|
|
|
16 Haziran 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Havalar da bir öyle bir böyle!.. |
Merhabalar,
Efendim, günü epeyce geç bir saatte kabaktan arabanın şöförlüğünü yaparak sağ salim bitirdim ama ben de bittim. Prenses kepini attıktan sonra, dün gece de balosuna katıldı. Tabi kabaktan arabanın şöförlüğü de bendenize düştü. O nedenle saat 2:00 sularında oturduğum matbaanın başından hızla ayrılıp gitmeliyim. Havadan sudan bir başlık atıvermişim, kusura bakmayın olur mu? Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Garın Delisi Saliha
Hani her şehrin, her mahallenin, neredeyse her sokağın bir delisi vardır ya, işte Saliha Teyze de bizim garın delisiydi. Zararsız, kendi halinde biri. Ara sıra kendi kendine bir şeyler mırıldanırdı o kadar.
Aslında deli miydi, değil miydi bilmiyorum ama herkes ona deli kimliğini takmıştı bir kere. Belki de, artık o bile benimsemişti deliliği ve rol yapıyordu. Kim bilir?
Saliha Teyze (bu onun gerçek adı mıydı, yoksa Saliha, ona yakıştırılmış bir ad mıydı bilemiyorum) her gün, gün doğumuyla birlikte gara gelirdi. Akşamları da mesai bitim saati gibi, 6'da ayrılırdı gardan.
Kimse onun neden hep aynı saatlerde buraya gelişini, aynı saatlerde terk edişini hiç merak etmedi. Ne de olsa deliydi, ne yapsa yeri vardı; ama ben merak ettim. Gerçi ettim de ne oldu?
Gecenin bir yarısı üniformamı ve düdüğümü alıp elime, gara gelirdim. Bazen de sabahları başlardım işe. İş saatlerim belli olmazdı. Ama ne zaman Saliha Teyze'nin mesai saatlerine denk gelsem mutlaka karşılaşırdık. Karşılaşırdık ama hiç konuşmazdık. Sadece benimle değil, kimseyle konuşmazdı.
Her zamanki yerinde oturuyor bulurdum onu. Kışın içerideki bekleme salonunda, güzel havalarda ise trenin gelişini rahatlıkla seyredebileceği bir bankın üzerinde.
Nerede olursa olsun aynı bakışlar vardı etrafı çizgili gözlerinde. Derindi çizgiler. Ağzının kenarındakiler bir zamanlar ne kadar mutlu bir insan olduğunun belirtisiydi belki de. Ama şimdi ne kadar da puslu ve umutsuz bakıyordu gözleri.
Garı terk etmeden önce ağlardı zaman zaman. Zayıf bedeni öyle şiddetle sarsılırdı ki! Haykıran hıçkırıkları duyulmazdı. Ufak ve sarsılan bedeniyle ağır ağır terk ederdi garı.
Yanına gidip konuşmayı çok istedim ama yapamadım. Neden bilmiyorum ama yapamadım işte. Belki de deli olduğunu düşünmeyen ben bile inanıyordum artık onun deli olduğuna. Deliydi ve bana uydurma hikayeler anlatacaktı. Ben de zamanımı boşa geçirecektim belki de. Hem öğrensem ne olacaktı yardım edebilecek miydim? Madem edebilecektim bunca zaman neden bekledim?
Serin bir sonbahar akşamıydı. Her zamanki gibi geziniyordum garın içinde. Trenin gelmesine daha bir saate yakın zaman vardı. Gereğinden fazla sakin bir akşamdı.
Yavaş yavaş bilet almaya ya da yolcu karşılamaya gelenler üçer beşer yerleşiyorlardı bekleme salonuna. Her zamanki yerinde oturuyordu Saliha Teyze yine acıklı gözleriyle. Öyle dalmıştı ki derinlere, taştan yapılmış heykel gibiydi bedeni. Başını öylesine dik tutmasa öldüğünü düşünecektim. Gözlerini, düşündüğü, hayal ettiği manzaradan bir saniye bile ayırmak istemiyormuş gibi bir hali vardı.
Her zamanki kıyafetleri vardı yine üzerinde. Ya kirden ya da yıllardır aynı kıyafeti giydiğinden, ne kadar gri gibi görünse de, gözlerinin rengini ortaya çıkaran mavi bir elbise vardı üstünde. Üzerindeki minik çiçekler artık belli belirsiz bir hal almıştı, neredeyse yok olmak üzereydi. Uzaktan fark etmesi neredeyse imkansızdı. Dizlerine kadar uzanan ve ona yakıştığını düşündüğüm bu entarini altındaki incecik bacakları o kadar takatsizdi ki, neredeyse kırılacakmış gibi geliyordu insana. Ara sıra başını örttüğü bir yazması vardı. Ama genellikle boynuna atıp, şal niyetine kullanır, yalnızca çok serin havalarda başını örtmeyi yeğlerdi.
Elbisesinin üzerinden silinen çiçekler gibi siliniyordu gözlerindeki anlam. Her geçen gün biraz daha puslu, her geçen gün biraz daha karanlık.
Saliha Teyzeyi düşünüp, garda volta atarken, zaman ne kadar da çabuk geçmişti. Trenin gelmesine on dakika kala çıktı işte Saliha Teyze dışarı ve her zaman oturduğu banka geçti. Serindi hava, kirden yapışmış gri saçlarına eşarbını taktı.
Heyecanlıydı sanki. Yerinde duramaz bir hali vardı. Ya da tedirgindi belki de. Bilemiyorum. Göz ucuyla incelemeye çalışıyordum ama incelediğimi de fark etsin istemiyordum. Deliydi belki ama ne de olsa insandı. Deli olması alınmaması anlamına gelmiyordu. Belki de herkesten daha çok alınırdı.
Salondan yavaş yavaş dışarı çıkanlar doldurmuştu garın önünü. Birkaç dakika vardı trenin gelmesine. Uzaktan büyük bir ihtişamla görünüyordu dumanı. Düdüğümü çalmaya başladım.
Ne garipti. Bazen bu ses birilerine mutluluk, birilerine acı veriyordu. Her ne olursa olsun hep güzel bir haberin müjdecisi gibi her seferinde daha gür çalmaya çalışıyordum düdüğü.
Tren gara geldi işte!
Sevdiğine kavuşanlar, sevdiğini geride bırakanlar, memleketini terk edip yeni bir kente göçmüş aileler, askerler, ne de çok insan vardı.
Çok seviyordum bu insan kalabalığını izlemeyi. Ama en çok da Saliha Teyze'yi..
Heyecanla kalktı yine yerinden. Kalabalığa karıştı. Tek tek bütün vagonların kapısına baktı. Başını öyle bir uzatıyor ve her seferinde öyle çaresizce büküyordu ki..
Kaybettim sandım bir an onu kalabalığın içinde. İşte orada yine, gözü yaşlı duruyordu. Başını sağ tarafa bükmüş, gözlerinden akan yaşlar yere damlıyordu. Ellerini karnının üzerinde birleştirmiş çaresiz bir hali vardı. Kavuşanlar, hasret çekenler, ayrılanlar derken yavaş yavaş sakinleşmişti işte gar. Herkes karanlığa doğru yol almaya başladı.
