|
|
|
31 Mayıs 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Nice 1000 günlere!... |
İyi haftalar,
Dün Vatan gazetesinin 1000. günüydü. Hayırlı uğurlu olsun, nice 1000 günlere. Yayınladıkları 200 sayfayı aşkın gazeteyi görünce kara kara düşünmeye başladım. Nasıl düşünmem? Ben de bugün Kahve Molası'nın 754. sayısını yayınlıyorum. Şurada 1000. sayıya ne kaldı ki, bir yıldan az bir süre. Peki ben bu 1000. sayıyı nasıl kutlayacağım? Şöyle 500 KB'lık bir sayı hazırlasam, o zamana kadar da abone sayımız altı yedi bini bulur herhalde. Haydi biz yuvarlak hesap altı bin diyelim. Çarp 6000'le 500KB'yi. Yaklaşık 3 Gigabayt veri eder ki bunu bir gecede size ulaştırmak için birkaç tane daha sunucuya ihtiyaç duyarım. Haydi ben yolladım diyelim, siz alırken, açarken akla karayı seçersiniz. Benim bol bol kulağımı çınlatır, hal hatır sorarsınız. İyisi mi ben yol yakınken bu işten vazgeçip daha kolay yöntemler bulayım. Şimdiden birşeyler düşünmeli ve azar azar heybeye doldurmalıyım. Yoksa günü geldiğinde zor olur, bin kaçar ben farkında bile olmam.
Vallahi size şaka gibi gelebilir ama yayıncılık hayatında aralıksız yayınla bu sayılara ulaşmak gerçekten zor bir ameliye. O nedenledir ki böbürlene böbürlene bir hal olurlar. Haklarıdır olsunlar. Onların ardında bir bina dolusu nefer var, bizim matbaa tek kişilik ama. Onun için günü geldiğinde biz böbürlenmeyi daha çok hak edeceğiz. Haa 754 te öyle yabana atılacak birşey değil. 500. sayıya geldiğimizde bir ufak hesap yapıp önünüze koymuştum. İster misiniz bunu bir de 754'e uygulayalım. Ortalama günlük 4 saatlik bir uğraş. 754 günde toplam 3016 saat eder. Yani 125 gün. Tamam tamam uzatmayacağım. Hani Vatan gazetesi 1000 deyince ben de dellendim. Bu kadar kusur Liv Tyler'da bile var. Az önce fragmanda gördüm aklıma düştü işte. Siz benim kusuruma bakmayın, kendinize iyi bakın yeter. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Ölüm Seker...
Bütün gazetelerde aynı haberler. Önemli. Halkın politikacılara, politikaya cevabı. Çözümlenmesi gereken bir "Hayır"...
Zaman nedenlerini anlatacak, fikri olan tartışacak. Yorumsuz kalmak ve güne başka yerden bakmak ise sadece bir seçim.
Öğretmenin sorusunu cevaplamaya parmak kaldırmamış çocuklardan biriyim. Kendi sorularımı ise daha sormadım. Burada ise anlatacaklarım bambaşka...
Küçük bir çocuktum, daha okula bile gitmiyordum.
Ölümü, tabutlar, mezarlıklar, hastanelerle anlatacak kadar bilirdim. Şaşırtıcı değil, sadece üzücüydü. Hastalanılır ya da bir kaza sonucu ölünürdü. Çocuk kafama açıklanan cümlelerle "Sırası gelen giderdi." Okula gitmeyen bir çocuk için parmak hesabı yapmak zordu, çabalardım ve sıralardım yaşları. 60,70,80...
İlk kez küçük bir tabut gördüğümde çok şaşırmıştım. Çocukluğumda çocuk ölülere yer yoktu. Mahalle komşumuzun lenf kanseri olduğu söylenen oğlunu bir kez görmüştüm ama onu mezarlığa götüren küçük tabutu hayatım boyunca hiç unutmadım. Çocuklar ölmemeliydi.
Her yaşımda bunu diledim. Çocuklar ölmesin. Çocukça şaşkınlığımla ölümü tanırken ülkemde silahlar konuştu. İlkokula giderken, ilk kez genç bir adamın tabutunu gördüm. Feryat figan ağlamalar hala kulağımda. O yıllar çok genç tabut taşıdı, çok genç erken girdi mezara. İlk kez silahla ölen birinin tabutu geçti gözlerimin önünden. Siyah beyaz televizyonlardaki kovboy filmlerindeki tüfeklerden, tabancalardan kırmızıydı ölüm.
Yıllar geçti, ben büyüdüm. Ülkem değişti, zaman değişti...
Ben gerçek tabancaları yalnız polislerin ve askerlerin ellerinde gördüm sadece. Bir de belki müzelerde...
Ama hergün gazetelerdeki haberleri okudukça sanki tabancanın soğuk metali yüreğime değiyor.
Bir kurşun bin ölüm olup deliyor bedenimi.
Öfke tabanca
Sevinç tüfek
Kin bomba
Her çoşkumuza bir kurşun atıyoruz, her öfkemiz barut oluyor. Sevinçten patlıyoruz, patlatıyoruz...
Milliyet Gazetesi İnternet Baskısı 30.05.2005 Ufuk Aktuğ/İskenderun(Hatay), DHA
HATAY'ın İskenderun İlçesi'nde kimliği henüz belirlenemeyen bir kişi, iddiaya göre yolda karşılaştığı 26 yaşındaki balıkçı S. B.'yı uzaktan hasmı zannederek tabancayla vurup öldürdü. Görgü tanıklarının ifadesine göre zanlı B.'yı öldürdükten sonra, "Eyvah, yanlış kişiyi vurdum" diyerek kaçtı.
Milliyet 29.05.2005
Seken kurşun kavgayı izleyen genci öldürdü
İZMİR DHA
İzmir'in Boğaziçi semtinde bir büfede çalışan A. S. (15), iki grup arasında çıkan kavgada, pompalı tüfekle açılan ateş sonucu yaşamını yitirdi. Zeytinlik Caddesi'ndeki Zeytinlik Parkı önünde dün meydana gelen olayda, aralarında husumet bulunan iki grup arasında kavga çıktı. Bir süre sonra silahların çekildiği kavgada, seken kurşunlardan biri kavgayı izleyen A. S.'a isabet etti. S., olay yerinde yaşamını yitirirken, zanlılar kaçtı.
Milliyet son dakika 25.05.2005 13.30
İzmir'in Ballıkuyu semtinde, sokakta kızıyla birlikte yürüyen kadın, silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Alınan bilgiye göre, 1116 Sokak'ta 8 yaşındaki kızıyla birlikte yürüyen F. A. (25), kimliği henüz belirlenemeyen bir kişinin tabancalı saldırısına uğradı.Vücuduna 4 kurşun isabet eden A., kaldırıldığı Bozyaka Devlet Hastanesi'nde hayatını kaybetti.
Cinayet Büro Amirliği ekipleri, olayla ilgili bir kişinin arandığını bildirdi.
AA - ADANA - Silahlı bir saldırı sırasında tesadüfen olay yerinden geçen lise öğrencisi R. Ç., vurularak öldü. Yüreğir'de yaşayan İncirlik Lisesi 2. sınıf öğrencisi 16 yaşındaki R. Ç, okul dışı zamanlarda kardeşi 12 yaşındaki L.'le Kozan Çarşısı'nda bir dönercide çalışıyordu. İki kardeş, dün iş çıkışı oturdukları Sinanpaşa Mahallesi'ne geldi. L, alışveriş yapmak üzere bir markete girdi. R. ise dışarıda kardeşini beklemeye başladı. Caddede bekliyordu. Bu sırada, daha önce çeşitli suçlardan sabıkası bulunduğu belirlenen Y.K., otomobilinin içinden, hasmı olduğu belirtilen E.K.'nın evine tabancayla ateş etti. Caddede kardeşini bekleyen R., açılan ateş sonucu göğsünden yaralandı. Hastaneye kaldırılan genç kurtarılamadı. Polis, Y.K.'yı ve yanındakileri yakalamak için çalışma başlattı. Olayın zanlılarının Sinanpaşa Mahallesi'nde bir evde saklandığını öğrenen polis, mahalleye baskın yaptı. Polislere kadınlar taş atarak direndi. Havaya ateş açan polis, zanlı olduğu belirtilen dört kişiyi yakaladı. Olayda kullanılan iki tabancada ele geçirildi.
