ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 768

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 20 Haziran 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Cümle alem sınavdayız!..


İyi haftalar,

Kahve Yanında Dergi!LGS, OKS, ÖSS, OGS, KGS... Son ikisinin konumuzla ilgisi yok gayet tabi ama onları da biryerlere yetişmek için kullandığımıza ve benzer kısaltmalarla andığımıza göre aileden sayılırlar. Bir koca yılın 3 harfli sınavları bitti sonunda. Binlerce evde birkaç milyon can kocaman bir ohh çekti. Hepimize geçmiş olsun. Yavrularımızın hayalleri inşallah gerçek olsun.

Hayal kuranlar sadece bizler değiliz elbette. Memleketi yönetenlerin de yüce hayalleri, idealleri var. Saklayageldikleri ama dayanamayıp dışa vurdukları emelleri var hepsinin. Birkaç gündür elimiz elverdiğince yazıyoruz. Tepki de alıyoruz. Kuran'dan sure yazıp yollayanlar, biz ve biz gibi düşünenleri Allah'a havale edenler de var aralarında. Daha birkaç saat önce birine nükteli bir cevap yazdım. "Yoksa sende mi Tayyip Bey'in tezgahından geçenlerdensin?" diye sordum, hemen cevap geldi, "O da ne demek?". Gel de cevap ver. Var mı onun ne demek olduğunu bilen? Beyefendi aynen şöyle buyurmuş; "Ülkeme benim tezgahımdan geçmiş olanların ne zararı var ki?" Ehh bir nevi torna tezgahı ise bu tezgah, haklı olabilir gayet tabi. Hep aynı tornadan geçmiş kapı tokmaklarının kime ne zararı olabilir ki? Ama aynı tezgahta beyzbol sopası imal ediliyorsa, o biraz sorun yaratabilir, dikkatli olmak gerekir değil mi?

Peki nedir bu üsluptaki sertleşmenin, ağızdan çıkanı kulağı duymamanın esbabı mucibesi? Bir arpa boyu yol gidilememiş ve sittin sene bir yere varılamayacağı gün gibi açığa çıkan AB mecerası mı? Yoksa bir hiç uğruna elden gidecek Kıbrıs mı? Bazı arkadaşlar başka işimizin olup olmadığını da soruyorlar, memleketin daha önemli işleri varken neden türbandı, kurslardı ilgileniyormuşuz diye kızıyorlar. Haklılar biz de aynı dertten muzdaribiz. Tüm Avrupa Türkiye Türkiye diye inlerken biz neden bu sudan işlerle meşgul oluyoruz onu soruyoruz kendilerine. Yoksa yolun sonuna gelindiğini anlayınca mı böyle olunuyor? İzinsiz kurslara verilen cezayı kaldırdılar ama sanırım araya cami duvarına işemeye verilen cezada indirimi koymayı unuttular. O telaşla ne yapacaklarını da şaşırdılar. Daha iki davarı gütmemiş adamlar diye CHP'lilere yüklenirken kendi geçmişini yok sayması, hangi düşeşlerle buralara gelip Çankaya hayalleri kurduğunu unutması hayra alamet değil. Simit tezgahından toptancı tezgahına varan hayat hikayesini unutmuş gibi davransa da işte tutamayıp ağzından dökülenler gerçekleri bir bir dışa vuruyor.

Evet üç harfli sınavlar bitti ama yirmidokuz harfli sınavlar devam ediyor. Hem biz garip vatandaşlar hem de devlet büyüklerimiz için. Ancak sınavlara hazırlanırken kafayı dağıtıp, referandum gibi tezgahlara gelmememiz gerekiyor. "Timing" i iyi yapıp memleketi türban için referanduma götürmeyi düşlerken Cumhuriyet'in hangi hasletlerini tezgaha getirmeyi düşünüyor merak ediyorum. Siz etmiyor musunuz? Ama fazla beklemeye gerek kalmayacak. Ek protokolün imzasını mütakiben vereceği ilk demeçte ağzından kaçıracaktır hiç kuşkunuz olmasın. Dedik ya cümle alem sınavdayız. Ya geçeceğiz, ya da !...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ferda Önler

 TEYZUŞ : Ferda Önler


  DÜŞÜNCELER : ENGELLERİN ARDINDAKİ FIRSATLAR...

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencere önüne geçip oturmuştu. Bakalım neler olacaktı?..

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler sabahtan öğlene kadar. Hepsi de kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.

Nihayet, sıradan bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan-ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı... Kese altın doluydu! Bir de kralın notu vardı içinde...

"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu Kral.

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı:

"Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirebilecek bir fırsattır..."

***

Bu defa ki çıkartmamız gereken kıssadan hisse, sanırım işte bu olmalı!

İçinde bulunduğumuz ana dek, tüm yaşamımızı kısaca şöyle bir gözden geçirmek suretiyle birazcık gerilere dönüp baktığımızda, her birimiz kendi geçmişimizde önümüze konmuş kimbilir ne çok engel bulup hatırlar ve de kaçan fırsatlar için hayıflanırız, değil mi?

Başkalarının adına konuşmayı pek sevmediğimden, ben yine kendi gözlemlerimden yola çıkarak, geçmişimi mercek altına almayı uygun buluyorum. İtiraf etmeliyim ki, bir çok kez aynı hatayı ben de yaptım. Yani, önüme çıkan bir engeli yolumdan çekip kaldırmak yerine, bu engeli koymuş olana homur homur söylenerek, ya o engelin etrafından dolanıp yolumu uzattım veya yolumu tümden değiştirmeyi tercih ettim. Dolayısıyla, varmayı planladığım hedeflerime ya çok geç kaldım ya da hiç ulaşamadım!

Doğrudur! işin kolayına kaçtım... Kabahati kendimde aramaktansa, hemen her seferinde farklı bir savunma mekanizmamı acilen devreye sokup, hep çevremde bir suçlu aradım. Özetle; uğraşıp, engelleri aşmak için çaba harcamaktan çok, önüme engel koyanlara karşı eleştirel bir yaklaşımla, uzayıp giden şikayetlerin veya ucuz bahanelerin ardına gizlenmeyi yeğledim genelde.