Eve gitme vakti gelmişti benim de. Saliha Teyze gitmeden eve gidemezdim. Yardıma ihtiyacı olsa hemen yanında olmalıydım. Biliyordum deli diye mahallenin zibidi çocukları yine hırpalayacaklardı onu. Taş atanları görmüştüm bir keresinde. Kovalamıştım. Bazen sıska bacakları mosmor gelirdi.
O gidene kadar en iyisi yine garın önünde volta atmaktı. Tam o sırada biri arkamdan sessizce yanıma yaklaştı ve koluma dokunup;
-'Ahmet, oğlum!' dedi.
Saliha Teyzeydi bu. İlk defa konuştuğunu gördüm. Ne garip, anlamsız gözleri ne kadar da anlamlı bakıyordu. Işıl ışıl.. Heyecanlandım. Ne demeliydim? Ne cevap vermeliydim bilemedim. Uzun bir süre bakakaldım. Belki de uzun değildi, sadece bana uzun geldi bilemiyorum. Ama anlamlı bakışlardı işte. Hani bir bakış bin ömre bedel olanlarından. Demek beklediği kişi oğluydu. Ahmet!!
-'Efendim?' diyebildim sadece. O da öyle sessiz ve korkak çıkmıştı ki ağzımdan, duyup duymadığına emin olamadım.
-'Biliyordum. Bu anın geleceğini biliyordum.' dedi ve incecik kollarıyla sımsıkı sarılmaya çalıştı. Öyle zayıftı ki bedeni. İncitmekten korktum.
Ne demeliydim? Acaba gerçeği söyleyip, ben Ahmet değilim diyerek onun hayallerini mi yıkmalıydım ya da yalan söyleyerek, kendimi bir oyunun içine atıp, onu mutlu mu etmeliydim? Kararsızlık.. Off ne kötü.
Beni tanımış olabilir miydi? Garın delisiydi ya hani, belki de delice bir şaka yapıyordu bana. Bunca zaman tek bir kelime konuşmamıştık belki ama defalarca bakışmıştık. Beni tanımaması imkansızdı. Ya da gerçekten tanımıyordu. Düşünme yetimi kaybettim sanki.
-'Bekleyeceğini biliyordum' dedim.
-'İnanmadım onlara oğlum. Babana da inanmadım, kimseye hatta!! Öldü dediler. Gelmeyecek dediler.
Sanki dün gibi değil mi? Buradan yollamıştım seni askere. Kahrolası savaş çıkmasaydı ne kadar da çabuk gelecektin halbu ki. Ne kadar geç kaldın be Ahmedim. Bekledim… Hiç yılmadım… Ölmediğine bir tek ben inandım.'
-'Olsun be ana, döndüm ya.' sımsıkı sarıldım ona.
İçimden ne geçiyorsa dökülüyordu kelimeler ağzımdan. Artık bıraktım kendimi. Nereye giderse oraya sürüklüyordu bizi.
-'Takatim yok. Gel şuraya, seni yıllarca üzerinde oturup beklediğim banka oturalım.'
'Peki' deyip oturduk birlikte.
Saatler geçti bankın üzerinde. İçimize işleyen rüzgar bile üşütemedi bizi. Çay içtik birlikte. Simitçideki son bayat simitleri aldık. Saatler geçti belki birlikte ama sanki yılları paylaşmış gibiydik. Yıllardır konuşamamanın verdiği hasretle hiç susmadı. Anlattı, ağladı…
Ama mutluydu. İlk defa gülümsüyordu.
Biten çaylarımızı tazelemek için içeri gittim. Bir koşu geldim yalnız bırakmamak için onu.
-'İşte geldim hemen.' dediğimde, uzakta kalan bakışlarını bana çevirdi. Yine o anlamsız bakışlar, yine puslu gözlerle baktı bana.
Tanımadı beni.
-'İstemem.'dedi korkak bir ifadeyle. 'Gidiyorum zaten şimdi.'
-'Al iç teyze, için ısınır.'
-'Peki' deyip yavaşça ve korkak hareketlerle aldı çay bardağını elimden. Beni tanımadı. Yine kendi dünyasına daldı.
İçtiği çaydan daha çok içini ısıtmıştım, biliyordum. Gözlerindeki ışık, gülümsemesi, yaşamını anlattığı saatler... Her şey silinmişti. Benim içinse asla silinmeyecekti.
Çayını içtikten sonra yere bıraktı çay bardağını, yavaş ve güçsüz adımlarla uzaklaştı garın büyük kapısından. Kocaman kapıdan geçerken, yine ne kadar küçük ve ne kadar çaresiz görünüyordu.
Ertesi gün sabahın ilk saatlerinden gün bitimine kadar gözlerim garın delisi Saliha Teyzeyi aradı.
Ama o gelmedi.
Belki de bir daha hiç gelmeyecek.
Ama biliyorum en azından mutlu ölecek.
Dilek Sökmek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan SEVGİ ANITI DT. EDİS BENGİ AKYÜREK |
|
Romancı Orhan Pamuk'un 'Yeni Hayat' romanı,"Bir kitap okudum. Hayatım değişti." cümlesiyle başlar. Bir çok insanın yaşamında buna benzer çarpıcı olaylar vardır. Tanımaktan büyük onur duyduğum insanların başında, diş hekimi Edis Bengi Akyürek gelmektedir. Onunla yaşadıklarımın hayata bakışımı değiştirdiğini söyleyebilirim.
1994 Eylül'ünde, Almanya'da öğretmenlik görevimle beraber beni nelerin beklediğini doğrusu düşünemezdim. İlk aylarda tanıştığım Alman meslektaşım Peter, bir gün beni dost olduğu bir Türk ailesiyle tanıştıracağını söyleyince, şaşırmış ve garipsemiştim. Öyle ya, beni bir Alman ailesiyle tanıştıracağı yerde, bir Türk ailesiyle tanıştırıyordu. Kararlaştırdığımız günü iple çekmiştim.
Peterlerin geniş salonunda, karşıma kısa boylu, tıknaz, sarışın ve güleç yüzlü bir beyefendi çıkageldi. Yanında her haliyle Anadolu kokan zarif eşi vardı. Kısa bir tanışmanın ardından, yıllarca sürecek bir dostluğun temeli atılmıştı. Daha sonraki günler, sıklaşan ziyaret ve görüşmelerimizle Edis bey, önce arkadaşım, sonra da diş doktorum olmuş; ayrıca adını "Gemeinsam" koyduğumuz yayına önder olmuştu. Akyüreklerin olağanüstü ilgi ve dostluğu ile görevimi çok rahat bir şekilde tamamladım.
Neydi bu aileye beni bağlayan özellikler?
Bazı insanlar vardır, doğuşuyla birlikte çevrelerine verici olurlar, öyle eğitilmişlerdir. Edis Bengi de bu niteliklere sahip bir ailede yetişmişti. O, işine bağlılığı ve insanlara olan sınırsız sevgisiyle; kimi zaman bizim kolayca kızıp, darılacağımız bir konuda bile, affedebilmek için türlü bahaneler buluyor, yüzünden hiç eksiltmediği gülümsemesiyle konuyu geçiştirebiliyordu.