Söyleyecek daha fazla söz var mı ki? Kaç cümlem bir silahın patlamasına engel olabilir? Maç galibiyetinin sevinciyle havaya sıkıldığı söylenen silahların aldığı canlar geri gelecek mi?
Belki bir çocuk ilk kez bir çocuk tabutu görüyor.
Belki bir çocuğa daha zamansız gelen ölümü açıklayacak babası.
Ölüm, benim için şimdi şaşırtıcı. Sadece üzülmüyor, şaşırıyorum.
Ama maalesef şimdiki çocuklar daha çabuk kavrıyorlar silahlarla gelen ölümü.
Çünkü onlar bizden daha büyük bir dünyada yaşıyorlar. Günümüzde bizim çocukluğumuzun tüm değer yargıları değişti. Şimdiki çocuklar sadece polis ve askerin elinde değil, televizyonda, sokakta, lokantada, çocuk bahçesinde, hatta okulda bile silah görebiliyorlar. Artık oyuncağını da değil, gerçeğini bile ellerine alabiliyorlar çocuklar.
Biz duygularımızı, düşüncelerimizi silaha vurdukça, çocuklar kalem yerine kurşunla cevap arayacaklar gelecekten…
Tüm dünyada silahlar konuşuyor artık. Ve ben korkuyorum. Sekerek gelen ölümleri açıklayabilecek cümleleri ise kuramıyorum…
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kıvanç'ça : Kıvanç Gülhan TRAVOLTA OLMAK (2) |
|
Derbeder olmuştum. Yassı şişede bulunan iştah açıcı şurubu D blok kaldırımının dibinde kanyak varsayımı ile bir dikişte içip, çişimi de apartman bodrum katının kireç duvarına yapmıştım.
Kapıcı anneme hücum gelip, benim duvarlara işediğimi şikayet ettiğinde annem altta kalmamış;
- Ne biliyorsun benim oğlumun işediğini ?.. Diyerek o da kapıcıya diklenmişti. Kapıcının cevabı ise hayli düşündürücüydü.
- Ben onun işeğini tanırım. Gel duvara bak. İz yapmış .. Diyerek duvarı işaret etti.
Olamazdı, resim yaşamıma o duvarda başlayacağımı kimse tasavvur edemezdi. Sarı ve turuncu renklerden düşey düzlemde muhteşem bir Ebru yaratmıştım. Hayli telaşlanıp hastaneye kaldırdılar. Şeker hastası çıktım. Daha sonraki itiraflarım ve tahliller kabahati iştah şurubuna yıktı da konu kapandı.
Mayıs ayı biz, asker aileleri için telaş ayıdır. Tayinler belirlenir. O meçhul el biz çocukların nerede yaşayıp büyüyeceğine, ne kültürü alacağına iki üç yılda bir ka-rar verir ve kararı toplu liste şeklinde açıklardı. Öyle de oldu. İki subay, üç başçavuş yirmi bir er ve iki adet bez gövdeli L 21 tayyareden oluşan muhteşem hava üssünün Akhisar da kurulmasına karar verildi. Üssün telefon numarası 13 11, bu vurucu timin komutanı ise Yüzbaşı Zeki namına maruf, babamdı. Manisa'dan Akhisar'a kuş uçuşu on dakikalık mesafeyi bizler tam bir tayin telaki edip neredeyse bir daha geri dönmemek üzere yola koyulduk. Ne kadar kısa olursa olsun hep bir büyük yolculuk olarak anılarımızda saklayacaktık o günü.
Akhisar dediğin bir küçük uşak, beline bağlamış ibrişim kuşaktı ilk gördüğümde. Şimdilerde duyuyorum, büyümüş serpilmiş, il olacağım diyormuş babasına.
Babam şehirden biraz uzakta içinde hiç oturulmamış, bahçe içinde bir ev tutmuştu. Alel acele yerleştik, çok geçmeden kanıksadık yeni evimizi tam mutlu olacaktık ki ev sahibinin karı sattığını öğrenip on beş gün içinde yeni bir apartman dairesine taşınıverdik bir çırpıda.
Bu yeni ev şehrin merkezinde, neredeyse çarşı içinde, lise dengi bir okulla köşe köşeye, zemin üstü özelliklerine sahipti. Emlak simsarları satmak için araya girdiklerinde fazla şişirecek laf bulamazlardı herhalde. Göbek daire, leb-i derya, güney cephe, on üzerinden on gibi tasvirler havada kalırdı. Zaten biz de apar topar aparmış-tık kendimizi apartmana. Komisyoncu edebiyatına maruz kalmaksızın.
Okulun köşesindeki turşucu büfe ile neredeyse ağız ağıza oturuyorduk, yaşlı biri işletiyordu. Açık renk gözlü, kirli sakallı, meymenetsiz aksi ihtiyarla bütün şirin yaklaşımıma rağmen iyi bir kontak yaratamamıştım. Sucuklu tost almak için paramı uzattığım halde bile yumuşamıyordu yüz hatları. Derken jandarma başçavuşu gibi teftişe anneannem geldi Elazığ'dan.
Anneannem altı karış iki sümbül boylarda, etine dolgun genç yaşta iki yada üç sefer dul kalmış eşine ender rastlanır cevherlerden nadide bir parça. Dilli, sözü sohbeti dinlenir yol yolak bilir Osmanlı karısı tam. İşvesini nazını gözlemlemedim ama turşucu ihtiyar beni elli metreden görse selamlar oldu o geldiğinden beri.
Sucuklu tost için para uzattığımda ;
- Bu da benden olsun deyip para almadığı, sağ elinin üç parmağı arasında bohçaladığı lahana turşusunu zorla ağzıma dürttüğü günlere gelmiştik artık. Çocuk-luğun verdiği arsızlıkla çokça oynadım o civarda.Üç yediğim sucukluya bir veriyor, turşunun her çeşidini bila bedel götürüyordum mideye. O kadar cıvımıştım ki " havuç turşusunun tadında bir gariplik var " diyebilecek kadar laubali olmuştuk aklımca. O da tadına bakıp hak veriyordu bana ne yapsın. Gönül bu ferman dinlemez. Çocukla çocuk olacaksın gerektiğinde. Köprüyü geçene kadar ayı yavrusuna , dayı yavrusu demekten başka çare yoktu.
Anneannem ise teftiş bittikten sonra muhite yeni yeni ısınıp, çarşıya pazara çıkar olmuştu. İhtiyar bana, anneanneme olan meğilinden ulak sıfatı ile bahis eder oldu. Parça parça laf ısmarladı önceleri.
Feryaz hanım ise ilgisiz görünmesine karşın gözünün sürmesini biraz artırdı. Bir gün benden grapon kağıdı istedi. Bizim yirmi üç nisan bayramlarında kedi merdiveni yaptığımız kağıdın kırmızısı ile ne yaptığını anlamam uzun sürmedi. Tükürük ile ıslatıp, allık diye yüzüne sürüyordu. Akhisar'ın graponunun iyi olduğunu söyleyip Elazığ'daki Hatmiye ablaya da tavsiye ettiğini, onun da bir miktar ısmarladığını iyi biliyorum. Daha sonraları ihtiyarın emekli maaşı olup olmadığını falan laf arası sorar oldu. Ben bu soruları ihtiyara yetiştiriyor cevabı ise ağzım dolu turşu ile bizimkine geri getiriyordum. Elimde ise küçük bir saydam naylon içinde karışık turşu. Ola ki birini beğenmez ise diğeri arkadaşını af ettirsin diye.