Böylece, o an için gözden kaçmış nice önemli ve çok sayıdaki fırsatın da meğer farkında olmaksızın ardından el sallamışım...

Başta büyük bir engelmiş gibi gözüken şeyin daha sonraları bir şekilde ortadan kalkmasıyla fark edilip görülen; asıl, kaçan fırsatların ve kaybedilen şansın büyüklüğü gerçeği karşısında insanın saç-baş yolmaması mümkün müdür?..

Niyetim, bugüne kadar çeşitli engeller bahanesiyle kaçırılmış veya değerlendirilememiş fırsatların peşi sıra duyduğum pişmanlıklarımı dile getirmek değil, kesinlikle! Asıl maksadım, irili-ufaklı engeller karşısında takındığımız hatalı davranış biçimlerimizi elimden geldiğince irdeleyebilmek. Aynı zamanda, bu satırları okuyan sizlerin de görüşlerinizi, düşüncelerinizi öğrenebilmek.

İnsan, hayatını sürekli bir şeyleri irdeleyerek geçirmelidir. Bizim toplumumuzda bu tür düşünce egzersizlerine pek şans tanınmaz.
Konuşmanın böyle bir noktaya geldiği anda insanlar, "yine felsefe yapmaya başladın" suçlamasıyla sizi hemen susturmak isterler.
Halbuki felsefenin gerçek konusu, iyiyle kötüyü doğru olarak değerlendirmemizi sağlamak ve manevi gücümüzü arttırarak yaşamamıza yardım etmektir.

Yaşam koşullarımızı iyileştirip rahatlatabilmemiz için, karşımıza dikilen tüm engellerden olabildiğince çabuk ve az bir kayıpla sıyrılmamız gerekir. Bunu da ancak, en kolay ve pratik çözüm yollarını arayıp bularak ve en önemlisi de yardımlaşarak yapabiliriz. Genelde kendi kendimize yarattığımız ve bireysel gücümüzün yeterli olmayacağını sanarak gözümüzün kesmediği zor engelleri, açıkça ve olduğu gibi kabullenip bir kenara ayırdıktan sonra, hiç olmazsa daha kolay gibi görünenleri, mevcut irade, özgüven ve sahip bulunduğumuz potansiyel güç ölçüsünde ve birazcık dahi olsa(!) içimizdeki engelleri aşma arzusunu harekete geçirmek suretiyle aşabilmeliyiz.

Aslında, biraz daha fazla gayretle ve işbirliğiyle belki de zor gibi gözükenlerin dahi üstesinden gelebileceğimiz halde, ya da bir şeyi başarmış olmanın gurur ve huzurunu yaşamak veya sorunun değil de çözümün bir parçası olmak varken, bahane ve engellerin arkasına saklanıp sığınmaya, ne diye gereksinim duyarız ki?.. Ürkeklik ve çekingenliğimiz, daha doğrusu kaçışlarımız, engellerin hacminden mi, yoksa kendimize olan güvensizlikten mi kaynaklanmakta? Ya da tembelliklerimiz midir, bizleri engeller karşısında zayıflatan?

Hayatımızda labirent gibi çıkmaz sokaklar, dört tarafı çözümsüzlükle çevrili dar alanlar o kadar çok ki, kendi içinde birbirine bağlı olarak sürekli olumsuzluk üreten bu sistemle hep aynı kısır döngü üzerinde dolaşıp duruyoruz. Oysa bizim çalıştıkça üreten, ürettikçe başaran, başardıkça genişleyen açılımlara, helezonik yollara ihtiyacımız var.

Herkes kendi çapında topluma bir katkıda bulunmakla yükümlü. Kimi üretim yapar, kimi istihdam yaratır, kimi hizmet sunar, kimi ders verir, kimi eğitim sağlar, kimi sağlık-şifa dağıtır, kimi karnımızı doyurur, kimi susuzluğumuzu giderir, kimileri de ruhumuzu besler (sanatçılar). Toplumu oluşturan insanlar görevlerini yerine getirdikleri sürece, sosyal hayat dengeli olarak devam eder. Çünkü canlı cansız bütün varlıklar gibi insan da bir amaç uğruna yaratılmıştır. Şu dünyada yaşadığı sürece bir görevi, bir misyonu vardır; hem kendine hem de çevresine karşı.

Hepimizin yaptığı iş, diğerinin hayatına mutlaka bir kolaylık, bir fayda sağlıyor. Bir diğerine yer açıp imkanlar yaratıyor. Kimileri bunun farkında, kimileri belki değil ama, şunu sürekli hatırlayıp akıllarda tutmakta yarar var: bizler, insan olarak engeller yaratmak için değil, mevcut engelleri kaldırmak için varız. Bunun şuurunda olduğumuz sürece, önümüze konmuş herhangi bir engeli kaldırmış olmanın hazzı, bizi daha çok çalışma, daha iyi, güzel neler yapabileceğimiz konusunda motive eder. Üstelik, yolumuz üzerinden temizleyeceğimiz her bir engelin ardında saklı olan muhtemel sürprizleri görmek için bile, biraz olsun uğraşmaya değmez mi?..

***

Konunun bir başka boyutu ise, her türlü engelle mücadeleye kendini bir şekilde adamış olan kimselere toplum içindeki farklı bakış açıları... Kimileri vardır; elini taşın altına koymaktan bir an için olsun tereddüt etmez ve cesaretle öne çıkarak, sorumlulukları gönüllü olarak üstlenir. Tek hedefe kilitlenmiştir; pürüz ve engelleri temizleyip ardından gelecek olanlara kolaylık ve yeni fırsatlar yaratmak. Nadiren de çıksa, toplum önderliğine soyunmuş böylesi yürekli insanları alkışlayıp, kendilerine destek olmamız gerekirken, kimisi de vardır ki; elini taşın altına doğru uzatmak şöyle dursun, bunun için öne çıkmışları küçümseyip, aşağılamayı, hatta ve hatta işi alay etmeye kadar vardırıp, bir de "enayi" yakıştırmasını dahi hiç çekinmeksizin yapabilmektedirler. Ne yazık ki bunlar, destekten ziyade, köstek olmayı âdet ve görev edinmişlerdir kendilerine.