Liseyi Bursa'da tamamlayan Edis abi, dişçilik eğitimi için geldiği Almanya'da bir süre asistanlık yaptıktan sonra kendi muayenehanesini açarak Almanya'ya yerleşmişti.
Bursa'nın köklü ailelerinden Akyüreklerin ilk evladı olarak dünyaya gelen doktor, küçük yaşlardan itibaren, özellikle amcasının belediye başkanı olması nedeniyle politik ortamı tanımış, toplumsal konulara merak salmasına yol açmıştır. Ailenin entelektüel yapısı, onu toplumu ilgilendiren hemen her konuda araştırmaya ve okumaya yöneltmiş; ömrü boyunca da kitapları elinden düşürmeden kendini sürekli yenilemeye çalışmıştır.
Almanca'yı ve Bavyera lehçesini ana dili gibi konuşan doktorum, ayrıca İngilizce ve Italyanca'yı da yazıp konuşabiliyordu. Son yıllarda ise Kuran ve Arapça öğrenmeye kendini vermişti. Hatta bu amaçla ölümünden üç ay önce yaşlı annesiyle Mısır'a iki haftalığına gitmişti. Yıllardır sürdürdüğü amatör radyoculuk sayesinde hem dünyayla entegre oluyor, hem de öğrendiği dilleri kullanma şansını elde ediyordu. Ne zaman dağa bayıra çıksa mutlaka dünya radyolarını, özellikle BBC'yi dinlediği radyosunu yanında bulundururdu. Onunla konuşmak, bir anlamda dünyada olan bitenden haberdar olmakla eş anlamlıydı. Aşırı duyarlılığı, onu, haksızlıklara kısa zamanda tepki verir hale getirmiş; elindeki tüm iletişim olanaklarıyla tepkisini dünyanın neresine olursa olsun duyurmaya çalışmıştır. O, sadece olumsuzluklara değil, kendisini sevindiren olaylara ve insanlara karşı da cömertçe sevgisini göstermiştir.
GEMEINSAM ÇIKIYOR
Söz uçar, yazı kalır! Uzun yıllar boyunca bu ilkeye sadık kalarak, ülkemde bir çok konuda yazılar yazmıştım. Şimdi ana yurdumdan binlerce kilometre uzakta, yabancı bir ülkedeydim. İçimdeki yayımcılık ateşi hâlâ sürüyordu. O sıralar kafamda olanaksız gibi görünen Almanca dilinde bir yayının, Edis abiyi tanıdıktan sonra gerçekleşeceğine inandım. Kendisine bu fikrimi açtığımda, tereddütsüz "Haydi, yapalım" demesiyle Türkçe'de "beraber, birlikte" anlamı olan 'Gemeinsam' ortaya çıktı. A4 boyutunda dört sayfalık gazetemizi 8 sayı çıkarabildik. O güne değin teşebbüs edilmeyen bir işi başarmıştık. Bu yayınla kendi çapımızda bir ses getirmiştik. Gemeinsam'la ilgili bir anımı yeri gelmişken anlatayım.
Gazetemizin birinci sayfası benim, üçüncü sayfası Edis abinindi. Dördüncü sayfası ise Süheyle hanımındı. Edis abi Almanları çok iyi tanıdğından her yazısında onların bam teline basmaktan hoşlanıyordu. Son yazılarından birinde deyim yerindeyse, kantarın topuzunu kaçırmış, Almanlarla alenen dalga geçmişti. Gazeteyi benim adres listemde bulunan Alman meslektaşlara postalıyorduk. İlçe eğitim müdürü, aynı zamanda müfettişliğimi yapan Herrn Weingartner'di. Ona da gönderiyordum. Sözünü ettiğim sayıyı yolladıktan bir kaç gün sonra müdür beyden çağrı aldım. Konuyu anlayınca Edis abiye gittim. Durumu anlattım. Rahmetli güldü,
-Ömer, tamam, bi daha ölçüyü kaçırmayız, dedi. Müdür beye randevu saatinde gittim. Kapıda karşıladı, montumu aldı. Makam masasına geçmedi. L biçimindeki misafir koltuğunda yanyana oturduk. Kibarca söylediği şu sözleri hiç aklımdan çıkmadı:
-Herr Akşahan, siz bizim fotokopi makinamızı, kağıdımızı kullanıyorsunuz, bir de üstüne üstlük bizi rencide ediyorsunuz.
Bu sözler karşısında kim olursa erirdi. Bir an, kendimi ülkemde düşündüm. Empati yaptım. Adam çok haklıydı. Öyle ya, onlar sizi öğretmen olarak istihdam edecekler, buna karşılık siz onlarla ince ince alay edeceksiniz! Bunu Türkiye'de bir yabancı yapsa ne olurdu, düşünmek bile istemem doğrusu...Müdür beye, Edis beyle konuştuğumu, böyle bir yazının tekrar etmeyeceği garantisi verdim. Çıkışta gene aynı nezaketle montumu tuttu, kapıdan öyle uğurladı. Yurdumda ise hiçbir yöneticim bana böyle davranmamıştı...
Şimdi bu çalışmamız, dostlarımın koleksiyonunda güzel bir nostalji olarak yer almakta! Yurda kesin dönüş yapınca İzmir Goethe Institut'e de bir takım armağan ettim.Umarım bir gün inceleme konusu olur.
MODERN EVLİYA ÇELEBİ!
Seyahat etmek onun en büyük tutkusuydu. Ayrıca dağa çıkmak, tırmanış yapmak, o iri gövdesine rağmen ona büyük keyif veriyordu. Dağcı sopası, bez şapkası, minik el radyosu ve sırt çantası yaşamının temel demirbaşları arasında ön sırada gelirdi.
Çalışma odasının bir köşesinde munis bir kedi gibi, büyük dünya atlası hep açık durur, okşanmayı beklerdi.
Askerliğini Hakkari'de yedek subay diş hekimi olarak yaptıktan sonra, bu bölgeye ve insanlarına olan ilgisini ölünceye dek sürdürmüş; her fırsatta doğu ve güneydoğu Anadolu'ya geziler yapmıştı. Son seyahatlerinden birini de dostu coğrafya profesörü Doktor Ernst ile GAP bölgesine yapmıştı.
1997 yılı 3 Eylül günü telefonda tanıdık bir ses, "Ömer, Ödemiş'e geliyoruz" deyince, ailecek sevince boğulmuştuk. Peter'le Edis abi o yaz birlikte, erkek erkeğe, İzmir'den başlayıp Antalya'da sona erecek bir gezi planlamışlar. Böylece hem yeni yerler tanıyacaklar, hem de dostlarını ziyaret edeceklerdi. Peter'in demiryolu tutkusu yüzünden Ödemiş'e otorayla geleceklerdi. Alsancak garında Peter'in eski şimendiferin fotoğrafını izinsiz çekmek istemesi sonucu, bir anda iki kafadar kendilerini karakolda bulurlar. Konu, Edis abinin tercümanlığı, esprili tavırlarıyla tatlıya bağlanır. Yoksa yolculuk başlamadan biteceğini anlatırken ki kahkahaları gözümün önünde.