İhtiyar da boş adam değildi hani. Sigortadan emekli, büfeyi de ihale ile kap-mış, sarımsak gibi sağlıklı bir herif. Hanımı da yok. Evlatlarla yaka paça olmuş ki, tah-min ediyorum meymenetsizliği bu yüzden. Kalan ömrünü yeni eşine bahşedecek durumda görünüyor. Tabi ki mal varlığı ile birlikte.
Yediğimiz onca turşuya rağmen ya yüz yüze, ya da uzaktan uzağa Feryaz Hanım ihtiyarın babasının ağzıyla ilgili bir iki kelam sarf etmiş olacak ki, alaka bir anda bıçak gibi kesiliverdi. Avuç içi gibi devamlı yüzünü gördüğümüz ihtiyarın o saatten sonra sadece ense tıraşını görebildik diyebilirim. Turşu sevkıyatı ise sadece mazi idi artık bizim için. Yutkunup durdum o civarda dolanırken daha sonraki oyunlarımda.
Ben zamparalık yapacağım diye gözlerim dört dönerken işi ihtiyarlar götürecek oldular. Feryaz hanım çalımlı çalımlı Adana tangoları gibi yürürken sokakta, turşucu "Dünyamı yıktın" der gibi bakıyordu geride bıraktığı toza dumana.
Bende ise hala tık yok. Hık demiş Tombraks'ın burnundan düşmüş Coşkun adında bir oğlanla geyik muhabbetinin zirvelerindeyiz. O konuşuyor ben kafa sallıyorum dinlermiş gibi.
- Şimdi bir motorun olacak .. diyor . Yüz yirmi basıp gideceksin .. vrov vroov diye ses çıkarıyor. Gözlerini büzüyor uzaklara bakıyor. Dikkatli sürücü gözlerimi kesinlikle ayırmıyor yoldan. Bu anlatımına kırmızı saçları , çilleri , kahverengi gözleri de canı gönülden eşlik ediyor. Ben ise , bilinmeyen sevdalardayım.
Bir kasap kızı arıyorum. Benden iki yaş falan büyük. İlkokul sonda, gürbüz, kara yağız ağabeyi olan, hali vakti yerinde. Sadece aşk için yaratılmış, okumakta gözü olmayan. Siyah uzun saçlı, incecik belli, henüz memeleri oynamamış ama her fırsatta kilotunu çıkarmayı çok seven. Yer, mekan, konum kavramlarını takmayan serbest aşka inanan . Gel deyince gelen, naz nedir bilmeyen. Alev gibi her yanı.
Bütün bu tanımlara uyanı çok geçmeden buluveriyorum hiç gayretsiz. Pişmiş armut o oluyor ,düştüğü ağzın sahibi ise naçizane ben.
Uzun tatilli bir okul zamanında uyuşuk adımlarla bir kat merdiveni vakit geçirerek inerken ben, "Şşşt " sesiyle irkildim. Apartman giriş kapısıyla karşılıklı kesişen bodrum girişinden gelmişti bu ses. Umursamadan devam ederken uyuşuk tavrıma ses kelime sayısını artırarak yineledi kendisini.
- Şşşt diyorum lan.
Kapı hafiften aralandı bir büyük sırrı arkasında gizleyerek. Oğlan dışarı çıktı. Benimle bir şey konuşacağını söyledi. Mahallelimdi Altı Eylül İlkokulu beşteydi. Ben ise üçüncü sınıfında okuyordum aynı okulun. Boyluca biriydi. Gün gibi hatırlıyorum kirpiksiz iri gözlerini ve kepçe kulaklarını. Samimi değil ama tanışırdık. Gözümde sıradan silik biri olarak o ana kadar yaşamış olmasına rağmen bu konuşmadan sonra özel yaşantıları birlikte yürüyecek iki iş ortağı olacaktık. Kapının arkasındaki huzursuz tıkırtılara hala bir anlam veremiyorum. Bir yandan da gözlerinin içine bakıyorum oğlanın, merakımı gizlemeden.
Döküldü sonra başından geçenleri bir bir. Bir kız arkadaşı olduğunu, sevişmek için bizim bodrumda buluştuklarını, epeydir bu işi yaptıklarını, artık korkmaya başladığını anlatınca, suç ortağı aradığını anlayıp kim olduğunu merakla anında ka-pının arkasında buldum kendimi. Tanrım, hayal ettiğim kasap kızı değil miydi karşımda duran? Evet o. Ta kendisi. Körün tanrı ile yaptığı pazarlıkta elde ettiklerinin dışında, ekstra ikramiye gibiydi. Uzun, bol kirpikli gözlerini iki kez kırptı. Mahcup ve ihtiraslı tavrı ile ,suyumu sıkacak gibi görünüyordu. (Bkz. Mine Soley filmleri.)
" Nasıl olacak bu iş ?" sorusu, senaryodaki yerine cuk oturmuştu. " Sırayla" dediler cevapla. Sünnetimde koluma, Eniştem saatçı Şükrünün taktığı Nacar ise figüran rolüne çoktan hazırlamıştı kendini.
Nacar saat ve anahtar deliği sırayla çıkacaklardı sahneye. Önce biri sonra diğeri , sonra tekrar biri ve diğeri. Böyle olmak zorundaydı. İki kişi sevişirken üçüncünün anahtar deliğinden bakarak güvenliği alması, biri yaklaşırsa diğerlerini uyarması platformu üzerine kurulmuştu oyun. Onlar benden ikişer yıl fazla yaşamış olmalarına rağmen zekaları benden bile iki yıl gerideydi. Etti mi sana dört .Her şey benim için yazılmıştı sanki. Parmağımda oynatıyordum veletleri. Kızın pek itirazının olduğunu sanmı yorum ama oğlan bu havuz probleminde, kendi musluğu az akıttığı halde neden ikimize de aynı faturanın geldiğini bir türlü çözemiyordu.
Oysa ne sihirdir ne keramet Nacar'da dır marifet, sayaç benim elimdeydi. Kavilleştiğimiz üzere on dakika o çalışıyor , bu arada ben dışarıyı gözlüyorum. Ben çalışmaya başladığımda ise zaman yuvarlağının kurma kolunu geriye doğru çekiveriyorum. O soruyor;
- Bitmedi mi ?. diye.
- Daha var. Diyorum.
O mesaiye başladığında ise saati beş altı dakika ileri alıyorum. Böylece sürüp gidiyor. Paydos ettiğimizde oğlan saatimi sorup, dışarıda birine teyit etmeye kalksa bir ortak olarak itibarım sıfıra ineceği gibi şirket de dağılacak. Bereket versin böyle bir yolu akıl etmiyor.
Dürüst ortağım gözetleme nöbetindeyken hiç dönüp bakmıyor bize. Bense sağ gözüm anahtar deliğinde iken soldaki ile ne yaptıklarını dikkatlice izliyorum. Sonra aynılarını ben deniyorum. Yere yatalım diyorum kıza , anası mı öğretmiş bilmem "Şeytan çarpar" diyor. Dizlerimizin bağı kesiliyor, yinede kendisini şeytan tokadı konusunda ikna edemiyorum.
Bu üç kişilik oyunun birkaç gün sonra yerini düet'e bırakacağı belliydi. Oğlan gerekli suç ortağını bulmuş,birkaç gün eşlik etmiş en tatlı zamanında ise bu şekil bir yaşama gözlerini yummuştu. Şimdi top oynuyor, bisiklet sürüyor erkek arkadaşları ile ar namus tertemiz gezip tozuyordu.
