|
|
|
4 Temmuz 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Sen kimden tarafsın arkadaş?!.. |
İyi haftalar,
Şuraya ne zaman bir iki satır muhalefet yazısı yazsam hep birşeyleri eksik bırakıyorum. Cevap vermeyince de içim içime sığmıyor. Aldığım mesajlar saygı sınırlarını aşmasa da en azından haddimi bildirmek konusunda kendilerini görevli sayıyorlar. Başlangıç cümleleri hep aynı. "Tarafsız olmalısın." Haydaaa... Bana bu lafı edenin taraf olmaya hakkı var ama benim yok öyle mi? Ben hangi tarafta olduğumu gayet iyi biliyorum, tekrarlamama bile gerek yok. Ama ne tarafta olmadığımı her fırsatta söylemekten geri kalmayacağımı bilmelerini isterim. Çünkü ben darbeler, muhtıralar, tanklar toplarla büyüdüm. Aradaki birkaç kulak çekmeyi yok sayarsak, son önemli rejim aczinin üzerinden 25 koca yıl geçti. Köprünün altından çok sular aktı. Ne ben kaldım orada öylece ne de başkaları. Ve bizler kaybettiklerimizin farkında büyüdük geliştik. Memleketimiz de değişti, gelişti. Artık sıkıya gelince bir destek, bizim adımıza hak savunucusu aramak dönemi eskilerde kaldı. Sivil toplumun neferleri olarak hak aramaya, dünya görüşümüzü geliştirmeye azmettik. Onun için Avrupalı olmayı canı gönülden diledik. İç politik kaygılarla değil, demokratik hak ve özgürlüklerimizi sağlama almak adına Avrupalı olmaktan yana tavır koyduk. Küçük hesaplar peşinde koşmadığımız içindir ki, gerçekleri de görmezden gelmedik. Avrupaya entegrasyonun imkansızlığı ortaya çıktıktan sonra bile Avrupalı olmak arzumuzdan vazgeçmedik. Çünkü biliyoruz ki, atacağımız her adım politik olmasa da insani açıdan bizleri batıya yaklaştıracaktır. Oysa AB üyeliğini bir iç politika oyunu olarak görenler, temsil etmedikleri çoğunluğu ancak böyle ele geçirebileceklerini bilenler boş durmadılar. Saklanan deklarasyonların, sonuç bildirilerinin akabinde havai fişekli gösterilerle tören yapanlar, başbakanın ayakları dibine kırmızı halı serenler, vatandaşı salak yerine koyarken asıl saflığı kimin yaptığını bile farkedemediler. "Sizi almayacağız, müzakerelerin ucu açık, sonunda gelinecek nokta ancak imtiyazlı bir birliktelik olur hepsi o kadar" diye bas bas bağırdıkları halde bunu sevinçle karşılayan bir hükümeti karşılarında bulan AB yetkilileri mesajı gayet iyi aldılar. "Kardeşim bırak laga lugayı, benim AB'ye girip girmemekle bir ilgim yok. Ben iç politikaya oynuyorum. Siz hele müzakereleri bir başlatın sonrası Allah kerim." mesajını alanlar da gereğini bir bir yerine getirmeye başladılar.
Sevgili büyüklerimiz dış politikada yapılan yanlışları, koca memleketi düşürdükleri durumu görmezden gelip turizm bakanı ve sevgili zevcesi gibi uykuya daldılar. Ne menem bir yetenekse bu adam, uluslararası bir toplantıda, kameraların önünde karı koca horlasalar da kimsenin aklına "defol git artık" demek gelmiyor yahu.
AB yolunda imzalanacak çerçeve anlaşmasının Kıbrıs konusunda doğuracağı sonuçları türbanla örtbas etmeye çalışan hükümet şimdi de asrın özelleştirmesini yaptığını iddia ederek parsa toplama peşinde. Asrın özelleştirmesiymiş! Vay canına... Bu amcalara özelleştirmeden ne anladıklarını sormak gerekir. Özelleştirme bir memleket menfaati varsa doğrudur yoksa göz boyamadır. Fiyatı piyasa belirlermiş, telekomun fiyatı buymuş. O zaman satmayacaksın güzel kardeşim. Senede 2 milyar doları aşan kar eden, her ay 20 milyon adedin üzerinde fatura kesen, yüzbinlerce insanı öyle ya da böyle istihdam eden, stratejik anlamda en haysiyetli kurumu yıllık 1 milyar 300 milyon dolar taksitle satarsan bunun adı ticaret değil peşkeş olur. Aman ha almazlar kaygısı ile, 1 hafta önce bizzat Hariri'yi Lübnan da ziyaret edip, 3. nesil cep telefonu şebekesini de size vereceğiz aman alın şu telekomu demeleri de cabası. 3. nesil gsm şebekesi deyip geçmeyin, bugün satışa çıkarsanız rayiç bedel Türkiye gibi bir potansiyel için 3 milyar dolar. Dış ticaret açığına bile yama olmayan bir satışa asrın satışı demek için cüret ister ama bunlarda o fazlasıyla mevcut. Mümtaz Hoca gene dava açacakmış. Açsın vallahi, benden isterse sonuna kadar arkasındayım. Sokağa çıkıp satışı protesto edenlerden, iş bilmezler, koyun bile gütmemişler diye bahseden adamın, devlet yönetiminin bakkal dükkanı yönetmekten farklı olduğunu anlaması için daha ne kadar bekleyeceğiz Allah aşkına? İşte ben bu lafları etmeme neden olanlardan taraf değilim. Hani belki bilmek istersiniz diye söyliyeyim dedim.
