|
|
|
21 Haziran 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Biri bitiyor, biri başlıyor!.. |
Merhabalar,
Şu ahir ömrümüzdeki tek eğlencemiz dizi dizi dilerimiz birer ikişer bitiyor. Kimi sezon finali diyor kimi kepenkleri hepten indiriyor. Zevkle izlediğim dizilerden biri de "Çemberimde gül oya". Sanırım bir ya da iki hafta sonra o da hepten tarihe karışacak. Ne yalan söyleyeyim, 70 doğumlu Çağan Irmak yetmişli yılları nasıl anlatacak diye ahkam kesenlerden biriydim başlarda. Hatta o minvalde bir yazı bile yazmıştım diye hatırlıyorum. Oysa haftalar ilerledikçe içiçe geçmiş hikayelerin kurgusu, oyuncuların performansı çok etkiledi beni. Kah gülerek ama çokça ağlayarak izledim her bölümü. O yılları üniversiteli olarak geçirmiş her insan gibi ben de hatırladım, hatırladıkça coştum. Son bölüm 12 Eylül sabahı son buldu. Hikayeyi hiç sarsmadan oraya kadar taşıması, hiç abartmadan tüm doğallığıyla sergilemesi beni alıp alıp götürdü o günlere. Tıpkı ekmek almaya çıkıp sessizlikten ürken Yurdanur gibi ben de Akaretler yokuşunun tepesinde kalakalmıştım o sabah. Kestirmeden okula gitmek için Maçka parkına atlamak üzereyken farketmiştim olağanüstülüğü. 3 yıldır veremediğim Lineer Cebir sınavım vardı. Bir gece önce sabahlamış, birkaç saat uyku ile sabahı etmiştim. Yokuştan tırmanan cipi görüşüm. İçindeki asteğmenin "Ne işin var sokakta?" diye beni kovalaması, koştura koştura eve dönüşüm, evdekileri uyandırışım ve sonra... Yurdanur'u seyrederken hepsini hatırladım teker teker. Bir hafta ertelenen sınavı verişim, 12 Eylül'e sınavı ertelettiği için şükredişim de geldi aklıma.
Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü değil mi? Bugün 12 Eylül olsa neyse ama işte böyle hayatın içinden bir dönemi iyi anlatan bir dizi görünce dayanamadım yazdım. Ama memleketimizde çekilip oynatılan her dizi böyle güzel değil elbette. Mesela biten "Bir İstanbul Masalı"nın yerine koyulan "İstanbul'un içine ediyorum" isimli yarı belgesel dizinin bir bölümü Haydarpaşa Garı'nda çekiliyormuş. Mendireğe dikecekleri devasa Fatih heykeli yetmemiş şimdi de Haydarpaşa ve havalisini gökdelenler çöplüğü yapmaya hazırlanıyorlarmış. Bir sonraki bölüm Dolmabahçe'de mi çekilir yoksa Topkapı Sarayı'nda mı bilemem ama bu rezil diziye dur denmezse o güzelim İstanbul silüetinden geriye hiçbirşey kalmayacak onu biliyorum. Bugün saat 12:00'de Haydarpaşa Garı önünde düzenlenecek etkinliğe tüm İstanbul severlerin gitmesi gerekiyor. Gidemezseniz mutlaka uygun bir yerde imza verin, İstanbul'u kurda kuşa yem etmeyin!..
Bugünkü Kahve Molası'na bir İspanyol gitar eşlik etsin istiyorum. Dinlerken masanın üzerinde tempo tutabileceğiniz cinsten hoş bir şarkı, La Esperanza çalıyor La Punta. Hepimize güzel bir gün diliyorum, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Onüçüncü Şehrin Çocukları |
|
Dokuzunda bir kız çocuğu,
Ay Ağustos, günlerden Salı.
Çıplak ayakları toprakta,
Saçları darmadağın...
Bir ninni söyler silahlarla Güneydoğu
Umut, arkasında yalçın dağın.
Ne kavganın adı belli, ne de yarınların
Ölüm "yaşın kaç" diye sormaz,
Ölüm umursamaz masumluğunu
Namlular çiçek açmaz...
***
Otobüsün titrek ve kalın camlarının ardından bir bir sayıyordum geçtiğimiz şehirleri ve her yolcu indirme bindirme molalarında yarısına kadar bile içilmemiş sigara izmaritleri bırakıyordum bu ayaküstü şehirlerine...
Sanki çocukluğumu kör bir kuyuya atıp, üzerini kocaman bir taşla kapatıyorlar, artık bir daha hiç çocuk olamayacağımı haykırıyorlardı...
Otobüs bir mecburi istikamete doğru hızla ilerlerken yirmiikibuçuk saat sürecek yolculuğumun yorgunluğunu daha ilk saatlerde tatmaya başlıyordum. Ya yirmiikibuçuk saat sonrası? Ne yapacaktım ben Türkiye'nin bir uçunda bir başıma? İsmini bile duymadığım bir sınır kasabasında ve adına "Telüstüvane" dedikleri sınır tellerinin arasında... Mecburiyetlerimin en ağır olanı ise galiba askerliğim süresince o soğuk demir parçasını tasıyacak olmaktı...
***
Dokuzunda bir kız çocuğu
Elinde mermi kovanları!
Bastığı toprağı da çatlak
O küçücük dudakları da...
Bir çirkin masal bu uyku getirmeyen,
Bir acı çığlık geceleri uyutmayan!
Dağ kızgın, dağ öfkeli,
Dağ namlularla döşeli...
***
Üç, sekiz, onbir... Şehirler bir bir kaybolurken gözlerimin önünden Güneydoğu'nun adeta kokusu sinmeye başlıyordu üzerime. Artık annem sigara içtiğim için kızamayacaktı bana ve odamın dağınıklığını gördüğünde "odanı temizlemeden dışarı çıkmak yok sana!" diyemeyecekti. Artık iki günde bir elbise değiştirmek zorunda olmayacak ve dedemin nasihatlarını dinlemeyecektim. Otobüse binmeden önce kendime verdiğim bu teselliler artık anlamlarını yitiriyor ve bir "deli avuntusuna" benzemeye başlıyorlardı.
***
Dokuzunda bir kız çocuğu,
Arkadaşları oynamıyor bugün sokakta
Kızgın güneş altında bir başına
Yakınlarda yangın var
Ve o bunun farkında...
***
İşte Onüçüncü şehir! Bir dağın üzerine kurulu, bir tarih abidesi... İşte Güneydoğu! Kan davaların vatanı, toprak ağalarının diyarı ve "kız çocuğu okula mı gidermiş?" zihniyetinin yaşadığı topraklar. Bir arada görebilmek için paniği, korkuyu ve ürkekliği insanların gözlerine bakmak yeterli olacaktı.
Yapmış olduğum o uzun yolculuk, nöbet tuttuğum kulübenin önündeki dokuz yaşlarında ki kız çocuğunun hayali ve o anda aşka gelerek karaladığım bir şiir bugün bana Güneydoğu'dan kalan en elle tutulur anılarımdan oluyordu.
Dün içi pamuklarla dolu bez bebeği yırtılmış, "şimdi işim var, baban gelince dikerim" diyordu annesi benimde duyabileceğim yüksek bir sesle; sonra taş merdivenlerde oturup babasını beklemeye başlıyordu dokuzunda ki kız çocuğu...
O belki diğerlerinden çok daha şanslı idi. İki yüz metre ileride ki okulun dağılma saatlerinde sokakları dolduran çocuklar içerisinde o kadar çok özürlü çocuk vardı ki insanın dikkatini çekmemesi olanaksızdı. Bir gün bu küçük kasabada yaşayan bir çocuğa bunun nedenini sormuş ve o tahmin ettiğim cevabı almıştım. "Burada kimse yabancıya kız vermez, akrabalar arası evlilik yaygındır, benimde kardeşim özürlü, doğuştan iki kolu yok!"
