|
|
|
24 Haziran 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bir yanlışlık olmalı!.. |
Merhabalar,
Hayır gerçekten bir yanlışlık olmalı. Bunca zamandır dergimize asıl sahipleri ilgi gösterir mutlaka diye sizleri savunurken öylece kalakaldım. Beşbin küsur kişinin posta kutusuna doğrudan ulaşmış, gün içinde üçbin küsur tekil hit, onyedibin küsur sayfa gösterimi almış Kahve Molası'nın dergisini ücretsiz olarak adresine isteyen sadece 8, yazıyla sekiz, kişi çıktı. Bir yerde gerçekten önemli bir yanlışlık olmalı. Bende ya da sizde bir yerlerde mutlaka bir yanlışlık var. Bunu bir sitem olarak kabul etmeyin, çünkü bu çok farklı. Bunun adı boşvermişlik mi yoksa? Veya buna ilgisizlik deyip geçmeli miyim? Ya da çok meşgul olmalılar, mesaj atmışlardır ama biryerlere takılıp kalmıştır diye kendimi avutmalı mıyım? Her neyse buluruz bir açıklama mutlaka. Ben huzurlarınızda çağrıma kulak verip bana gün içinde mesaj atan bu sekiz arkadaşıma güzel mesajlarından ve ilgilerinden ötürü teşekkür etmek istiyorum. Sevgili İbrahim Kocaer, Sebahattin Gökyardım, Mustafa Burak Fırat, Ayşegül Önder, Özlem Çelik, Ersan Erçelik, Melike Çelik ve Volkan Can'a dergilerini bonusları ile birlikte en kısa zamanda gönderiyorum. Sağolsunlar. Gene de en saf tavrımı takınıp aynı işleme bugün de devam edeceğim. Umarım bu sefer elektrikler kesilmez, yolda kaza olmaz.
Evet dostlar ilk promosyon çalışmamız devam ediyor. Bugün saat 10:00'dan itibaren yazkazan@kmarsiv.com adresine açık ismini, açık adresini, telefon numarasını ve Kahve Molası'na neden ilgi duyduğunu kısaca yazıp yollayan ilk 50 kahveciye dergimizin son sayısını posta ile ücretsiz yollayacağım. Bunun dışında sizden istediğim, okuduktan sonra düşüncelerinizi benimle paylaşmanız. Bütçe darlığı nedeniyle şimdilik sadece Türkiye içine yollayabileceğim. Ama ileride yurtdışına da bir iyilik düşünürüz nasılsa. Sanırım anlaşılmayan birşey yok.
Bugün saat 10:00 dan itibaren, açık adını, adresini, telefon numarasını ve Kahve Molası'na neden ilgi duyduğunu kısaca yazdığı mesajı yazkazan@kmarsiv.com adresine ilk yollayan 50 kahveci 1 adet Kahve Molası Dergisi kazanıyor.
Benim birinci dereceden akrabalarım, Kahve Molası'nda yazar olarak yer alanlar ve onların birinci dereceden akrabaları bu kampanyaya katılamıyorlar, üzgünüm.
Epeydir dinlemiyordum, gece çalışırken Beatles'a dalıp gitmişim. İşte o güzel şarkılardan birini sizlerle dinlemek için pikaba koyuyorum. Beatles çalıp çığırıyor, Hey Jude. Hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Aynı yoldan geri dönüşlerin farklılığıdır yaşam |
|
"Kırkdört yaşındaki yüksek mühendis Erden Eruç bir süredir Amerika'da sürdürdüğü iş yaşamına bir nokta koyup yollara düştü. Eruç, altı yıl içinde altı kıtada altı en yüksek tepeye tırmanmayı hedefliyor. Erden Eruç bu arada dünya çevresini yürüyerek, pedal çevirerek ve kürek çekerek- yalnızca kas gücüyle- dolaşmayı da deneyecek.
Erden Eruç kalkıştığı projenin doğaya bir başkaldırı olmadığını, tam aksine yıllardır başkalarını geçmeye koşullanan beyninin tam da bu şekilde yardımlaşmayı, paylaşmayı-yeniden- öğrendiğini, bunun bir 'birlikte gerçekleştirme' işi olduğunu söylüyor. Erden, Seattle'dan Kanada'ya tamamladığı ilk etaptan sonra Eylül 2005'te okyanuslara açılmayı planlıyor. Gezdiği her yerde özellikle ilköğretim öğrencilerine yaptıklarını, yaşadıklarını anlatan Eruç, "Onlara yaşamda hedefleri olması gereğini anımsatıyorum. Bunlara ulaşıp ulaşamamalarının çok ta önemli olmadığını ancak bu hedefler doğrultusunda yaşamı her gün yeniden yeniden kurmalarını, ele geçirmelerini öğütlüyorum. Projemin olağanüstü değil, olağandışı olarak nitelenebileceğini belirtiyorum ve ekliyorum: Sıradanın, günü kurtarmanın parçası olmayın." Erden Eruç'a www.araund-n-over.org ya da www.kaslaGit.com adreslerinden ulaşılabiliyor."
Yukarıdaki satırları ya da bunun benzerlerini geçen ay değişik gazetelerde okumuş olabilirsiniz. Bu Sevgili Erden Eruç benim yedi yıllık ortaokul, lise arkadaşım. Babasının dağ komandoculuğu ile 12 yaşında Erciyes'e tırmanmış olduğunu, spora yatkınlığını bilirdik kuşkusuz. Onun dışında bizler gibi, sizler gibi bir gençti Erden. Üniversite giriş sınavında en başarılı ilk elli kişi içinde yer alması, Boğaziçi Üniversitesindeki parlak yükseköğretim ve Amerika'daki iddialı iş yaşamının ertesinde-yılların ertesinde- böyle bir proje ile çıkagelmesini hem yadırgadım hem de yadırgamadım.
Ancak kıskandım. Daha şimdiden emeklilik düşleri kuran, daha fazla kazanma telaşı içinde debelenen ve ne kadar da birbirlerine benzeyen birçok yaşıtı içinde benzemezi yaratan birikimlerine, onlara kendisinin kattıklarına ve oluşan senteze gıpta ettim.