Beni en çok rahatsız eden de, işte budur! İnsanları pasifize etmenin en etkin biçim ve yöntemidir! Hem kendin bir şeyler yapmak için kılını dahi kıpırdatmayacaksın hem de yapanlara ucuz ve basit söylemlerle engel olmaya kalkışacaksın! Sanırım, mücadele verilmesi, karşı konulması gereken birincil unsur, bu çeşit davranış biçimini fütursuzca sergilemekten kaçınmayan kişileri aramızda barındırmamak olmalıdır bence. Öncelikle, bizler aslında bunları pasifize etmeliyiz ki, daha sonra dönüp önderlik edenlerimize yardım ve katkıda bulunabilelim. Aksi halde, birbirine bakarak kararan üzüm tanelerine benzemeye mahkumuz!

Yaşamlarımızı daha rahat ve geniş alanlarda sürdürmek, daha fazla olanak ve fırsatlardan yararlanmak istiyorsak, o halde bizleri kuşatmak üzere ötemize-berimize döşenmiş mayınları elbirliğiyle temizlemek üzere, haydi ELELE!..

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Rana Denizer


Su Mezarlığı

İstanbul artık uçsuz bucaksız bir su mezarlığı. Bu tanımlama bana mı ait, bilmiyorum. Belki de birinin iç çekişlerinden sızdı zihnime ama, istanbul'u böyle tanımlamaya hakkım olduğunu biliyorum.

Su, cömertçe ortasından geçip etrafını dolanır bu şehrin. Adına deniz denir. Denizin neşeli mavisine, poyrazın zehirli yeşile çevirdiği mavisine hele, çocuk vücudumu az bırakmadım. Hesapsız bir gelişme uğruna, kıyısı betonla doldurulmadan, yalıları döven lodosunu gördüm bu şehrin. Güve katarı gibi düzensiz binalar yığılmadan, karşı kıyının yeşiline pozlanmış siyah-beyaz resimlerim dahi var. Lodos'un zalimliği, üvey ana gibi sarsardı bu şehrin kıyılarını, mendireksiz Haydarpaşa'yla, Karaköy'ün irtibatı kesilirdi. Ağustos Poyrazı'nda Florya plajı'nda dalgalarla da oynadım ben. İstanbul'da denize girmek, anlatılabilir mi şimdinin Akdeniz mecburcusuna? Salamura tenekesine düşmek gibidir oraların ılık suyu, İstanbullu'ya...

Sıkışık trafikte direksiyon sallıyor orta yaşlı bir taksici:
"Menderesin canına rahmet, açmayaydı bu yollarıı.."
Şimdinin sidikli havuzu, tepeleme koli basili dolmuş, pismavi denizinden evveline, bu şehrin kıyılarına serpilmiş plajlarına gidiyor aklım bu sözü duyunca. Önce Sirkeci- Yeşilköy arasında başlamış denizin bu şehirle irtibatını kesme suikasti, sonra da boğaza sıçramış. Tarabya burnuna çöreklenen, "Tarabya Plajı"nı, Büyükdere'de tahta kabinli "Beyaz Park Plajı"nı, Sarıyer'in ötesinde "Altın Kum Plajı"nı geçiriyorum zihnimden.
Trafik sıkışıyor. Durup kalkıyoruz. Ortalık toz duman, eksoz, öksürük... Beyaz Park -ben yetişemedim- ters akıntı nedeniyle, yüzme erbabı olmayanı hırpalarmış. Gündüzleri plaj, geceleri de müzikhol olarak hizmet verirdi. Verirmiş. Bana ait anılar mı bunlar yoksa bana anlatılanlara anımsadıklarımı mı katıyorum epeydir, bilmiyorum. Hangisi benim, hangisi bir sohbetin aksidir, karıştırır oldu ellerim . Hayır! Tarabya'da denize girdim. Biliyorum. Ama Altınkum, tıpkı Anadolu yakasındaki Salacak ve Soğuksu plajları gibi "halk plajı "olarak mimlendiğinden, hiç götürülmedim. Tarabya Plajının da sonlarına yetiştim. Eminim. Bunlar benim şahitliklerim.

Karşıyaka'da, sıra şaşarsam af'ola, moda iskelesine komşuluk eden, "Moda plajı", "Fenerbahçe plajı", Maltepe'de "Süreyya plajı", Caddebostan'da özel bir kulüp gibi konumlanan serbest girişlere kapalı "Caddebostan plajı " ve yalı manzaralı, bezik oynamayı öğrendiğim, "suadiye plajı". Hayır, bezik oynamayı Caddebostan'da öğrendim.
Önder Somer'in babasından. Tavlayı da.. Önder Somer. Melek yüzlü kötü adam! Öldü değil mi? Babasını ziyarete geldiğinde, kumu terkedip gidişlerimi, çocuk aklımla azarlarımı hatırlamış da ağlamıştım, öldüğünün haberine gazetede rastladığımda. Öldüğünde yirmili yaşlarımda olmalıyım, hatırlamıyorum.

Adalar.. Onların hepsini hatırlıyorum. Büyükada'nın Dilburnu'na gelmeden önceki koyuna kurulmuş, "Değirmen plajı", ve "yörükali plajı". Yeşilköy'de kapri, Florya'da "Haylayf" ve "Menekşe" plajları. Haylayf'a küçük bir köprüyle girilirdi. Plajın içinde yazlıkçıların kaldığı pansiyonlar ve denizin üzerinde uzanan minyatür iskelelerdeki tahta kabinleriyle Haylayf plajı. En son Haylayf dayandı galiba, bu umarsız kayboluşa.
Seneler evvel kapısında "girilmez" tabelasını görmüştüm. Evet, evet gördüm. Kocaman ve metal bir tabelaydı. Altında da "falanca belediye" diye imza vardı. Azar azar, ite kaka kendine yer açan taşra, denizle aramıza giriverdi de suya yansıyan gece ışıklarından medet umar olduk güzelim şehrin. Babam olsa yani şimdileri yaşasa, bu hayıflanmama kızar
"kendi camınızı silemeyip, eteğinizi toplayamayıp da taşrayı siz buyur etmediniz mi kapınızdan içeri? Beter olun! " derdi.

İstanbul artık kocaman bir su mezarlığı...