Güneydoğu'da terör sona ermişti, en azından öyle görünüyordu şimdilik. Fakat hemen yeni bir savaş başlatılmalıydı. Cahillikle, bilgisizlikle, çaresizlikle savaş! Bu çocuklar bizim ülkemizin çocukları, bizim yarınlarımız, bizim geleceğimiz! Belki artık namlularla ninniler söylemiyor Güneydoğu, belki kurşunların sesleriyle uyanmıyor insanlar, tamam ölmüyor çocuklar artık ama sakatta kalmasınlar, kız çocukları da okusun, onlarında düşleri, yarınları olsun, kan davalarıyla anılmasın bu topraklar!
Doğu ve Güneydoğu'ya yapılacak her yatırım bu savaşı kazanabilme yolunda atılacak adımlarımız olacaktır, yoksa bir otuzbin insan daha dağdaki terörden değil, cehaletin yarattığı terörden can verecekler!
***
Dokuzunda bir kız çocuğu, ıslak yanakları ve elinde mermi kovanları... Babası gelmemiş hala, bez bebeği dikilmemiş... Ne işe yaradığını bilse oynarmıydı elindekilerle ve biriktirirmiydi onları cam kavanozunda? Dik bebeğini annesi, oynamasın elindekilerle, ne kurşundan oyuncaklar olsun, ne de böyle şiirler...
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
ORGANİK BİLGELİK SORULARI -VI-
- Günaydın çocuklarım. Hemen dersimize başlayalım isterseniz. Size dönemsellik bir yaşam öyküsünü anlatacağım demiştim. Evet öykümüzün kahramanı ağustosböcekleri.
- Öğretmenim ?!
- Buyur Cumhur?
- Öğretmenim bana bilim ve din hakkında bir inceleme ödevi vermiştiniz. Önce ben anlatabilirmiyim?
- Evet, sahi Cumhur sana inceleme ödevi vermiştik. Hazırsan tabiî ki anlatabilirsin.
- Öğretmenim, öncelikle var olan genel bir kanıyı paylaşmak istiyorum. Bir çok insan bilim ile dinin doğal, uzlaşmaz düşmanlar olduğuna inanmaktadır. Örneğin bir gurup insan bilim ve teknolojinin bütün ürünlerini son noktasına kadar kullanırken, bilime sırtını dönmekte hatta düşmanlık sergilemektedir. Çünkü bilimi dinin doğal düşmanı olarak görmektedirler. Oysa bilim ile din arasındaki gerçek ilişki çok daha karmaşık ve değişkendir. Din çoğu zaman bilimi etkin bir şekilde desteklemiştir. Bu nedenle bilimin değişmez düşmanı din değil akıldışılıktır.
- Aferin Cumhur, iyi özetledin, başka ilave edeceğin varmı?
- Öğretmenim, maalesef din yıllar boyu en kolay istismar edilen konuların başında gelmektedir örneğin binli yılların ilk çeyreğinde yaşayan Giardano Bruno (1548-1600)'nun bir tespiti bu gün bile güncelliğini korumakta; yaşadıklarımızla örtüşmektedir. "Kötü insanlar tanrıyı; Tanrı iyi insanları kullanır" demiştir Bruno. Ne kadar doğru değil mi öğretmenim. İnsanoğlunun bugünkü gelişmişlik düzeyinin (antik yunan da yaşananları ve bu uğurda kat edilen yol düşünüldüğünde, daha sonra yaşanan yıllarda çok fazla ilerleme sağlayamadığımız bir gerçektir) en önemli handikaplarından biri bu istismar konusu olmuştur.
- Çok doğru. Bu konuda paralel düşündüğümü söylemeliyim. Ayrıca bu günkü gelişmişliğimiz ya da az gelişmişliğimizin, hala kan ve barut kokuları içerinde yaşıyor olmamızın, daha hala çözümsüz hastalıklarla boğuşuyor olmamızın en önemi nedenlerinden birini, bu istismar konusu ve istismarın en çok yaşandığı karanlık ortaçağ oluşturmaktadır. Bence bir başka neden kurduğumuz medeniyetin dayandığı enerji kaynağıdır. Yani fosil yakıtlara dayalı bir medeniyetimizi olması. Bu konu oldukça uzun, bu nedenle bir başka derste tartışalım. Ben sazı elime alıp dönemlik yaşam öyküsünü anlatayım ve sözlüye devam edeyim.
- Dönemlik çekirgelerin öyküsü, çoğu insanın düşündüğünden daha şaşırtıcıdır: Dönemlik çekirgelerin genç kızları 17 yıl boyunca yerin altında, ABD'nin bütün doğu yarısında (her 13 yılda bir çok benzer ya da ayni türden bir grubun ortaya çıktığı güney eyaletleri dışında), orman ağaçlarının köklerinden özsu emerek yaşarlar. Daha sonra, birkaç hafta içinde milyonlarca erişkin genç kız gün ışığına çıkar, olgunlaşır, çiftleşir, yumurtlar ve ölürler. En şaşırtıcısı, bir değil üç ayrı dönemlik çekirge türünün tam olarak aynı zaman çizelgesini izlemesi, hassas bir zamanlamayla hep birlikte ortaya çıkmalarıdır. Farklı bölgelerde evre kayması görülebilir, örneğin Chicago'daki topluluklar New England'lı formlarla aynı yıl içinde ortaya çıkmaz. Ama her yerel topluluk için 17 yıllık (güneyde 13 yıllık) çevrim sabittir aynı yerdeki üç tür mutlaka bir arada ortaya çıkar.
- Bu ilginç eşzamanlılığa ve eş zamanlılık gelişimine nasıl bir açıklama getirebiliriz ? Bir yanıtı olan varmı? Nasıl oluyor da çekirgeler ve bambular kollarında ya da ceplerinde saatleri olmadığı halde birden uyanıp, eş zamanda eş reaksiyon verebiliyorlar.
- Öğretmenim ben?
- Buyur kızım Tuğba seni dinliyoruz.
- diling diling diling!!!
-Özür dirlerim Tuğba, gelecek ders seni dinlesek.
-Peki öğretmenim.
- İyi günler sevgili mercimeklerim.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Seyyah : Gülin Aköz Takım ve Fasulye (Bergen) |
|
Bölüm 1:
Ben buyum… bir cadı.
İnsanların kalplerine pençe atıp yolan bir cadı.
Yuvam yok, benim diyeceğim bir yerim yok…
Hiçbir yere aidiyetim yok.
Kalbur içinde bir saman, evvel zaman içinde bir zaman,
yerlerden bir yere ait oldum mu hiç acaba?
***
Jeff "Yuva kalbinin olduğu yerdedir," dedi ve sordu "Kalbin nerede?"
Evet gerçekten, kalbim nerede?
Bilmiyorum ki… Uzun bir süreden beri görmedim, rastlamadım kendisine.
Ama kalbimde ne olduğunu biliyorum. Çok özel bir hazine var orada… bir çeşit sihir… kimse çalamaz onu… zaman bile… ama size onun ne olduğunu söyleyemem… o bir sır. Ve sırlar söylenmez!
***
Ortaokuldaki ilk senemizde bize öğrettikleri bir şarkıyı hatırlıyorum. Adı "Tumbalalaika" olmalı, sözleri şöyleydi:
Kar ve yağmur olmadan ne büyüyebilir?
Sonsuz yıllar boyunca ne yanabilir?
Ve ne ağlayabilir gözyaşı dökmeden?
Ah kızım benimle dalga geçiyorsun biliyorum..