***********
Bazen; okuduğunuz, göz attığınız bir metinde geçen bir cümle, tek bir cümle ne kadar da çok şey söyler size, hepimize. Sanki ifade etmek istediğiniz bir dolu söz, konu vardır da, bu cümleler bütün hepsinin yerine geçiverir! Haniyse okuduğunuz sözcüklerin gerçekten vermek istediği anlam da geri planda kalır kimi kez. Sizin algıladığınız, sizin onlara yüklediğiniz anlam, öz öne çıkar.
Geçen haftalarda Cumhuriyet Gazetesi'yle Perşembe günleri verilen Kitap Eki'nde birbiri peşi sıra karşılaştığım cümleler bende tam da bu tür etkiler yarattı.
Birincisi. Yalnızca 32 yıl yaşamış ve bu yıl doğumunun 100. yılında etkinliklerle anılan ünlü Macar şair Attila Jozsef'e yönelik, değişik edebiyat insanlarının katkılarıyla ve Sevgi Can Aysevener ile Orhan Tüleylioğlu tarafından hazırlanan anı kitaba şairin dizelerinden seçilmiş ad.
"Evrenle Ölç Kendini"
İkincisi. Yine Cumhuriyet Kitap Eki'nde bu kez şair Betül Tarıman'la ödül ve şiir üzerine yapılan röportaja, şairin dizelerinden hareketle oluşturulmuş metin başlığı:
" Aynı yoldan geri dönüşlerin farklılığıdır yaşam!"
Bu iki alıntıyı yaptığım dizelerin tümünü okuyamadım ancak onların bende yarattığı ilk izlenimleri paylaşmadan edemeyeceğim.
Birlikte çocukluk, ilk gençlik, üniversite yılları geçirdiğimiz kimi arkadaşlarımızla, yıllar içinde, yıllar sonrasında karşılaştığımızda neler düşünüyoruz?
Çok benzer sandığımız aile yapılarından, eğitim süreçlerinden, yaşama tutunma deneyimlerinden geçtiğimizi sandığımız arkadaşlarımızla bizleri farklı yollara, tutumlara, görüşlere sürükleyen neler oldu?
Kendi hesabıma çok düşünmüşümdür. Böyle bir sorgulama sürecinin bilimsel eğitimini almış değilim. Yaşamsa; kontrollü bir deney ortamı, hiç değil. Yine de söyleyeceklerim var!
Bir arkadaşımdan alıntıyla füzenin fırlatılışındaki milimetrik sapmaların gökyüzünde binlerce kilometre uzunluğunda yörünge farklılıkları yarattığı tanımına koşut; ailelerimizde başka ailelerle karşılaştırıldığında, önceleri çok önemsemediğimiz ya da ayırt edemediğimiz küçük farklılıklar mıdır bizleri ortak eğitimler ertesi farklı yaşam deneyimleri, tavırları üzerine oturtan?
Yoksa, yirmili yaşlardan itibaren biriktirdiklerimizi yorumlarken- yaşamlarımızın kalan bölümünü daha fazla kendi ellerimizle şekillerken- yeni evlerimizde, ortamlarımızda aynı havayı soluduklarımızın biriktirdikleri, seslendirdikleriyle yeni bir ortak senteze mi ulaşıyoruz yıllar birbiri peşi sıra devrilirken?
Erdal Atabek Hoca geçenlerde bir makalesinde "başarı" yı tariflerken, en çok kazananı mı yoksa en ünlüyü mü işaret edeceğiz diye soruyor ve başarı ölçütlerinin hep sonuçlar olduğundan yakınıyordu. Dr. Atabek ise başarıyı, kendine ve başkalarına yararlı hedeflerin seçimi; bu yolda içtenlikli ve dürüst çaba harcamak ve bu uğurda gösterilen irade ve kararlılık olarak ortaya koyuyordu. Kuşkusuz öngörülen hedeflere ulaşıp ulaşamama çoğu kez yalnızca bizlerin elinde olmayacaktı. Ancak yinelemek gerekirse sonuç ne olursa olsun bu çabayı harcamak başarılı sayılmak için yeterli olmalıydı.
Elimizde Hoca'nın Feneri; hangi işi yaptığımızdan çok, işimizi nasıl yaptığımızı ölçüt alarak; farklılıklardan da öte, bir zamanlar aynı yoldan yürüdüğümüz arkadaşlarımızdan, çevremizden kimlerin, ülkenin, ailelerinin ama her şeyden önce kendilerinin kendilerine yaptıkları yatırımı boşa harcadığını söylemek gereksinimi hissedeceğiz?
Hissedecek miyiz?
Kısacıcık insan yaşamında büyük değişikliklerin mimarı olamasak ta, insanlığın, ortak uygarlık mirasının kıyısına köşesine gözle görülmez küçük çentikler atabiliyor muyuz?
Evrenle ölçebiliyor muyuz boyumuzu, çentiklerimizi?
Okuduklarıyla dinledikleriyle, hissettikleriyle ve kuşkusuz bunların ışığında üretip, paylaştıklarıyla önce kendimizin sonra başkalarının yaşamlarını 'zenginleştirebiliyor muyuz?'
Aynı yollardan yürüyerek başladığımız tırmanışın inişinde yaşadığımız ve yaşattığımız farklılıklar yaşamımıza ve yaşamlara kattığımız ya da katamadığımız tadlar oluyor.
Soralım o zaman.
Geri dönerken... Yaşamımıza, yaşamlara hangi renkleri katabiliyoruz?
Ve asıl önemlisi...
Kendimizi, başarıları nelerle ölçüyoruz?
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın PEMBE ŞEMSİYE ALDIM SANA... |
|
"Ait olmak" ne demekti ki?
Birbirimizin izini sürercesine peşi sıra dolamıştık dilimize...
Ait olamamıştık,
Ait hissetmemiştik,
Ait değildik,
Ait olmayı istemiştik...
Bir ait, ol(a)mamak denklemi gibiydi tamı tamına içinde durduğumuz...
İçinde durmakta inat ettiğimiz.