Rana Denizer
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              6 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Sevil Yaman

 Gencecik Kahveci : Sevil Yaman


  SENİ UZAKTAN SEVMEK... (BABALAR GÜNÜN KUTLU OLSUN)

Bu, hayatımın en berbat pazarı olacak.
Biliyorum.
Çok üzgün, çok zayıf olacağım,
Örtmeye çalışacağım.
Gizleyeceğim içime,
İlgilenmiyormuş gibi yapacağım.
Başka şeylerle ilgileniyormuş gibi yapacağım.
Başka şeyleri dinliyormuş gibi davranacağım.
Dinlemeyeceğim. Onu da biliyorum.
Çünkü O'nu seviyorum.16,06,2005
...

Babamı düşünüyorum, o hayatımın idolü olan adamı, bizim için yaptıklarını. Mutlu oluyorum. Bizim için yapamadıklarını düşünüyorum. Onlara bir şey diyemiyorum. İmkanı olsaydı elbette yapardı biliyorum diyerek, avutuyorum kendimi. Ama bizim için yapmadıklarını düşünüyorum,manevi değerleri, hani o parayla satın alınmayacak şeyleri ama parayla satın alınamayacak kadar da değerli olan şeyleri. O, mümkün olup ta yaşamadıklarımızı. Onlara üzülüyorum. Bunları anladığım zamanlardan beri, düşünüyorum. Her zaman... Kendimi alamıyorum...

Küçükken bir sürü oyuncaklarım vardı. Küçükken, her bayram üzerime yeni yeni elbiseler alınacak kadar şanslı olanlardandım. Daha okula gitmeden çantam olmuştu benim. Okuma kitaplarım, kalemlerim, boyalarım... Ben istemiştim ve olmuştu. Küçükken, babamdan her elli bin lira istediğim de yüz bin liram olurdu benim. Arkadaşlarımdan hiç eksik kalır yanım yoktu. Her akşam bize çikolata,her hafta pasta getiren bir babam vardı benim.
Ben küçükken...

Babam için sevmek, çikolata almaktı, babam için sevmek elli bin lira istediğimde yüz bin lira vermekti, babam için sevmek oyuncak almaktı. Babam nesneler aracılığıyla bizi severdi. Sevgi,sorumluluğunu onlarla gidermeye çalışırdı babam. Her biri birer köprüydü aramızdaki.

Çocukken herkesi kendim gibi sanırdım. Kendimi herkes gibi...

Büyüdüm...
Yediğimi, içtiğimi hatırlayamayınca, hani o arkadaşlarımdan eksik kalır yanım yoktu dediğim şeylerin anlık önemli olduğunu gördüm.
Büyüdüm...
Saçları okşanılan, sarılıp, öpülen,sevgiyle büyüyen, ağladıklarında, sorunları dinlenilen, bağırlarına basılan, bu yüzden kendilerini güvende hisseden çocuklar gördüm. Böyle davranan babalar gördüm.
Büyüdüm...
Artık oyuncaklar, çikolatalar, harçlıklar yok aramızda. Bu köprüler yıkıldı çoktan. Bağımız yok. Yerine yeni alternatiflerde yok.
Sevgi var mı bilmem ki, çünkü hissi yok.

Bu yazı babamı yargılamak için değil, onu kötülemek, değiştirmek, onu üzmek için de değil. Bu yazı benim eksik yanım, çoğunuz gibi olmayışım, bu yazı benim acım...

Çocukken kardeşlerimle her yaramazlık yaptığımızda, annem, bizi babamla tehdit ederdi.çocukken yaptığımız yaramazlıkların en güzel yerinde öznesi babam olan cümleler yüzünden, hep korkardım babamdan. Bu korkular hayatım oldu sonra. Bu korkular hayatıma zehir gibi yayıldı...

0nunla hiçbir şey paylaşamadım.Sevinçlerimi, üzüntülerimi, sevgilerimi anlatamadım. Onunla oturup da iki sohbet edemedim.Arkadaş olamadım. Birlikte hiç maça, pikniğe, denize, tatile gidemedim. İkimizin de aynı kare olduğu bir resim dahi çektiremedim. Paylaşım yoktu aramızda. Konuşmazdı bizimle, gülmezdi ki hatta. Bizi bilmezdi. Öyle ya, beni bilmedi babam. Neleri severim, nelere kızarım, beni ne üzer, neyi yemem, ketum muyum, hassas mıyım? Annem, aramızdaki köprü, kanal, elçi... Babam, sadece ders notlarını, dışarıdaysan, eve kaçta geldiğini ya da bir yerdeysen nerede olduğunu bilmekten sorumlu kişi. Babamın ilgi alanı bunlarla sınırlıydı. O alanı hiç büyütmedi. Ben de büyütemedim. Zincirleri kırmayı denediysem de, olmadı. Başaramadım. Ellerimizde ki kelepçeleri kırıp, bir kere bile sarılmadık birbirimize,ellerimiz hep bağlı kaldı. Tek tarafın istemesiyle olmuyordu işte. Onun düzeni buydu. Memnundu. Ben babamı seviyordum, babam mesafeyi seviyordu, ben babamı uzaktan seviyordum.

Babamı başkalarından dinledim.Dışarıdan seyrettim. Nasıl oturur, nelere güler, ne dinler. Babamı gözledim. Bizim özel alanımızda yoktu bunlar. Onun özel alanında biz yoktuk.Sadece alkollüyse konuşurdu bizimle. Ben aramızdaki o zamanları severdim sadece. Bunu hanginiz ister ki. Ben isterdim. Babam, sarhoşluğunun beşiğinde sallanırken, bir cümleyi belirli aralıklarla çok kere tekrarlamasına rağmen o iletişim denen açığımı kapatmaya çalışırdım. Uykudan gözlerim kapansa da oturmaya çalışırdım. Yarın yine aynı olacaktı çünkü. Aynı baba,aynı çocuk, aynı mesafeler...