Bir taş, yağmur ve kar olmadan büyüyebilir…
Aşk, sonsuz yıllar boyunca yanabilir,
Bir kalp ağlayabilir gözyaşı dökmeden.
***
Jeff'in yuva tanımı beni hüzünlendiriyor. Sanırım ben "Yuva, şapkamı nereye koyarsam orasıdır" tanımını tercih edeceğim.
Bölüm 2:
Ben bir gezginim… sıkıcı bir gezgin. Siz hiç sıkıcı gezgin diye bir şey duydunuz mu? Benim için gezgin, tanımı gereği heyecan verici ve ilginç bir kişi demektir.
Ama ben bir istisnayım! Hani şu kaideyi bozmayanlardan.
Ben bile kendimden sıkılıyorum, başkalarının ne yapmasını bekliyorsunuz ki? Kendimden hiç böyle ölesiye sıkılmamış, hayattan hiç bu kadar bezmemiştim. Yine de, garip bir şekilde insanlar benim yaptıklarımdan heyecan duyuyorlar. Peki müzik nerede? Ben duyamıyorum…
Bu bana hayatımda aldığım en güzel iltifatı hatırlatıyor. Hayır hayır, öyle "Güzelsin, akıllısın, sen bir meleksin" gibi bir şey değil. Bana yapılan en güzel kompliman şuydu:
"Eğer bir adam arkadaşlarıyla aynı tempoda gitmiyorsa, belki de farklı bir davulcunun sesini duyduğu içindir. Ne kadar uzak ve ulaşılamaz olursa olsun, bırakın onu kendi duyduğu müziğe ayak uydursun."
Bir arkadaşım bunu bir yerde okuduğunu ve okurken aklına benim geldiğimi yazmış. İyi de ben anlamadım bunun benimle alakasını. Aradaki bağlantıyı kuramadım bi türlü, dolayısıyla en sevdiğim sorulardan birini sordum: "Neden?" :)
Cevap vermiş neyse ki. Bütün (ah tabii, yazının orijinali İngilizce olunca bi dolu vardı, Türkçe'de sadece bi tane oluyo :) maskülen kelimeleri feminen yapmamı söylüyordu. "Eğer hâlâ bir ritim duymuyorsan, bu ritmin olmadığını değil, senin onu duyamayacak kadar onunla yaşamaya alışmış olduğunu gösterir."
Ardından bunun başarı olarak algılanması gerektiğini söylemiş. Gerçekten mi??!
Eğer müziği ben duymuyorsam neye yarar?
***
Hırslarım yok, rüyalarım yok… Size söylüyorum, ben sönük silik bir insanım.
Fantazi sıfır, hayal gücü sıfır… Ölsem daha iyi!
İnsanlar ne söylerlerse, onlara kelimesi kelimesine inanıyorum.
Yooo, sakın yanlış anlamayın, aptal değilim.
Sevinç, her zaman kahkaha atarak belli etmez kendini
Ağlamak da mutsuz olduğunuz anlamına gelmez her zaman
Ve kelimelerin sözlük anlamları dışında dahası vardır anlatmak istedikleri
Bunları bilecek kadar zekiyim.
Sadece şu var ki ben verilerle, o varlığı yadsınamayan şeylerle yaşıyorum. Benim çocukluk hayallerim yoktu, şimdi de rüyalarım yok: Benim gerçeklerim var.
Ama gerçek nedir?
***
Termodinamiğin ilk yasası, enerji yoktan var edilemez ve varken yok edilemez der. Aynı şekilde, madde korunum prensibi denen bir şey vardır.
Peki sevgiye ne olur? Artık aşık olmadığınızda nereye gider aşk? Başka birine mi transfer olur? Sevdiğiniz insana kızdığınızda sevgi nerededir? Saklanıyor mudur? Kırılan kalplere ne olur, başlarına neler gelir? Onları tamir edecek bir yer var mıdır? Hani benim böyle bir yere ihtiyacım olduğundan değil. Ben sevemiyorum. Belki de bir kalbim yoktur, taa baştan kalpsiz yaratılmışımdır… belki sebep budur. Ama öyleyse bile… benim yaşamımı devam ettirmemi sağlayan bir şey olması lazım.
Ben neye özlem duyuyorum?
***
Her gün gidip yeni bir ülke görüyorum, yeni insanlarla tanışıyorum.
Peki değişiyor muyum? Hayır! Hâlâ eski ben. Günden güne aynı ben.
Peki bu etrafımdaki insanlar kim? Arkadaşlarım neredeler? İnsanın kendisinden başka arkadaşı var mıdır? Ne kadar güzel olurdu kendimin en iyi arkadaşı ben olsam. Ben bile kendimle arkadaş olamıyorum (ne yalan ama! Söylediğim en büyük yalanlardan :)
Etrafımda neler olup bitiyor? Kontrolüm yok… yok hayatım üzerinde hiçbir kontrolüm. Ama gidin herhangi bir arkadaşıma sorun, benim bir şeyleri oldurttuğumu söyleyeceklerdir. Bu doğru mu? Hiç sanmıyorum…
Her zaman böyle miydim yoksa yeni mi böyle oldum? Bu kadar çok insanın bende gördüğü ruh, o ilham nerede?
"Kendine dikkat et," diyor hepsi.
Tabii edeceğim… ama belki de etmem. İstemezsem etmem. Paşa keyfim ne isterse onu yaparım. Sizi ilgilendirir mi?
Ama bu çok sert bir yanıt olur… ben o kadar acımasız olamam!
***
tüm duygularım kayboldu… hissizim
düşünce zincirim bütünlükten yoksun…
Hikâye başlıyor… ama bitmiyor… ve bir yere de gitmiyor.
"Mutlu aşk olsa da, mutlu son yoktur," diyor Teoman şarkısında.
Ama zaten… hayatta herhangi bir şeyin sonu var mıdır?
tüm düşüncelerim çekip gitti… kendimi boş hissediyorum
Gülin Aköz www.gulinakoz.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ZORUNLU "DİN EĞİTİMİ" TARTIŞMALARI ÜZERİNE
AB'ye giriş süreciyle birlikte ülkemizde gündeme oturan ve gündemden düşeceğe de pek benzemeyen tartışma konularından biri de "zorunlu din dersleri"dir... Din derslerinin ortaöğretim kurumlarında "zorunlu" olmaktan çıkarılmasını isteyenler, Diyanet'in, Genel İdari Teşkilat içinde yer alması da dahil olmak üzere, bunun AB müktesebatına aykırı olduğunu, laik bir devlette Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun bulunamayacağını, Batı'da da bunun herhangi bir örneğinin bulunmadığını savunmaktadırlar... Böyle düşünenlere göre, Diyanet İşleri Teşkilatı da Genel İdare içinden çıkarılmalı ve cemaatlere bırakılmalıdır... Zaten, Diyanet'in cemaatlere bırakılması daha önce de zaman zaman gündeme gelip kamu oyunu meşgul etmişti...
Doğrusu, hem Diyanet'in cemaatlere bırakılması ve hem de din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını savunanların Türkiye'nin kendine özgü şartlarını gözardı ederek ve kimi konularda da yeteri kadar "bilgi" sahibi olmadan bu söylemleri dillendirdiklerini düşünüyorum... Gerçi, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken Türkiye'de yaşayan Müslümanların dini ihtiyaçlarını, problemlerini halleden, İslam dinini yayan, İslam kültürünü besleyen bir müessese olarak tasarlanmadı... Tam tersine, gittikçe dini muhtevadan, İslami kimlikten uzaklaşan devletin dinle ilgili problemlerini azaltmak, din'i devletin hizmetine vermek için yukarıdan gelen emirleri uygulayan, fetvalar çıkaran, siyasi merkezin icraatlarını dini açıdan meşrulaştıran, Müslümanların taleplerini zayıflatan bir daire olarak tasarlandı... .Başka bir ifadeyle, Diyanet, Müslümanların değil devletin işlerine bakmak üzere kurgulanmıştır... Ancak tarihsel durum ne olursa olsun, bugün Diyanet'in asla görmezden gelemeyeceğimiz olumlu bir işlevi vardır... Bu itibarla Diyanet'in (bazılarınca iddia edildiği gibi) tamamen lağvedilmesi Türkiye'nin özel şartlarını yok saymaktan başka bir anlama gelmez...