Ben ise aşk ve şehvet dolu bir yaşamın bodrum karanlıklarında gitgide batağa saplanıyordum. İçki ve kumarım yoktu ama kadın olayı beni bayağı sarsmıştı. Başka şey düşünemez olmuştum. Neredeyse günün altı saatini donsuz geçiriyorduk. Odun kıymıkları yaşamımızın ayrılmaz birer parçası haline gelmişti. İşleri büyütüp apartman merdivenlerine kadar yaymıştık. Markiz üstündeki pencereden hem dışarıyı gözlüyor hem de işimize bakabiliyorduk. Yukardan birinin bizim olduğumuz kata gelebilmesi için önce gıcırtılı kapısını açıp kapatması gerekiyordu ki o anda evcilik oyununa uygun sahneyi ayarlamak işten bile sayılmazdı artık bizim için.
İşleri biraz daha büyütüp dışarı açıldığımızda ise sinema çıkışlarında olduğu gibi parlak günden gözlerimiz kamaşmıştı.
O bisikleti sürüyor , ben ise düşmesin diye arkadan tutup gerektiğinde itiyorum. Küçük bir elleşmiştik ki bıyıklı bir herif kıza" Seni babana söyleyeceğim!" dedi. O oldu. Tom Braks ile geyikli dağlara dönmemiz uzun zaman almadı.
Arkası yarın
Kıvanç Gülhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) BİR HAYAT & BİR HİKÂYE... (3) |
|
"Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar..."
Zülfiye....
Aileden bir biz kalmıştık köyde. Kaynanam, Mehmet, ben ve çocuklar. İyi de, boğaz azalmasına rağmen değirmenin güç bela dönen suyu da dönmez olmuştu. Hayvanlarımız hastalığa yakalanmıştı. Tarlamız o sene mahsul vermedi.
İlk defa İstanbul'a Hatice Ablam'dan yardım istemeye gittim. Niyetim para istemek değil, orada iş bulup çalışmaktı. Bana bu konuda yardımcı olmasıydı. Ablama fikrimi söylediğimde;
- Ben sana yardım ederim. Hayvanlarını al, tarlana ekecek mahsul paranı da veririm. Sen dön köyüne. Otuz beşine geldin. Burada iş bulmak kolay mı?, dedi.
Üzüldüm, kırıldım elbet, yine de belli etmedim. Hiç sesimi çıkartmadan çıktım evden.
Öz babamın kız kardeşi vardı. Huriye Ablam ve Adile Ablam'la İstanbul'a gelişlerimizde gider, ziyaret ederdik. Aklımda binbir düşünce; 'ben onurlu bir kadınım. Kimse beni bu şekilde hakir göremez. Bu ablam dahi olsa.' Diyordum içimden. Halamın kapısını tıkladığımda hırsımdan gözlerim ateş saçıyordu. Halam ve eniştemle bütün gece konuştuk;
- Kal kızım burada, iş buluruz sana. Ama ne? Koca İstanbul, yiyecek ekmeğin varsa elbete yersin, dedi halam.
- Bu yaşa kadar çektiğimiz sıkıntı yeter hala. Çok para istemiyorum, Allah rızkımızı versin, başka ne isterim. Köyden bu yıl çıktık çıktık, bir daha kalırız. Yarı ömrüm çürüdü zaten. Hani? Ne kazandım? Yarın öbür gün, ihtiyarlıkta çoluk çocuğun eline mi kalayım? İnsan eti ağırdır hala, bir ana on çocuğuna bakar da, on çocuktan biri anaya, babaya bakmakta zorlanır. Hep bunu düşünürüm. Hiç değilse sigortalı bir yerde çalışırsam tekavüte ayrıldığımda kendi yağımla kavrulurum.
- Sen hele bir git, konuş Mehmet'le. Bakalım o ne diyecek? Sonra gelin, bakarız biz size bea, dedi eniştem.
Allah razı olsun ikisinden de...
Köye döndüm. Mehmet'e fikrimi söyler söylemez cellallendi;
- Olmaz öyle şey! Sen kocanı, çocuklarını bırak git! Nerde görülmüş? Köyde, elâlemin diline mi düşelim istersin be kadın?!
- Bana bak Mehmet Bey; benim yokluk, açlık çekecek gücüm kalmadı. Elbet bir kapı açılacak. Buraya rızanı almaya geldim. Madem karşı çıkıyorsun, sen bilirsin. Üç güne kadar İstanbul'a halamın yanına geri dönüyorum. Ne yapıp edip önce kendime, sonra sana iş bulacağım. Bu sürede sende, ananla ve çocuklarla burada beklersiniz. Sonrasını sen bilirsin; ya benimle yanımda gelirsin ya da ben çocuklarımı alır temelli giderim.
Gittim. Bir küçük çantacıkla. Halamda kaldım. Üç ay, ayaklarım su toplayıp patlayana, nasır tutana dek sokaklarda dolaştım. Kapı kapı iş aradım. Sonunda bir iplik fabrikasında, sigortalı iş bulmayı başardım. Vardiyalı işçi olarak başladım. Halamın evinin karşısında iki odalı, küçücük gecekondu bir ev tuttum. Ev demeye bin şahit bir yerdi. Temizledim, badana boyasını yapıp hazır ettim. Köye döndüm çocuklarla Mehmet'in yüzüne bakmadan;
- Benimle gelen gelsin, kalan kalsın, dedim.
Demek böyle yapmak gerekiyormuş. Neden daha önce denememişim acaba? Bir baktım, sus pus üçü de peşimden geliyor. Kayınvalidemi şimdilik köydeki ocağımız sönmesin diye bırakıyoruz. Eşyamızın en taşınabilir olanlarını yükleniyoruz. Biz de İstanbul'a göçüyoruz... Haydi hayırlısı, Allah utandırmasın....
Zor olmaz olur mu? Ali meslek lisesi torna-tesviye'de okuyor, yazları çalışıyor evladım. Gülhan evde bize yemek yapıyor, evi silip süpürüyor. İki ay içinde de Mehmet'e başka bir fabrikada iş buluyoruz.
Ali okulu bitirince evde üç kişi çalışmaya başladı. Küçücük iki odalı evimize ilk defa, yıllar sonra para giriyor. Başta yastık altlarında, derken bankada paramızı biriktiriyoruz. Geziyor, tozuyor, dostlarımızla, kardeşlerimizle gazinolara gidip eğleniyoruz. İstanbul'un en gözde mekânlarından çıkmıyor, en iyi yerlerinden alış veriş yapıyoruz. O zamanlar para mı bereketliydi yoksa herşey sudan mı ucuzdu bilmiyorum. Şimdi yetişemediğimiz şeylere o zaman ulaşmakta hiç zorlanmıyorduk. Onca yıl çekilen sıkıntıdan sonra insanca yaşıyorduk. Eğer Hatice Ablam'la kocamı dinlemiş olsaydım, şimdi bu noktada olamazdık hiçbirimiz. Düşünüyorum da; nasıl oluyordu da, bazen kaderimize karşı çıkamazken bazen de aynı kadere karşı durabilecek gücü buluyorduk kendimizde? Sonra diyorum; 'Allah her kişiye akıl vermiş; iyiye doğruya kullansın diye.' Ben inançlı bir insanım, öyle yetiştirildim. Ne zaman zorda kalsam, başım dara düşse Allah'a sığındım. Daha da güç buldum.
Zaman ilerliyordu, iyi şartlarda yaşıyorduk ve aynı zamanda kaderimizi de yaşamaya devam ediyorduk. Aklımda olan, zamanı gelmişken yapılması gereken bir işim daha vardı. Bir gün anneme;
- Anacım be, sana bir şey desem?, dedim.
- Söyle Zülfiye'm, dedi her zamanki ana yüreği ile içten, sevgi yüklü. Artık iyice yaşlanmıştı.