Hayatım boyunca sevgiyi sorguladım. Söyledim. Duymak istedim. Bunun için eleştirildim. Neyi ya da kimi seviyorsam hep söyledim. Dokunmak istedim.Sarılmak öyle güzel bir dokunuştu ki, bazen bir sürü sözden bile anlamlı ifade gücü vardı benim için. Sarılmak istedim. Ben hayatım boyunca"babanız sizi gözüyle seviyor" denmesinden nefret ettim. Sevgiyi duymak istedim. Sevgiyi, aramızdaki duvarlarla yaşamak istemedim.Bunu nesnelerle değil, eylemlerle yaşamak istedim. Böyle yaşamadıklarımı, kendi hayatımda yaşamaya özen gösterdim.

Ona her babalar gününde sadece ben hediye alırdım. Aramızda o kadar mesafeler vardı ki, kendisine verecek cesaretim olmazdı hiç. Ya odasına bırakırdım, ya kardeşim almış gibi yollardım. Ama o bilirdi gerçeği. Ben, onun bildiğini bilirdim.

Biz şimdi küstük birbirimize, bu çok saçma biliyorum. Ama küstük. O beni çok üzdü, çok. Onun üzmesi, beni çok üzdü.O benim yanımda durmadı. Benim babam, dünyanın en iyi adamı. Keşke en kötü adamı olsaydı. Ama en iyi babası olsaydı. O her zaman babam, ama o benim kırgınlıklarım şimdi.

Bugün yanında olamayacağım, göremeyeceğim seni. O kadar güçlü değilim şimdi. Ben senin kızınım önce, ama şu an enkazınım. Şimdi değil. Ama demiştim ya, kaybetmek vazgeçmek değil bende. Bir gün karşına çıkagelirim.

Sen hep bil seni sevdiğimi.Sana kırgınlıklarımı da bil. Ne yaparsan yap. Hayatımı değiştirebilirsin. Ya hissettiklerimi...
Babalar günün kutlu olsun.

(Lütfen söylediklerimi önemseyin, dikkate alın, eğer bir babaysanız, ya da bir gün baba olacak olanlardansanız, Ne olur onu sadece içinden sevmeyin, gösterin bazen.Anneler, çocuklarınızı asla baba yoluyla korkutmayın. Aile insanın hayata bakış açısını ve güven duygularını güçlendiren ilk ortam. Ve ailedeki ilişkiler nasıl olursa hayata bakış açısınız da o yönde etkileniyor.hepinizin çocuğu benim kadar hissi ve gücü aynı yerde barındıramayabilir. Ve bunun sonuçları sizin için çok daha ağır olur. Birbirinizi tanımanız iletişimle mümkün ve siz ona bu ortamı sağlayamazsınız, size karşı yeterince açık ol(a)mayacaklardır. Onlara en çok siz yakın olun, çünkü en huzurlu yer sizin yanınızdır. En çok çocuklarınıza sarılın, öpün. Hiç yoksa bile bunu bir kere yapın. Hatırlarında kalsın. Benim gibi çevrelerindekilere hayran hayran bakarken, içine kanayan yaraları olmasın onların.)

Sevil Yaman
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,859,859,859,859,859,859,859,859,859,85
              13 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  Serin bir Haziran...

Serin bir Haziran...
Serin bir akşam belki de...
Köşe başında bir bekçinin düdüğü gibi çınlıyor sessizlik.
O kadar güzel bir akşam ki, adına ne desen yakışır gibi geliyor insana... Sevgili... Öyle bir akşam işte... Tomurcuk mevsimlerin sarı saçlı kızları gibi parlıyor yıldızlar. İçimde sana olan bir hüzün kendi mızıklığında dökülüyor dudaklarımdan.
Seni özlemediğimi kime söylediysem, yakında geleceğini söyledi.
İnanmadılar...
Serin bir akşam belki de, serin bir balıkçı kayığı gibi yanaşıyor rüzgar.
İçinde hüzün, içinde birazda kırılmışlık var.
Öyle bir yazı var duvarda.
Serin bir haziran diye.
Duvara büyük puntalarla yazılmış, içinden sevda kuşanan bir aşk öyle hızlı çekmiş ki kılıcını, işareti her yerine zaplanıyor insanın.
Yürüyesim kalmadı şimdi...
Kaldırım şahit olsa da omzumu yaslasam şu duvara.
Serin bir mevsim sallıyor ağaçları, serin bir akşama tutunmuş sevgiler, öyle yanıyor ki ateş içinde kavruluyor sevdam... Birde seni özlemesem ya... Seni özlemişim be... Seni görmek veya duymak en güzel şeydi aslında.
Uzun ve yorucu bir zamanın ardına gizleyip kendimizi tüm çıplaklığıyla koştuk dertlerin yanı sıra, kayın ormanlarına doğru.
Sevgili...
Serin bir Haziran şimdi...
Uzun zaman oldu fakat ben hemen başlamak istiyorum bu mektubun inceden seni sevdiğim yerlere doğru gitmesi istiyorum. Seni sevdiğim yerler ve senin olduğun yer... Buralara dayanmak zorunluluğu getirildi yeni yasa ile.
Dayanmak ve arka çıkmak borç olarak çıkarıldı.
Sadece kurtarmanın yetmediği bir memleket türküsü gibi düştük yaz aylarının ilk başladığı yere.
İlk başladığımız gibi tıpkı.
Sarı çiçekler, menekşe moru gövdenin yalın alnını öyle bir aralamış ki, güneşten yeni çıkmış bir sahil kasabası gibi dinlendiriyor kendini.
Buranın bir adı olsa sana verirlerdi muhakkak... Buranın bir nehri olsa aslında, ya da burada bir at bağlı olsa, nasılda sarmalar rüzgar başını... Alır gidersin kendini, yok olur tarlaların, o kadar uzaksın ki sen, ben mecburdan çıkamıyorum kendimden.
Seni özledim sevgili...
Yüreğimin kor gibi düştüğü sokaklar bile hafifletmiyor cezamı ben sana tutsak oldum.
Her kapı aralandığında mektup yazmak istiyorum ve her mektup yazdığımda aralanan kapıdan girmeni istiyorum.
Seni özlediğimi söyledim anladın mı?..
Serin bir haziran şimdi...
Sen yolunu bilmediğim uzaklıkta ve benim tutsaklığımda... Öyle bir gece işte... Seni seviyorum dediğimde... ....................
Sınav heyecanı beni de sardı sanki...
Öğrenciler için bu hafta heyecan haftası. Sınavların vermiş olduğu heyecan bir çok kişinin geleceğe atacağı adımın garantisini oluşturacak belki de.
Öğrenciler, insanlardan oluşan canlılar. Maliyetli bir dönemin ardından bedel ödeyecekleri esas noktaya geldiler.
Bir çoğu yıl boyunca dershane sırası çürüttü. Kimileri uzun dönemlerden beri dershanelere gitti ve evet zaman geldi.
İşte şimdi geleceği belirleyecek olan kronometre çalışacak ve herkes tüm bilgilerini işaretleyecek cevap kağıtlarına.
Cevap kağıtlarının cesur gibi göründüğüne bakmayın siz... Öğrencilerin cesur bakışları arasında kaybolup gider onlar ve senin doğrularınla beraber hareket etmek zorunda kalır.
Sınav kaygı değil, kurtuluşun işaretlendiği andır.
Özgürlük yaniii...

