ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 756

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 2 Haziran 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Horultu Şiddet Testi


Merhabalar,

Dün gece yaşadığım teknik arıza nedeniyle bütün günü ağzım kulaklarımda geçirdim. Sanmayın gülmekten, esnemekten esnemekten. Hele akşam köprüden geçerken otomatik pilotta su koyverince direksiyon başında uyuklayarak köprüden boğaza atlayan ilk gazi olmama ramak kaldı. Yeni yasa tasarısı alkollü araç kullananlara epeyce acımasız, ya peki uykulu araç sürücülerine neden bu kadar cömert? Oysa kontrol noktasında ufak bir gözlemle işin üstesinden gelebilirler. "HŞT" mesela, yani "Horultu Şiddet Testi". Bu testten sınıf birincisi olarak geçeceğimi tüm polis arkadaşlara duyururum. Haydi artık uzatmayalım, yarın buluşmak üzere vedalaşalım. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

7 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ömer Akşahan

 ÖNSÖZ : Ömer Akşahan


  GARAJLAR VE İNSANLAR

Günümüz insanı için garajların ne denli önemli olduğunu vurgulamak yersiz. Hergün dünyada milyonlarca kişinin, günün en az yarım saatini harcadığı (bu benim varsayımım) bir yer olan garajların hayatımda ayrı bir yeri ve önemi var.

Gezmeyi çok sevdigim için Türkiye'de bir çok otogarı görme şansım oldu. Hemen hemen çoğu insanın gördüğü, gelip geçtiği yer olan garajların bir çok ilginç özelliği vardır. Kısa bir göz atalım mı şu garajlara ne dersiniz?

Her biri bir tavuk kümesini andıran, iki ile dört metrekarelik otobüs yazıhanelerinden başlayalım işe. Yanyana dizili ışıklı neonlarda Türkiye turu ya da hepsini topladığımızda bir amblem kitabı hazırlayabilirsiniz. Tercih sizin. Bu küçük kulübeler bence Türkiye'nin en pahalı gayrimenkulleri ! Böyle bir yazıhane sahibinin bir fabrikatörden ya da beşyüz dönüm toprağa sahip çiftçiden daha çok gelir elde ettiğini söylemek için muhasebeci olmaya gerek yok. Her otobüs sahibi veya şoförü size bu rakamları kolayca verebilir. (Tabii büyük şehir garajlan için) Bu yazıhaneler otogarların candamarıdır.Türkiye'de her ne kadar otogarlar Belediyelerin kurup işlettiği yerse de, zaman içinde yazıhane sahipleri işlerinin doğası gereği garajın her noktasında ağırlığını hissettirir. Garajlann en renkli kişileri kimdir diye sorarsanız, hemen aklıma bilet çığırtkanları gelir. 0nlar yazıhanecilerin eli ayağıdır.

-Samsunaaa, Orduuuya, Trabzonaaa...ekspres şimdi kalkıyor !
-İzmire havalı Apollo kalkıyor, kalkıyor !
-Gayseriye mi hemşerim, gel bizimki hemen kalkıyor !

Bu sesler garajı çın çın çınlatır. Hepsi birer bıçkındır. Gerektiğinde rakip firmanın adamlanyla her an kavgaya hazırdır. Gözüpek, sesi gür ve müşteriye yaklaşmasını bilenler iyi çığırtkan sayılır. Her getirdikleri müşteriden pay alırlar.

Garajların başka ilginç köşelerinden biri de pasta-kaveleridir. Bunlar pastane ile kahvehanelerin bir bileşkesi gibidir. Buralardaki iki temel kural hemen hemen tüm ülkede geçerlidir. İlki; mecburi çay içmek, ikincisi; masa üstünde uyuklamamak. Her ikisi de benim gibi çaresiz yolcular için konulmuş kurallardır.

Şöyle bir düşünün; cebinizde ancak memlekete gidebilecek kadar para var ve belki yanında bir de yemek parası kalmıştır. Böyle bir durumda memlekete Ankara'dan aktarmalı gitmek zorundasınız. Çünkü seyahate akşam çıkarsanız gecenin en kötü saatinde aktarma için araba bulamıyacaksınız. Sonunda geceyi Ankara'da geçireceksiniz demektir. Ancak oteller ateş pahası; şehirde tanıdığınız yok ya da varsa da rahatsız etmek istemiyorsunuz. Bu durumda en uygunu zamanı garajda geçirmek. Saat 20.00 sularında garaja geldiniz. Çığırtkanlardan birinin peşine takılıp, gece en son kalkan 02.00 arabasına bilet aldınız. Böylece ertesi gün rahatça evinize varabileceksiniz. Ama arabanın kalkmasına daha altı saatlik bir süre var. Ne yaparsınız? Bir çok alternatifiniz olabilir ama cebiniz buna izin vermiyor. Bu durumda, önce tuvaletin bitişiğindeki lahmacuncuda sıraya girersiniz. Çünkü bir türlü bastıramadığınız açlık duygusunun en ucuz yolu acılı bir lahmacundan geçer. Bir yandan sıcak lahmacunu yerken öte yandan pınl pınl ışıklarla bezenmiş vitrinleri seyredebilirsiniz. Bu arada farkına varmadan ayaklarınız sizi bir pasta-kaveye götürmektedir. Ürkek adımlarla kendinize sessiz bir köşe arar; hemencecik bir masaya ilişiverirsiniz. İşte o an başlar serüveniniz.

Sizi alıcı gözle süzen garsonlardan biri elinde tepsiyle çay servisini çoktan yapmıştır bile. Acılı lahmacun genzinizi yakmasın diye. Bu ilgi önce sizi memnun edecektir kuşkusuz. Ancak o büyük şehirlere özgü ticari zekayla yapılmış küçücük çay bardağı sizi kesinlikle tatmin etmiyecektir. Tadına hiç alışık olmadığınız bu çayın günün kaçıncı deminden size süzülüp geldiğini belirtmem gerekir mi acaba? Bu sırada sekiz haberlerinin sonuna gelmişsinizdir. Hava durumu ve reklamların ardından ikinci çay servisi başlar. İsteğiniz sorulmadan çevik bir şekilde servis yapan garsonlara derdinizi anlatamazsınız. Çünkü onlar dert babası değildir. (Rahmetli Özdemir Hazar yerinde rahat uyu) Arada bir insaf molası veren garsonlardan fırsat bulunca elinizdeki gazateye göz atabilirsiniz. Onu da garajda "Ulus'ta cinayeeet !" diye, bağırarak satan bir çocuktan almışsınızdır. Ancak gazetenin sekiz puntoluk yazıları günün yorgunluğuyla birleşince gözlerinizde isyan başlar. Göz kapakları ile göz mercekleri arasındaki amansız savaşta göz kapakları her zaman olduğu gibi savaşı kazanır. Farkına varmadan uyuyakalırsınız. Su uyur düşman uyumaz, demiş ya, atalar. Boşuna dememişler. Ekmeğini sizin yüzünüzden kazanan garson milleti uyumaz. Uyuyanlann en büyük düşmanıdır onlar. Tam derin bir hülyaya dalmışken (bazıları gocunmasın) birden masaya sertçe bırakılan tepsinin çıkardığı madeni sesle irkiliverirsiniz. Ne oluyor yahu demeye kalmadan, önünüze konulan o malum bardaktan çayı içmek zorunda kalırsınız. Çünkü burası otel değil pasta-kavedir. Ve siz uyanık olmak zorundasınız.