Güzel şeyler de oluyor memlekette. Akdeniz oyunlarında, özellikle kızlarımızın takım sporlarındaki başarısı her türlü takdire değer. Ellerine kollarına sağlık. Bir başka güzellikte Cumartesi gecesi yapılan Live 8 konseriydi. Amacının asilliği yanında 20 yıldan sonra bir araya gelen Pink Floyd'u Who'yu izlemek çok hoş bir sürprizdi. Biraz yaşlanmışlar ama o dinamizm hala gözlerinden okunuyordu. Bu anlamlı organizasyon şerefine gelin Pink Floyd klasiklerinden birini dinleyelim birlikte, Another brick in the Wall. Hepimize güzel bir çalışma haftası diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz Limoncello |
|
Annesi ve babasının şarkısında geçen bu enfes yerde, belki o da hayatının aşkına rastlayacaktı. Güzel bir akşam yemeği ardından arkadaşlarından müsaade istemiş, yalnız kalmayı tercih etmişti. Elinde şarap kadehi, suya vuran yakamozlara göz kırparak kendi kendine gülümsediğini farketti. Su ne kadar da temizdi. Oturduğu taştan öne doğru eğilse suda yüzünü görebilirdi. Ne sandalların altı, ne de taş duvarın kenarı yosun tutmuştu. Ya kendi yüzü, yüreği ? Eğilip bakmaya cesaret edemedi.
Hemen yan taraftaki şık restorant'da şık hanımefendiler ve kibar beyefendiler yemeklerini bitirmişler, ev yapımı 'limoncello'larını yudumluyordu. 'İşte, insanlar dünyaya ya şanslı, ya şanssız geliyorlar' diye içinden geçirdi. Kendisini hangi kefeye koyacağını kestiremiyor, biraz da şarabın etkisi ile düşüncelerini toparlamakta zorluk çekiyordu. Kaç kişiye, kimlere nasip olurdu ay ışığı altında, bu minik koy'da içkisini yudumlamak ? Şanslıydı. Hele hele ülkesinde onca aşsız, işsiz varken...
Babasının ona ta küçükken verdiği bir öğüt aklına geldi.
'Hep yukarılara değil, sıklıkla da aşağılara bakmalısın kie haline şükredesin. Çünkü her insandan daha iyi şartlarda yaşayanlar olduğu gibi, daha zor durumda olanlar da olacaktır, evladım' demişti ona. Katılıyordu.
Ayrıca kızının ilk hatıra defterinde kendine ayrılan sayfaya da;
' .. Gerçek başarılarını, sıhhat ve saadetini sakın rastlantılara bırakma!.. Çalış ve öğren.. Hayallere ve masallara inanma. İnsanların yaşayışı gerçektir. Kitapları tercih et ve oku. Seyahat et ve gör... Ruhunda ve yaşantılarında kıskançlığa, hasete ve egoizme yer verme. Etrafını sev, insanlara kıymet ver ki onları kazan. Aile ve okul hayatından bu deftere geçecek hatıraların senin kıvanç duyacağın hatıraların olsun, canım yavrum.. ' diye yazmıştı. Babasının öğütlerini daha o zamanlardan, sekiz yaşında anlamış ve kendini hep doğru bir insan olarak yetiştirmek için özen göstermişti. Seyahat etme kısmını da hiç atlamamıştı. Belki bu sebeple de lisanları öğrenmede hep azimli olmuştu ve olabildiğince yabancı ülkeleri gezmeye, insanlarını tanımaya çalışmıştı.
Birden uzaklarda, kuğu gibi süzülerek koya doğru gelen bembeyaz bir yelkenli gördü. Demir atmış diğer milyon dolarlık teknelerden çok farklıydı. Capo di Monte burnundaki deniz feneri'nin ışığı teknenin üstünde çaktığında görüntü harikaydı. 'İşte Portofino.. İşte farklı bir dünya!' diye mırıldanarak kadehini kaldırdı ve gülümseyerek:
- Hadi bakalım.. I found my love in Portofino.. deriz inşallahh.. , dedi.