Kalın sağlıcakla...

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,107,107,107,107,107,107,10
              10 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlknur Şenol

 Mor Menekşe : İlknur Şenol


  KELEBEK VE TIRTIL

Günlerden bir gün kozasından yeni çıkmış, daha rengini bile bulamamış bir kelebeğin yolu çiçekler ve dut ağaçlarıyla dolu bir vadiye düşmüş. Kelebek bu vadideki çiçekler üzerinde kah oraya kah buraya kanat çırparken kendini dut ağacının dallarından birinde bir yaprağı kemirmekle meşgul bir tırtılın yanında bulmuş. Derken başlamışlar tırtılla sohbete. İkisi de çok sevmişler birbirlerini.

Gel zaman git zaman arkadaşlıkları ilerlemiş. Tırtıl kelebeğe onu beğendiğini, renklerine hayranlık duyduğunu, kendisini cezbettiğini söyleyip durmuş. Kelebek inanmak istememiş buna, inanmamış da. Çünkü tırtılın yanına kanat çırpıp gelen hep kelebek olurmuş. Ama tırtıl sadece beğenisini söyler, kelebek yaprağa konduğunda yanına bir milim dahi gelmezmiş, beklermiş ki hep kelebek ona gelsin. Oysa kelebeğin beklentisi tırtılın kendisini sevdiğini söylemesi ve davranışlarıyla ona olan sevgisini göstermesiymiş. Tırtıl bunu ne o gün ne de sonrasında hiç yapmamış. Ve kelebek de sevgisini hiç söyleyememiş çünkü oldukça gururluymuş. Oysa tırtılın yanına uça uça gelmesi, bulunduğu yaprağa konması zaten sevgisini ona birebir göstermekmiş onu dillendirmek yerine.

Günler geçmeye başlamış. Kelebek artık tırtılın yanına gelmez olmuş. Zaten bu zaman zarfında tırtıl da başka bir tırtıla sevdalanmış. Hatta tırtıl sevdiği tırtılla birlikte bir ağaca yuva yapmış ve ömrünü orada geçirmeye başlamış.

Aradan aylar geçmiş. Kelebeğimiz biraz daha büyümüş, kendisine bakanların gözlerini kamaştıracak güzellikte bir görüntüye sahip olmuş.

Bir gün kelebek sevdiği ama sevdiğini bir kez bile söyleyemediği tırtılın civarındaki dut ağacının yapraklarından birine konmuş. Tırtıl onu kanat çırpışının sesinden tanırmış. Adeta haykırırcasına seslenmiş: "Kelebek". Kelebek kendisine seslenenin günlerce yanından ayrılamadığı tırtıl olduğunu anlamış. Uçmuş, çırpmış kanatlarını ve özlemle sokuluvermiş tırtılın yanına. Kelebek soğuk ve hüzünlü vadilerden geçtiğini, uçmanın kendisini çok yorduğunu, ama yine de uçmaktan bıkmadığını, güzel vadilerden geçme ümidiyle dolu olduğunu anlatmış ona. Ve tırtıl da bir tırtıla aşık olduğunu, onunla bu dut ağacında bir yuva kurduklarını söylemiş. Ama onu hiç ama hiç unutmadığını ve onu ilk gördüğündeki beğeni ve sevgisinin azalmamış olduğunu ve onu ne kadar çok özlediğini söyleyivermiş.

Kelebek ise ilk defa sadece beğenisi dışında kendisine söylediği bu "seni seviyorum" sözü ve özlem ifadesi karşısında şaşkına dönmüş. Oysa günlerce, aylarca tırtılın kendisini sevdiğini söylemesini beklemişmiş.

O an bir duygu selinin içinde bulurlar kelebek ve tırtıl kendilerini. Birbirlerine sımsıkı sarılırken kan ter içindedirler.
Gözlerinden yaşlar boşalırken son bir kez daha sarılırlar. Sondur bu çünkü kelebek tırtılın bir yuvası olduğunu bilir ve ona göre bu yuva korunmalı, mutlu olmalı ve sevgiyle yeni tırtıllar büyümelidir doğanın esrarengiz dengesi içinde.

Kelebek son bir kez daha bakar yaşlı gözlerle tırtılına. Hatırlar mutlu günlerinde neşeli sohbetlerinde söyledikleri "yaprağımın üstüne dut suyu damladı!" şarkısının kahkaha dolu terennümlerini...

İçinde bir sızıyla açar kanatlarını gökyüzüne doğru ve çırpmaya başlar bilinmez vadilere bin gündüz ve gece rüyası olmak üzere bir tırtılın.

Ardında ise gözleri yaşlı, gönlü buruk, sevgiyi erken dillendirememiş ve onu gösterememiş bir tırtılın içten içe yakarışı vardır: "Seni seviyorum".

Ertesi gün güneş yine doğacak, tırtıl yeniden dut yaprağını kemirecek, doğanın dengesi korunacak ve her ikisi de kendi hayat çizgileri üzerinde yollarına devam edeceklerdir.

Kelebek bundan sonra uzun yaşadı mı yaşamadı mı, rüyasındaki tırtılı buldu mu bilinmez ama arkasını dönüp uçtuğunda vadiden geçerken kanatları solmuş hazan yaprağının rengine bürünmüştü bile...