Belki de sıkıldınız. Ama saat henüz 24.00. Arabanızın kalkmasına daha iki saat var. Günün getirdigi aşırı yorgunluğun sonucu yerinizden isteseniz de kıpırdıyamıyorsunuz. Hele o serin Ankara gecelerinde bu hiç mümkün değil. İstemeseniz de bu pasta-kave işkencesini çekmek zorundasınız. Gözlerinizi açtığınızda videoda Uzakdoğunun vurdulu kırdılı, kimseye bir zararı dokunmayan filmi izleyebilirsiniz. Çevrenizde gözünü kırpmadan büyük bir heyecanla bu filmi izleyenleri görürseniz şaşırmayın. Onlar Bruce Lee hayranlarıdır. Bu firsattan yararlanarak önünüze gecenin dördüncü çayı gelmiştir. Onu da bir dikişte halledersiniz. Tadına alıştınız nasıl olsa. Göz ucuyla garsonları süzersiniz. Çünkü bu çayla bir yarım saatlik daha kestirmeyi hak etmişsinizdir. Göz kapaklarınız kurşun gibi ağırlaşır. Eliniz şakaklarınızdan kayar. Masa en güzel yataktan farksızdır. Ne kadar uyuduğunuzu anlamanız için sert bir garson sesi yeter.

-Kalkın beyler, burası dört yıldızlı otel değil ! Temizlik yapılacak. Herkes boşaltsın !

Kuştüyü yatağınızdan zorla kaldırılan birisi gibi garsonlara düşmanca bakarsınız. Onlarsa çoktan sandalyeleri masalara ters çevirmiş, yerleri süpürmeye başlamışlardır bile. Perona inme zamanı gelmiştir. Rahatça arabanıza binebilirsiniz. Yarım kalan uykunuzu orada devam edebilirsiniz.

Bu arada şoförünüzün sesi çalınır kulağınıza, sanki bir melodi:
-İyi uykular... pardon iyi yolculuklar sayın yolcularımız. Seyahatinizde bizi tercih ettiğiniz için hepinize teşekkürler...

Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
16 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Nihat Turan


HAMAL

Geniş gövdeli çınar ağacının altında oturmuş cigarasından peş peşe nefes alıyordu. İri yarı gövdesiyle çınar ağacına nerdeyse denk düşmüştü. Bazen ağacın gölgelediği alan içinde kısa adımlarla dolaşırdı. Bakışlarını hep ayak uçlarına dikerek yürüyordu. Omuzları, uzun boyundan dolayı yürüdüğünde göğüs kafesinin üzerine doğru düşüyordu. Göğsü üzerine gelen baş ve omuzları yere doğru uzayan çınar ağacının dalları gibiydi. Budanmamış bir ağacın düzensiz ve şekilsiz sulüeti gibi hayatın kıyısında uluorta duruyordu. Kıyıdan merkeze doğru yürümeyen, yürümeyi isteyerek göze almayan biriydi. Yaşam fotoğrafının arka taraflarında dağınık saçlı, esmer yüzlü, pejmürde giyimli adamlardan biri de oydu. O adamlardan biri olmak tercihi miydi, yazgısı mıydı bu bilinmez ama halinden şikayet etmeyen biri olarak hayatın merkezlerinde öne çıkma savaşında olanlardan daha mutlu olduğu kesindi...

Neydi mutluluk ve nasıl elde edilirdi. Elde edilen bir şey miydi mutluluk. Yoksa insanın tipik bir içsel oyalanması mıydı. Elle tutulan somut bir şey miydi. Bir sevgili miydi mesela. Ve o sevgiliyle günbatımını izlemek miydi. Başını dizlerine koyabildiğin şeyin adımıydı mutluluk...

Kim bilir belkide, dimağın sınırlarında doğup büyüyen ve hayal nezdinde nezih bir seyyah olarak dolaşan bir şeydi mutluluk...

Yoksa Halil Cibranın, "ey dost, senin yaşamın diğer adalardan ve topraklardan ayrılmış bir adadır. Limanlarından kaç gemi yelken açarsa açsın başka iklimlere, kaç gemi varırsa varsın limanlarına, sen yine yalnızlığın ıstırabıyla inleyen ve mutluluğu özleyen ıssız bir ada olarak bir başına kalacaksın. En yakın dostuna bile meçhulsün onların ilgi dolu sevgisinden ve anlayışından çok uzaklardasın..." demelerine bakarak mutluluğu vuslatı olmayan ayrılıkların yalnızlığında mı bileceğiz...

İnsan hayatına hangi yollarla girerdi ve hangi kapıdan çıkıp giderdi. Dolaşan, devinen bir şey miydi mutluluk. Her insana uğrar mıydı. Uğrayıp ta ayrılmadığı insanlar var mıydı. Varsa şayet bu insanları neden terk etmiyordu. Terk etmeyen mutluluk, yazgının emrivakisiyle mi yoksa onu tutmasını bilen ellerin şefkatiyle mi duruyordu insan hayatında...

Belki de mutluluk dünyasal kaygılardan yoksunlaştıkça yaklaşılan bir şeydi. "Yüce varoluş için kavga veren, varoluşun yüce sevinçlerinden yoksun kalmalıdır." diyen Kierkegard'ın bu belirlemesiyle mutluluğun sırrı, sevinçlerin azaltılmasında mı ifşa oluyordu acaba... Kim bilir belki de mutluluk eş, evlat, ana, baba, mal, mesken, ticaret, kariyer... bütün bu sevgileri bir tek sevgide içselleştirme ya da dışsallaştırma pratiğinin ardındaki kalbi iknalardı. Yoksa ikna olan kalp miydi, mutluluk...

Ancak oturduğu zaman sağına soluna bakıyordu. Koca gövdesini çınar ağacına yasladığı zaman kalın kaşları altından seğirttiği kıs bakışlarla insanların ruh resimlerini çizmeye çalışıyordu...