Ödemiş'te kaldıkları üç gün içinde Ödemiş Müzesi, Birgi Çakırağa Konağı, Birgi Ulu Camii, İmam-ı Birgivi mezarı, Gölcük ve Bozdağ'ı gezdik. Ayrıca bir yakınımızın sünnet düğününe katıldık. Düğün, Peter'in büyük ilgisini çekmişti.
Ayrılık günü gelip çattığında, onları Hamamköy üzerinden Aydın'a arbamla götürmeyi teklif ettim. Her ikisi de bu öneriye çocuklar gibi sevinmişti. Mevsimse incirlerin olgunlaşma zamanıydı. Giderken yolda ağaçlardan taze incir koparıp koparıp yedik. Bahçe sahipleri helal etsinler artık!
Hamamköy'de verdiğimiz çay molasında, yanımıza tanıdığım berber arkadaş geldi. Bu köy yıllar önce ortaokul müdürlüğü yaptığım bir yerdi. Edis abi berberle kısa sohbetin ardından traş olmak istemişti. Traşının ardından ödediği ücretseonlara çok komik gelmiş, aramızda gülüşmüştük. Bu esprinin altında esasen, Anadolu halkının gözü tokluğuna olan hayranlık duygusu yatıyordu. Aydın'daki hamam sefasıysa, ayrı bir alemdi doğrusu.
BİR İLLET YAPIŞIR SİNSİCE
İlk sinyal Ödemiş'te karın ağrısı şeklinde gelmişti. O, bu sancıları, yediği değişik yemeklere yorumluyordu. Ancak Almanya'ya geri döndükten sonra da benzer ağrıların devam etmesi üzerine konunun araştırılmasını ve testler yapılmasını özel doktoru istemiş. Sonuçlar, onun bağırsak kanserine yakalandığını gösteriyordu. Gerçek kendisine söylenmiş; kanserin iyicil olup olmadığını anlamak için de parça testi yaptırılmıştı. Herkes merak ve heyecanla parça testinin sonucunu bekliyordu. Sonucu öğrenmek için evlerine gittiğim gün, Süheyla Hanımın sokağa kadar taşan hıçkırıklarından, sonucu almıştım. Yüreğim çözüldü, yapabileceğim hiçbir şey yoktu, o an. Hıçkırılarımı içime gömerek, sessizce geldiğim evden yine aynı şekilde uzaklaştım. Herkes yıkılmıştı. O gün, herkes için kara bir gündü. Doktorların çok kısa ömür biçtiği bir dönem başlıyordu.
Bu kez sahneye Edis abinin 'nar tanesi, nur tanesi' Süheyla Hanım çıktı. Uzun yıllar büyük bir sabır, özveri ve sevgiyle kurulmuş yuvanın direği, can arkadaşı, sevgilisi olan adamı yaşatma kavgasına girdi.Hep yanında oldu, bir dediğini iki etmedi. Çünkü, onun, ancak sonsuz bir sevgi ve ilgiyle yaşayacağına inanmıştı. Bu acılı ve sancılı süreç iki yılı aşkın sürdü. Edis abi, hiç yıkılmadı; bizimle şarkı söyledi, oyun oynadı, şakalaştı, kahkaha attı ve güldürdü. Gezmeye devam etti. Dil kursuna gitme hayalleri kurdu. Hastalarına şifa dağıtmaya devam etti. Hayata öylesine bağlıydı ki; günün birinde aramızdan çekip gideceğini kimsenin düşünmesini istemiyordu sanki.
ACI HABER TEZ GELİR
Onu son görüşüm 5 Ağustos 1999'du. Almanya'daki görev sürem bitmişti. Bu çok sevdiğim insanlardan ayrılık günü gelip çatmıştı. Peter o gün hepimizi veda yemeğine almıştı. Onun yemekteki durumu, sancılarının sıklaşması, herkes gibi beni de endişelendiriyordu. İçimden, 'Tanrım Edis abimin ölümünü bana gösterme' diyordum. Ayrılık acısı ise çoktan yüreğime inmişti.
Yurda dönüşle birlikte yoğun bir trafiğin içine dalmış, tatil yapma fırsatı dahi bulamamıştım. Nihayet kızımın ısrarıyla Antalya Gazipaşa'ya gitmeye karar verdik. Gidişimizin ikinci gecesi, oğlumun telefondaki ağlayan sesi bizi duymak istemediğimiz o acı haberi iletiyordu. Doktorum, arkadaşım ve abim 9 Eylül günü hakkın rahmetine kavuşmuştu. Bu, yurda dönüşümün bir ay sonrasına rastlıyordu. Kızım da onu çok sevmişti; ancak çok istediği tatilin de zehir olmasına gönlümüz razı olmadığından acı haberi üç gün sakladık. Karımla birlikte duygularımızı içimize gömdük.
MUTLU BİR ÖLÜM
Ölümün mutlusu da olur mu, demeyin. O, içi gibi dışı da bir insan; ölümüyle dostlarını hem üzmüş hem sevindirmişti. Ölüme adım adım yaklaştığı günlerini ve ölüm anını Süheyla Hanımdan dinlerken, ona olan hayranlığım bir kez daha arttı.
Amerika'da geliştirilen son tedavi tekniğinin uygulanması amacıyla Passau hastanesine gittiğinde, mideden bağırsaklara geçişte problem yaşadığı görülmüş; bunun ya ameliyat ya da sonda ile düzelebileceği kendisine söylenmiş. Ameliyat, yüzde yüz risk taşımasına karşın, "Sonda ile ailemin yanında yaşayamam" diyerek, riski göze almış. Eşi, çocukları ve kardeşi Dr. Ersin Akyürek'i kıramıyarak, sondayı kabul etmiş. Ancak aynı gün, sancıları artmış, akabinde bilinci kaybolmuş. Tekrar gözlerini açtığında, eli Süheyla Hanımın ellerinde "Kelime-i Şehadet" getirerek ve sevdiklerine acıyla bakarak, yaşama veda etmiş.
O, şimdi, çok sevdiği İstanbul'da, Bakırköy kabristanında, şair Cenap Şahabettin'le komşu.
Sevgili dostumu, bir kaç satıla da olsa oğlu Kemal'in kaleminden uğurlamayı bir borç kabul ediyorum.
GÜLE GÜLE SEVGİLİ BABACIĞIM
Sonsuz bir sevgiyle besledin, bizleri güldürdün.
Hayatın zenginliklerini hep dolu dolu tattırdın.
Ufkumuzu genişlettin, gözlerimizi açtın.
Yarın ölecekmiş gibi yaşadın,
hiç ölmeyecekmiş gibi öğrendin, okudun.
Çeşitli yollardan gidip sonunda bilinçle,
Allah'ın yolunu buldun.
Ah, ne mutlu ettin bizi babacığım.
Eşine, evlatlarına yağmur bile dokundurtmadın.
Paranın kölesi değil, insanların hizmetçisi oldun.
Seni kaybettik babacığım.
Sonsuz acı geldi üzerimize, ama sen rahatsın,.
O, hayat dolu ruhun yaralanmıyor,
O, güçlü bünyen sarsılmıyor,
Vatanına yapılan hainlikler seni üzmüyor artık.
O, çok sevdiğin Türk halkının ezilmesine daha fazla dayanamazdın.