Cemaatlere bırakılması konusuna gelince... Öncelikle şunu belirtmek gerekir:Türkiye'de herhangi bir kamu hizmetinin devredilebileceği 'cemaat'lar yoktur. Çünkü, Türk hukuk literatüründe cemaat kavramı yalnız gayr-i müslim azınlıklar (Ermeni cemaati, Rum/Ortodoks cemaati, Musevi cemaati vb.) için kullanılabilen bir kavramdır ve bu azınlıkların hakları Lozan Antlaşması'nda garanti altına alınmıştır.
Diğer taraftan, bugün siyasi liderlerle rahatlıkla görüşebilen saygın bazı cemaat temsilcilerinin resimleri, daha dün diyebileceğimiz bir tarihte sıkıyönetimce aranan teröristler ve katil zanlılarının arasında sergileniyordu. Yarın, böyle manzaralarla karşılaşmayacağımızın garantisi kim ve hangi kuruluş olacak?
Ayrıca, birebir örtüşmese de, bunun yakın bir örneğini Almanya'da, oraya işçi olarak giden yurttaşlarımız tarafından inşa edilen ve haliyle idaresi kendilerine bırakılan camilerde/kurumlarda görebilmekteyiz... Buradaki gruplaşmalar/kamplaşmalar -en azından bir dönem- o raddeye varmıştı ki, bu insanlar neredeyse birbirlerini boğazlayacaklardı... Diyanet'in cemaatlere bırakılması durumunda buna benzer veya daha vahim durumların Türkiye'de yaşanmayacağının garantisini hiç kimse veremez...
Ortaöğretimdeki din derslerine de bu çerçevede bakabiliriz...Her şeyden önce, bu derslerin, Türkiye'nin mevcut şartlarında gerekliliği, önemi ve bunların savunulması ile bunların 'dini' olup olmadıkları meselesini birbirinden ayırmak gerekir.Hadd-i zatında, bu dersler dini gerekçe ve zaruretlere değil, siyasi yönelişlere dayanmaktadır ve bu siyaset 'laik bir siyaset' olması yüzünden dersler din için, dine ait olarak değil, siyaset için, düzenlenmiş ve öngörülmüştür. İkincisi; bu derslerin mantığı, muhtevası ve hedefleri -tamamen denebilecek ölçüde- gerek kişiler ve kurumlar, gerekse temel argümanları itibariyle 'dini otorite'den fazla bir iz taşımamaktadır...
Bir paradoks gibi gelebilir ama, durum böyle olmasına rağmen, yine de Türkiye'nin bugünkü şartlarında 'din dersleri mecburi olmaktan çıkarılsın, seçmeli hale getirilsin, cemaatlere devredilsin' gibi görüşler ileri sürmek, 'çocuklarımız din kültürü almasa da olur' demekten başka bir anlama gelmez.
Tekrar belirtelim ki, Cumhuriyet kurulurken devlet, dini renk taşıyan bütün kurumları (medrese, tekke, vakıf) ortadan kaldırdı, camileri ve din işlerini kendine bağladı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de bir nevi din eğitimini taahhüt etti. Bugün, Diyanet'in, din işlerinin, din eğitiminin devredilebileceği bir 'Müslüman cemaat'ın olmadığı gerçeğinin farkında olmak lazım. Bu bir çözümsüzlük ve mevcut şartlara mahkum olmak şeklinde anlaşılabilir. Fakat olumsuzlukların ve çarpık uygulamaların varlığı ve işleyişi, yeni yanlışlıklar ve çarpıklıklar için kimseyi haklı kılmaz.
Türkiye'de, kanunen Diyanet'in ve din eğitimi verebilecek ilgili kurumların devredilebileceği "cemaat"ler olmadığı, Batı'daki gibi isteyenin çocuğunu gönderip din eğitimi aldırabileceği Kilisenin açtığı okullar da bulunmadığı için bu noktada geriye şöyle önemli bir soru kalıyor: Din eğitimi gerekli mi, değil mi?
Şimdi yeniden yazımın başlığına dönecek olursak, bence din eğitimi ve öğretiminin zorunlu olmasını, en fazla "dinle pek işi olmayan" ya da "dine hayatında fazla yer vermeyen" insanlar talep etmelidir... Çünkü, din adına sergilenen bu kadar "farklılık", bazen çelişki ve tutarsızlık, hatta bazen çılgınlık karşısında, onların şöyle demeleri gerektiğini düşünüyorum:
"Hayır! Biz, inanmasak da, din hayatımızda önemli bir yer işgal etmese de, bu sergilenenler, dinin kendisinden kaynaklanıyor olamaz; temelde İlahi kaynaklı olan dini öğretiler bu yaptıklarınıza izin veremez!"
Bunları sadece zihni jimnastik olsun diye yazmıyorum, toplumsal karşılıkları var... Örneğin, herkesin zihninde yer eden ve rahatlıkla hatırlanabilecek facialar olarak, 11 Eylül saldırısı, Türkiyede'ki intihar eylemleri, İspanya'daki Tren bombalama eylemi, Beslan'daki okul baskını... gibi, hunharca yapılan akıl ve mantık dışı, çılgınlık ve vahşet kokan eylemleri yapan kişilerin bu yaptıklarının, kendilerini ait hissettikleri inanç ve değerler dünyasında bir yerinin olup olmadığı, büyük bir köy haline dönüşen bugünkü global dünyada, inansın-inanmasın herkes için önemli değil mi?
Bunu daha bireysel düzeye indirerek de tahlil edebiliriz... Toplumlara yön veren, onları etkileyen, onlara kimlik kazandıran, eylem, tutum ve davranışlarını belirleyen en önemli dinamiklerden birisi de "din"dir... Başka bir ifadeyle, tarihten bugüne, bireysel ve çıkar amaçlı tutum ve eylemler dışında, genel anlamda, insanlığın başına gelen olumlu-olumsuz olaylar, başlıca iki temel dinamikten, "milliyet"ten ve "din"den kaynaklanmıştır... Yani, tarih boyunca yaşanan, hiç istenmeyen bir çok olay ya, "öteki"nin milliyetinden veya "din"inden dolayı yaşanmıştır...
"Milli hassasiyetlerinden" dolayı, akıl almaz, insanlık dışı eylemlerde bulunan kişilerin bu tutumlarını kendisine arzedebileceğimiz/test edebileceğimiz bir kaynak/veya kaynaklar yok; ama, "dini hassasiyet"lerinden dolayı aynı eylemleri yapan insanların yaptıklarını sorgulayabileceğimiz kaynaklar/metinler/öğretiler var...
Bu itibarla, en önemli dinamiklerden biri olması hasebiyle ve olan-biteni anlayabilmek, ait olduğu yere doğru olarak koyabilmek için, inansın-inanmasın, herkesin "din"lerle ve bu dine mensup olduklarını iddia eden insanlarla şu ya bu şekilde bir ilişkisi/iletişimi vardır ve bu yüzden de, isteseler de istemeseler de dine lakayt kalamazlar, kalmamalıdırlar... Bu yüzden,"din"in ne olduğu, ne olmadığı mutlaka doğru bir şekilde öğretilmelidir...