Önünden akıp geçen insan nehrini izliyordu. Nehrin akıntısı içinde kıyıya çarpan kırıntıları, nehrin yüzeyinde çarpmanın-çarpılmanın etkisiyle oluşan köpükleri, çer çöpleri ayrımsamaya çalışıyordu. Her kes hayat nehrinde nereye doğru sürüklendiğini bilmeksizin savruluyordu. Belirledikleri hedeflere doğru süzen insancık yürüyüşlerinden kulağına sızan uğultuları anlamaya-anlamlandırmaya çabalıyordu. Önünden geçen her kişiyi gözden kayboluncaya kadar izliyordu. Özellikle yüz ve yürüyüşlerinden anlamlar devşiriyordu. Hamalların bol vakti olurdu. Birileri gelip onlara iş verinceye kadar boş dururlardı. Ama o boş duran gövdesinin içinde, zihnini ve ruhunu hep meşgul edecek bir şeyler buluyordu...

Çınar ağacının dibinde iskemlesinin üstünde otururken, önünden uzayıp giden üst sokaktan pembe gömlek üzerine siyah hırka giymiş olan ince uzun bir bayanın hızla yürüdüğünü gördü. Uzun ve düz siyah saçları omuzlarına inmiş, küçük olan burnu somurttuğu için daha bir küçülmüştü. Kaşları çatık olan bu bayan durmadan bir şeyler söyleyerek kafasını sallıyordu. Yaklaştıkça bulanık söylenmeleri netleşiyordu. "Allah onu kahretsin, bunu bana nasıl yapar. Ben bunca yıl onun kahrını çekeyim, o kalksın bana bu ihaneti yapsın. Allah topunun belasını versin..." diye söylenirken gözyaşları minyon yanaklarından yere düşüyordu. Ardısıra bir iz bırakıyordu gözyaşları. Bu bayanın hüznü, gözyaşıyla sokağın tozlu yüzeyine ihanetin birer imi gibi düşüyordu. İnce uzun elleriyle göz yaşının ıslattığı yanaklarına dağılıp yapışan saçlarını kulaklarının arkasına doğru itmeye çabalarken ellerinin titrediği ayrımsanıyordu. Hıçkırıklarını ağzını burnunu kapayarak boğmaya çalışıyordu. Kadim tanık çınar ağacı ve hamal. Yeni bir hüzne tanıklık ediyorladı şimdi...

Tanık olmak ne zor şeydi. Hele tanımak zorun bir diğer adıydı. İhaneti, hüznü ve acıyı tanıyan tanıklık edebilirdi ancak. Zira tanıklık tanımayı gerektiriyordu. Tanımak, çoğu kez okumayla, gözlemlemekle mümkün olmuyordu. Yaşamayı gerektiren bir şeydi tanımak. Damdan düşmek gibiydi. Kırılıp yaralanmaktı tanımak. Ayrılık yaşamayan özlemi bilmezdi. Acıyı tatmayan göz yaşını anlamazdı...

Çenesini sağ avuç içine almış onu izliyordu. Bir anda pür dikkat kesildiği bayan ona doğru yöneldi. Kendisine yöneldiğini görünce endişelendi. Bakışını kaçırmaya çalıştı. Yönünü aksi tarafa çevirdi. Ama halen ona doğru yürüyordu bayan. İçinden kalkıp kaçmak geldi bir an. Bu davranışı cüssesine yakıştıramadığı için başına gelecekleri kanıksayarak oturduğu yerde öylece kaldı. "Ne yapacağım şimdi. Acaba onu izlememi yanlış mı anladı. Bu öfkesiyle bağırıp çağırırsa rezil olurum." diye nafile nafile söylendi. Mahcup ve kendinden utanan biriydi. Koca bedeni içinde küçücük bir çocuk yaşıyordu...

Derken bayan yanına kadar gelmişti bile.

"Affedersiniz! Taşınacak eşyalarım var. Bunun için bana yardımcı olabilecek kimse var mı?" diye ağlamaklı bir sesle sordu. Kendisine öfkelenmediğini gören bayanın bu tavrı karşısında sevinse de acılı olduğunu gördüğü için sevincini yutkunarak "evet var. Ben hamallık yapıyorum. Size yardımcı olabilirim." diye titrek bir sesle yanıtladı...

"Bunun için size ücret olarak ne kadar vermem gerekiyor." diye sordu.
"Önemli değil bayan eşyalarınızı bir taşıyalım hele ondan sonra ücretinizin ne kadar olduğunu konuşuruz." Dedi.
"Peki ala. Siz bilirsiniz. O halde beni takip edin size evin yolunu göstereyim." Dedi.
Elbise çantasını, astığı ağaçtan indirdi, eline aldı. Ve bayanın ardına düşerek yola koyuldular...

Bayana paralel olarak yürüyordu. Onun bir adımı bayanın iki adımına eşit geliyordu. Üstten aşağıya doğru sarkan kafa ve omuzu, bayanın başı üstünde bir bulut kümesi gibi duruyordu. Kirli sakalını ovuyor. Altan alta bayana bakınıyordu. Her hareketini büyük bir dikkatle takip ediyordu. Yeterince kırılmış olan bu bayanın yaşadığı bütün acıları kendisine fature etmesinden çekiniyordu. Göz perdeleri indiğinde bir kadının neler yapabileceği belli değildi...

"Geldik. Şu sokağın bitimindeki binada oturuyorum." Dedi.
"Kaçıncı kat" diye sordu hamal.
"İkinci kat" dedi bayan.

Apartmana girdikten sonra iki merdiven yukarı hızlı adımlarla çıktılar. Daire kapısına geldiklerinde. Çantısını sağ kol omuzundan çıkarttı. Çantasının fermuarını açtı. Çabuk el hareketiyle çantanın içini taradı. Elini daldırdığı yerden çıkarttı. Nazar boncukları, küçük tokalar ve daire anahtarı avucunun içinde öylece duruyordu. Anahtarı içlerinden seçerek aldı. Boncuk ve tokalarını tekrar çantaya koydu. Sinirden titreyen elleriyle kapıyı açmaya çalışırken anahtarı düşürdü. Öfkeden ayağını yere hızla vurarak anahtarı yerden aldı. "Bu ne ya! Allah kahretsin!" diye söylendi. "Anahtarı verin kapıyı ben açayım" dedi hamal. Anahtarı ona uzattı. Kapıyı açıp içeri girdiler...

Kolilenmiş saydam ve basit eşyalar salonun ortasına biriktirilmişti. Yatak dolabı ve salon vitrini menteşelerinden ayrılarak istiflenmişti. Bozuk paralar, düğmeler, gazete sayfaları yerlere saçılmıştı. Alelacele alınmış bir taşınma kararı görüntüsü içindeydi ev. Duvarda halen indirilmemiş resimler ve tablolar vardı. Bayan bir yandan söylenirken diğer yandan dağınık olan eşyaları bir araya topluyordu. Hamal, bayanın gösterdiği ve öncelik verdiği eşyaları sırayla taşımaya başladı...