Ama emin ol, sevgili babacığım;
Senin, ah o çok sevdiğin karıcığını,
sana kavuşana kadar
tüm dertlerden uzak tutacağız.
Çünkü unutmuyoruz:
"Nar tanesi, nur tanesi
Süheyla Edis'in bir tanesi"
Her yerde sevgi çiçeğini açtırdın.
Hayatın doluluğunu tattırdın.
Hep insanları sevindirmeyi niyet ettin sen!
Her zaman yüreğimizde taşıyacağız, aramızda yaşatacağız.
Gerçekleri arayacağız, yalanlardan kaçacağız.
Haksızlıklara karşı savaşacağız.
Allah senden razı olsun,
rahmetini eksik etmesin.
Kemal Bengi
Edis abi, inandığı gibi yaşadı, yaşadığı gibi de inancını pekiştirdi. 60 yıllık yaşamına sığdırmaya çalıştığı sevgi çiçeklerinin yeşerdiğini göremese de, Kemal ile Annet'in çocuğu, ilk torunu Yunus Emre'yi kucağına alıp öpüp koklamıştı.
Tatlı sesi, kubbemizde hoş bir sadâ olarak çınlayıp, duruyor.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Özhan Bilgin Karşı Pencere |
|
Bu bizim; sessizce kıyıya ittiğimiz, görmezden ve yapmazdan geldiğimiz, yorulmaktan kaçınıp gözlerimizi kıstığımız ve çokça unuttuğumuz yanımızdı.
Edimsizdi, uğraşmadık.
Aynalar görmek için değil, bakmak içindi suretimize.
Ve biz bakakaldık.
Karşımızda pencereler açıldı.
Pencereler; bizim onlara bakıp anlamlar yükleyeceğimiz değil, anlamlar tüketeceğimiz yerler oldu hep.
İtalya'da çok beğeni kazanan Karşı Pencere (La Finestra di Fronte ) isimli filmde; hayatımızda sıkça yaptığımız tercihlerden örnekler ve bu tercihlerimizin yönlendirdiği yaşamlardan kareler yer alıyordu. Filmin en ilgi çekici bölümü; evli bir kadının pencereden kendi yaşamını izlemesiydi. O pencere, haftalardır gizli gizli izlediği ve içten içe aşık olduğu adamın penceresiydi.
Kadın adamın yanına gitti. Ve o evden kendini izledi.
Karşı pencereden kendinize baktığınızda ne gördüğünüz çok önemli. Bu size mutlaka yön verecektir. Ancak; hiç gidip görmeyi denediniz mi?
O kadın denedi ve karar verdi.
O günlerdir izlediği, hayranlık duyduğu pencereden, kendi yaşantısı çok güzel görünüyordu.
Oysa biz, başkaca hayatlara imrenerek baktık. Belki de, biz, başkaca yerlerden güzel görünüyorduk.
Hiç bu konuda zihnimizi yormadan gezinmek, öylesine yaşayıp gitmek; yani, sadece, evreni "sanrı" dan ibaret görüp bakmak ne kadar güzel? Nereye kadar güzel?
Ya sahte olan hangisiydi; baktığımız pencerelerden?
Hissetmeliydik, konuşmalıydık, yaşamalıydık. Nerde, nasıl, ne şekilde olursa olsun. Sahte olan; gördüklerimiz değil, gözlüklerimizdi. At gözlüklerimizi çıkardığımızda gördüklerimiz, ya da, karşı pencereden kendimize baktığımızda bulduklarımız, bizi daha yaşanılır hale getirmez mi? Bunun için çaba göstermeye değmez mi?
Filmdeki yaşlı adam, yorgun sesiyle haykırıyordu:
"Daha iyi bir dünyada yaşamak için çabalamalısınız. Sadece yaşadığınız için mutlu olmayın."
Nefes alıp verebildiğim her pencerede, her resimde, hayatın her köşesinde yaşıyorum,
çabalayarak..
Ama hissedebildikçe varım.
Ya siz..
Var mısınız?
Özhan Bilgin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ONDOKUZ MAYIS İKİBİNBEŞ
Hafta sonları doğa yürüyüşlerine katıldığımız grup, 19-Mayıs'a cumayı da katarak 4 gün için Kaz Dağlarına gideceklerdi. Dağlarda çadır ile geçirilecek 3 gece ve 4 kocaman gün. Gençliğimiz de bir iki defa yazları deniz kenarında çadır kurmuştuk, ama böylesi bir tecrübe ilk olacaktı. Dört gün boyunca dağlarda dolaşmak herkesin göze alabileceği bir şey değildi.
"Cuma günü resmi tatil olur mu?" diye sorduğum herkesten olumsuz cevap alıyordum. Resmi tatil olmaz, pek te çalışılmaz ama her odada bir kişi nöbetçi kalır diyorlardı. Beraber çalıştığımız arkadaşın 19-Mayıs için programı vardı. Bu durumda Cuma günü çalışacak nöbetçi kişi ben oluyordum. Ama içinizdeki umudu öldürmediğiniz sürece, ya da bir şeyleri çok istediğinizde birşeyler yardımcı oluyor inanın ki. İçimdeki sesi dinleyerek, sanki gidecekmişiz gibi hazırlıklarımızı yaptık. Otobüs biletleri ayırtıldı. Çadırlar, giyecekler ayarlandı. En kötü ihtimal Çarşamba günü biletleri açık bilete çevirmekti. Çarşamba günü beraber çalıştığımız arkadaş "Bizim program iptal oldu. Sen bir yerlere gideceksen gidebilirsin" dedi Kulaklarıma inanamadım. Ve gidiş hazırlıklarına hız verildi. Anlaşılan Kaz dağları güzelliklerinden bizi mahrum bırakmayacaktı.
4 günlük gezi programı kısaca şu şekilde yapılmıştı. Şehirler arası otobüs ile Altınoluk garajında inilecekti. İlk gün garajda indikten sonra günlük çantalarımızla kamp kuracağımız yere 6-7 saatlik bir yürüyüşle gelecektik. Çadırlarımızı tutulan bir jeep kamp kuracağımız alana getirecekti. Sabah çadırlar tekrardan toplanacak ve jeep e yüklenecekti. Jeep eşyaları kamp kuracağımız başka bir yere götürmek üzere hareket ederken biz oraya dağları, tepeleri aşarak gidecektik. Günde ortalama 6-7 saat yürüyecek, bu böyle 4 gün devam edecekti. 4 gün sonunda da hamam sefası ve güzel bir yemekten sonra Ankaraya dönüş.
Daha ilk günden bu işlerin göründüğü kadar kolay olmadığı ortaya çıktı. Profesyonel rehberimiz ile kamp kuracağımız yere akşam üzeri saat 18:00 gibi varmayı düşünürken yanlış bir tepeye tırmanma sonucu kamp yerine varmamız akşam 22:00 i bulmuştu. Bu arada bir yere (baca tabir ettikleri) tırmanmanın zor da olsa mümkün olabileceği, ama aynı yerden geri inmenin ise 3-4 kat daha zor olduğunu öğrenmiş olduk. Hatta yanımızda bir kaç parça ip ve hmslerimiz (kemerinizi ipe bağlayan çelik halka) olmasa kimbilir kaç saatte inme işini başarırdık. Tabii bu arada grubumuzun deneyimli lideri ve yardımcısının katkıları da bu inişin kazasız belasız gerçekleşmesini sağlamış oldu. Gece 22:00 den sonra çadırlar kurulup yemekler yendikten sonra derin bir uykuya dalındı. Uykuya dalmadan önce de çadırın dışında ıslanacak gibi olan (sırt çantası, ayakkabı v.s.) hiçbir şeyin bırakılmaması gerektiğini öğrendik. Bırakacaksanızda ona göre tedbirinizi alacak, bu tür eşyalarınızı büyük poşetler içine koyacaktınız. Büyük poşetlerimiz olmadığı için küçücük çadırımızda çantalarımızla sarmaş dolaş sabahı ettik.
