en işlek caddelerinden biriydi burası.Cadde boyunca kafeler, barlar, tiyatrolar ve çeşitli dükkanlara ev sahipliği yaptığı için günün her saati çok kalabalıktı.Taksiden indi ve caddenin karşısındaki Leipziq kafeye doğru yürümeye başladı. Doktor Peter R. Gelmiş kahvesini yudumluyordu.
-Geç kaldığım için,Özür dilerim Dr.Peter...
Yaşlı adam Efahren in çocukluğunu bildiği için,hiç kızmadı bu duruma hatta yüzünde küçük bir tebessümle
-Hiç önemli değil...Ben de henüz gelmiştim
Efahren sandalyeyi çekip oturdu. Burdan şehirdeki pek çok caddeyi görmek mükündü.. Ve yaşlı adamın yüzüne bakarak
-Hiç değişmemişsiniz Doktor Peter hep karşılaştığım gibi dipdiri ve sağlıklısınız
-Ee ben doktorum ama sağlığıma ben dikkat etmesem kim edebilir ki.. dedi
ve gülümsedi genç adama yeniden
Garson bay Efahren'e de bir kahve getirmişti.Kahvesini yudumlamaya başladıktan bir iki dakika sonra,Dr. Peter Efahren'in yüzüne bakarak...
-Seni buraya kadar yorduğum için özür dilerim. Ancak seninle önemli bir konu hakkında görüşmem gerekiyordu. Diye sözündü tamamladı
-Buyurun doktor sizi dinliyorum.
-Sana bir şey göstermek istiyorum. Ancak bu ikimizin arasında sır kalmalı
-Tabi ki
Doktor Peter paltosunun iç cebinden defalarca katlanmış ve buruşuk bir kağıt çıkardı. Eliyle bay Efahren'e uzattı.Genc adam elindeki kahveyi bırakarak eski kağıdı aldı ve açıp baktı.
-Bu bir sığınak planı doktor
-Evet
-Ancak planda herhangi bir yer belirtilmemiş. Sadece 22 odadan ve uzun bir koridordan oluşan sığınak planı.
Genç mimar yeteneğini adete konuşturuyormuşçasına, planı dikkatlice inceledi. Ancak planda herhangi bir yer ve konum belirtilmemişti. Daha önce pek çok sığınak planları görmüştü ancak bu gördüğü diğer sığınaklara planlarına göre hayli büyük bir yerdi.Ve böyle bir sığınağın olmadığını düşünerek.
-Orijinal bir plan ama sanırım daha önce rastlamadığım bir plan
-Rastladığını sanmıyorum Efarhen. Ancak bu sığınağın nerede olduğunu nasıl öğrenebilirim? Diye sorusuna devam etti.
-Sanırım böyle bir sığınak Berlin de hiç yapılmadı. Yapılsaydı daha önce çoktan keşfedilirdi. Benden ne istiyorsunuz doktor?
-Bu planın nereye ait olduğunu bulmanızı.
-İyide neden?
-Bu bir sır bay Efahren bunu şu anda sizinle paylaşmam mümkün değil. Size bunu daha sonra anlatacağım.Ancak bir an önce bu sığınağın nerde olduğunu bulmam gerekiyor. Bana bu konuda yardım edersen sevinirim.
-Tabi doktor.Sizin için araştıracağım..diyerek Yaşlı doktordan müsaadesini istedi. Ve masadan ayrılarak kafeden ayrıldı.Ancak genç mimarın içinde bir kuşku vardı. Planın orijinal olduğundan hiç şüphesi yoktu ama böyle bir sığınağın Berlin de olduğunu düşünmek biraz saçma olurdu.Haliyle böyle bir sığınak olsa bile bu zamana kadar bulunurdu diye kendi kendine söyleniyordu.
Bay Efahren ofisine gittiğinde bir sigara yakıp cebine koyduğu planı çıkardı.Dikkatlice baktı planda sadece ormanlık bir alan belirtilmişti.Fakat şehirde böyle bir yerin yüzlerce olduğunu bildiği için yapabilecek tek araştırmanın eski sığınak planları ile karşılaştırmak olduğuydu. Telefona uzanarak sekreteri Lina'ya gelmesini söyledi.O sırada kapı çaldı
Tak tak tak
-Girin
-Buyrun bay Efahren
-Lina bana arşivden hitler dönemine ait bütün sığınakların planlarının birer fotokopisini çıkartır mısın?