Kaldı ki, hayatlarında dini değerlere yer verme oranları çok farklı olmakla birlikte Türk toplumun büyük çoğunluğu Müslümandır... Bu Müslümanlık kiminde, bütün dini sorumluluklarını yerine getirme şeklinde, kiminde haftada bir Cuma namazına gitme şeklinde, kiminde ise, en azından yılda bir defa Ramazan ayında oruç tutmak şeklinde kendisini göstermektedir... Belki çok basit ve amiyane bir örnek olacak ama, Ramazan ayında, İftar saatine yakın, adeta hayatın durması ve trafiğin kilitlenmesi, toplumun (yılda 1 defa dahi olsa) bu konudaki heyecanının ve duyarlılığının bir göstergesidir...
Türkiye'de İslam'la şu ya da bu şekilde bir ilişkisi olmayan birey, hemen hemen yok gibidir... Hiç ilişkisi olmayanın bile, öldüğünde dini merasimle defnedilmek gibi bir ilişkisi oluyor... (Bunu bile red edenlerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmez.)
Diğer taraftan, ahlakın en önemli kaynaklarından birisi yine dindir, dini değerlerdir... İslam dininden kaynaklanan bazı ahlaki değerler, bizim toplumuzu öyle kuşatmış ve ruhuna öylesine işlemiş ki, (pek iç açıcı bir örnek olmayabilir ama) yirmili yaşlarda, yani hayatının baharında evladını vatan savunmasında kaybeden bir ebeveyn, onun "şehit" oluşuyla teselli olmakta, ayakta kalabilmektedir... Kolunu, ayağını, hatta gözünü kaybeden bir insan, kendisini "gazi" olarak kabul edip, hayatını devam ettirmektedir... Din eğitimini zorunlu olmaktan çıkarmak suretiyle fiilen ortadan kaldırıp din'i ve dini inancı çekip aldığımızda, bütün bu değerlerin boşlukta kalacağını hiçbir zaman unutmamalıyız... Kaldı ki, arkadaşlık, komşuluk,aile içi ilişkiler, hasılı bireysel ve toplumsal ilişkilerin her alanında dinimizin bu değerlerinin toplumumuzu kuşattığını görmemek mümkün değil...
Şu anda din adına ortalıkta bir sürü akıl almaz çılgınlık, istismar, ahlaksızlık, sefalet, hatta vahşet kol gezdiği için, çoğu zaman "yutkunarak" konuşmak zorunda kalınıyor... Halbuki, ilk özgün muhatapları olan Miladi VII.yy.daki topluma verdiği mesajın doğru anlaşılması ve yorumlanması ve yine doğru olarak bugüne taşınması halinde, İslam'ın, kendimizle toplumla ve dünyayla barışmak ve mutlu olmak için içerdiği ahlaki/toplumsal ilkelerin rahatlıkla tüm insanlar tarafından görülebileceğini düşünüyorum... Fakat maalesef, kimse bu kafa karışıklığı ve polemik ortamında sözkonusu ilkelere bakacak durumda bile değil... Basitçe söyleyecek olursak, İslam'ın ahlaki ilkelerinin tam olarak toplumda egemen olması durumunda, bugün bizleri canımızdan bezdiren, hırsızlık, kapkaç, fuhuş, hortumlama, rüşvet, cinayet, zulüm... gibi eylemlerin toplumda vücut bulması sözkonusu olabilir mi? Gerçek anlamda Allah rızası ve korkusu olan ve "öte dünya"da bunların hesabını vereceğine kesin olarak inanan birisinin bu tür eylemlere teşebbüs etmesi düşünülebilir mi? "Bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğunu" bilen inançlı bir insan, bu eyleme cesaret edebilir mi?
Bütün bunları söylerken, birilerine İslam'ı sevdirmek ya da tebliğ yapmak gibi bir amacım yok; sadece ve sadece, dinle işi olmayanların dahi, İslam'ın ahlaki ilkelerinin toplumda yaygınlaşmasından zararlı değil, kârlı çıkacaklarını ve dini eğitimle ilgili tartışmalara bir de bu açıdan bakmaları gerektiğini vurgulamak istiyorum...
Buna karşılık, kötü örnekler de var... Dini değerleri istismar edip rant sağlayan, bunu kendi kişisel çıkarları için kullanan ve din'i sadece her türlü ahlaksızlığını örtmek için bir maske ve koruyucu kalkan olarak kullananlar da var... Komşuluk, arkadaşlık, dostluk, karı-koca ve aile içi insani ilişkilerde, bırakın bir inançlı bir insanın, asgari insanlık özelliklerini taşıyan bir insanın bile asla yapmayacağı tutum ve eylemlere sahip kişiler var... Kısacası, iyi örnekler de kötü örnekler de fazlasıyla var... Bu bir şeyin apaçık ifadesidir: Bu ülkede yaşayan herkes, inansın, inanmasın, İslam dinine lakayt kalamaz, İslam dini ve bunun müntesipleri yokmuş gibi davranamaz... Kendisinin dinle bir işi olmasa dahi, dindarlarla, ya da dindar olduğunu söyleyen, bir dine aidiyet iddiasında bulunanlarla şu veya bu şekilde bir ilişki içerisindedir... Dolayısıyla, şu ya da bu şekilde yolları kendileriyle kesişen insanları en azından "anlamak" için, onların inançlarını ve değerler dünyasını öğrenmek durumundadır...
Diğer taraftan, ne yazık ki, ülkemizde din veya İslam dini denilince, ilk akla gelenler, "birden fazla kadınla evlilik, kadınları dövmek, boşanmanın, erkeğin 'boş ol' demesine bağlı olduğu, hırsızın elinin kesilmesi, kadının mirasta ½ pay alması, zina cezası olarak taşla öldürülme" vb. hususlardır... Ve bunlar da çoğu zaman, kahve ağzıyla tartışılmakta, polemiklere konu olmaktadır... Ne, "dinle işi olmayan"lar İslam'ı doğru anlamak için samimi bir çaba içerisindedirler ve ne de İslam'ı temsil iddiasında olanlar, İslam'ın ne olduğunu, ne olmadığını ortaya koyup insanlara doğru olarak aktarabilmektedirler...
İkinci tarafta yer alan birisi olarak iğneyi kendimize batırıyor ve suçu üzerimize alıyorum: İslam dinin temsil iddiasında olanlar, bu dini insanlara topluma doğru bir şekilde aktaramadılar... İslam'ın bir konudaki hükmünü açıklamak veya öğrenmek, açıp Kur'anda veya Hz.Muhammed'in sünnetinde, o konuyla ilgili bir ayet ya da hadis olup-olmamasına indirgendi...
Tekrar konumuza dönecek olursak, tartışılması gereken, din eğitimin zorunlu olup olmaması değil, verilen eğitimin içeriği, bunun (Hz.Adem'den Hz.Muhammed'e kadar gönderilen bütün peygamberlerin getirdiği mesajın ortak adı olan) İslam dinini topluma ne kadar doğru olarak aktarabildiği, toplumun din olgusu etrafındaki kuşkusunu ne kadar giderebildiği ve ilgili tartışmalara nasıl bir katkıda bulunduğudur...
Bunu daha iyi anlamak için, şu an okullarda okutulan ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak dersi müfredatına, daha doğrusu lise 1-2-3. sınıfın kitaplarında yer alan konulara bakmanın yeterli olduğunu düşünüyorum:
LİSE-1:
Ünite-1: Din, Ünite-2: Dinler Ve Özellikleri, Ünite-3:Din Ve Ahlak,Ünite-4: Devlete Karşı Görevlerimiz,Ünite-5: Temizlik Ve Doğruluk, Ünite-6: Savurganlık.