Bütün gün boyunca çeşit çeşit kokular içinde, papatyalar, çiğdemler ve daha ismini bile bilmediğimiz onlarca çiçeğin arasında yürümek insanı sarhoş ediyordu. Yürüyüp yürüyüp bir tepeye çıkıp geldiğiniz yere şöyle bir baktığınızda o kadar yolu nasıl çıktığınıza inana mıyordunuz. Gerçek aşkın böyle bir şey olduğunu, insanın ayaklarının yerden kesildiğini hissedebiliyorsunuz. Yoksa o kadar yolu sırtınızda çanta yürümeyi, tırmanmayı, doğal engelleri aşmayı hayal bile etmek zor. Eşim ve ben oldum olası doğayı sevmiş kişileriz. Senelerce arada sırada da olsa hafta sonu yürüyüşlerine katılmaktaydık. Bu yürüyüşleri daha çok güzel havalarda ve normal spor giysilerimizle yapmaktaydık.
Genelde yürüyüşlere sabah erken kalkıldığı için ve de eşimin uykuyu biraz sevmesinden dolayı ben arada yalnız başıma katılmaktaydım. Bu senenin başında, Mart ayı içerisinde, yürüyüşe gidiyorum dediğim de eşim de istemeye istemeye ben de geleyim dedi. Ve o gün yürüyüşe başladığımızda yağmur başladı, yürüyüş boyunca da devam etti. Yağmurdan mı, yoksa bizim şansımıza mı ilk kayboluşumuzu yaşadık. Uzunca bir yürüyüşten sonra saat 21:00 civarında sırılsıklam bir şekilde ağlaya sızlaya dolmuşumuzun beklediği köyün bir dağ öncesinde ki köye varabildik. Orada ateşler yakarak ısınmaya ve de kurumaya çalışırken grubumuzun lideri bir arabaya binerek dolmuşumuzu almaya gitti. Eve döndüğümüzde saat gecenin bir yarısıydı.
Bu yürüyüşten sonra eşimin bir daha yürüyüş lafı etmeyeceğini düşünüyordum. Yanılmışım. 3 gün geçtikten sonra eşim "Bu hafta sonu yürüyüşe gitmiyor muyuz." demez mi? Yürüyüşe gitmesinegidecektik ama oyunu da kurallarına göre oynayacaktık. Uygun giyecekler, çantalar, batonlar alınarak bu aşkı daha yakından ve doyasıya yaşamaya karar verdik. Yürüyüş yaptığımız gruba bu hafta sonu bizde geliyoruz dediğimizde şaşkınlıkları görülmeye değerdi. O kayboluş ve ıslanıştan sonra onlar da bizden umudu kesmişlerdi. Şimdi hedefte Kaçkarlar ve Ağrı Dağları var. Çalışırken bu işleri yapmak biraz zor aslında ama bakalım nasıl yapacağız?
Kaz Dağlarına tekrar dönecek olursak, 2. gün uyandık. Sabah kahvaltılar yapıldı, çadırlar toplanıp jeep'e yüklendi. Ve biz yürüyüşe başladık. Rehberimize göre hava kararmadan zirveyi bulacaktık. Bize karşı tepelerde bir yerler göstererek çadır kuracağımız yeri aşağı yukarı tarif ediyordu. Yürüyüşe başladık. Oldukça da hızlı bir tempoda yürüdüğümüz halde zirveyi bulmamız ve çadır kuracağımız yere ulaşmamız yine akşamın 9 unu bulmuştu. Hava yine kararmış sis ve nem içinde çadırlarımızı fenerler yardımıyla kurabilmiştik. Bu arada profesyonel rehberlerin 15 dakikalarının 3 saat olduğunu da öğrenmiş olduk. Hayatta öğrenecek bir çok şey olması yaşamın en güzel yanlarından biri olsa gerek.
3.güne sisler içinde uyandık. Kahvaltı ve arkasından çadırları yükledikten sonra yola koyulduk. 2 gün aşırı yorulduğumuz için bugünkü yürüyüşün biraz kısaltıldığı ve en geç 16:00 sularında kamp bölgesinde olacağımız söylendi. İyi diyerek yola koyulduk. Zirveden aşağıya doğru indiğimiz için yürüyüş iyice keyifliydi. Hafiften yağan yağmur etrafımızdaki renklerin daha bir parlaklaşmasına ve kendimizi rüya aleminde hissetmemize neden oluyordu.
İki gündür ağzımız yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyor dolayısiyle orman içine girmeden, ağaçların şemsiye gibi koruduğu toprak ve taşlı yoldan sapmamaya çalışıyorduk. Kamp yerine 15 dakikalık bir mesafe kaldığında rehberimiz "Ben buraları iyi bilirim. Sizi kestirmeden, ormanın içinden, güzellikler arasından geçireyim" dedi. Güzellik olunca boynumuz kıldan ince diyerek rehberimizi takip ettik. Ve tahmin ettiğiniz gibi yine 2 saat sonra kaybolduğumuzu anladık. Epeyce bir saat sonra orman içine girdiğimiz başlangıç yerine vardığımızı anladık. Dönüp dolaşmış ama sonuçta kaybolmamıştık. Son akşamda konaklayacak yere vardığımızda saat yine 21:00 civarındaydı. Bugünkü dersimizde de kestirme yollardan uzak durmamız gerektiğini öğrenmiş olduk.
Sabah kalktığımızda başka bir sürpriz bizleri bekliyordu. Bütün gün ıslanan jeep'imiz sabah iflas etmişti. Kahvaltıdan sonra sabah sporu olsun diye biraz itekledik ama çalışmaya hiç niyeti yoktu. Jeep'i şöforü ile bırakarak yürüyüşümüze devam ettik. Ayı deresi denen harika bir yerde öğle yemeği molası verdiğimizde rehberimizin Zeytinli Belediyesinden destek kuvvet talep ettiğini ve bir pkapla jeep'imizi kurtarmaya gittiğini öğrendik. 2-3 saat daha yürüdükten sonra belediyenin bir midibüsünün de bizi almaya geldiğini gördük. Bundan böyle en sevdiğimiz Belediye Başkanının hangi beldenin ki olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Midibüs hamamın önünde bizi indirdikten sonra rehberimiz yeni bir minibüs ile geldi. Doğruca ağaçlar içinde bir lokantaya kapağı attık. Bütün yaşananlar unutulmuş bir dahaki sefere nereye gidileceği konuşuluyordu.
F.Karaege faik@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) BİR HAYAT & BİR HİKÂYE...(ÜÇ) (1) |
|
"Böyle Bir Kara Sevda..."