Aslında birileri, ya da birilerinin bir şeyleri itmemişti bizi o denklemde serseriliğe, en alasından şımarıklığa...
Tuhaf... Oysa hiç de şımarıklık gibi durmuyordu; her şeyde, her yerde, herkes de, ait olup olmadığımızı anlamaya yarayan, son model yüzyıl insanın icadı, "aidiyet hissinin yeni hali" hiç de şımarıklığa benzemiyor gibiydi ya... Tuhaf...
Hiç tereddütsüz yanımıza alıp, her an her şeyde kolladıkça, şımarıklık olduğu inancı da alıp başını yok olmuştu zamanda... İkisi bir arada tutunamazdı, birinden biri toz olmalıydı...
Şimdi bu gün görüyor sanki; bu his de tıpkı bazıları gibi ayrıntıdan ibaretken, üstüne üstüne gidilip, omuzlarımıza bir yük daha almaya hevesli ve bir o kadar güçlü olmaktan olmuştu...
Seçeneklerden "yalnızlık" işaretlemeyi gün geçtikçe daha da sevmiş, sevdikçe, aidiyet kılıfında saklanmayı seçmiştik!
Ait hissetmediğimiz için orada bulunmuyorduk, ait olamadığımız için o ortamda yoktuk, kendimizi o evliliğe ait hissedememiştik ve boşanmıştık, o işe de ait değildik ve yapmaktan vazgeçmiştik, hatta sırf iyi anlaşamadığımız için, ait olamadığımızı savunduğumuz ailelerimiz bile vardı, o kadar ileri gitmiştik...
Uyum göstermekte zorlandıkça daha doğrusu uyum göstermek istemedikçe, aidiyet deneni fırlattık ortaya... Bunun uyum sağlamayı denemekle ilgisi yoktu, ait olamamıştık, sadece buydu diye, son derece emin, senin üstüne vazife değil ama madem bu kadar merak ettin söyleyeyim bari edasıyla tükürük saçtık, anlamak isteyene...
Ait olamamayı her yere değdirdikçe, şımarıklık da gittikçe büyümüş olmalıydı...
İnsandık netice de, bu gün "he" dediğimize, yarın hayır diyebiliyorduk. Zamanda, ne aynı kalmayı becerebilmişti ki biz becerebilelim. Yalnızlık da tercih kabul edilince, aidiyeti çıkardık ortaya...
Romatizmalı bir yaşam gibi görünmedi ki hiç gözümüze...
Pekala aidiyet denen de dağ gibi devrilmişti işte üstümüze...
Yalnızlık da bir seçenekti, dahil olmayı istememek de... Özgürlüklerimiz vardı, tepe tepe kullanırdık... Kimseyi hiç ilgilendirmezdi bu kesin de, yeterince açık sözlü olamamanın çözümünü, aidiyet olgusuna yıkınca, birileri de merak etmişti haliyle, sormayı da hak kabul etmişti kendine. Hatta özgürlüklerini tepe tepe kullanma yöntemi karşısında hayrete düşmüştü; özgürce hareket edebilmek için, özgürce konuşabilmekten uzakta, son moda gerekçeye takılmıştı belli ki...
O gıcır özgürlük kıyafetimizi çekip de, gizlice, seçeneğin bulunduğu daireyi karalayınca pek tamamdı her şey...
Al İşte, ait değildik...
Bu kadar bilindik, bu kadar eskimiş...
Aidiyet böyle bir şey olabilir miydi ki ?
Ya özgürlük ?
İtirazı olan olur mu bilmem...
Bildiğim benim itirazımın olmadığı...
Yeryüzünün en son nesli, dolayısıyla en çok bileniyiz, bizden çok bileni yoktur ve yine dolayısıyla, dahası bulunana dek en doğrusu budur...
Bizden sonrakilere devrolacak en boktan şeylerden ve en uğraşmak zorunda kalacakları ve yine en saçma şeylerden biri de budur.
Ve dahası bizden sonrakilerin en saçmalara ekleyeceği, yeni en saçma ve çarpıtılmış olgular ile bizden sonrakilerden de sonrakilerin fena halde uğraşacağı şimdikini en az üçe katlamış, "sınırı iki nesil önce geçmişler, çizilecek çizgi yok" diyerek koy vermenin nasıl yapılacağına ilişkin ve bir o kadar gizli yeni çarpıtılmışlıklar...
Rast gele, kolay gele...
İşe yarayacak ne varsa gele...
En iyi temenninin bu olduğunu pekala öğrendim... ( şu ince "a" lara şapka koymak çok zevkli ve de anlamlıydı, şapkaları gerçekten özlüyorum... )
Tuhaf bir gündü bu gün... Farklı yerlerde ve farklı zamanlarda denk geldiğim herkes, aidiyete dair ciddi ciddi ahkam kesti ve tabii kendi hayatıyla paralel tutmayı da ihmal etmedi... Saatlerce ve tesadüfen konu aynıydı ve yine tesadüfen kimler, neye, ne kadar ait ya da değil anlatıp durdu. Hiç ses etmedim ve hiç birine "bu gün kimse tam anlamıyla ait değildi biliyor musun" demedim, ama, "ait olamamak çok new age, yakalayan bırakmıyor, sen de yakalamışsın belki de yakalanmışsın " demeyi istedim. Ama üşendiğim için vazgeçtim. Söyleyeceğime çok güleceğim kesindi de, neden gülüyorsun diye soracak olana verilecek akılcı bir yanıtımın olmadığı en kesindi. Belki de bu yüzden sustum ve sadece dinledim, dinledim, dinledim. Ve gerçekten anlatılanları anlamayı denedim. Olmadı... Alerjik reaksiyon sanırım, yine fena halde kaşındım durdum...