İlknur Şenol
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
              6 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Elif Eser

 Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak)


  BİR HAYAT & BİR HİKÂYE...(ÜÇ) (3)

"Böyle Bir Kara Sevda..."

Üç gün boyunca aramadıkları hastane kalmamıştı. Karakollara haber saldılar. Üçüngü gün Halil İbrahim'le Mehmet Bey'e, verdikleri eşgale uygun birinin 'filanca' hastanede olduğunu söylediler. Doğruydu. Ali sonunda bulunmuştu.

Kan çanağı gözlerle döndü eve iki adam. Mehmet Bey'in nutku tutulmuştu. Konuşacak hali, mecali kalmamıştı. Tek kelime çıkmıyordu ağzından. Endişeli, meraklı, korkulu üç çift bakış vardı karşılarında; Zülfiye Hanım, Redife ve Gülhan. Huysuzlanan Nihal'i ve hiç susmayan Serdar'ı saymazsak...

Halil İbrahim böylesine zor bir görevi üstlenmiş olmaktan ne kadar nefret etse de, bir anda, bir seferde söylemek zorunda hissetti kendini;
- Anacığım... Ali'yi bulduk.

Üç kadın aynı anda harekete geçti. Huzursuzca kıpırdandılar oturdukları yerde. Üçü de tek bir yürek olmuştu, kalpleri aynı anda çarpıyordu. Halil İbrahim acıyla boğazındaki gıcığı temizlyeip devam etti;
- Trafik kazası geçirmişler. (İnce bir çığlık yükseldi Gülhan'ın ağzından, hemen eliyle çığlığı bastırmak için ağzını kapadı). Beş kişi varmış araçta.. O gece... Boğaz'dan dönerken, Maslak yokuşunda zincirleme kaza... İki kişi hayatını kaybediyor. Biri de Ali... Metanetli olun anacığım, başımız sağ olsun...

Ateş.... Ateeeşşş.... ATEEEEŞŞŞŞŞ!!!.... düştüğü yeri yakıyor...

Zülfiye Hanım başını ellerinin arasına almış haykırıyor Rabbine;
- Son "Yazma"n bu muydu Allah'ımm???

Ateş, Ateş, Ateeeşşş!!!... Aynı anda üç yüreği kavurup küle çeviriyor. Yeri göğü yırtıyor feryatlar.

- Aliiiimmmm!!!...., diye haykırıyor Redife
- Aliiiimmmm!!!...., diye inliyor bir ana
- Aliiiimmmm!!!..., diye çınlıyor kardaş.

Ateş, Ateş, Ateeeeşşş... Düştüğü yürekleri dağlıyor.
Ve o Ateş, o yüreklerde hiç sönmüyor.

- Nerde? Nerde O?..., diye geziniyor bir çocuk....
- Anne, babam gelecek mi?, diye soruyor Nihal
- Oğluummm...., diye susuyor bir baba.

Ateş, Ateş, Ateş... üç ocağın ortasında harlanıyor.
Ateşin yaydığı acı anlatılmıyor. Yaşanıyor.
Ateşin acısını yazmaya yeltenen kalem, yazamıyor, kırılıyor...

* * *
İnce bir çizik var Ali'nin alnında. Darbeyi sırtından yemiş. Evin bahçesine getiriyorlar Ali'yi, boylu boyunca. Fidan Ali'ye ağıtlar yakılıyor. Kazanın nasıl olduğunu sağ kalan üç kişiden başka kimse bilmiyor. Üç kişi, hiçbir yerde, hiçbir zaman konuşmuyor, konuşamıyor, susuyor. Akşam haberlerinde, televizyonda, radyolarda adı geçiyor Ali'nin de, tanıdıklardan gören kimse konduramıyor.

"Alişimin kaşları kare,"

Yirmi sekiz yaşında Ali. Dağ gibi, gencecik bir yiğit adam. Kimse hakkında tek kötü söz ettiği işitilmemiş. Hiçbir kavgaya karıştığı görülmemiş. Tek derdi çalışmak ve çocuklarına sağlam bir gelecek bırakmak. Ailesinden başka şey düşünmemiş.

Yirmi üç yaşında Redife. Ali'yi çok sevmekten başka bir şey bilmemiş.

Bir cenaze kalkıyor semtten. Sevmeyeni yokmuş ki, mahşer-i kalabalık. Sanırsın düğün yeri. Yer gök ağlıyor Ali için. Kuşlar susuyor o gün, toprak susuyor, gök susuyor. Kefeninde kan izi varmış Ali'nin... Derler ki, rivayet bu "kefeni kanlı giden, şehit mertebesinde gider" doğru mudur bilinmez. Bildiğim; Ateş, düştüğü yürekte yer eder...

Dünya dönmesini durduruyor o gün. Herkes, her şey, zaman susuyor. Redife kendinden geçmiş, gözü boşluktan gayrısını görmüyor. Gülhan kundaktaki bebesini unutmuş, bir gecede tamamı beyaza durmuş saçlarının, nâçâr, ortalıkta dolanıyor. Zülfiye ve Mehmet nefes aldıklarına, yaşamayı sürdürdüklerine lanet ediyor. Ateş, değdiği tende buz kesiyor...

10.Temmuz günü hafızalardan, hayatlardan, anılardan, yüreklerden silinmiyor, kazınıyor.

Yedi gün Ali'nin ardından Kur'an okunuyor Zülfiye'nin hanesinde. Helvalar kavrulup dağıtılıyor konu komşuya. Bir sabah vakti, o ilk yedi günden birinde; bir yatağa üç çocuk yatırmışlar enlemesine. Serdar, Nihal ve Gülhan'ın kızı. Sabah ezanı okunurken uyanıyor dört buçuk yaşındaki küçük kız. Annesi ve yengesi de o sırada kapıdan, uyuyan üç çocuğu izliyor. Başını cama çeviriyor küçük kız. Aynı anda annesi ve yengesinin gördüğünü görüyor; pencerede bembeyaz bir güvercin, boynunu bükmüş, uyuyan iki çocuğu seyrediyor. Tekrar kapıya, annesine çeviriyor başını küçük kız, gördüğünü doğrulamak için ve sonra şaşkın şaşkın bakışları tekrar pencereye dönüyor, güvercin gözlerinin önünde kanat çırpmadan kayboluyor... geldiğinden daha da sessizce...