O benim ilk aşkım. Sanırım bunu ilk kez itiraf ediyorum. Daha aşkın ne demek olduğunu bilmezken, kalp çarpıntılarıyla yolunu gözlediğim ilk adam o... babamdan sonra. Hani, kızlar babalarına bağımlıdır ya çocukken, hayallerini hep babaları süsler. Benim hayallerim biraz karışıktı. Kendimi iki dev aşkın ortasında kalmış hissediyordum. Sonra nasıl bir matematik hesabı yapıp ikisiyle de uzlaştım bilmiyorum ama, üçümüz bir araya geldiğimizde sorun çıkmadığını, gayet de iyi anlaştıklarını gördüm. Babam ve Kara Kaşlım ve ben. Heyt be! Müthiş bir denklemdik. Tabii o zamanlar ben sayı saymayı, hatta denklem kurmayı dahi bilmiyordum. İkisinin ortasına geçer, bir kolumu babamın, diğerini Kara Kaşlım'ın omzuna atar, bir onun, bir öbürünün yanaklarını öperdim.
Hatırladığım en şahane sahne; masanın altında geziniyorum. İhtimal gece, öyle olmalı, yoksa tavandan sarkan çiçekli cam avizenin içindeki ışık yanmazdı. Ben masanın altındayım. Bir babamın, bir de Kara Kaşlım'ın ayaklarını gıdıklıyorum. Onlar mı? Sanırım bana pek aldırmıyorlar. Koyu bir sohbet kurmuşlar. Babam biraz bağırarak konuşur, o'nun sesinin çıktığını ise net hatırlamıyorum. Sonra Kara Kaşlım masanın altına eğilip beni gıdıklıyor. Kıkır kıkır gülüyorum. Babamla ikisi rakı içiyor. Kendimi o'nun geniş omuzlu kollarında buluyorum. Boynunu öpüyorum. Mis gibi kokuyor. Öyle güzel bir kokusu var ki... babamdan bile güzel kokuyor....
Yine bir gün, evde oyuncaklarımla oynuyorum. Bahçe duvarımız epey yüksek, yani evimiz üç katlı bir apartmanın alt katı, beş adım ötesinde başlayan bahçe duvarı ile çevrili, yoldan iki metre aşağıda diye düşünün. Hem oynuyor arada da yola bakıyorum. Annem mutfakta yemek yapıyor. Onun, yol boyunca bizim eve doğru baktığını görüyorum. Geldiğini görüyorum. Kalbimin atış hızı değişiyor. O an çıldıracak denli sevinçli çığlıklar atıyorum, ellerimi çırpıyorum; "Anneeeeee! Koooşş! Geliyooooo!" . Bir insan bu kadar mı güzel olur? Siyah saçlarını hep yandan tarardı. İnce bıyıkları, biçimli ağzının üzerine öyle yakışırdı ki, ondan sonra başka hiçbir erkeğe bıyığın bu kadar yakıştığını görmedim. Yavru ağzı, tatlı bir gömlek vardı o gün üzerinde. Geniş yakalı gömleğinin kollarını hep dirseklere kadar kıvırırdı ve ekzeriya açık renk ama hep gömlek giyerdi. Ve, ya siyah ya lacivert pantalon. Kalın biçimli kaşları, gece gözlerini gölgelerdi. Binanın kapısından girdiği gibi boynuna atıldım, sarıldım, kokladım, kokladım..
Ben, o kokuyu bir daha kimsede duyamadım. Hiç kimse de.. Sonra, çok sonra, Kur'an okunuyordu bir evde. Herkes ağlıyordu. Kendimde değildim o gün. Bir koku yayıldı etrafa, adı "buğu" imiş. İçime çektim, çektim, çektim. Bana Kara Kaşlım'ı getirdi o koku. Yıllar, yıllar sonra. İncecik, sicim sicim yaşlar süzüldü gözümden, süzüldükleri yerden indikleri bağrımı yaktı. "Nerdesin?" dedim, sessizce. Onu çok özlüyorum.
Özlemek birini, gelmeyeceğini bilerek. Seni bırakıp gittiğini hesaba katmadan, ona öfke, kin, nefret biriktirmeden, özlemek, çok özlemek birini ve terk edildiğin halde affetmek, hemencik hem de, nasıl derinden yakar insanı bilir misiniz? Ben bilirim. Hem de çok feci şekliyle. Yirmi altı koca yıl oldu. Onu hala aynı aşkla seviyor, özlüyorum. O benim ilk aşkım. Bir daha çok istesem de, kimseyi onun gibi sevmeyi başaramadım.
* * *
Zülfiye Hanım, tası tarağı toplayıp İstanbul'a yerleştikten epey sonra kızı Gülhan'ı annesi Afife Hanım'la konuştuğu gibi Esna ve Asım'ın oğlu Halil İbrahim'le nişanladı. Gülhan'ın yaşı küçük olduğu için bir yıl nişanlı kaldılar. Gülhan, İbrahim'e "ağbi, beni yine lunaparka götürür müsün?" derken, İbrahim, Gülhan'a yavuklularını tanıştırırken, her ikisi de komik bir şekilde birbirlerini elele tutuşurken bulmuşlardı.
Gülhan evlendiği sırada Ali askerliğini tamamlamış, İstanbul'a gelip, yakın bir arkadaşıyla ortak, kendi torna-tesviye atölyesini kurmuştu. Geliri iyiydi. Temiz, iyi bir gençti. O yıllarda süregiden sıkıyönetim, sağ-sol çatışmalarının hiçbirine karışmamıştı. Ki bu, onun kişiliği ile ilgili o dönem iyi bir bonservis demekti. Mahallenin bütün kızları peşinden koşuyor, Zülfiye Hanım bir yandan "evlen" diyor, Ali sesini çıkartmıyordu.
Derken bir gün, bir iş çıkışı, arkadaşını bırakmak için, semtin arka sokaklarında geziniyorlardı. Bir yaz akşamüzeri. İki delikanlı, elleri ceplerinde mahalle aralarında dolaşıyordu. O civarda yanındaki arkadaşının yavuklusunun evinin önünden geçerek, kızla arkadaşının kısa, kaçamak sohbetlerine gözcülük ediyordu Ali. Can sıkıntısıyla etrafına bakınırken o'nu gördü. İri, yeşil elâ gözlü, esmer, Yugoslav güzeli Redife. Ne olduğunu anlayamadı Ali. Başından aşağı yıldırımlar mı düşüyordu, kimdi bu kız? Narin, ince, uzun, dilber; Ali'yle gözgöze gelince, çeşme başında doldurduğu bakır kapları orada unutup koşarak eve kaçtı. Yavuklusuyla sohbeti koyulatan, bir iki adım ötesindeki arkadaşının omzunu dürttü; "Şişşt, Hasan, seninkine sorsana bakalım, şu evde oturan kızın adı ne? Kimdir o kız?" adı; Redife. Yugoslav göçmeni. Balkan Harbi zamanında babası evini, ocağını bırakıp buraya göçmüştü. Üç kız kardeşin en küçüğü.