Günü bitirmeye yeltendim derhal. Herkesten el - ayak çekip, çaktırmadan kaçtım... Lanet olsun ki yine trafik sıkışıktı... Trafiğin sıkışık olmasından daha çok, dert ettiğim, milim milim ilerlemek bana hep aynı hissi veriyor, en son takıldığım neyse, aklım hemen oraya doğru atıyor kendini... O sırada düşünecek başka bir şey yoktu ve ait olamayanları düşündüm yeniden. Sıkışık trafikte gitmeyen arabamın camından gelen geçen insanlara bakıp acayip saçmaladım; şu adam mesela ait miydi, ait olabilirdi o, öyle göründü gözüme, sonra şu kadın, hmm sanmıyorum, ait değil o bir şeylere belli... Peki bu iki kıza ne diyorum, mavi gömlekli ait, zayıf olan karasız kalmış sanki, hem ait, hem değil gibi...
Ardımdaki arabanın, "yürü be kardeşim iki arabalık yol açılmış dakikalar sonra, bırak düşünmeyi de sür" anlamına gelen kesintisiz kornası sayesinde yürüyen insanlardan da elimi ayağımı çektim. Ve ait olamayanları dinlerken beliren gülme isteğim geri geldi yine ve bu defa koy verdim kendimi artık, daha fazla tutamayacaktım.
Ait ol(a)mamak modasına uyamadım, içim geçmiş benim, sanırım yaşlanıyorum da... Uyum güçlüğü çekiyorum belli... Ait olamamaya ait olamıyorum bir türlü... Aidiyetin bende ki anlamı tanık olduklarımınkine hiç benzemiyor ( bahaneden kabul edilirse diye şansımı deneyeyim dedim... ) Tuhaflık ben de olsa gerek kendimi her şeye son derece ait hissediyorum, belki de benim ki yüzsüzlük, bilemiyorum...
! .............sadece yağmurdan korunmaya yarıyor... Yoksa yağmur, bildiğin yağmur işte ve sen istemiyorsun diye yağmaktan vazgeçeceğini hiç sanmıyorum...
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Aysel ile Veysel |
|
Dört kızkardeşin en büyüğü idi Aysel. Babası, tıpkı filmlerde olduğu gibi sigara üstüne sigara içmişti doğumunu beklerken. Hemşirenin; "Müjde, nurtopu gibi bir kızınız oldu !" sesiyle yerinde duramadı heyecandan. Kucağına getirdiklerinde farketti ay gibi parlak ve güzel olduğunu. "Aysel olsun bunun adı" dedi. Kömür gibi gözleri de, ay gibi yüzüne pek yakışıyordu doğrusu. Yıllarla birlikte daha da güzelleşti Aysel. Hemen her yerde oldukça sevilen birisi olmuştu. Asil görünümüyle girdiği her toplumda bir farklılık yaratıyordu. Hele bir tanesi vardı ki onun ismini vererek onurlandırmışlardı. Evet, önemseniyordu ama yalnızlığına bir çare bulamamıştı. Birçok yakışıklı etrafında pervane gibi dolaşıyordu ama hiç birisini uygun görmediler ona.
Veysel'in de şansı ona benziyordu. Dört erkek kardeşin üçüncüsüydü Veysel. Sarışın ve yakışıklı bir gençti. Onun da etrafında bir sürü genç kız var idi ama şöyle istediği gibi birisini bulamamıştı. Birçok yerde o da çok önemseniyordu. Girdiği her toplumda o da en sevilen simalardan birisi olmuştu. Ama yürek hoplatacak bir birliktelik henüz bulamamıştı.
Günlerden bir gün; yeni bir oluşuma davet ettiler. Kendisi gibi üç yakışıklı gence ayrı bir rol vereceklerini söylediler. İçi içine sığmadı. "Her biriniz adeta ikiz kadar birbirinize benziyorsunuz" dediklerinde şaşırdı. Her birinin tek başına pek fazla bir anlamı olmadığını anlattılar. "Eşinizle birlikte harikalar yaratabilirsiniz, çok değerlisiniz, çok can yakarsınız" dediler. Dikkatle dinledi Veysel ve sabırla beklemeye karar verdi müstakbel eşini. Acaba nasıl birisiydi ?
Benzer sözleri Aysel de dinlemişti ve onun da yüreği kıpır kıpır olmuştu heyecandan. Ne yazık beklemekten başka çaresi yoktu. "Eşlerinizi bulduğunuz zaman sırasıyla evlendireceğiz sizi" dediler. Her kim sonraya kalırsa en büyük ikramiye o çiftin olacaktı. "En sona kalmak istemem doğrusu" diye düşündü Aysel. Kendisine tıpatıp benzeyen üç kız arkadaşından daha söz ettiler. Bunca kalabalığın arasında onları görebilme şansının olmadığını biliyordu Aysel. Üzerinde epeyce ağırlık olduğunu hissetti, heyecan doruktaydı. Yanıbaşında zaman zaman çatada çutada sesler duyuyordu ama pek bir anlam verememişti. Bugüne dek katıldığı diğer toplumlarda böyle sesler duymamıştı. Üzerindeki ağırlık gitgide azaldı, azaldı.
En sonunda sıra kendisine gelmişti. Karanlıktan çıkıp gün ışığına kavuşur kavuşmaz etrafına bakındı. Şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse. Söyledikleri gibi tıpatıp kendisiydi yanında duran. Henüz bu şoku atlatmadan aralarına sarışın bir genç geldi. Gözleriyle her ikisini de süzmeye başladı. O da bu benzerliği görünce şaşırmıştı. Veysel ise sıkıntıdan patlamıştı. Bir anda üzerinde hiçbir ağırlık kalmadığını hissetti ve hissetmesiyle kendisini gün ışığında bulması da bir oldu. Yanında harika bir genç kız olduğunu farketti. Aysel, daha da şaşırmıştı. Zira her iki yanında da birbirinin kopyası iki yakışıklı vardı. Her ikisini de süzmeye devam etti. Veysel, yanındaki güzelden pek yüz bulamadığını farkedip etrafa bakınmaya başlayınca, bu durumun nedenini anlamaya başladı. Zira genç kızın diğer yanında kendi kopyası vardı. Ona önceden anlatılanları hatırlayınca şaşırmadı. Ama onu şaşırtan yanındaki güzelin bir kopyasının daha olmasıydı.
"Beşyüz.." sözcüklerini duymasıyla diğer ikisinin gitmesi de bir oldu. Yanındaki genç kız gülümseyen bir yüzle :
"Benim ismim Aysel" dedi.