- Ben derim ki İstanbul büyük şehir. Gülhan'ın gözü açılmadan helal süt emmiş, bildiğimiz, içimizden birine everelim?
- Sen çıkart hele ağzındaki baklayı, dedi bıyık altından gülerek.
- Hani bizim... Esna'nın oğlu, Halil İbrahim... o'da senin elinde büyüdü. Yağız delikanlı olmuş...., dedim kekeleyerek. Benim kızarıp bozardığımı görünce sırtımı sıvazladı;
- Anlaşıldı şimdi... olur be kızım... Allah izin verirse o da olur...
Kızım Gülhan'la Esna ile Asım'ın oğlu Halil İbrahim'i nişanladık.....
Nişandan hemen sonra anacığımı kaybettik... Mekânı cennet, ruhu şad olsun...
* * *
- Bitti mi? Bu kadar mı?, diyorum, başımı dizinden kaldırıp.
- Biter mi hiç? Daha ne işittin ki? Daha üçüncü "Yazma"ya gelmedik, diyor incecik, genç kız sesiyle, gözleri buğulu, bir yandan saçlarımı okşayıp...
Şimdilerde yetmiş küsürlerinde Zülfiye Hanım'da Mehmet Bey'de... onlar birbirlerine hep 'Hanım' 'Bey' diye hitap ederler. Çetinceviz Zülfiye Hanım'ın ailesi için yaptıklarından zamanında herkes nasibini almış. Ona karşı durmak kolay mı sanırsınız? Her zaman dediğim dedik, başı dik, gururlu bir kadın olarak yaşadı. Ne kendini ne de ailesini kimselere ezdirmedi. Halâ da öyledir.
Yüzündeki çizgileri saymayı hiç denemedim. Ben onu tanıdığımda böyle miydi, çok net hatırlamıyorum. Bir insanın ne yaşadığını, nasıl bir hayatla mücadele ettiğini anlamanın en iyi yolu emin olun yüzüne yerleşen ve asla silinmeyen o derin çizgilerdir. Çatık kaşlı, sert bakışlı, sağ elinin işaret parmağını salladığı anda yeri göğü hoplatan 140 santimetrelik boyu ve önden önden giden göbeği ile bir küçük devdir bizim Zülfiye Hanım. Fakat, nasıl başka, tertemiz, sevgi dolu bir yüreği vardır bilemezsiniz... O sert mizacının altında yumuşacık bir kalple uyanır her sabah... Dininin ona bahşettiği her emri yerine getirmeye özen gösterir. Evi de kendisine benzer, titiz, temiz ve düzenli. Yıllarca çeltik tarlalarında çiftçilik yaptığı için, yaşlılığında beli bükülmüş, eklemlerinde dolaşan romatizmal rahatsızlıklardan şikayet eder olmuştur. Giyiminde de kişiliğini ve tertibini yansıtır. Asla eteği ile blûzünü, başına bağladığı eşarbı ile pardesüsünü birbirine tamamlamadan sokağa çıkmaz.
Mehmet Bey ise mizaç olarak Zülfiye Hanım'ın tam tersidir. Bembeyaz saçlı, alnı hafif açık, zayıf, ince uzun, narin bir adamdır. Sesinin yüksek çıktığı ender görülür. En fazla televizyonda futbol maçı izlerken gürler o ses. Tanıdığım en beyefendi, en kibar erkektir. Zülfiye Hanım yemeye ne kadar düşkünse Mehmet Bey kilosuna o kadar dikkat eder. Her öğünde incecik bir dilim ekmekten fazla dilim yediği görülmemiştir. Bol bol yürüyüş yapar. Onun da 'ütüsüz pantul' (kendisi öyle telaffuz eder), gömlek giydiği görülmüş şey değildir. Asla, gömleğin üzerine uygun yelek ve ceketi; başında ise kasketi olmadan kahveye, emekliliğin tadını çıkarttığı parklara doğru şöyle bir yürümez.
Son zamanlarda bir türlü bırakamadığı sigaranın cildine verdiği ciddi zararlar yüzünden her gün Zülfiye Hanım'la atışmakta, buna rağmen gizliden gizliye balkonlarda sigara tüttürmeye devam etmektedir.
- Eee... anlatsana Zülfüş,... Başka, başka neler oldu?...
Pomak gelini Zülfiye'nin gözleri geçmişine kayıyor dolu dolu.... o anlatamasa da, ben biliyorum nelere sustuğunu.....
-bitti-
Elif Eser
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Mehmet Güneş SIR (2) |
|
Basamakları yavaşça çıktıktan sonra etrafında yüzlerce tabloyla karşılaşmıştı. Müzenin orta ve büyük salonunda dev boyutta Michelangelo'nun Davut heykeli duruyordu. Büyük bir ihtişamıyla salondaki ziyaretçilerin ilk olarak uğradığı yerdi. Göz alıcı mermerlerin üzerinde yükselen şehrin en büyük müzesiydi burası. Müdür beyin odasına yaşlaştığında,sekreterine güler yüzlü bir ifadeyle Müdür Kanten'in odasında olup olmadığını sordu.
-Randevunuz var mıydı beyefendi?
-Hayır yoktu
-Kim görüşmek istiyordu diyeyim?
-Mimar S.Efahren derseniz sevinirim
Efahren bu orta yaşlı, geniş çehreli,uzun burunlu Polonya asıllı adamla daha önceleri tanışmıştı ama bu onu ilk ziyaret edişiydi.Bu sırada kendisinin salonun ilerisinde ki dev boyuttaki insan figürlerinin işlendiği yağlı boya tablolarına bakarak vaktini harcıyordu.Özellikle koridorun sonundaki Mattia Preti'nin 'İsa'nın Çarmıhtan İndiriliş' konulu tablosu büyüleyiciydi. Kelimenin tam anlamıyla bir şaheser bu olsa gerek diye mırıldandı. O esnada sekreter bay Efahren'e yaklaşarak hafif ve boğuk bir ses tonuyla.
-Sayın Efahren Müdür Kanten sizinle görüşmek için odasında bekliyor.
-Teşekkür ederim.. diyerek müdür Kanten'in odasına doğru yürüdü.
Odadan içeri girdiğinde müdür Kanten sıcak bir tavırla ayağı kalkarak kapıya doğru yaklaşıp, Efahren'in elini sıkmak için elini uzattı.Aynı davranışı ve güler yüzü sergileyerek müdür Kanten'in elini sıktıktan sonra.
-Buyurun oturun böyle Sayın Efahren
-Teşekkür ederim' diye karşılık verdi Efahren
-Bu gelişinizi neye borçluyum?
-Size bir tablo göstermeye ve onun hakkında bilgi almaya geldim sayın Kanten, umarım bu konuda bana yardımcı olabilirsiniz?
-Memnuniyetle
Efahren elindeki tablo paketini açarak,müdür kantene doğru uzattı.
-Çok güzel bir tablo nereden aldınız?
-Berliner Dom caddesindeki bir antikacıdan
-Bu kadar iyilerinin olduğunu görmek şaşırtıcı doğrusu
-Sizi asıl şaşırtacak haberi söylemek istiyorum sayın Kanten
-Sizi dinliyorum?
-Bu tablonun Hitlere ait olduğuna dair bir duyum aldım,gerçeklik paynın ne kadar olduğunu öğrenmek için sizi ziyarete geldim. Sanırım bu tablo hakkında en iyi bilgiye şehrin en büyük müzesinin müdürü Kanten'den başkasının bilmesi olanaksız
-Teşekkür ederim sayın Efahren size hem fikirim ayrıca bu güzel iltifattan dolayı
Yüz yüze bakıp gülümsedikten bir süre sonra...