-Tabi efendim
Lina kıvırcık saçlı, gözlüklü minyon bir tipti. Oldukça duygusal bir kişiliğe sahip oldukça da sakin bir kızdı.
Kapıdan çıkmadan evvel bir şey içip içmeyeceğini sordu.
-Sağol Lina.. Diye cevap verdi bay Efahren
Bay Efahren masanın üzerinde duran plana dikkatlice bakmaya devam etti. Çok tuhaftı yön bile belirtilmemişti.Oysa nasıl ayırt edilebileceğine dair ne bir rakam nede bir yazı vardı. Aklından binlerce soru geçiyordu. Acaba neresiydi burası? Kim tarafından çizilmişti? Sahte olmasına olanak yoktu. Diğer 6 sığınağın planlarını çok iyi bildiğinden dolayı orijinal olduğundan kesinlikle emindi.Bunu daha sonra düşüneceğine karar verip,elindeki kağıdı toparlayıp,koltuğunu hafif geri çekti. Ve kağıdı masanın sağ gözündeki en üst çekmeceye koyarak kilitledi. Hafta sonlarını gezip resim çizerek geçirdiği için boş zamanlarında genelde antika eşyalarla uğraşırdı. Koleksiyonu dahi vardı.Şehrin caddelerinde biraz gezip hava almak için koltuğundan kalkarak kapıya doğru yöneldi.Atkısını boynuna atıp, paltosunu eline alarak odasından ayrıldı.Havanın günlük güneşlik olması az rastlanır bir durumdu bu mevsimde güneşin tadına varmak için bu saatte yapılabilecek en iyi şey her zaman gittiği antikacıya gidip ye bir şeyler bulup bulamayacağına bakmaktı. Berliner Dom caddesinde yürüyerek antikacı dükkanının vitrininde daha önce hiç görmediği bir tabloya rastladı. İlgisini çeken bu tablonun hangi ressama ait olduğunu öğrenmek ve hatta ucuz bir miktar ise satın almak için içeriye girdi. Sürekli gittiği bir dükkan olduğu için dükkan sahibi Shörmen kapıya yaklaşarak...
-Hoş geldiniz bay Efahren
-Teşekkür ederim Shörmen nasıl gidiyor işler
-Bu aralar biraz durgun ama yine de güzel denilebilir
-Sevindim buna diyerek eliyle vitrindeki tabloyu işaret etti.
-Bay Shörmen vitrinde ki bu tabloya bakabilir miyim?
-Tabi ki efendim, dedikten sonra vitrine doğru ilerleyen dükkan sahibi çeşitli antika eşyanın üzerine konulmuş olan vitrindeki klasik bir tabloyu çıkardı.Aslında hiç de güzel çizildiği söylenemez mat renkler hakimdi çünkü.
-Çok güzel bir tablodur efendim.
-Evet gerçekten de öyle. Fakat neden imza yok
-Bilmiyorum efendim. Dün orta yaşlarda bir beyefendi getirdi bu tabloyu,çok ucuz bir miktara alıverdim kendisinden
-Kime ait olduğunu söylemedi mi?
-Aslında çıkarken fark ettim tablonun kime ait olup olmadığını ama alaycı bir tavırla Adolf Hitler'e ait olduğunu söyledi.
-Hahahaha diyerek güldü genç mimar
-Kaç para bu tablo
-300 Mark efendim
-Peki o halde alıyorum. Paketleyin. dedi
Dükkan sahibi eline aldığı tabloyu yanında çalışan bir elemana vererek paketlemesini söyledi. Cüzdanından nakit olarak 300 mark çıkaran genç mimar parayı dükkan sahibi Shörmen'e uzattı ve paketini alarak dükkandan uzaklaştı.
Cadde üzerinde yürürken, tarihi ve antikalara olan merakını biraz daha gidermek için Berlin şehir müzesine doğru yürüyordu genç mimar. En azından elindeki tablonun gerçek olup olmadığını öğrenebilirdi böylece. Hiçbir zaman şüphelere yer vermeyi sevmezdi çünkü. Bir taksiye atlayıp şoföre Berlin şehir müzesine çeker misin diye hafifçe seslendi. Şoför başıyla tamam anlamında onaylayarak arabayı çalıştırıp yoluna devam etti.Cadde boyunca hiçbir zaman gözlerini şehrin bu büyülü caddesinden alamıyordu. Bir an dalmıştı aklı hala ofisteki plandaydı. Acaba Lina planları çıkarmış mıydı. Bunu düşünerek birkaç çelişkiye aklı takılıp kalmıştı. Kendi kendine 'Ne kadar büyük bir sığınak acaba mümkün olabilir mi?' diye sordu. O sırada arabanın durduğunu fark ederek araçtan indi. Arabanın ön kapısının camından eğilerek elindeki tabloyu koltuğunun arasına sıkıştırdı.