- Ben de Veysel" diye cevap verdi gülümseyerek.
"Binbeşyüz...." kelimeleri eşliğinde kolkola serildiler yeşil çuhanın üzerine... Aysel ile Veysel ermişler muradına, Bezik demişler onları kavuşturan bu oyunun adına, oynayan bilir ki doyum olmaz tadına...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız Zülâl |
|
-Tamam. Geç kalma. Hemen kapatmalıyım.
Ahizeyi yerine bırakıp, hızlı adımlarla mutfağa geri döndü. Telefonun sesini işittiğinde kıstığı ocağın ateşini bir kademe yükseltip, minik et parçalarını karıştırarak biraz daha kavurdu. Kesme tahtası üzerindeki patatesi elindeki kocaman bıçakla küp küp doğramaya başladı.
Gözü, ahşap jaluzinin aralığından bahçeye takıldı. Karşı komşuları olan karı koca, evlerinin önündeki terasta oturuyorlardı. Kadın yine yüksek sesle, hararetli hararetli kocasına bir şeyler anlatıyordu. Adamın ise bakışları dalgındı. Söylenenleri dinliyormuş gibi yapmasını sağlayan sahte gülümsemesini takınmış, her anlatılanı onaylarcasına başını yukarı aşağı sallıyordu. Kadın hiç susacak gibi değildi. Pencere kapalı olmasına rağmen seslerin bir kısmını işitilebiliyordu.
Birden canı acıyarak olduğu yerde zıpladı. Bıçağın açısını ayarlayamamış, parmağını kesmişti. Jiletle kesilmişcesine düzgün kesiğin arasından sızmaya başlayan kanı dudaklarına götürüp, bir süre emdi. Musluğu açıp, parmağını akan suyun altına tutarken,
'Lanet olsun' diyordu.
Suyunu çeken etin üzerine patatesleri de ilave etti.
Kadın hala yüksek sesle konuşuyordu; bağıra çağıra kah temizliğe gelen kadını çekiştiriyor, kah üzerini ıslatan kızından yakınıyordu. Adam ise; bu sahne içerisinde bulunması zorunlu olan bir figürana benziyordu. Ancak, masanın kenarına dayalı ferforje sandalye kadar oraya aitti. Kadın kendi anlattığı birkaç şeyi çok komik bularak, histerik kahkahalar attı. Adam başını sağa sola çevirip, bu kahkahaların etraftan işitilip, işitilmediğini gözleriyle kolaçan etti. Az sonra sahnenin tek eksik kalan elemanı da masaya oturmuştu. Evin küçük kızı da, bir prenses edasıyla ağır adımlarla tablo içindeki yerini alıp, şımarık hareketlerle, yapış yapış parmakları arasındaki lolipopunun kalan son parçasını, bulaşık ağzının içinde kıtırdatarak hızlıca yuttu. Karı koca sözleşmiş gibi, aynı cümlelerle; yemekten önce şeker yememesi gerektiğini daha kaç kez kendisine hatırlatacaklarını küçük kıza yüksek sesle sordular.
Burnuna gelen kokuyla, yanmak üzere olan yemeği fark edip, elindeki tahta kaşıkla birkaç defa daha tencerenin içindekileri karıştırdı. Havuçları da ilave edip, tencerenin kapağını kapatıp, krepleri hazırlamaya koyuldu. Un ve yumurtaları çırparken, gözü yine penceredeydi. İki parmağıyla jaluziyi araladı. Hala çocuğa kızıyorlar, nasihat çekiyorlardı. Sinirli bir hareketle jaluzinin ipini hızla çekip, perdeyi kapattı. Artık dışarısı görülemiyordu.
Pişirdiği kreplerin arasına kavurduğu etleri koyup, üzerlerine kürdanla kaşar peyniri, domates ve bir parça biber tutuşturdu. Tepsi fırına sürülmeye hazırdı. Raftan iki tabak, kaşıklıktan ise çatal kaşıkları alıp, salona geçti. Evin içerisinde sadece çıplak ayaklarına vuran terliğin sesi duyuluyordu. Bu sessizlikten ürktüğünü hissetti. Yemek masasının yanındaki konsolun aynasından kendisiyle göz göze geldi. Hızlıca bakışlarını gözlerinden kaçırıp, elindeki tabakları aceleyle masaya bırakıp, müzik setinin düğmesine bastı. Sesi oldukça yükselti.
Masanın ortasına bir şamdan koyup, şamdanın içine hiç yanmamış bir mumu yerleştirdi. Tabakların yanına kadehleri ve peçeteleri de koyduğunda masa artık hazırdı. Müzik olanca sesiyle odanın içini doldururken, o, masa örtüsünün sağını solunu düzeltiyordu. Yine aynada kendi gözleriyle karşılaştı. Yüzü solgundu. Koşar adımlarla tuvalete gitti. Klozetin kapağını sert bir hareketle rezervuara vurup, kafasını yaklaştırabildiği kadar klozetin içine soktu. Öğüre öğüre kustu. Kustu, kustu, kustu. Bütün içindekileri boşaltacak kadar çok kustu. Ağzından sünen pis yapışık sıvıdan kurtulmaya çalışırken, bir yandan da sifonu çekiyordu.
Lavabonun karşısına geçtiğinde ağzını ve boğazını saran ekşimsi acı tattan kurtulmaya çalışıyordu. Avucuna doldurduğu suyla ağzını çalkalıyor, boğazına serinlik veren tatlı suyla gargara yapıyordu. Gözleri iyice sulanmış, burnun kenarlarına damla damla yaşlar akmış, yüzü kızarmıştı. Defalarca elini yüzünü yıkadı.
Yatak odasına geçip, dolabın altındaki çekmeceden siyah bir naylon çorap çıkarttı. Giymeye çalıştı. Beceremeyip, sinirli hareketlerle çorabı yere attı. Kendisini sırt üstü yatağın üzerine hızlıca fırlattı. Uzun süre derin derin nefes alarak, tavana, abajura bakarak, soluğunun düzelmesini bekleyerek uzandı. Epey bir süre orada öylece kalakaldı. Belki beş dakika, belki yarım saat. Belki senelerce... Gözünün önünden şerit gibi geçen film karelerinin sığabileceği kadar bir süre yatağın üzerinde yattı.