Vurulmuştu Ali. Sürmeli yeşil gözleri düşünüyordu gece gündüz. Artık her akşam iş çıkışı evin önünden, çeşme başından geçer olmuştu. Ordaydı yine. Gizliden bir sözleşme. Aynı saatte, aynı yerde. Yanakları pembeleşiyordu Redife'nin, hemen gözlerini kaçırıyordu Ali'yi gördüğünde. Kıkırdayarak kaçıyordu eve. On yedisindeydi.
Aylar sonra, bir akşam yemeğinde Ali konuyu anne ve babasına açtı;
- Anne, bir kız var, dedi, tabağındaki çorbayı kaşıklayarak. Anladı, gözleri parladı Zülfiye Hanım'ın;
- Hayırlısı olsun oğlum.
- Ben diyorum ki... hani artık, zamanı geldi, dedi Ali. Omzunu sıvazladı babası Mehmet Bey;
- Düşünme be evladım. Ne gerekiyorsa yaparız.
Aile, kaybettiği yıllarını, omuz omuza çalışarak geri kazanmayı başarmıştı. Sıra Ali'yi evlendirmeye gelmişti. Aslında niyetleri önce Ali'ye ev alıp sonra yuvasını kurmaktı ama, demek nasip böyleydi. Allah yuva kurana yardım ederdi.
Kızı sorup soruşturdular, kimdir, kimin nesidir araştırdılar. Devir kötüydü. Hırsızı, uğursuzu fink atıyordu ortalıkta. Bahçe duvarlarının dibinde adam öldürüyorlardı. Gece belli bir saatten sonra sokağa çıkma yasağı vardı tüm İstanbul'da. Karartma geceleri.
Elbette kız tarafı da Ali'yi ve ailesini araştıracak, kimlerden olduğunu öğrenecekti. Bu hak, her iki taraf içinde geçerliydi.
İki aile arasında da sorun çıkmadı. Kızın ailesini de tanıyan, ortak komşu kadın aracılık etti. Önce Zülfiye Hanım, yanına Gülhan ve aracı kadını da katarak, bir kahve içmeye Ayşe Hanım'ın evine gündüz oturmasına gittiler. Pek bir memnun kaldı aile. Ayşe Hanım Türkçeyi sonradan öğrenmiş; "kısmet, Rabbim ne ederse doğru eder. Kız, kendi bilir", dedi boynunu eğerek.
O günü takip eden bir akşam; yasaktan bir saat kadar önce, Ali; Gülhan'ın eşi, eniştesi, -aslında daha çok ağbi kadar sevdiği İbrahim Ağbisi-, babası, annesi ile Redife'yi Allah'ın emri ile istemeye gitti.
Altı ay içinde hazırlıklar yapıldı. Düğün dernek kuruldu. İstanbul'un o sıra moda olan düğün salonlarından birinde, çalgılı sözlü evlendi iki sevdalı. Kayınvalidesinin evine bitişik, bahçesinde meyve ağaçları olan şirin göçmen evine gelin geldi Redife.
Gülhan, ilk bebeğini sekiz aylık hamileyken karnında kaybetmiş, dört yıl sonra ağbisi yeni evliyken ikinci bebeğine hamile kalmıştı.
-Devam edecek-
Elif Eser
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Oynamaya açız!..
Şu fotoğrafa bakın.
Bir çocuk,
Betonların arasına sıkışmış sokağında birşeyler oluyor.
Okullar kapanmış evde yapacak birşey yok, dışarıda hiç yok.
Ama ben çocuğum. Keşfetmem lazım, bulmam lazım, aramam lazım, büyümem lazım...
O ne, dağ gibi kum yığmışlar kapımın önüne, kim koydu bunu buraya, o kocaman traktörün işi ne zaman bitecek,
Ben oynamak istiyorum, kumdan kale yapmak istiyorum...
Çocuklarımıza nefes aldıralım,
Binalarımız, işyerlerimiz hep arka bahçelere bakar. Bir ada gibidir arka bahçe topluluğu.
Bir kepçe girsin arka bahçelere bir uçtan. Sıfırlasın mezbelelik alanları, toprak yapsın, çim yapsın, bahçeler olsun arkalarda. Ortak yaşama alanları olsun...
Cem Yıldızak
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.798 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
KOKU
Yorulur insan bilinmeze yelken açmaktan,
Hergün aynı rüyayı görmelerden yorulur,
Ve umudu hala ellerindeyken
Kanatan dikenlerden yorulur
Sonra durup bakar şöyle bir kendine
Ne haldeyim ben diye
Sustukça gömülen kelimeleredir ya (ra) sı
Binlerce an cesettir
Yüreklerden dayanılmaz kokular gelir...
Ayça Çepniler
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
İnternet üzerinde Türkçe sözlük olarak sonuna kadar emin olabileceğiniz tek kaynak, tabi ki Türk Dil Kurumu'nun sanal sözlüğü. http://www.tdk.gov.tr/tdksozluk/sozara.htm kısayolunda ulaşacağınız bu kaynakta sadece Tükçe sözlük değil, ayrıca imla klavuzu ile doğru yazma ve doğru konuşma üzerine örnekli bir kaynak da bulacaksınız.
Konu sözlük olunca ekşi sözlükten bahsetmemek olmaz. http://sozluk.sourtimes.org/ kısayolundan ulaşabileceğiniz bu sözlük konusunda yorum yapmak yerine kendi yorumlarını yazıyorum. ...Bu sitede yazilanlarin hicbiri dogru degildir. 18 ya$in altindakilerin kullanmasi hukuken sakincali olabilir (zaten o ya$ta ne i$iniz var internette sitede cikin, gezin, gezdirin). Yazarlar Ek$i Sozluk'e yazdiklari entry'lerin telif haklarini Michael Jackson'a devretmi$ sayilirlar. Sitede yazilanlari kaynak belirtmeden Word'e aktarip "Fw: Turk astronot ve houston! cok komikkkk!" diye arkada$larina yollayan pespayedir, hemzemindir, hincaldir, uluctur. Hukuki gereklilikler haricinde yazarlarin kimlik bilgileri saklidir. Sadece arada yoneticiler tarafindan onemli bir gerekceyle incelenip "tuh erkekmi$" denebilir. Bir gun kapimiza biri gelirse "kim lan bunlar" diye "bi sn du$tayim" denir mutfak penceresinden kacilir... Biraz uzun oldu ama napim bölmeye kıyamadım.
İnternet üzerinde en fazla farklı dilde birbirine çeviri yapabilen, (benim bildiğim), tek sözlük olarak http://www.langtolang.com/ 'u öneriyorum. Dil kapasitesi daha fazla bir sözlük kaynağı varsa lütfen bana da bildirin.
İşte bu da işin en bi daha eğlencelik hali http://dictionary.reference.com/fun/crossword/index.html Eğlencelik dediğime bakmayın aslında ingilizce dil bilginizi ve genel kültür seviyenizi test edebileceğiniz hoş bir kaynak.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
PhotoFiltre 6.1.2 [1549 B] All Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe Harika bir resim editör programı. Ücretsiz olmasına rağmen amatör ihtiyaçların hepsini fazlasıyla karşılayabilecek nitelikte. Her bilgisayarda olması gereken bir yardımcı program. Son versiyonu çıkalı 5 gün olmuş, kaçırmayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|