Dağılmış bir ev. Yıkılmış bir yuva. Kırılmış kalb vazoları. Bir araya gelinse bile izsiz kalmayacak bir acı. İstiflenmiş ve koli bantıyla sarılmış kutulara acısıyla tatlısıyla bir hayat konulmuştu. Bu bayan için artık yaşanmış her şey, ağzı kapanması gereken bir kutuydu. Kutunun içine kim bilir ne günler ne anlar sığdırılmıştı...

Aynı kişilerle yeniden bir hayat tecrube edilmeyecekti. Neden aynı kişiler ayrık kalmadan aydınlık bir yaşam denemesinde bulunmazdı yeniden. Sorun taraflarda mıydı yoksa kafalarda mıydı? Eksik olan neydi. Ayrılığa sebep olabilecek suçun ağırlığını ne belirliyordu. Duyguların komutası altında kalan bir mantık işlevini yitirmez miydi? Böyle bir beyinle ne kadar sağlıklı ve isabetli olunurdu...

Soruların sorulmadığı cevapların ise bir değer taşımadığı anlarda insan kendi pimini çekmekte bir beis görmezdi. Pimi çekilmiş bir hayatın parçaları kutulara doldurulmuştu şimdi...

Hamal, bütün eşyaları üç saat içinde taşıyıp kamyonete şöfürün yardımıyla dizdi.
Son kez bir şeyler kalmış mı diye yukarı çıktı. Dış kapı eşiğine geldiğinde bayanı salonun ortasında tavana alelusul bakıp ağlarken gördü. Bir müdet duraksadı. Kaygıyla ve ellerini bir birlerine dolayarak yanına sokuldu. "Taşınacak bir şey kaldı mı" diye kısık bir sesle sordu. "Hayır" dedi bayan acısını yutkunarak...

Hamal dudaklarını kemirerek, "size bir şey sormamın mahsuru var mı" diye sordu.
Bayan, "hayır sorabilirsiniz. Öğrenmek istediğiniz nedir." Diye yanıtladı hamalı.
"Acınız o kadar belirgin ki merakın ötesinde bir istekle bu halinize ortak olmak istiyorum." Dedi hamal.

"Acıma ortak olmak size düşmez bayım. Böyle bir paylaşım ihtiyacında olursam dostlarım ve ailem var." diye hiddetle hamalı azarladı.

"Affedersiniz, yanlış anlaşılıyorum galiba. Kastım ve meramım derdinizle dertlenmek. Ötesi yok bayan. İnsanların çoğu en yakın bulduğu kişilerle paylaşamadıklarını iki kelime ettikleri insanlarla paylaşıyor. Trende, vapurda, uçakta, vergi kuyruklarında ne sırlar ve ne söylenmemiş dertler söylenip paylaşılıyor. Bu paylaşımların hepsi kendiliğinden ve bilinç dışı bir refleksle oluşuyor. Bu tarz paylaşımlar paylaşılanlarla sır olacağı için paylaşan için duvara ya da karanlığa söylenmiş sözler olarak kalıyor. Palyatif sığınaklar da diyebilirsiniz buna. Ve bu son derece olağan bir şey. Dolayısıyla beni yanlış anlamanızı üzüntüyle karşılıyorum." Diye bayana matlaşan bir çehreyle söylendi...

"Özür dilerim. Sadece sinirlerim bozuk ve konuşmak istemiyorum. Sizi farkında olmadan kırdığım için tekrar özür dilerim." Diye gönül almaya çalıştı bayan. Bir şeyler söylecekti ki hamal, komyonet şoförü onları çağırdı. Aşağı indiler. "Yolu gösterin de gidelim hanım efendi. Trafik tepemize binmeden yolu açalım." Diye bayandan acele davranmasını istedi şöför.

Hamala parasını vermek için cüzdanını açtı. Elinde tuttuğu yaklaşık üç beş yirmi milyonluk para banknotunu hamala uzattı. Hamal bayanın elindeki paralardan sadece bir tanesini çekip aldı ve, "bu kadarı yeter" dedi. "Ama nasıl olur. Hakkınız aldığınızın iki misli..." diyerek elindeki paraları vermek istediyse de hamal redetti...

Acının ve hüznün yüreğini yüzünü ekşittiği bayan, hamalla vedalaşmak için elini uzattı ve, "beni affedin yukarda söylediklerimle size saygısızlık etmek istemedim" dedi.

"Hayır hayır! Saygısızlığı asıl ben etmek istemezdim. Sadece size şunları söylemeliyim ki, bu kadar hassas olmayın. Bırakın bazı şeyler kaba olarak kalsın. Öylece eğri büğrü çirkince dursun gerektiğinde. Tabiatına uygun olarak bazı şeyler bırakın kanalından aksın. Yüzeyde kalın biraz. Bırakın derinde olanlarla tilkiler uğraşsın. İçte kalanları kutçuklar yesin. Acıyla katmerleşecek yıllar yaşamamak adına bırakın zaman yıpratsın her şeyi. Ve her hoyratı, hokkabazı, haini bırakın iyi niyetiniz cezalandırsın. Yıpranan siz olmayın..." diye özlemle son sözlerini söyledikten sonra ayrıldılar...

Gözlerindeki o yakarış ve yalnızlık o kadar yüzeydeydi ki bayanın. Uzanıp dokunmak istediyse de hamal, bunu yapacak ne bir cesarete ne de bir yakınlığa sahip değildi...

Nihat Turan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,718,718,718,718,718,718,718,718,71
              17 Kahveci oy vermiş.
21 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Petunya : Öykü Özü


SEVGİLİYE MEKTUPLAR 1

Seni düşündüğümde hep huzur geliyor aklıma. Güneş parlıyor, çiçekler açıyor, bir bahar sevinci, bir gülümseme uğruyor yanaklarıma. Her güzel şeyi daha çok seviyorum. Her komik şey daha çok güldürüyor beni, yaşamı tam olarak kucaklayabilme yeteneğimi arttırıyorsun her gün biraz daha. Bu yüzden her gün biraz daha özlüyorum seni…

Senden uzakta olmak ne kadar acıtıyorsa, senin her zaman her şeyinle yanımda olduğunu bilmek de o kadar coşku veriyor. Acıyla coşku nasıl bu kadar yan yana durabiliyor, nasıl bu kadar içli dışlı olabiliyor ben de bilmiyorum. Ama oluyor işte.

Büyümek nasıl insana her gün yeni bir şeyler öğretir bilirsin. Her gün yeni bir şeylerle yüzleşmek ve onlarla başa çıkabiliyor olduğunu fark etmek ve her gün daha fazla kendine güvenebilmek gibi seni sevmek de...Ağlarken daha bir içten ağlamak, gülerken daha bir içten gülmek…Sanırım büyümenin ta kendisi seni bu kadar çok sevebilmek. Oysa büyümek yasaklarla anılır çoğu zaman:

'Çocuk çocuk gülemezsin artık. Çünkü sen artık büyüdün…'

'Aklına eseni yapamazsın artık, aklı başında olmalısın, çünkü büyüdün'

'Çocuk gibi davranma biraz mantıklı davransana. Duygularını kontrol etmeyi öğren artık…'

'Biraz daha sorumluluk almalısın artık küçük bir çocuk değilsin, doğru dürüst kalk, doğru dürüst otur'

Büyümek, bu kadar sıkıcı bir şey mi?