LİSE-2:
Ünite-1: İslam Güzel Ahlaktır, Ünite-2: Milli Birlik Ve Beraberlik, Ünite-3: Örf-Âdet, Ünite-4:Kötülüklerden Kaçınma Ve Kötülükleri Önleme, Ünite-5: Çalışmak Ve Üretici Olmak, Ünite-6:Öğretmenlik
LİSE-3:
Ünite-1: İslam Ve Evren, Ünite-2:Evrensel Bir Din Olarak İslamlık, Ünite-3: Türk-İslam Kültür Ve Uygarlığı, Ünite-4: Atatürk Ve Dinimiz, Ünite-5:Ahlaki Görevlerimiz, Ünite-6: Adalet, Ahlak Ve Din.
İşte, etrafında bunca fırtına koparılan ve okullarda zorunlu olarak okutulan din derslerinin müfredatı bundan ibarettir... (İlköğretimdeki konular da aşağı-yukarı böyledir, sadece, orada bazı kısa sure ve duaların ezberlenmesi istenmektedir... )
Bu müfredata itiraz etmeliyiz; hem de yüksek sesle...
Bu arada, okullarda "Din Kültürü ve Ahlak" derslerinde, "Kur'an Meali"nin okutulması türünden düşünceleri, günü kurtarma amacıyla ortaya atılmış, üzerinde yeteri kadar düşünülmemiş eyyamcı öneriler olarak değerlendirdiğimi belirtmek isterim... Çünkü, ilgililerce bilindiği gibi, Kur'an metninin, ne "tematik", ne "sistematik" ve ne de "kronolojik" olmayan, kendine özgü bir yapısı var... Dolayısıyla, Kur'anın mesajını doğru olarak anlamak ve onu bugüne taşıyabilmek için, klasik tertibini/sıralamayı aşan, daha doğrusu bundan farklı, özgün çalışmalara ihtiyaç vardır... Bunlar yapılmadan, Kur'anı, 1 defa da, gökten indirilmiş ve tüm insanlığa hitap eden bir kitap gibi insanların önüne koyarsanız, bu bir çok konuda (bugün olduğu gibi) onların Kur'andan yanlış anlamlar çıkarmalarına, hatta O'nu -haklı olarak- çelişkili bir metin/kitap olarak görmelerine sebep olacaktır... En iyi ihtimalle, O'nun getirdiği mesajı hakkıyla anlamaları ve bugüne taşımaları mümkün olmayacaktır...
Sonuç olarak; dinle işi olan-olmayan herkes, din eğitimin zorunlu olmasını talep etmeli... Ama aynı zamanda ısrarla talep etmeleri ve takipçisi olmaları gereken diğer bir konuda, okutulacak olan bu din derslerinin muhtevasıdır... Bunun, toplumsal taleplere/sorunlara/kuşkulara/tartışmalara ne kadar karşılık verdiğidir...
Bu noktada sorulması gereken can alıcı bir soru da şudur: Din eğitimi ve öğretimi devlet tarafından uzman kişilerce ve kurumlarca verilmezse ne olur ve ortaya nasıl bir sonuç çıkar?
Sanırım, bunun sonucunda ortaya nasıl bir manzara çıkacağını tahmin etmek için kahin ya da sosyolog olmaya hiç gerek yok... Bugün bile, bu eğitim devlet tarafından ve resmi kurumlarca verildiği halde, birkaç dua ezberleyen ortaya medyum diye çıkabilmekte, Türkçe'yi bile doğru dürüst kullanamayan insanlar, medyum olarak Maliye'ye kayıt yaptırabilmekte ve ayak bastı parası olarak gidenlerden yüz dolar para alabilmektedirler... Din eğitiminin, devletin kontrolünden çıkması durumunda, bunun çok daha vahim boyutlara ulaşacağı, ortalığı cinci-üfürükçü-medyum ve şarlatanların, din istismarcılarının, koca-karıların alacağı hiç de tahmin edilemeyecek bir durum değil... .
Bir diğer nokta, gayr-i resmi olarak din eğitimi verecek insanların, bu şekilde toplum/devlet kontrolünden/veya iletişiminden -kısmen- uzaklaşarak kendi içlerine kapanacağı ve toplumdan soyutlanacaklarını da gözardı etmemek lazım... .
Dahası, İslam, bin yıldan fazla (Türk'lerin Müslüman oluşlarından bu yana) toplumumuzun tarihini çok derinden etkileyen, yönlendiren ve şekillendiren en önemli dinamiklerden biridir... Bir toplumun, kendisini geçmişte çok derinden etkileyen dinamikler hakkında bilgisiz olması düşünülebilir mi? Onu, bugünkü nesle öğretmemek demek, o tarihi silmekle eşdeğerdir... Devlet, laik karakteri itibariyle "din'e dayanmıyor" olabilir ama, din'i yok sayamaz; vatandaşların büyük çoğunluğunun mensup olduğu dini görmezlikten gelemez... Kaldı ki, burada birbirine karıştırılan önemli bir husus da şudur: Aslında, devletin "dine dayanması" ile "dinden yararlanması" oldukça farklı şeylerdir... Ve, bir devletin, tüm evrensel değerler gibi, herhangi bir dinden yararlanması demokrasiye aykırı değildir... Yanlış ve demokrasiye aykırı olan, dini değerlerin topluma zorla dayatılmasıdır... Bu açıdan dini eğitimin, daha doğrusu "dinin ne olduğunun bilinmesi"nin toplumun bütün katmanları için gerekli olduğu rahatlıkla söylenebilir... Zorunlu din eğitimine karşı çıkanların bütün bu durumları genişçe değerlendirmeleri gerekir...
Bu yazıda, din eğitimi, belli bir dinle sınırlı kabul edilmediği, daha doğrusu, Hz.Adem'den Hz.Muhammed'e kadar gelen evrensel din olan İslam, bir bütün olarak kabul edildiği için, meseleye sadece kutsal metinlerin doğru anlaşılması ve yorumlanması, daha doğrusu, bunların "ne kadar doğru anlaşıldığı" ve bunun insanlık tarihinde ortaya koyduğu "sorunlar" açısından bakılmıştır... Bu yüzden, güncel bazı tartışmalar/iddialar ve itirazlar, özellikle ihmal edilmiştir...
Ahmet Erbay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) BİR HAYAT & BİR HİKÂYE...(ÜÇ) (4) |
|
"Böyle Bir Kara Sevda..."
Her şey yolunda görünüyordu. Refide, rutin kontrollerini aksatmaya başlamıştı. "Bir şikayetim yok ki. Her ay gideceğime, 3 - 4 ayda bir gidiyorum. Sıkıldım hastanelerden de, doktorlardan da." diyordu. Lâkin, madalyonun öbür yüzü, hastalığının sinsi yanı kendisine dahi sezdirmeden ilerliyordu. Yattıkları yerde uyuyan hücreler, adetâ ufacık bir kıvılcım bekliyordu. Ve Redife, o kıvılcımı ateşledi.
Teyzesinin kızını otuzüç yaşında göğüs kanserinden kaybedince, "gitti gencecik kız. Vah, vah. Ah canım yavrum benim" diye dövünmeye, kendini unutup, aşırı derecede üzülmeye başlayınca, organizmada beklenmedik boyutta bir metastaz gerçekleşti. Kemiklerine sıçramıştı. Ayaktan tedavi görmekte diretince, doktorlar kemoterapi ilaçlarını dayamaya başladılar. Bütün gece uyumuyordu. Sabaha kadar evin içinde geziniyor, onu acılar içinde kıvranırken gören gelinine "Suss, Nihal'le Serdar duymasın. Sakın söyleme oldu mu? Kemiklerimi kemiriyorlar sanki Mehtap. Kemiklerimin içinde binlerce bit, karınca dolaşıyor ve durmadan yiyorlar beni. Ölücem ben. Ama sen sakın acı çektiğimi söyleme onlara. Yüce Rabbim, dilerim yataklara düşmeden alır canımı." diyordu.