-Bu tabloda Hitler'e ait bir imza yok. Ancak fırça darbeleri olsun,tarihi bina resimi çizme merakı olsun, mat renkleri kullanması olsun hayli çok benziyor. Bildiğiniz üzere Hitler çok iyi bir ressamdı. Orduya katılmadan önce Viyana Güzel Sanatlar Akademisine müracaat etmişse de hiçbir şekilde kabul olunmamış akademiye.
-Evet bunu duymuştum. Sizce bu resim ne kadar gerçek olabilir?
-Bilemiyorum. Sayın Erfahren ancak bunu müzemizde bulunan aygıtlarla anlamak mümkün diye belirtti müdür Kanten.
Tabloyu ters çevirdiğinde küçük bir not vardı çerçevesinin arasına sıkışmış gibi görünüyordu. Ancak hafifçe çerçeveyi eğdiğinde bu not gayet açık bir dille okunabiliyordu.
''Sevgili Eva'ya'' yazıyordu notta. Bu biraz ikisinin de aklını kurcalamıştı doğrusu. Ancak kesin emin değillerdi.
-Sayın Efahren bu tabloyu sizin için araştıracağım. Gerekli bilgileri öğrendikten sonra, size neticeyi bildirebilirim.
-O halde size kartımı vereyim sayın Kanten dedikten sonra genç mimar
Ceketinin iç cebinden kartını çıkartarak masanın üzerinden eliyle müdür Kanten'e uzattı.
-Bana en kısa zamanda haber verirseniz sevinirim diye ekledi.
-Tabi ki Efahren zevkle,bunu yaparım.
-İyi çalışmalar o halde, yeniden görüşmek üzere hoşça kalın.
Ayağı kalkarak elini sıktı müdür Kanten'in ve müdür ise kapıya kadar eşlik ettikten sonra. Odasına dönerek ayrıldılar.
Hava kararmak üzereydi.Vakit kaybetmeden gidip Doktor Peter'in kendisine verdiği sığınağın planını incelemek istiyordu. Yürüyerek çalıştığı plazanın önüne geldiğinde, sekreteri Lina ayrılıyordu.
-İyi akşamlar bey Efahren
-İyi akşamlar Lina
Genç sekreter bay Efahren'in gözlerine bakıp,
-Benden istediğiniz kopyaları masanızın üzerine bıraktım efendim
-Teşekkür ederim Lina bunu öğrenmem iyi oldu
Şehrin üstüne yine sis bulutu çökmeye hazırdı. Hava da gittikçe soğumaya başlamıştı. Vakit kaybetmeden ofise gidip bu planı incelemek istiyordu.Asansöre doğru ilerlediğinde asansörün bir an çalışmadığını görünce.
-Hay Aksi...diye mırıldandı yine
Merdivenlerden hızlar ofisine doğru gidip,içeri girdi.Ofisinde duvarda asılı birkaç diploma ve başarılı olduğu yapıların mükafatı olarak Berlin Meclisi tarafından verişmiş birkaç taktir belgesinden başka bir şey yoktu. Üzerindeki paltosunu ve atkısını çıkararak bir sigara yaktı. Cama doğru yaklaştığında sisler içinde Berlin'in her zamanki gibi ayaklarının altında gördü. Ne kadar büyük olursa olsun şehirdeki milyonlarca ışık kütlesi bu sis bulutunu dağıtmaya yetmiyordu. Koltuğuna oturup masanın sağ üst çekmecesini açıp Doktor Peter'in kendisine verdiği planı çıkardı.Masanın üzerindeki diğer sığınak planlarıyla karşılaştırmak için hepsini yan yana dizmişti.Bir süre inceledi ve dikkatle baktı.
-Evet.. Düşündüğüm gibi. Bu planla diğerleri arasında boyuttan başka hiçbir fark yok,aynı kişi tarafından çizildiğine de eminim.Ancak hiçbir planda olmadığı gibi bu planda da sığınağın nerede ve nasıl yapılacağına dair en ufak bir ip ucu yoktu. Bütün odalar aynı ebatlarda, uzayıp giden koridorlar düşünülmüş. Ve bu soru git gide aklını kurcalamaya başlamıştı.
-Acaba Nerede Olabilir? Hem böyle bir sığınak var diyelim ama bugüne kadar ayakta kalması olanaksız.
Elindeki plana bir kez daha baktı ve bu plan ile ilgili en iyi araştırmayı üniversiteden arkadaşı Gazete Ulusal bir gazetenin editörlüğünü yapan arkadaşı Frank aklına geldi. Eliyle masanın üzerinde ki telefona uzanarak Frank'i aradı. Ancak Frank çıkalı 2 saatten fazla olmuştu. Sekreterine not bırakarak gelince S.Efarhen'in aradığını bildirmesini istemişti.
Vakit çok geç olmuştu artık Saat neredeyse 21:00a geliyordu. Bir gün için yeterince heyecan yaşamıştı. Daha fazlasına katlanamayacağını anladı atkısını ve paltosunu alarak ofisinden ayrıldı. Bay Efarhen evine geldiğinde dolaptan çıkardığı süt'ü ve köpek mamasının köpeğinin kabına doldurduktan sonra ılık bir duş alarak yatağına girdi.....
Ertesi sabah aniden çalan bir telefon zili ile uyandı. Alışık değildi telefon ziline. Boşandıktan sonra kimse kendisini aramamıştı. Acil iş görüşmeleri ve uyandırılmasını belirttiği zamanlarda, sekreterinin dışında.. Telefon birkaç kez çalmaya devam etti.
-Alo
-Efarhen
-Frankkk diye sevindi birden genç mimar
-Beni aramışsın dostum, bir sorun mu var?
-Aradığın iyi oldu Frank senden bir bilgiye ulaşmanı istiyordum.
Bu sırada hala uykulu gözlerini ovalayan Efarhen gözlerini kapatmış ve bitkin bir halde konuşurmuşçasına..
-Dostum 2.Dünya savaşı sırasında Nazi esir kamplarından kurtulmuş kimseler var mı? Diye araştırmanı istiyordum.
-Dostum aklını mı kaçırdın sen? Bahsettiğin savaş biteli 50 yıl oldu neredeyse.Kurtulmuş olsa bile kesin ecelinden kurtulamamıştır.
-Biliyorum Frank ama bu önemli benim için..
-Peki dostum araştıracağım, bir şeyler bulabilirsem seni ararım
-Sağol Frank
Görüşme bitmişti. Lavaboya doğru ilerleyip önce dişini fırçaladı. Ardından da Sakal traşını oldu. Ve dikkatli bir şekilde gömleğini ütüledikten sonra. Dolaptan ne giyeceğine karar vermek için yine tereddütte kaldı.
O sıra da tekrar telefon zilinin sesini duydu.. Arayan yine Frank olabilir diye düşündü. Fakat bu defa arayan Doktor Peter'di,
-Efarhen ben Doktor Peter seninle acilen görüşmemiz gerek
-Ne oldu doktor bi sorun mu var?
-Sana burda bahsedemem,daha sonra çok geç olabilir.
Doktorun sesinde telaş ve titreme vardı. Oysa karşılaştığında gayet sakin ve soğukkanlıydı. Durumun ne olduğuna anlam veremeden mecburen evet demek zorunda kaldığını anladı.
-Peki doktor Nerde buluşacağız?
-1 saat Sonra Alexanderplatz daki saat kulesinin yanında buluşalım. Dediği gibi telefon kesildi.
Genç mimar heyecanlanmıştı bir an hemen hazırlanıp giymesi gerekenlere karar vermeden hemen dolaptan giyecek birşeyler alıp. Evinden ayrıldı. Arabaya binip normalden biraz fazla gaza basarak aracı ile Alexanderplatz caddesine doğru sürmeye başladı.