Benim için değil. Aksine çok neşeli bir şey:

'Şarap renginde bir gökyüzüyle tanıştık yaşamda. Bebek kadar masumduk önceleri. Bir çocuk kadar neşeliydik. Asi gençler olduk sonra. Ve bir kedi kadar nankörce saldırdık bizi sahiplenenlere. Sonra gün geldi, sahiplenilmek istedik yine…Gün geldi, o bir yudum şarap rengiyle sarhoş olduk gökyüzünün…Ve acılar çektik sonra, küfrettik sarhoş olduğumuza…Büyüdük biz , hem de çok büyüdük. Artık bir bebek kadar masum, bir çocuk kadar neşeli, bir genç kadar asi, bir kedi kadar nankör ve gökyüzü kadar sarhoş olabilir, ve hala kendimizi çok sevebiliriz…'

Ben seninle büyüyorum sürekli. Çocuk çocuk gülebiliyorum mesela, ya da aklım başımda olmayabiliyor çoğu zaman, çoğu zaman aklıma eseni yapabiliyorum…Duygularımı kontrol etme gereğini ise hiç duymuyorum, hem de hiç… Duygularını inkar etmek ancak büyümemişlerin işi olabilir…Ben seni severken hiç böyle bir gereklilik hissetmedim oysa...

Bu konuda kafan karışacak biraz sanırım. 'Duygularını tam olarak dinlediğini söyleyebilir misin?' dediğini duyar gibi oluyorum… Ama biliyor musun duygularımı tam olarak dinlemiyor gibi görünüyorsam bazen, bazen çok mantıklıysam mesela, içimden geleni yapmıyor gibi duruyorsam uzaktan, senin duygularını dinlemekle meşgul olduğumdandır… Buna mantık de, kaçış de ne dersen de, benim için senin duygularını dinlemeye çalışmak, kendi duygularımı dinlemekle aynı şey uzun süredir… Seni severken ve seni deli gibi özlerken bile çelişkilere hiç yer olmadı hayatımda. Çelişki benim sana olan sevgimi anlatacak güce sahip değil çünkü…

Bu yüzden seninle birlikte büyümek tarifi imkansız bir güzellik…İşte tam da bu yüzden seni düşündüğümde, hep huzur geliyor aklıma…

Büyümek için yirmi yedi yıl beklemek biraz abartılı bir sabır değil midir? diye soran çok olabilir belki. Evet bunu ben de çok sordum kendime:

Seni sevmek için yirmi yedi yıl beklemiş bir kişi için yirmi yedi yıl büyümeyi beklemek çok da sabır gerektirmiyor galiba…

Sen ne dersin?

Öykü Özü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,888,888,888,888,888,888,888,888,88
              8 Kahveci oy vermiş.
18 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Özhan Bilgin

 Kahveci : Özhan Bilgin


   burası çok yüksek

burası çok yüksek..
bacaklarım değil titreyen,
rüzgar değil bu titreten,
yüksekteyim ama,
ay daha uzak..

gelgit değil kanılar,
kanatları kırık omuzlar,
düşmek yok burda,
düşünmek..

durmak değil bu,
ayrıksı ot..
toprak bir ayağı..
burası çok yüksek..
mevsim kesat,
esen soğuk,
söz uzun,
yol kısa,
atlamaya zuhur vakit..
saat on iki..

..

bir daha o ceviz ağacına çıkamadım.. halbuki ne çok severdim..

on ikiydi yaşım.. biz , mahallenin çocukları , hep o bahçede oynardık.. iki ceviz ağacı ; biri çelimsiz , diğeri babacan.. dört duvar ; biri apartman boyası , ikisi top kalesi , biri vasıfsız.. çocuk dünyamıza sığdırdığımız büyük bahçemiz..

oyunlarımız , şakalarımız , kavgalarımız.. ve dünyaya meydan okumalarımız.. o babacan ceviz ağacına tırmana tırmana yırtılan pantolonlarımız.. bir meydan okuyuştu en tepesine kadar çıkmaya uğraşlarımız..

bazı bazı erişmişliğim oldu en tepesine değin.. tutunabildiğimce..
tutunabildiğimce dururdum orda , öylece.. yeşilleri örterdi beni ceviz ağacının , çocukça meydan okuyuşumun suretlerini.. çok severdim sessizliğini.. bitse bile cümbüş , ben inmezdim o ağaçtan..

yine o ağaçtaydım , o gün.. sonsuz huzur'dum.. ama sonlu dünya'ydım !..
ablamın ağladığını gördüm.. balkondaydı.. beni arıyordu sanki.. siniştim biraz daha ceviz ağacına..
bana seslenemedi önce.. sonra fark etti beni.. eve gel , diye ağlamaklı çağırdı.. gidemedim önce.. tutunuyordum..
tutunuyordum.. öylece takılıp kaldım.. çocukça sezgilerim büyüyordu.. o ağacı bırakıp gidersem , geri dönemeyeceğimi biliyordum.. ama niye ?..
gidemedim bir süre.. gidersem üzülecektim.. ablam her neye üzüldüyse , üzülecektim.. ve içimdeki ses gitmemem için dürtüp durdukça ; ellerim , ayaklarım , büsbütün gövdem , beni son kez indirdi o ağaçtan..

eve vardığımda babamın öldüğünü öğrendim.. ev kalabalıktı.. herkes ağlıyordu.. ağlayamadım o an.. kızgındım belli belirsiz.. insanlar garip sesler çıkartıyordu, ağlarmış gibi !..

kızgındım belli belirsiz , az biraz kendime.. inmeseydim o ağaçtan sanki.. sanki hiç öğrenmeyecekmişim gibi..

inmeseydim sanki..
sanki hiç büyümeyecekmişim gibi..

pencereden gözüme ilişmişti o an, o ağaç.. artık acıydı..
yüksekti ve
uzaktı..
bir daha çıkamazdım da o ağaca..
esirgediğim göz yaşımı bir daha hiç dökemeyecekmişim gibi..
çıkarsam yine üzülecekmişim gibi sanki..
hiç öğrenememişim gibi bu dünyayı sanki.. sanki..
sanki..

bir daha o ceviz ağacına çıkamadım.. halbuki ne çok severdim..

..

şimdi o bıraktığın yerdeyim
baba..
sensiz on beşinci sene..
yitik eski yazı..
yiğit yeni yazı..
saat on iki..
burası çok yüksek..