Bir hafta sonu, Serdar, eşi ve Redife, Nihal'de akşam yemeğine toplanmışlardı. Yemekten sonra Serdar ve Nihal'in eşi Erkan yatınca, kızıyla gelinini karşısına aldı;
- Gelin bakın, geçen akşamki rüyamı anlatayım size, dedi. İkisi de merakla;
- Hayır olsun anne, dedi.
- Babanızı gördüm. Geçen haftadan beri görmüyorum. Ama bu seferki başkaydı. Bembeyaz giyinmişti. Üzerinde ipekli bir gömlekle, ince, keten beyaz bir pantalon vardı. Bir nehrin kıyında duruyordum ben. Ali, elinde bir değnek, tahtadan bir sal üstünde, ayakta durmuş, bana seslendi; "Seni almaya geldim" dedi. Öyle durmuş bakıyorum; "Gelemem Ali.", dedim. "Yeter çektiğin sıkıntılar, acılar. Bitsin artık. Gel benimle" dedi. "Dur bakalım. Biraz daha zaman var. Çocukları bırakamam şimdi" dedim. Birden uyandım.
Derin bir sessizlik oldu evin içinde. İlk konuşan Nihal;
- Allah korusun. Bu ne demek şimdi?... diyebildi.
Bu konuşmanın ardından aradan iki ay geçti geçmedi. Gezmeyi ve eğlenmeyi çok seven Redife, ısınan havaları ve baharın gelişini fırsat bilip, bir Pazar günü dayısının daveti üzerine; dayısı, yengesi ve iki yakınları ile birlikte hem piknik yapmaya hem de yazlık evi dolaşmaya gitti. Kızının bir ay sonra kutlanacak doğum günü hediyesini hazır etmişti. Nihal'e telefon açtı;
- Tüller pencerelere güzel oldu mu? Taktın mı?
- Çok güzel oldu anne. Evin havası değişti.
- İyi, iyi... erken oldu biraz ama... doğum günün kutlu olsun. Hadi görüşürüz.
- Tamam anneciğim, haftaya bekliyorum.
O gün Redife çok eğlendi. Fotoğraf çektirdiler, kamerayla o günü ölümsüz kıldılar. Akşam üzeri, eve doğru yola çıkıldı.
Dayısı şöförün yanına öne oturdu. Redife'yi iki bayan ortalarına aldı. Aracı kullanan yakınlarının eşi, şöför mahallinin arkasına oturmuştu. Redife biraz kilolu olduğu için;
- Şekerim, sen çekil bakayım ordan, ben ortada sıkılırım. Hamdi Ağbinin arkasına ben oturayım da, camdan dışarısını izleyeyim, dedi. Kadınla yer değiştirdiler.
Güle oynaya, şarkılar söylerek Trakya tarafından, İstanbul'a dönüyorlardı. Araçta beş kişiydiler.
Karşı yönden gelen sol şeritteki araç, orta şeritteki bir başka araçla otoyolda yarış halindeydi. Hızları, trafik kurallarının çok dışındaydı. Sol şeritteki araç, aniden önüne çıkan aracı fark edemedi, frenlere asılmasıyla, önce refüjlere çarptı, fakat durması mümkün değildi. Havada bir takla attı ve ters istikametin orta şeridinde seyir eden, Redife'nin bulunduğu aracın sol yanına, büyük bir hızla uçtu.
Herşey bir anda olup bitmişti ve çevredeki diğer araç sahipleri dahil, hiç kimse ne olduğunu idrak edemiyor, şok halinde, uçan aracı ve düştüğü noktayı gözleriyle takip edebiliyordu. Trafik bir anda durdu. Her yer kan içindeydi. Araçtan çığlıklarla üç kişi burnu kanamadan çıktı. Çarpan araçtakiler de beş kişiydi ve onlara da bir şey olmamıştı. Redife ve aracı kullanan Hamdi Bey hariç...
Kara haber tez duyulur... Olay 19,30 sularında vuku buldu. İlk duyan Serdar oldu. "Trafik kazası" dediler... Avcılar Belediyesi'ndeki özel hastanelere dağılmıştı yaralılar. Kazanın ciddiyetini kavrayamıyor, panik halde annesinin yattığı hastaneyi bulmaya çalışıyordu. Hastanelerden birinde, bir görevliye sordu;
- Ya ağbi, buraya bir kadın hasta göndermişler. Ben onun yakınıyımi nerde kendisi?
- Valla buraya bir kadın geldi ama "ex", dedi adam, gayet sakin.
- Ağbi, az önce başka hastaneden gönderdiler beni buraya, onlarda "ex" dedi. Bir ex lafı dönüyor ortalıkta, ben anlamıyorum. Sen boşver şimdi ex'i... ben o hastayı görebilir miyim?
- Kardeşim, söylüyoruz ya, buraya o kazadan biri geldi, kadın. Ama ex!
- Ya ağbi, ex nedir, onu söylesene sen bana?
- Kardeşim, gelen bayan yaralı değildi. Ölü geldi!
- .........?!?!?............
Ateeşşşş..... mutedil parçalı, kor yürekleri yeniden harlandırdı... sönmemecesine....
O gün bütün televizyon kanalları feci kazayı gösterdi. Redife'nin ismi her kanalda alt yazı geçti.
En son Nihal aldı haberi. Önce sakinleştirici verdiler. Serdar ablasına göre daha metanetliydi. Kardeşinin ağzından kelimeler döküldükçe inanamadı. Kelimelere boğuldu... sonrasını hatırlamadı "Annem" dedi, başka bir şey demedi...
Redife, Ali'sine kavuştu. Yirmi altı yıl sonra. Mayıs'ın on beşinde. Ali'nin mezarını mermer yaptırmıştı gitmeden bir hafta önce... Redife, Ali'yle kucaklaştı, sonsuz bir mavilikte...
O gece, Redife'nin evinde, bir odada üç genç insan yan yana yatıyordu. Erkan, Nihal ve Gülhan'ın kızı. Nihal, kuzenine dönüp şöyle dedi;
- Hatırladın mı? Babam gittiğinde de sen yanımdaydın...
Birbirlerine sarılıp ağladı iki genç kadın. Birinin can evi, öbürünün çocukluk düşleri, yengesi, yarı annesi gitmişti... Gülüşleri kaldı kulaklarda, hep gülen yüzü, hayat dolu halleri.
Zaman durdu bir kez daha. Zaman, Redife ertesi gün ikindi vakti hane önüne gelene dek geçmek bilmedi. Kimse kendinde değildi. Ateş, düştüğü yerde yetmişti bu kez. Acı, acı olmaktan çok ötedeydi....
Bir tören ki mahşer-i kalabalık... Sanırsın düğün yeri. Ne çok seveni vardı Redife'nin. Yaşadığı müddetçe insanlık ekmişti yüreklere tohum tohum. Ve o tohumlar ona sevgi olup geri döndü. Yol üstünde gelen geçen sordu "Kimdir ki bu ölen hatun kişi, çok mu zengindi, bu cenaze bu denli kalabalık?" Dediler ki; "Kendi yoksuldu amma, gönlü zengindi..."
Kefeni kanlıydı Redife'nin... Derler ki... şehit mertebesinde gider. Ne kadar doğruduz bilinmez.
Ellisine henüz varmıştı Redife. İnsan ömrünün, en güzel, en yaşanası, sefa sürecek yaşı... Ali'yi bekletemedi.