Kendini biraz topladığında ayağa kalkıp, hazırlanmaya başladı. Siyah askılı bir elbise geçirdi üzerine, çoraplarını bu sefer giyebildi. Dolabın altından yine siyah renkte topuklu bir ayakkabı çıkarıp, ayaklarına geçirdi. Elbisesinin sağını solunu çekiştirip, üzerine oturtmaya çalıştı. Kırışık görünüyordu. Ütüleyip, ütülememe konusunda bir süre kararsız kalıp, ellerini ütü gibi üzerinde gezdirdi. Ütülemekten vazgeçip, makyaj masasına yaklaştı. Solgun yüzünü inceledi.
Fondöteni avucuna bolca döküp, yüzüne sürdü. Bu kalın astarı, badana yapıyor gibi yüzüne yaydı. Az sonra fırçasını allığa götürüp, yüzünü biraz pembeleştirip, renklendirdi. Makyaj işte bu demekti;
'Hiçbir şey olmamış gibi. Hiçbir şey olamayacak gibi...'
Bu sözü birkaç kez içinden tekrar etti.
.....
Kocası kapıyı çaldığında hem kendisi, hem de sofra hazırdı. Kocasının yanağına öpücük kondururken, bir yandan masaya bakıyordu; hiçbir eksik yoktu. Evet, her şey tamamdı. Kocasının getirdiği iri kırmızı gülleri, vazonun içine yerleştirirken, masanın üzerindeki kanepelerden aşıran adama alçak sesle 'Az daha bekle' diyordu.
-Günün iyi geçti mi?
-Bildiğin gibi. Az başımı ağrıtmadılar yine... Peh! Akademik kariyermiş. Senin?
-İyi ki gitmemişim işe, yetiştiremezdim yoksa.
-Her şey harika görünüyor, ellerine sağlık canım.
Karı koca az sonra mum ışığında yemeklerini yiyorlardı. Fırından çıkmış kreplerin üzerini sarmış, erimiş, yer yer kızarmış kaşar peynirleri iştah açıcı görünüyordu. Belli belirsiz hafif bir müzik çalıyordu.
'Bu senin canım' dedi adam; elindeki şık paketi karısına uzatarak. Kadın paketi açarken ellerinin titrediğini fark etti, yavaş hareketlerle kağıdı araladı. Minik kutunun içerisinden kalp şeklinde bir madalyon çıktı. Kolyenin ortasına tırnağını geçirip, çıtlatıp, madalyonu araladı. İçine kendi fotoğrafları yerleştirilmişti. Düğünlerinde çekilen her ikisinin fotoğrafı. Kadınla adamın gülümsediği iki fotoğraf; siyah, beyaz... Birbirlerine bakıyorlardı.
Konsolun aynasından kendine bakıp, kolyesini boynuna tutarken, ellerinin daha fazla titremesine engel olamadı. Aniden kolye elinden kayıp, yere düştü.
-Neler oluyor canım?
-Hiç, hiiç.
Koşar adımlarla banyoya kaçtı. Banyo kapısına sırtını dayayıp, bir süre soluklandı.
Tekrar içeri girdiğinde, yüzü biraz toparlanmıştı. Bu sefer kolyeyi takmasına kocası yardım etti.
-İyi misin canım?
-Hı hııı, iyiyim. Yok bir şey.
.....
En ağır hareketlerle tabaklarındakileri yiyorlardı. Şarap şişesi çoktan bitmiş, ikincisi açılmıştı. Evlilik yıldönümlerine yaraşacak lezzetteydi tüm masadakiler. Sağdan soldan konuştular. Çalıştıkları üniversitelerden, sorunlarından, yıllar yılı yaptıklarından, yapamadıklarından. Kadın arada dalıyor, konuşmaların ucunu kaçırıyor, kocasının birkaç kez ikazı ile ne konuştuklarını anımsıyor, yeniden anlatmaya ya da yanıtlamaya devam ediyordu.
Gece oldukça ilerlemişti. Kadın ayağa kalkıp televizyonu açtı. Kendi seslerinin dolduramadığı odanın içine, bir yerli dizinin kahramanlarının seslerini tıkıştırdı. Hayır, bunlar da yeterli değildi. Mutfağa sıklıkla gidip, geliyor, arada kocasının boşalan kadehini dolduruyordu. Masaya oturup, kalkıyor, kumandayı eline alıyor, kanalları değiştiriyor, kocasının tabağına peynir tabağından bir parça peynir servis ediyordu.
Adam ağzında lokmasını gevelerken kadın sesinin titremesine engel olmaya çalışarak, bir şeyler mırıldandı.
Boşluğa söyler gibi...
Varla yok arası...
Hiç söylenmemiş gibi...
-Efendim canım?
-Çocuğum...
-Anlamadım?
-Benim artık çocuğum olamayacakmış.
Adam elindeki çatalı tabağın içerisine düşürdü. Suratındaki tüm ifadeler dondu. Işıklar söndü. Duvarlar birer birer aşağıya doğru kıvrıldı, masanın üzerine devrildi. Mumun alevi pis, siyah bir is yaydı.
Ağzındaki lokmayı yutamayarak, peçetenin içerisine tükürdü.
Kadın, artık oldukça serinkanlıydı. Adamın yüzünü dikkatle inceliyordu.
'Bitti anlıyor musun?' diye haykırdı kadın. 'Anlıyor musun her şey bitti.' diye bir kez daha bağırdı.
Sandalyesini geriye atıp, ayağa kalktı. Boynundaki kolyeye asılıp, hızla çekti; madalyonu salonun orta yerine fırlattı. Önce sehpaya çarpan madalyon açılıp, halının üzerine düştü. Kendi resmi ve kocasının resmi sehpanın altına doğru yönelikti.
'Her şey bitti... Biz de!'