- babama -

Özhan Bilgin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,779,779,779,779,779,779,779,779,779,77
              13 Kahveci oy vermiş.
16 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Kıvanç Gülhan

 Kıvanç'ça : Kıvanç Gülhan


  TRAVOLTA OLMAK (4)

Seksen evlerde otururken kendime idol seçtiğim Bülent abiden , love story parçasının notalarını alıyorum. Arkası yarın gibi, do-mi-mi-do -doo diyor bu gün, benim eve varana kadar ezberleyeceğim kısmını, bense tazı gibi tutuyorum evin yolunu. Babamın senelerce "Köprüden geçti gelin " türküsünde pineklediği mandolinimi kapıp çalmaya başlıyorum hayatımın parçasını. Oraya kadar geliyorum, tekrar aynısı. İdolümü ertesi gün görene kadar ayazdayım. Yolunu bekliyorum. O da kendisinden beklenmeyecek bir olgunlukla cevap veriyor bana. Mi -mi do-do mi-fa-mi re-re si-si diyor ertesi gün. On bir adet sıralı notayı kafi buluyor o, ben de itiraz etmiyorum. İşi biliyor çünkü. Aramızdaki usta çırak ilişkisinin sınırlarında saygıda kusur etmiyorum. Sayıldığının o da farkında. Daha bir kasılarak hareketlerini düzenliyor akranlarına karşı.

Karı kız ayaklarını bir yana atmışım. Kafam kulağım rahat. Ne kasap kızı, ne Baharın güzel gözlü anası var uykularıma mal olan. Romantizmin bulutlarındayım müzik ile iç içe, çevreme zararsız, kendime faydalı his ediyorum kendimi. Üçüncü sınıflar arasında Halkoyunları yarışmasına hazırlanıyoruz Ege Efeler topluluğu ola-rak. " Harmandalı efem geliyor..." Hayda bre..

Altı Eylül İlk okulu olarak öyle bir gurup seçmişler ki, evlere şenlik. Analarımız elleri ile, elde kalmış pazen, patiska gibi kumaşlardan dikişsiz sarıp sarmalama yolu ile bizleri gösteriye hazırlasalar daha az insanları güldürebilirdik. On veya on iki Cin Ali'nin bohçalanmış donları, yarım kolları yerlere değen cepkenleri ile çizdikleri efe kompozisyonunun ne kadar efelikten uzak olduğunu anlatmaya anlatamam ama, izleyenlerin kahkahaları gergin dudaklarında zincirden kurtulmaya çalışan vahşi birer kaplanı anımsatıyordu. Zincir bir kopsa organize edenler göreceklerdi günlerini ama olmadı. İnsanlar arkalarını döndükten sonra belli etmeden azat ettiler kaplanları. Ayıbı bana ait olmadığı için şu anda gülümseyerek anımsıyorum bu sahneyi.

Milli Eğitimin imkanlarıyla ancak bu kadar olabiliyordu aslında. Marshall yardımları bu tür sosyal etkinliklere kadar ulaşmamıştı. Zaten Amerikan tasarımı Efe kıyafeti de daha komik dururdu üzerimizde. Bize ulaşanları ise büyük İhtimalle son kullanma tarihini hayli geçmiş süt tozu kolileriydi. Kolilerin üzerinde candan tokalaşan iki dostun ellerinin profilden görünüşü vardı. Kol manşetinin olması gereken yerde ise birinde Amerika, diğerinde Türk bayrağı bulunurdu.

Bu amblem A.B.D. nin neremize kadar girdiğinin bir kanıtı idi dünya gözünde. İkinci Dünya savaşına girmemenin ödülünden, görünen kısmı da benim yaşıtlarıma nasip olmuştu süt tozu olarak.

Bence A.B.D bu yaptığında, seri grafi kalıbında bile fazla masrafa girmemişti. Soldaki dost el ve Amerikan bayrağı ile sağdaki el, bir kalıp , diğer elin manşeti olan bayrak ise ayrı bir kalıp olarak hazırlanmıştı. Bir sağ eli kaslarından Iraklı veya Türk diye ayırt edebilmek her yiğidin harcı değildi nasılsa.

Güle oynaya , Amerikan sütü içerek büyüdük velhasıl. Bizim Mc Donalt'ımız olmadı hiç, ama Marshall'ımız vardı kaya gibi.

Güneşin kırmızıya boyandığı akşam üstülerde art niyetsiz , kız erkek karışık, sokak başı muhabbetlerinin değişmez elemanı olmuştum.

Annemler seslenmedikçe eve dönmem gerektiğini bile hatırlamıyordum.Tatil beldelerinin geç olma çağında çocukların, üzerine örttüğü mutluluk örtüsüydü bu. İçine girmeye gör. Yaptığın incir çekirdekli espriye kızlar güldüğü müddetçe senden mutlusu olmadığı gibi bağımlı da kalırsın. Çişin gelmesin diye dua edersin. Eğer gelirse de bir an evvel bitirip gelmek ve konunun devamına yetişmek için elinden geleni yapmak yalnızca sana düşer.

Bu bağımlılıktan kurtulmak ise art niyetin ile barışıp yola yatkın bir arkadaşı gözüne kestirmen ile mümkündür. Mesela Taner böyle biriydi. Hem gözleri dört dönüyor hem de laftan anlıyordu. Laftan anladığını " Şu duvardan atla .. "dediğimde hemen tatbik etmesinden görüyorum ve yakınlaşıyorum kendisine. Can ciğer kuzu sarması misali kollarımızı birbirimizin omuzlarına atarak geziniyoruz mahallede. Kolboyun muhabbetlerindeyiz devamlı.Öğlenleri güneş altında tozla toprakla boğuşarak geçiriyor, akşam üstleri ise nezih geyik ortamına biraz kirli ve tozlu iştirak ediyoruz ikimiz. Diğerleri Japon oyuncakları gibi parıldarken, biz Rus pazarında satılanlar gibiyiz. Tabi bu sınıf farkı ilerleyen günlerde akşamüstü muhabbetlerinden kopmamıza neden oluyor.

Rahatlıyoruz aslında, küfürlü konuşabilmenin verdiği keyifle, sıkılıp bol beyaz gömleği üzerinden atan demokratlar gibi yabancılaşmaktan sıyrılıveriyoruz. Kudur kudurabildiğin kadar, sıç sıva sıvayabildiğin kadar. Özgürlük bu işte.