-Ne kadar?
-32 Mark efendim
Genç mimar cüzdanından 35 mark çıkararak şoföre uzattı
-Üstü kalsın.. Diyerek şehir müzesinin yüksek merdivenlerine yavaşça tırmanmaya başladı. Basamakların arı arkası kesilmiyordu. Merdivenlerin hemen bitimince büyük sütunların arasından geçerek kapıdaki görevli danışmana Müze müdürünün odasının kaçıncı kat olduğunu sordu. Görevli danışman eliyle yukarıyı göstererek
-İkinci kat sağdan dördüncü oda efendim
-Teşekkür ederim
Arkası yarın
Mehmet Güneş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.758 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ankebut
sırtında bir örümcek
hemen üstünde
öpülünce gözlerini kıstığın o nokta
parmaklarımda teninin kokusu
ve kulağına üflediğimde bir an açtığın ve ardından ışıktan kısılan gözlerin
/oysa ben,
seninle öğrendim
ışığın içine
dimdik bakabilmeyi /
düşümü akıttığım denizlerin taşkınında boğuluyorum şimdi
git olur diye bekliyorum
zaten gitmişliğini yazıyor parmaklarım
gel olur diye bekliyorum
hiç gelmemişliğini çok iyi biliyor dudaklarım
o şarkının tam o yerinde yazıyorum şimdi bu dizeyi
dizenin dizeliği her halinden belli
dizeyi dizenin hali ise dizeden daha kederli...
sırtında bir örümcek
nedense dövülmüş tenine
sanki sana dokunursam rüyalarıma girecek
ya da korumak için seni
beni alıp yuvasına götürecek
/belki de bu yüzden
yanındaki uykusuz gecelerim
teninden tenime geçen
şifadır diye ses etmediğim işkencelerim/
martı olup dolaştığım bu sema yıkılıp da geçtiyse başıma
sebebi sensin
sebebi sensin sıcak odalarda, uykularda üşümemin
piyano çalan parmaklarımın,
sanki örümcek olup bana saldırmasının
şarkıların olur olmaz beni ağlatmasının sebebi sensin
sırtında bir örümcek
tenim senin tenin olsun
bana geçsin
Cihangir Gülegen
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Cep telefonunuzun pilini şarj etmek için ne kadar bekliyorsunuz? Hadi bakalım bu sefer sizlere Tokyo'dan bir haber. ...Toshiba'nın Yeni Şarj Edilebilir Lithium-Ion Pili Yalnızca Bir Dakikada Şarj Oluyor... Yazının devamı http://www.toshibatr.com/haberler.asp?no=47 kısayolunda. Bu teknoloji çok yeni ama 2006 yılından itibaren pazara sunulacakmış.
...Mutfak soğuk değildi; dışarıdaki kara rağmen. Yumurta aklarını telle çırpmadan önce unu bardağa doldurdu. Ölçü iki bardaktı galiba. Kır düşmüş saçlarını eşarbıyla alel acele topladı. Yumurtalara toz şekeri karıştırıp (iki bardak) çırpmaya koyuldu. Oluşan akımsı, yapışkan sıvıya unu ve vanilyayı ekleyip, yeniden çırpmaya koyuldu... Bu öykünün tamamı ve diğerleri için http://www.yitikulke.com
Bir web sayfada ne ararsan var deniliyorsa, biraz şüphelenmek gerek. "Gel abi gel fal var, fıkra, animasyon, güzel resimler, telefon rehberi, yemek tarifi, davul tozu, minare gölgesi, ne ararsan burada." diye bas bas bağıran http://www.neyokki.com ve ne var sende diyenlere ne yokki diyen bir site.
İnternet ortamından Türkçe radyoları dinlemenin en kısa yolu http://www.yayinonline.com
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Picasa2 [3.16 MB] All Windows Free
http://www.picasa.com/download/download_exe.php Google tarafından üretilip dağıtılan harika bir resim programı. Standart bir kullanıcı için yapmadığı tek bir şey yok. Yani fazlası var eksiği yok. Bilgisayarında resimlerle oynayan herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|