Hala haykırıyordu. 'Buyrun Beyim, buyrun kariyerinizi... Kariyerinizi alın........' sustu. Ağlamaya başladı. Sarsılarak ağlıyordu. Kendini koltuklardan birine fırlattı. Az sonra kocası omuzlarını tutuyor, 'Üzülme canım, başka doktora gideriz' diyordu.
Olanca gücüyle bağırdı. 'Başka doktor mu? Neler söylüyorsun sen? Bitti diyorum anlamıyor musun, bitti, bitti, bitti! Artık hiç doktor olmayacak. Çocuğumuz da , biz de!'
Kocası olanları anlamlandırmaya çalışıyordu. Kendi duygularını hissedemeyecek kadar şaşkındı. Onu sakinleştirmeye çalışıyor, bir şeyler anlatıyordu.
Kadınsa bunların hiçbirini duymuyordu bile...
Anlamsız birkaç kelime mırıldanıyor, arada 'Kaç kez bir bebeğimiz olsun istedim, hep sen engel oldun, hep erteledin' diye haykırıyordu. 'Gördün mü bak, şimdi. Şimdi... Şimdi... Kaç kez yalvardım, kaç kez, kaç kez... Bitti... Her şey bitti.'
Yıllarca bir bebekleri olmasını istemişti. Kocası ise bu konuya hiç sıcak bakmamış, evdeki bir bebeğin her ikisinin de üniversitedeki kariyerlerini olumsuz etkileyeceğini savunmuş, bir bebek için daha vakit olduğunu söyleyerek, bu konuyu hep erteletmişti.
Karısı birkaç ay önce karnındaki ağrılardan şikayet etmiş, jinekolojik bir tedavi sürecine girmişti.
Demek bebekleri olmayacaktı.
Kadın ayağa kalkıp, yürümeye çalıştı. Adam kolunun altından tutup, yürümesine yardımcı olmak istedi. Kadın sert bir hareketle adamın elini itti. Yeniden banyoya girdi. Saçını başını düzeltti. Saçlarını tepesinden toplayıp, topuz yaptı. Salona girdiğinde kocasının elinde içki şişesi vardı, masanın ortasında bir yerlerde bakışları kaybolmuş, elindeki şişeyi kafasına dikiyordu. Burnunu çekip, eliyle yüzünü sildi.
'Bitti!' diye mırıldanıyordu. 'Bizim bir bebeğimiz olamayacak!'
-Senin yüzünden!!!
diye haykırdı karısı.
-Senin yüzünden! Benim istediğim zaman doğmuş olsaydı şimdi sekiz yaşında olacaktı. Bak, sana bundan sonraki süreci anlatayım.
diyerek yanına gitti kocasının. Gözlerini ondan kaçırmaya çalışan adamın yüzünü tutup, hızlıca kendisine doğru çevirdi.
-Dinle beni!
diye bağırdı.
-Dinle diyorum. Bir süre bana destek olmaya çalışacaksın. Bir yıl, belki iki... Benimle birlikte hüzünlenip, benimle birlikte ağlayacaksın. Epey süre kendini suçlu hissedeceksin. Sonra ne mi olacak?... Dinle diyorum... Bunların hepsini şimdi, şu an olacak gibi hissedebiliyorum. Sonra bir şeyi fark edeceksin; kendi çocuğunun olabileceğini.
Bu cümlenin üstüne basa basa bir kez daha bağırdı.
-Kendi çocuğunun olabileceğini! Benim çocuğum değil, bizim çocuğumuz değil; senin çocuğunun olabileceğini! Bir süre bastırmaya çalışacaksın bu güdüyü. Bana haksızlık yapacağını düşünüp, hissettiklerini gizleyeceksin. Ama sonrasını da biliyorum, hepsini şimdiden görüyorum. Sonra ne mi olacak? Doğurgan bir kadına aşık olacaksın. Evet, olacaksın. Hiç toparlanamayan, seni hep suçlayan benden uzaklaşıp, bir başka kadının kollarında soluklanacaksın. Ve sonra deliler gibi ondan bir çocuk isteyeceksin. Bu muhteşem üçgenin orta yerine bir bebek yerleştireceksiniz sonra. Anlayışlı sevgilin, bu bebeği gizlice senin için doğuracak. Sen evine, yani buraya, yani benim yanıma, rutin bir şekilde gelirken, yosman da çocuğunu büyütecek. Pehhh!!!
Masadaki kadehin içindeki şaraba uzanıp, kafasına dikti.
Kocasının gözlerinin içine, içine bakıp, haykırdı.
-B u n a i z i n v e r m e y e c e ğ i m !... Anlıyor musun bunların hiç birine izin vermeyeceğim. Az sonra.... Az sonra....
Sustu. Adamın gözlerinin içine dikkatle bir daha baktı. Bacaklarının birden boşaldığını hissedip, düşmemek için sandalyenin sırtına tutundu.
Adam bir şeyler söyleyecek oldu. Yine bağırmaya başladı.
'Az sonra' diyorum sana. 'Az sonra!'
-Az sonra her şey bitecek. Ama her şey. Sen... Ben... Bu ev... Gelecek... Yarın... Her şey...
Kocası gözlerini biraz daha açıp, olanların tümünü anlamaya çalışıyordu. Belli belirsiz birkaç cümle söylese de, neler söylediği anlaşılmıyordu. Kadının omuzlarından tutup, soru işareti dolu bakışlarıyla gözlerinin içine bir kez daha baktı.
Kadın bir kahkaha attı. Bir kahkaha daha.
-Telefona gitme, kablosunu kestim. Kapıya da yönelme. Kilitli. Pencereden aşağı atlamayı düşünmüyorsun değil mi? Kimseyi çağıracak kadar vaktin yok, boşuna uğraşma hiçbir şey için vaktin yok. Vaktimiz yok! Bitti! Bitti!
Ağlamaya başladı. Bir yandan sarsılarak ağlıyor, bir yandan, bağırmaya devam ediyordu.