Doyasıya yaşıyoruz serseriliği. Kulakları hayli iri bir oğlan bu Taner. Bazen sırtıma çık diyor. Çıkıyorum onu kırmasız. Öyle bir koşabiliyor ki Arap kısraklarına inat, dizgin diye kulaklarını tutturuyor bana. "Sıkı tut" diyor. "Düşersin." Bense düşmemek uğruna kıpkırmızı ediyorum oğlanın kulaklarını. Onun aldırdığı bile yok. Renk bayrak kırmızısına dönüştüğünde daha kamçılanmış hissediyor kendini, süratini artırıyor. Koştuğumuz tarlanın yanından giden araçların her türlüsü ile yarışıyor.Trak- törleri neredeyse geçiyor. Oturuyoruz arada bir, dinlenmek için.Tohumsuz kendiliğinden yeşeren dikenlerin köklerini soyup yiyoruz meyve diye. Eşek hıyarlarını birbirimizin gözüne sıkmaca oynuyoruz. Gözümüze denk geldiğinde ise ovunup zırlıyoruz acısı geçene kadar. Sonra yine devam.

Haldun bizdeki bu cevheri anlamış olacak ki doğum gününe davet etti. An-nelerimizden aldığımız harçlık marifeti ile edindiğimiz hediyelerle saat birde onlarda olduk. Tarandık bezendik tabi biz de. Evin enteresan bir yapısı vardı. Terlikler kalem gibi sıralanmıştı antrede, Düz renkli, boydan boya kaplanmış halılar vardı her yerde. Bu da yetmiyormuş gibi kapı girişlerinde elips şekillerde küçük paspaslar vardı. Her odada farklı tarzlarda avizeler bulunuyor, insanın gözü çıplak ampüle hasret kalıyordu. Bir evde yerden abajur ve gündüz yanıyor olması bile bize garip gelmişti.

Kapıyı annesi açtı." Gelin gençler" dedi. Sanki bizim lisanımız ile konuşmuyordu." Gençler" ne demekti bizim için.

" Şey.. Haldun'un yaş günü ,kem küm demeye kalmadı reveransla bizleri salona doğru yönlendirdi. Yaylana yaylana reveransa eşlik eder gibi, ortaçağ balo salonlarına girer eda ile süzülüverdik içeriye.

Haldun, yerden ayaklı bir abajurun ışığına sığınmış. ilk kez giyilmiş rugan terliklerin altı kayarlığının verdiği rahatlıkla, elips şeklindeki paspasın sınırlarını taşmamaya özen göstererek topaç gibi dans ediyor, ilk gelen enayiler bizler olmamıza rağmen göz göze gelmemeye gayret ederek sıralı hareketlerini sürdürüyordu. Annesi ise topacına bakarken içinden " Bunu ben doğurdum" diyordu.

"Merhaba Haldun" dedik...
"Selam" dedi .. kısaca.
Pek bir anlam veremedik ama, koca salonun bize en yakın üçlü koltuk ucundaki tek kişilik bölmeye çörekleniverdik iki kişi, hediyelerimizle. Daha sonra benim göz itmemle Taner hafiften uzanıp sehpanın en yakın köşesine bıraktı elindekini, aynı hareketi tekrarla ben de onunkinin üzerine. Bizlere düşeni yapmış, gerisini ana oğul organizasyonuna bırakmıştık. Annesi, el ve gözleri ile "Hadi ..hadi. Siz de .." der gibi bir işaret yapıp mutfağa seyirtti. İçi içine sığmıyor , oğlundan daha sevinçli rolü yapıyordu.

Utangaç, terbiyeli, kurabiye çocuğu halimize aldanıp anlamıyoruz sanıyordu rol yaptığını , yada aklınca adam yerine koymuyordu. Kaçın kurası olduğumuzu his ettirmemekle, en iyi yardımcı erkek oyuncu Oskarının iki adayı , bizden başka kimler olabilirdi.

Birazdan ağızları dolu laf ile , bir sürü kız çocuğu geldi. Bizimle genç olan anne birden bire çocuklaşmış neredeyse çocukla çocuk olmuştu. " Aman da .. aman. " diyordu. "Hanimiş benim güzel kızlarım?.."

İkişer parmak kurdeleleriyle rengarenk kızlar evin koltuklarına bir anda dağılıverdiler. Getirdikleri parlak kağıtlı hediye paketlerini gelişi güzel fırlattılar büyük orta sehpasının üzerine. Ortamda derli toplu duran biz ve hediyelerimizdi üst üste.

Bir müddet kızlar birbirlerine cıvıldadılar. Daha önce bu eve girip çıktığı belli olan bir ikisi mutfakta teyzeleriyle, annelerinin her gün kullandığı kelimeleri de kulla-narak lafladılar. Bizim ise ya sıkıntıdan yada ortama uyum sağlamamızdan olsa gerek,sağ ayaklarımız müziğin ritmine uygun tempo tutmaya başlamıştı. Adımız artık, "çılgın partilerin gençleri" olarak anılacaktı. Haldun, annesinin yazdığı senaryoda ki rolüne bire bir riayet ediyor, ezberinin dışına hiç çıkmadan , tuluatsız tamamlamak istiyordu sahnesini.

Annesi onu sustalı maymun gibi terbiye etmiş, yaşamının görünür kısmına tamamen egemen olmuştu. Oğlan gazını bile annesinden izinsiz bırakamıyordu. Kitaplarının, cilt kağıdının deseninde bile anasının parmak izleri gizliydi. Pembeli, uçuk mavili kıyafetleri ile mutlu bebekler, kelebek dudaklı gelinler ve puf böreği damatlar. Dokuz yaşında bir erkek çocuğunun tercihlerinden hayli uzaktılar.

Arkası yarın

Kıvanç Gülhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Filiz Mercanköşk

 Şair Kahveci : Filiz Mercanköşk


  SAAT YÖNÜNDE - Bölüm 2 -

Tamer öyle heyecanlanmıştı ki, bakışları, benzer bir heyecanın, şaşkınlık veya sevinme türü bir şeylerin izlerini görmek için gezindi kadının yüzünde. Maalesef aradıklarını bulamadı. Bu nedenle olacak hayıflandı hep böyle soğukkanlı, umursamaz mıdır bu kadın diye. Kızgınlığının ardında bir nevi hayranlık, biraz da aşırı heyecanına bozulma olduğunu kendine itiraf ettiğinde duygularının anlamsızlığına şaşırdı. Ne hakkı vardı beklenti geliştirmeye. Hepsi hepsi ilk kez karşılaştığı bir insanla, iki kartpostal üzerine yapılan iki cümlelik söyleşiden öte bir şey değildi paylaştıkları.

Bıyıkları yeni terlemiş gençler gibi davranıyordu. Bu tesadüften bir aşk çıkaramayacağını anlayacak kadar gerçeklerin farkındaydı. Yüreğinin kelebek kanatlarını paketleyip dolabına yerleştireli çok olmuştu. O günden bu yana gerçek hayatın gerçek ilişkilerini, yani doğru olanı yaşıyordu. Artık ütopik bir aşk düşlemiyor, olayların ve hislerinin akışına izin veriyordu. Doğa kadın ve erkeğin bedenine çekicilik yerleştirmiş ve birlikteliği o denli zevkli hale getirmişti ki buna ayak diremek imkansız olmadığı gibi anlamlı da değildi. Bir çok sabah saçlarının arasında gezinen yabancı elleri farkederek uyanmış, her hangi bir anda ve yerde yerini yeni bir beden almıştı.