Alexanderplatz 19.yüzyılda duvarın öteki tarafında ilk olarak hayvan pazarı daha sonra pamuk alım satım merkezi ve daha sonra da askeri talim alanı olarak kullanılırdı. Bu meydan adını Rus Çarı 1.Alexander adından alıyordu. Hans Kollhoff tarafından çizilen planlara göre 36 metrelik binalar ve 150 metrelik yükseklikteki gökdelenler bulunuyordu. Şehrin en büyük ticaret merkeziydi aynı zamanda.
( Berlin'in en ünlü meydanı Alexanderplatz 18. yüzyılda hayvan satım alanı olarak kullanıldı. İlerleyen zaman içerisinde ise pamuk ticaretinin yapıldığı alan daha sonraları askeri talim yeri olarak kullanıldı. İsmini rus çarı Alexander'ın 1803'deki ziyaretinin ardından alan meydan, ilerleyen yıllarda bölgenin en önemli ulaşım noktası ve buluşma noktası haline geldi.
Savaş sonrasında tamammen tahrip olmuş alan 1966-1971 yılları arasındaki çalışmaların sayesinde bu günkü görünümüne kavuştu. Alanın ortasında bulunan 1969 yılında inşaa edilmiş "Dünya Saati" ve "Dostluk çeşmesi", "Alexander Platz"ın sembolleri olarak gösteriliyor.)
Meydana geldiğinde aracını park ederek. Saat kulesine doğru hızlı adımlarla ilerledi. Saat kulesinin yanında Doktor Peter'i fark edip yaklaşarak.
-Geldim doktor özür dilerim.Trafik biraz yoğundu dedi.
-Sorun değil Efahren seni böyle telaşlı bir şekilde getirdiğim için aniden özür dilerim
-Bunun önemi yok doktor. Sorun ne?
-Son iki gündür takip ediliyorum Efahren. Telefonumun dinlendiğinden şüphelendiğim için, sana telefonda bahsedemedim.
-Takip mi ediliyorsunuz? Bu ne anlama geliyor doktor? Sizin gibi yaşlı bir adamı kim niçin takip etsin?
-Bunları anlatacağım sana ama öncelikle seninle sakin bir yerlere gidip konuşmamız gerek
-Anladım
Bu sırada yavaşça meydanda kalabalığın arasında yürümeye başladırlar. Meydanın karşısındaki dostluk çeşmesinin yanından geçerek bir kafeden içeri girip balkona çıktılar. Gayet sessiz ve sakin bir balkondu burası birkaç masa dışında kimseler yoktu.Hava bazen kapalı bazen açık olduğu için ve meydanın manzarasını görmek için balkondaki küçük bir masaya oturup, garsona iki kahve getirmesini söylediler.Bir süre sessizce oturduktan sonra ortalığın daha da tenhalaştığını fark eden Efarhen doktorun renginin sarımtırak bir hal aldığını ve artık sorması gerektiğini anlayarak yüzüne baktı yaşlı adamın
-Sizi dinliyorum doktor...
-Efarhen biz babanla orduda görevliydik bunu biliyorsun. Ve benle baban aynı sırrın peşindeydik
-Ne sırrı doktor?
-Yedinci Sırrın
-Yedinci Sır da ne?
-Yedinci gizli sığınak
-Bu ne anlama geliyor doktor?
-Bunu şu an anlaman mümkün değil sevgili Efarhen. Ama şundan emin olmalısın ki tehlikede olan sadece ben değil aynı zamanda sensinde!!
Bu cümleden sonra Efarhen'in rengi buz gibi kesilmişti.Bir an donup kaldı yerinde,doktorun söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu.
-Doktor Ne anlama geliyor bunlar? Neden Tehlikede olalım? Tehlikede olmamız için ne tür bir suç işledik?
-Biz en büyük suçu babanla birlikte Alman Ordusuna yazıldığımızda işledik Efarhen.
-Savaş biteli yarım asır olucak nerdeyse doktor. Hangi suç bu
-Anlamak için acele etme evlat anlayacaksın öncelikle beni dinle
-Peki bunların babamla ne ilgisi var?
-Baban nasıl öldü sanıyorsun?
-17 Haziran saat 15:00 sıralarında bahçede gazetesini okurken. Geçirdiği Kalp krizi sonucunda öldü.
-Yanılıyorsun
Bir kez daha genç mimar olduğu yerde donup kalmıştı. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Sanki kafasından bir kurşun yemiş gibi şuurunu kaybetmişti.
-Doktorrrrrrrrrr Ne demek istiyorsun açık konuşurmusun diye hiddetlendir bir an
-Beni iyi dinle Efarhen. Kızman gayet doğal ama ben sana apaçık doğruları söylüyorum. Baban 17 haziran sabahı saat 11:15 de benimle birlikteydi. Çok yorulduğunu eve gidip dinlenmesi gerektiğini söyledi. Ve bunların yanında yaklaşık olarak 10 gündür kendisini siyah paltolu bir adamın takip ettiğinin farkında olduğunu söylemişti bana.
-Ee?
-Yanımdan ayrıldığında çantasını ve çantasının yan cebindeki cüzdanını bende unutmuştu. Bende kendisine vermek için evinize geldiğimde yanından bir adamın koşarak ayrıldığını gördüm..
-Bunu neden daha önce söylemedin doktor?
-Söyleyemezdim..!!
-Neden ama?
-Çünkü peşinde olduğumuz sır meydana çıkardı. Ve bu sadece onunla kalmaz benimde sonum olur anlamına gelirdi.
-Peki şimdi buna neden beni ortak ettin doktor? Ben ne yapabilirim?
-Evlat sen akıllı birisin. Her şeyden önce bir mimarsın. Bu planın nereye ait olduğunu bulursan bütün sırları öğrenirsin.Ve böylece beni o zaman anlayabilirsin?
-Doktor açık konuşun lütfen... demeden
Doktor Peter çantasından çıkardığı bir dosyayı eliyle yuvarlayarak Efarhen'e uzattı.
-Al bunu
-Bu ne doktor?
-Bulman gereken cevaplar için seni Sırra götürecek sorular ve birkaç resmi belge,sakın kaybetme..!!
-Siz çıldırmışsınız doktor..
-Hayır Evlat.. İnan bana pişman olmayacaksın..
Yaşlı adam bitirdiği kahve fincanını masanın üzerine bırakarak.. Oradan hızla ayrıldı. Takip edildiğinden emindi. Ve bu sırrı daha fazla taşıyamazdı.. Gerçi hiç emin değildi ama tek yolu buydu. Yok edilmesi an meselesiydi çünkü.
Arkası yarın
Mehmet Güneş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar Nereden nereye ? IV |
|
Kime niyet, kime kısmet!
Bugünkü aklım olsaydı acaba böyle aptalca bir eyleme yeltenirmiydim?
Kesinlikle "hayır"!
Amerika'ya gideli tam beş ay olmuştu ve ben altı perdelik bir oyunun son perdesini oynuyordum!
Ama bu son perde çok tehlikeli idi, çok dramatik bir şekilde de bitebilirdi.
Belki de bu perde sonsuza kadar kapalı kalabilirdi...
Yuttuğum bir kavanoz ilacın "endikasyonunu" bugün pek hatırlamıyorum, galiba bir ağrı-kesici idi.
Yuttuktan sonra yatağıma uzandım ve başıma gelebilecekler kare kare gözlerimin önünden hızla geçmeye başladı.
Yarım saat geçmemişti ki midem ağrımaya, başım dönmeye başladı. Çektiğim korku da cabası!
Ağrım dayanılmaz bir hal alınca avazım çıktığı kadar "anneeeeeee" diye bağırmaya başladım.
Annem mutfakta akşam yemeği hazırlıyordu.
Çığlığımı duyunca, bir elinde domates, diğerinde bir bıçakla odaya daldı.