Kur'an okunuyordu, o gittikten sonra arkasından. Helva kavruldu tencerelerde. Derken, bir koku yayıldı dört bir yana. İçine çekti genç bir kadın, gözleri buğu buğu "Ali'min kokusunu" dedi. Duydu yakında bulunan biri "Ali bu kokuyu çok severdi, Redife Ali için yakardı arada, adı; buğu." İçi yandı, oylum oylum...
Şimdi geride kalanlarının tek tesellisi; "Acı çekerek gidecekti, hastalığı çok ilerleşmişti" demekse de, bir yaşamın aniden kayıp gidişi, kızında ve oğlunda ömür boyu derin ve soluksuz izler, yarım kalmışlık, boşluk duygusundan başka bir şey değil de nedir ki?
* * *
Bir pikap buldum, sandığı karıştırırken, ince bir bezle, incitmekten çekinircesine tozunu aldım. Sonra taş plaklardan birini yerleştirdim hazneye, iğneyi de üzerine düşürdüm. Cızırtılı, nostaljik ses, kulaklarıma ulaştığında, yüreğimden gözlerime hücum eden yaşları engellemem mümkün değildi artık. Zeki Müren'in o unutulmaz bestelerinden biri, hıçkırıklara boğulmama vesile idi;
"Ne çıkar, bahtımızda ayrılık varsa yarın
Sanma ki, hikayesi şu titreyen dalların
Düşen yaprakla biter...
Böyle bir kara sevda, kara toprakta biter...
Ağlama, olma mahzun, gülerek bak yarına
Sanma ki güzelliğin, o ipek saçlarına
Dökülen akla biter....
Böyle bir kara sevda, kara toprakta biter...."
İlk aşkım, ilk göz ağrım, dinmeyen kalp sızım, Kara Kaşlım, Ali'm... gittiğin yere sevdiğini de götürdün sonunda. Bir kara sevda yaşandı, geçti bizim ömr-ü hayatımızdan. Giderken neleri de sürükledi peşinden, ne sen sor gayrısını ne ben diyim sana...
* * *
11.06.2005
Canım Anneciğim, bugün benim doğum günüm. Ne kadar çok isterdim yanımda olmanı. Senelerdir doğum günüm hep hafta arasına geldiği için beraber olamıyorduk, bu yıl hafta sonuna geldiği için kendi kendime plan yapmıştım; hafta sonu annemi çağırır güzel bir doğum günü yaparız, diye. Ama bu seferde sen yoksun işte. Doğum günü hediyemi bir ay önceden getirdin bana. Gideceğini biliyor muydun da böyle planlı hareket ettin be anneciğim. Hiç bir şey söylemeden, seni öpüp koklayamadan uçup gittin aramızdan.
Sen gittin gideli her şey anlamsızlaştı... durgunlaştı... dünya rengini kaybetti her yer siyah-beyaz. Hayatım o kadar boşaldı ki anlatamam. Ben sadece annemi değil, babamı, arkadaşımı, dert ortağımı, can yoldaşımı yani kendimi kaybettim.. Sen bana ne kadar çok şey katıyormuşsun hayatta. Her şeye hazırlıklı olan, o çok bilen ben; küçücük ve çaresiz bir çocuk oluverdim.
Annecim ne olur rüyalarıma gel...
Şu an şu yazıları yazarken kalbim pır pır atıyor.. iki kelimeyi toparlayıp yazamıyorum. Aslında o kadar çok şey anlatmak istiyorum ki ama kelimeler boğazımda düğümleniyor. Içimden kendi kendime konuşup duruyorum, delirdim mi ne? Duygularımı anlatsam anlatamıyorum, yazsam yazamıyorum. Ama bildiğim ve taa içimden hissettiğim tek bir şey var anneciğim seni çok ama çok özledim ve çok seviyorum.
Belki şu an fiziken yanımda olmayabilirsin, elini tutamayabilirim, kokunu içime çekemeyebilirim, seni doya doya öpemeyebilirim ama içimde o kadar yoğun yaşıyorsun ki tüm varlığını kalbimde hissediyorum. Ne olur anneciğim yanımdan hiç ayrılma maneviyatını hissettir bana .. Kendimi çok yanlız hissediyorum beniz hiç yanlız bırakma.. canım annem.
Bu gece rüyama gel lütfenn.. seni çok özledim.
Nihal
* * *
- S O N -
Üç ayrı hikayeden oluşan yazı dizimi oluşturmamda, benden yardımını esirgemeyen, her ne kadar acı da olsa, -acımı, sıkıntımı, kederimi, sevincimi paylaştığım- sorularıma bıkmadan, usanmadan cevap veren Canım Annem Gülhan Eser'e; babasına ait mektupları yayımlatmama izin verdiği için babacığım H.İbrahim Eser'e; yıllarca, yaşam öyküsünü dinleyerek büyüdüğüm, -Allah uzun ömürler versin- ananeciğim Zülfiye Coşkun ve dedeciğim Mehmet Coşkun'a; şu an aramızda olsaydı, gözleri dolu dolu boynuma sarılırdı -eminim bir yerlerden mutlaka bizleri izliyordur-, dayımla olan aşklarını ezberlediğim, çocukluğumun ve gençliğimin en güzel yıllarını yanında geçirdiğim Yengem, Redife Coşkun'a; bana, onların emaneti, kızım, kardeşim, etim, tırnağım, beraber büyüdüğüm yegâne insan, Nihal'ime; çok ama çok sevdiğim Serdar'ıma; ve elbette bütün bu yaşamları benimle paylaşan, ikinci ailem bildiğim, sevgilerini benden esirgemeyen siz değerli Kahve Molası dostlarım ve Sevgili Cem Özbatur'a Sonsuz Teşekkürlerimi sunuyorum.
Esenlikle, mutlulukla kalın efendim.
Elif Eser
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.824 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
GEL
Daha vakit varken,mevsim baharken,
Davetim geçerli,beni anla,gel.
Gündüzün yasemen,güneş batarken,
Akşamsefası ol,rayihanla gel.
Yaşama cenginde,vuslat renginde,
Gel hadi su gibi,sel ahenginde.
Bu gemi kaybolmuş gibi enginde,
Dizinle,gözünle,bir limanla gel.
Dizlerin,gözlerin bir sığınaktır.
Benim bahtım kara,seninki aktır.
Aşk badesidir bu,acımtıraktır,
Kusuruma bakma,hüsn-ü zanla gel.
Bil ki; umutsuzluk fena,yamandır.
Ahdine,vefana beni inandır.
Gönlüm böyle sensiz bomboş bir handır.
Çölü yalnız geçme,bir kervanla gel.
İster koşarak gel,ister aheste.
Beklerim kulağım kapıda,seste.
Çalarız birlikte bir mahur beste,
Sözlere hacet yok,sen kemanla gel.
Bekliyoruz seni,dağ,tepe,nehir,
Yolları boşalmış koca bir şehir.
Yürekte bir yara,elimde zehir,
Ya yetiş içmeden,ya dermanla gel.
Yurtsuzsan sen de,yoksa bir yerin.
Kolları seni de sarsın kederin.
Eğer dönüş için varsa seferin,
Yanında bulunsun,bir hicranla gel.
A.Hakan YENİCE
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Piky Basket 2.0 [495 KB] All Windows Free
http://www.conceptworld.com/piky/pkysetup.exe Harika bir yardımcı programı. Değişik klasörlerden değişik dosyaları kopyalayıp bir başka klasöre yerleştirmek ya da CD'ye yazmak istediniz mi? İstediyseniz bunun oldukça güç olduğunu da bileceksiniz. İşte bu programla tüm dosyaları önce sanal bir sepete atıyor daha sonra istediğiniz yere kopyalıyor veya taşıyorsunuz. Sağ tuşla açılan menüye yerleşen program son derece kullanışlı. Bir takım ek özellikleri de var. Mutlaka deneyin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|