-O kadar insafsız değilim. Sadece sen değilsin gidecek olan. Birlikte gideceğiz. Yemeğin içindeki zehir, az sonra her ikimizin de derin bir uykuya girmesine sebep olacak. Sabaha olmasa da akşama mutlaka cesetlerimizi bulacaklardır. Merak etme, acı çekmeyeceğiz. Dur diyorum sana! Hiçbir şey yapamazsın, ama hiçbir şey. Vaktin yok!
.....
Her şey planlandığı gibi gitmemişti. Ertesi gün değil, bir sonraki gün cesetlerini bulabildiler. İçeri girdiklerinde, salonun orta yerinde birbirlerine sarılmış şekilde yatan kadın ve adamla karşılaştılar. Polisler halı üzerinde kirece benzer tozla cesetlerin izlerini çıkartırken, adamın avucunun içindeki kadının parmakları arasında sıkışmış altın bir madalyon ışıldıyordu. Madalyonun içinden ise, iki siyah beyaz fotoğraf onlara doğru bakıyordu... Yaşanmamış gibi... Hiçbir şey olamamış gibi... Gri, siyah, beyaz renklerde iki fotoğraf.
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 24 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ÇOCUK MAHKEMESİNDE...
İfadede hatırlayamadı çocuk babasının ismini,
Suçu dosyada sabit on yedisinde kara yağız
Kapkaçtan on üç sabıkası var, şahan bakışlı, fütursuz lümpen
Elini attı vicdanının üstüne genç hâkim, karıştırdı, karıştırdı bulamadı aradığını
Leylak kokulu dilbere aşkı ile vicdanı aynı yerde olunca zorlandı.
Elini gezdirdi buldu vicdanın üzerindeki nüfus cüzdanını; yazıyordu kendi babasının ismi
Baktı, karıştırdı, her şey dosyada tastamam toplanmış her türlü delail,
Anlatamadım doğmadan önceki çığlığını, masumiyeti celbedilmemiş cennetten dosyaya
Babası hiç olmamış çocuğun, mahallenin mimli piçi
Anasının gözyaşından belli, yiğit kadın. Her kadın doğuramaz piç.
Lunaparka hiç gitmemiş mesela, oyuncağı olmamış hiç.
Rüzgâra salmış Ahmet kendini, uçurtma olmuş uçmuş, poyraz çıkınca hayata takılmış
Islahhane de ıslah olmuş, baba olmaya yeltenmiş babasızlıktan. Çeteye girmiş...
Ne yapsam ne etsem boş hâkim ayrı telden, bizlerinde korunması gerekmiş Ahmet'lerden
Az değildir bir telefon için üç yıl. Neyse ki canı çekmemiş baklava.
Anası ağlar dua eder babası burada olsaydı diye
İsyanım dilimde,
Bırak kadın bırak!
Kimi kime şikâyet edeceksin
İsa Peygamber kurtulamadı insanlığın elinden.
Babası yapsaydı ona yapardı ayrıcalık.
Götürürlerken Ahmet'i mevcutlu,
İskelede bir baba bulmuş, ağlamış
Kelepçesiyle sarılmış buz gibi...
Yürek dağılır tuz gibi...
İskele babası yürekli,iskele babası şefkatli
Yazarken temyizini,
Mafya Babaları, Para Babaları ve Siyaset Babaları
Gelir aklıma.
Birde babam,
İlk defa utanırım isminden.
Ömer Davultaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.824 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Ölüm Öpmeden
ölümü öp
bir başka renk olursa
eflatun sevda
kaldır gözlerini yerden
geceler üstüne inmeden
ten daha düşmeden
ölümü öp
bir günahsız
papatyayı koparırsan
sev-sevme demelere
gelmeden
ölümü öp
bir ırmağa
susuz kalmamışken
eğilirsen
ölümü öp
ölüm öpmeden
Şule Aydemir
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
...İnternetin köklerini 1962 yılında J.C.R. Licklider'in Amerika'nın en büyük üniversitelerinden biri olan Massachusetts Institute of Tecnology'de (MIT) tartışmaya açtığı "Galaktik Ağ" kavramında bulabiliriz. Licklider, bu kavramla küresel olarak bağlanmış bir sistemde isteyen herkesin herhangi bir yerden veri ve programlara erişebilmesini ifade etmişti... İnternet hakkında her türlü bilgi için http://www.bilgiindex.com
Lütfen kedinizi kuaföre götürmeden önce bir kez daha düşünün. http://www.itee.uq.edu.au/~pja/_jpg/cat.jpg kısayolunda arkadaş tavsiyesiyle kedisini yanlışlıkla köpek kuaförüne götüren fatoş hanım'ın kedisi, eski adıyla delikanlı tekir, yeni adıyla fifi tekir'i görüyorsunuz. Fatoş hanım Tekir'in gazabına uğradığı için poz veremedi.
http://www.turvak.com ...TÜRVAK Tiyatro Müzesi, önce, Türk Sinemasının temel taşları olarak anılan sanatçıların büyük bir bölümünü ve sinemamızın ilk yıllarındaki insan kaynağını; Darülbedayi ve sonra Şehir Tiyatroları'nın başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere yaratıcı kadrolarından oluşturduğu gerçeğinden hareketle, TÜRVAK Sinema Müzesi'nde "Tiyatro Kökenli Sinemacılar" bölümü olarak sanatseverlerin hizmetine sunulmuş, daha sonra da giderek zenginleşen arşiviyle bir müzeye dönüştürülmüştür...
Formula grand prix haberleri için http://www.gpturkey.com/f1tur/haber/ aman hız yapmayın.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Piky Basket 2.0 [495 KB] All Windows Free
http://www.conceptworld.com/piky/pkysetup.exe Harika bir yardımcı programı. Değişik klasörlerden değişik dosyaları kopyalayıp bir başka klasöre yerleştirmek ya da CD'ye yazmak istediniz mi? İstediyseniz bunun oldukça güç olduğunu da bileceksiniz. İşte bu programla tüm dosyaları önce sanal bir sepete atıyor daha sonra istediğiniz yere kopyalıyor veya taşıyorsunuz. Sağ tuşla açılan menüye yerleşen program son derece kullanışlı. Bir takım ek özellikleri de var. Mutlaka deneyin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|