Yıllar sonra, unutamadığı, çocukluk düşü sandığı olayı sormayı akıl ediyor kız;
- Anne, hatırlıyor musun? O sabah, ezan okunuyordu. Ben rüya mı gördüm, yoksa sende gördün mü benim gördüğümü?

Ağlamaya başlıyor Gülhan;
- Gördüm. Hepimiz gördük. Ama ne olduğunu, nasıl gelip kaybolduğunu halâ aklımız almıyor.

* * *

Hayat öyle veya böyle devam ediyordu. Acı unutulmuyordu da, acıyla yaşamaya alışıyordu insan. Kendini telkin edecek meşgaleler bulmakta gecikmiyordu. Ya da hayat sana türlü oyununu oynarken, sen sahnede sabit durup bakamıyordun, sende bir yerden oyuna katılıyordun. Yaşamak, böyle bir şeydi işte...

Redife, Ali'nin bıraktığı evi kiraya verdi. Eski mahallesine, babasının hanesinin karşısındaki göçmen evine yerleşti iki çocuğu ile. Ona ve çocuklarına devlet maaş bağladı.

Çok büyük sıkıntılar ve zorluklarla büyüttü ikisini de.

Zülfiye Hanım ölmeye çok yeltendi, defalarca denedi de. Başaramadı. Sonunda dedi ki "Ali'min bize bıraktıklarıyla, hep beraber yaşamaya çalışacağız."

Redife, Ali'nin ailesiyle, Gülhan'la bağlarını hiçbir zaman koparmadı. Görümcesinin kızını çok severdi;
- Sen benim kucağıma Nihal'den önce verildin. Nasıl sevmem seni?, derdi.

Kız da onu kendi annesinden ayırt etmezdi. Dört çocuk; üç kadının elinde, hep beraber büyüdüler.

* * *

Acılar, sıkıntılar, yokluklar, çaresizlikler, yalnızlıklar ve en önemlisi hasret... Redife, kalan ömrünü Ali'yi özleyerek geçirdi. Çocuklarından başka hiçbir şey düşünmedi. İki gecede bir, beş günde bir Ali'yle rüyalarında sohbet ettiklerini söylerdi.

Baba gidince, evin erkeği olarak, büyüdükçe evin sorumluluklarının çoğunu Serdar üstlendi. Annesine ve ablasına hamilik yapmak onun tek misyonu oldu. Kıskanç, ablasına kardeşlik değil de, ağbilik yapan biriydi. Astığım astık, kestiğim kestik. Okumak yerine evin giderlerini düşünüp erken yaşta iş hayatını seçti. Redife ne kadar okuması için uğraşsa da Serdar, genlerinden aldığı inatçılıkla bildiğini okudu. Lise eğitimini yarım bıraktı. Kıskançlığını babasından almıştı ama babası kadar sakin ve mülayim değildi. Daha sert, daha gözüpek, daha uyanık. Babasının diğer özellikleri çok derinlerinde yatıyordu ki onu da, ileride evleneceği kişi ortaya çıkartacaktı ancak. Nihal ise Serdar'a göre daha uysal, ağır başlı kıskançlık hariç tamamen babasının özelliklerini taşıyordu.

Önce Nihal evlendi. Sevdiği gençle. Yaşı küçüktü, liseyi yeni bitirmişti, sevdiler birbirlerini. Erkan Nihal'in ilk aşkı, ilk göz ağrısıydı. Bir çok evliliğe taş çıkartacak onbir yıllık beraberlikleri var. Henüz çocukları yok. İkisi de "önce biz büyüyelim" diyerek büyümeyi tercih etti.

Nihal'in evliliğinden beş yıl sonra Redife, yoğun ağrı hissetmediğinden, geçer diye umut ederek, biraz da ihmalkârlıktan, rahim kanserine yakalandı. Kırk beş yaşında ameliyatla kanserli bölge tamamen alındıysa da eski sağlığına kavuşması, tedavisi epey uzun sürdü. Sürekli hastanelerde ve sürekli kontrol altında devam eden bir yaşam.

Ve askerliğini tamamladıktan sonra Serdar'da sevdiği kızla evlendi. Annesini bırakmadı tabii. Ama Redife'de çocuklarını yetiştirdiği evi kapatmadı. Babasını beş yıl önce kaybetmişti, annesini kendi evine yerleştirdi. Haftanın bazı günleri gelininde, bazen de annesinin yanında kalıyordu. Hafta sonları da ya Nihal annesine kalmaya geliyor ya da Redife kızına gidiyordu. Zira İstanbul iki yakalı bir şehir; Nihal evlendikten sonra Anadolu yakasına taşınınca, aradaki köprüyü geçip, bir geceliğine de olsa kalmak icap ediyordu ki, aldığın yola değsin.

Gülhan'ın, Ali'nin gidişinden on beş yıl sonra, bir 10.Temmuz sabahı ilk torunu dünyaya geldi. 10.Temmuz tarihi, bir ailenin dramına bir kez daha kazındı.

-Devam edecek-

Elif Eser
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,899,899,899,899,899,899,899,899,899,89
              9 Kahveci oy vermiş.
12 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.824 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Baba

Ayakkabıları yırtıktı
Babamın, öldüğünde

Ve benim hiç
Yırtık ayakkabım olmamıştı

En sefil günlerimizde bile

Bu yüzden bana
Babamdan miras kaldı

Üşümek

Sıcak yaz günlerinde bile

Merih Günay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Piky Basket 2.0 [495 KB] All Windows Free
http://www.conceptworld.com/piky/pkysetup.exe
Harika bir yardımcı programı. Değişik klasörlerden değişik dosyaları kopyalayıp bir başka klasöre yerleştirmek ya da CD'ye yazmak istediniz mi? İstediyseniz bunun oldukça güç olduğunu da bileceksiniz. İşte bu programla tüm dosyaları önce sanal bir sepete atıyor daha sonra istediğiniz yere kopyalıyor veya taşıyorsunuz. Sağ tuşla açılan menüye yerleşen program son derece kullanışlı. Bir takım ek özellikleri de var. Mutlaka deneyin.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050620.asp
ISSN: 1303-8923
20 Haziran 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com