Gözü ilk önce bana, sonra da komodine takıldı ve boş bardakla boş ilaç kavanozunu görünce derhal durumu kavradı!
"Nadya, ne yaptın sen? Kaç tane yuttun?" diye haykırırken, domates ve bıçak havada uçuştu.
Ben, sadece, başımı sağa sola sallıyor, cevap veremiyordum.
Annem kuzenini de çığlık çığlığa çağırdı. O da koşarak odaya girdi ve annemin bir izahat vermesi gerekmeden neler olduğunu sezinledi.
Beni kollarımdan yakalayıp, yaka paça banyoya götürdüler.
Ondan sonra olanları, midenizi kaldırmamak için yazmayacağım!
Siz tahmin edersiniz, annemin parmağı ağzıma girdikten sonra olanları...
Ardından bir kase sarmısaklı yoğurt yedirdiler zorla!
İkinci mide kabarmasından sonra beni yatağa yatırdılar.
Kuzen, kavanozda çok sayıda tablet olmadığını bildiği halde, bir doktor arkadaşını aradı ve artık bir tehlike olmadığını anlatan doktora teşekkür edip, annemi de rahatlattı.
Ve annem, tek bir kelime söylemeden, baş ucumda sabahladı.
Ertesi sabah, güneşle beraber her şey parıldamaya başladı!
En azından benim için...
Sanki dünya değişmiş, hayat değişmiş, etrafımdaki insanlar değişmişti!
Annemin tek bir cümlesi, çektiğim bu kadar eziyete değdiğini bana müjdelemişti:
"İstanbul'a dönme konusuna bir çare arayacağım!"
İŞTE BU! Sonunda başarmıştım!
Daaaaaaaa...
Paralar tükenmişti!
Annem bir arkadaşını arayıp benim için bir bilet göndermesini, borcunu ilerde ödeyeceğini söyledi. Çok olacağını düşündüğünden kendisi için bilet istemedi.
Allah razı olsun Sebile teyzeden, bu iyiliğini hiç unutmadım!
Bir SWİSSAİR bileti kısa zamanda elimize ulaştı ve ben arkama dahi bakmadan, Zürich'te bir gece konaklayarak İstanbul'a vardım. Beni amcam karşıladı ve Yeşilköy'deki evine götürdü. Annem gelene kadar da onlarda kaldım.
Tabii bu arada sevgilime de kavuştuğumu, onunla sık sık buluştuğumu herhalde tahmin edersiniz...
Zavallı anneciğim, dönüş bilet parasını kazanabilmek için bir büyük mağazanın "alteration" (düzeltme) bölümünde iki ay çalıştı. (Annem iyi bir terzi idi) Kazandığı para bir uçak biletine yetmediği ve bir an evvel bana kavuşmak istediği için bir Yunan Şilebi ile döndü.
İşte, bir anne-kızın altı perdelik (aylık) öyküsü, zor da olsa, "HAPPY END"le noktalandı.
Aslında bu anılarımı depreştiren, yazmama neden olan ikinci bir yazı var. Bunu sizinle de paylaşmak istiyorum.
Bu yüzden de yazımın başlığının altına ikinci bir başlık yazdım.
Geçenlerde, bu anılarımı canlandıran, Türk Yolcu gemilerinden bahseden bir yazı okumuştum.
Cumhuriyet Gazetesinin Gezi ekindeki bu yazının başlığı:
"Anılarda kalan Türk yolcu gemileri".
Yazarı, Türk yolcu gemilerinin azlığından söz ediyordu.
Cumhuriyet döneminde yaklaşık 65 adet yolcu gemilerimiz varmış.
İtalyan yapımı "İskenderun", "Samsun", "Akdeniz" ve "Karadeniz" isimli gemiler Akdenizde ring seferleri yaparmış.
Hollanda yapımı "Ayvalık" ve "Gemlik" İstanbul'dan Bandırma'ya,
Alman yapımı "İzmir" ve "Ege" İzmir'e,
Amerikan yapımı "Ankara", "İstanbul" "Adana" (benim İstanbul'dan Cenova'ya gittiğim gemi) ve "Tarsus" gemileri Akdeniz ve Karadeniz'de seferler yaparlarmış.
Adlarını saymadığım daha bir sürü gemi...
Bunlardan "Ankara" gemisinin çok enteresan bir öyküsü var:
Karayip Körfezi ile Amerikan sahilleri arasında yolcu taşıyan bu iki bacalı, bol güverteli geminin ismi o zamanlar "Solas"mış.
II. Dünya Savaşı esnasında Pasifik'te hastane gemisi olarak kullanılıyormuş.
Pearl Harbor limanında Japon uçakları tarafından bütün Amerikan gemileri bombalandığında sadece "Solas" gemisi, Kızılhaç hastane gemisi olduğundan dolayı, bombalanmaktan kurtulmuş.
Bu hastanede röntgen dairesi bile varmış.
Hastaların X ışınlarından etkilenmemeleri için röntgen dairesinin bütün duvarları kurşun plakalarla kaplı imiş.
Harpten sonra bu gemi Türkiye Cumhuriyetine dokuz milyona satılmış. Seyfi Kaptan süvariliğinde Türkiye'ye getirilmiş.
"Ankara" adını alarak görevini layıkıyla yerine getirmiş.
Hatta Atatürk'ün baş aşcısı Nejdet Dengizer ve baş teşrifatçısı Numaracı İbrahim bu geminin personeli imiş.
1979 yılında hurdaya ayrılan bu geminin röntgen dairesinin taban, tavan ve duvarlarını kaplayan saf kurşun levhalar da
Haliç Camisi'nin kubbesinde kullanılmış.
Neredeeeeeen nereye?
Kime niyet, kime kısmet! buna derler...
Nadya Alpkonlar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.758 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Tırnaklarım
tırnak içine aldım zamanı
önemsediğimden
seninle geçen anı
yitirmek istemediğimden
büyük sevdamı
uzattım tırnaklarımı
ve törpüledim
...................
korksun fareler
kedi oldum
Erol Ayyıldız
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Cep telefonunuzun pilini şarj etmek için ne kadar bekliyorsunuz? Hadi bakalım bu sefer sizlere Tokyo'dan bir haber. ...Toshiba'nın Yeni Şarj Edilebilir Lithium-Ion Pili Yalnızca Bir Dakikada Şarj Oluyor... Yazının devamı http://www.toshibatr.com/haberler.asp?no=47 kısayolunda. Bu teknoloji çok yeni ama 2006 yılından itibaren pazara sunulacakmış.
...Mutfak soğuk değildi; dışarıdaki kara rağmen. Yumurta aklarını telle çırpmadan önce unu bardağa doldurdu. Ölçü iki bardaktı galiba. Kır düşmüş saçlarını eşarbıyla alel acele topladı. Yumurtalara toz şekeri karıştırıp (iki bardak) çırpmaya koyuldu. Oluşan akımsı, yapışkan sıvıya unu ve vanilyayı ekleyip, yeniden çırpmaya koyuldu... Bu öykünün tamamı ve diğerleri için http://www.yitikulke.com
Bir web sayfada ne ararsan var deniliyorsa, biraz şüphelenmek gerek. "Gel abi gel fal var, fıkra, animasyon, güzel resimler, telefon rehberi, yemek tarifi, davul tozu, minare gölgesi, ne ararsan burada." diye bas bas bağıran http://www.neyokki.com ve ne var sende diyenlere ne yokki diyen bir site.
İnternet ortamından Türkçe radyoları dinlemenin en kısa yolu http://www.yayinonline.com
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Picasa2 [3.16 MB] All Windows Free
http://www.picasa.com/download/download_exe.php Google tarafından üretilip dağıtılan harika bir resim programı. Standart bir kullanıcı için yapmadığı tek bir şey yok. Yani fazlası var eksiği yok. Bilgisayarında resimlerle oynayan herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|