-Merhaba. Ne hoş bir tesadüf.
-Merhaba.
-Adım Tamer.
-Memnun oldum, benTuna.


Son derece keyifli geçen yolculukları boyunca epey konuştular. Tuna resim yapıyor danstan ve okumaktan hoşlanıyordu. Hatta kahkahalarla gülüyor fakat kendine hakim halinden hiç ödün vermeden hızla ciddileşiyordu. Suskunlaşıyor, ansızın konuşmaya başlıyor ve genelde ilginç şeyler söyleyerek Tamer'in kafasını karıştırıyordu. Sıradan nesneleri anlatım biçimi sıradışıydı. Neredeyse oradan oraya fırlatarak özensizce kullandığı çantasına, incinmesinden korktuğu bir dostuymuş gibi nazik davranabilirdi Tamer. Dudakları serçe serçe açılıp kapanıyor, gözleri bir kısılıp bir büyüyor, bakışları Tamer'le buluştuğunda etraftaki her şey ya donuyor ya harekete geçiyordu. Bir de Tuna bir şirkette satış müdürü olarak çalışıyordu. Perisi hakkında öğrendikleri, bildikleri topu topu bu kadardı.

İnişe bir saat kala hostesler servise başlamışlardı.. Tuna sadece kahve ve üç şeker aldı.
-"İştahımı ay çöreklerine saklıyorum" derken yüzünde hınzır çocuk gülümseyişi, gözlerinde Tamer'in o ana kadar görmeyi arzuladığı ve göreceğini hiç ummadığı mutlu bir kadın vardı. Bütün kontrollerinden, soğukkanlılığından ve hayatın öğrettiklerinden sıyrılmış, sade, sapsade bir kadın. Uçakta ilk karşılaştıklarında gözlemlediğinin tam tersi bir kadın.

-Ayçöregi mi dedin? Ne yani ayçöreği mi dağıtıyorlar her zaman?
-Hayır uçakta değil, inince.

Yaklaştı. Çok gizli bilgiler veren bir dedektif edasıyla etrafını yokladı önce ve gözlerini kısarak fısıldadı.

-Çok sevdiğim ufak, gösterişsiz bir dükkanım var benim. Bundan dört önceki gelişimde keşfettim. Güzel ayçöreği yapıyor işleten hanım. Çay hep taze. Her defasında yarım saatimi orada harcarım.

Gülüştüler.

-Sakıncası yoksa benimle paylaşır mısın keşfettiğin ayçöreği adasını?

-Deneriz bir şeyler.

Sadece yarım saatimiz var dedi Tuna. Beraber dükkana gidip çayın yanında ayçöreği yediler. Tamer kendinden bahsetti o arada. Başlayıp bir türlü devam edemediği içinde aşkın da bir parça yer aldığı romanından yakındı. Belki dedi, epeydir uzağımda aşk, bu yüzden olmuyor. Aşktan bahsettiğine sözlerini bitirir bitirmez pişman oldu ne yazık ki. Tuna'nın çocuk gülümseyişi yerini dalgın, ciddi bir ifadeye terketti. Yüzünde buz dağları belirdi. Okyanuslar kadar büyük, üşüten, yalnız ve koyu mavi bir dünyaya dalmış gibiydi. Boğazına kılçık tıkanmış dünya ise, hayat ve ölüm arasında çıpınırken, Tuna'nın konuşmaya baslamasıyla yeniden nefes aldı. İnce belli çay bardağının ağzında parmaklarıyla daireler çiziyor, öne eğik başını kaldırmadan anlatıyordu.

-Kelimelerin bildiklerini unuttuğu ya da ustaca konuştuğu sınırsız ve en karmaşık dünyadır aşk. Kendini son bulduğun yer başladığın noktadan öyle farklıdır ki. Bu yüzden aşk üstüne konuşmak, yaşayacağım diye çırpınıp durmak boşa zaman harcamaktır benim kanımca. İki kişi arasında savrulup duran duygu çıkmazlarından daha anlamlı geliyor mutlu ettiğim bir insanın yüzünde gördüklerim.

Eski bir sandıktan naftalin kokuları geliyordu Tamer'in burnuna.

Devam edecek

Filiz Mercanköşk
fmercankosk@yahoo.com.au
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Gülendam Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.758 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Kelimelerin Sarhoşluğu

kelimeler sarhoş olmuş
salınarak geziyorlar aşk dizelerinde
devrilip devrilip kalkıyorlar
düştükleri mısralardan
yürüyorlar hece hece
kafiyesi olmayan gecede
harf olup sızıp kalıyorlar
şiirin koynunda.

Erol Ayyıldız

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

Cep telefonunuzun pilini şarj etmek için ne kadar bekliyorsunuz? Hadi bakalım bu sefer sizlere Tokyo'dan bir haber. ...Toshiba'nın Yeni Şarj Edilebilir Lithium-Ion Pili Yalnızca Bir Dakikada Şarj Oluyor... Yazının devamı http://www.toshibatr.com/haberler.asp?no=47 kısayolunda. Bu teknoloji çok yeni ama 2006 yılından itibaren pazara sunulacakmış.

...Mutfak soğuk değildi; dışarıdaki kara rağmen. Yumurta aklarını telle çırpmadan önce unu bardağa doldurdu. Ölçü iki bardaktı galiba. Kır düşmüş saçlarını eşarbıyla alel acele topladı. Yumurtalara toz şekeri karıştırıp (iki bardak) çırpmaya koyuldu. Oluşan akımsı, yapışkan sıvıya unu ve vanilyayı ekleyip, yeniden çırpmaya koyuldu... Bu öykünün tamamı ve diğerleri için http://www.yitikulke.com

Bir web sayfada ne ararsan var deniliyorsa, biraz şüphelenmek gerek. "Gel abi gel fal var, fıkra, animasyon, güzel resimler, telefon rehberi, yemek tarifi, davul tozu, minare gölgesi, ne ararsan burada." diye bas bas bağıran http://www.neyokki.com ve ne var sende diyenlere ne yokki diyen bir site.

İnternet ortamından Türkçe radyoları dinlemenin en kısa yolu http://www.yayinonline.com

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Picasa2 [3.16 MB] All Windows Free
http://www.picasa.com/download/download_exe.php
Google tarafından üretilip dağıtılan harika bir resim programı. Standart bir kullanıcı için yapmadığı tek bir şey yok. Yani fazlası var eksiği yok. Bilgisayarında resimlerle oynayan herkese tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050602.asp
ISSN: 1303-8923
2 Haziran 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com