Yerde oturmaktan beli ağrımıştı. Biraz zorlukla kalkarak, hesabı ödemeye gitti. Kafe-bar iyice kalabalıklaşmıştı. Herkes çiftti. Eh, böylesine romantik bir yerde de kendi gibi sap dolaşan yok gibiydi zaten !.. Şanslı belki ama yalnız..
Bir önceki sene geldiğinde ziyaret ettiği galeri hala yerinde duruyor muydu acaba?.. Burna doğru yürümeye başladı. Deniz kenarındaki daracık yürüme yolunun tam ortasında bir çift sarmaş dolaş öpüşmekteydiler. Yanlarından geçecek yer yok gibiydi. En iyisi keyiflerini kaçırmamak için biraz kenarda oyalanmaktı. Bir sigara yaktı ve yine uzaklara dalmıştı ki cep telefonu çaldı. Nasıl da çığlık çığlığa çalıyordu lanet! Ilık gecenin romantizmine limon sıkmak işte buna denirdi. Öpüşenlerin tarafına bakamadı bile.
- Canımcım, nasılsın?
- İyiyim arkadaşım, ya sen..
- Biraz bağır! Seni duyamıyorum.
- Yok, idare et! Sakin bir yerdeyim.
- Nerdesiiin ?.. Ya.. Seni duyamıyorum!
- Portofino'dayım.
- Ne? Hep diyordun, aşkımla oralara gideceğim bir dahaki sefere diye.. Yoksa birini mi buldun?
- Hayır, yalnızım. İş için geldim yine..
- Ne? Anlamıyorum!
- Sonra konuşalım. Ama hayal kurma! Yalnızım.
- Anlamadım ya neyse!. Tamam, iyi geceler.
Kafasını galeri yönüne çevirdiğinde, çift'in çoktan gitmiş olduğunu gördü. 'Şanslarına küssünler, ne yapalım? ' diye mırıldandı.
Galeri'nin nazik sahibesinden başka kimse yoktu içerdi. Her seneki aynı muhabbetleri yapmaya koyuldular. Resimler de yine aynıydı. Ama o, onlara, ilk defa görüyormuş gibi bakmayı nedense pek seviyordu. Bir resim vardı ki, insanı içine çekiyordu sanki. Biraz geri adım atarak karşıdan bakmak istedi -ki birine çarptığını farketti.
- Sorry..
- No problem!
'Aman Allahım!..' Adam, sanki dergi kapağından fırlamıştı. Eros meleği okunu saplarmıydı acaba onlara ?.'Yok daha neler?..'. Hal, deodorant reklamlarındaki gibiydi. Ah bir de kitaplar olsaydı elinden düşüreceği -de gözgöze, dizdize onları yerden toplasalardı.. 'Na, na, na, naaa... IMPULSE!' Genç kızlık dönemlerinde ne çok seyretmişlerdi bu TV reklam filmini.. Gülmemek için kendini zor tutuyordu. O bu senaryolarda eğlenirken adam çoktan gitmişti bile.. O da şansına küsmeliydi..
Yatmadan önce bir acı espresso için hala vakit vardı. Galeri sahibesi ile vedalaştıktan sonra dışarı çıktığında yürüyüşten dönen iş arkadaşı ve eşine rastladı.
- Kahve içmediysen beraber içelim, Oya da kahve diye tutturdu?
- Olur, ben de içecektim zaten. Sonra otele döneriz değil mi? Şaraptan başım hafiften ağrımaya başladı da.. Yatıp uyumak istiyorum.
- Tamam.. Hemen şuradaki sandalyeleri mavi beyaz minderli olan kafeye gidelim. Hem, bir italyan müşterime rastladım, o da orada olacak.
Dışarıdaki sandalyeler doluydu, içeriye geçtiler. Kapaktan fırlamış gelmiş adam da içerideydi. Arkadaşı ona doğru elini uzatarak tokalaştı.
- Riccardo, this is our friend Aslı!
- Hi, nice to meet you again.
- Hi...
Donmuş kalmıştı..
Bir yıl sonra ..
Full yıldız, Hotel Splendido'daki odalarının balkonunda kahvaltıları hazırdı.. Kuşbakışı Portofino'nun küçücük koyundaki tekneler sabah güneşi altında daha da harika gözükmekteydiler. Omuzlarını açıkta bırakan ipek geceliğinin etekleri sabah esintisinde bacaklarına çarparken sevinç naraları atıyorlardı. O, manzaraya bakarak bir yıl önce, aşağıda, dolunaya kadeh kaldırırkenki yalnızlığını düşünürken, sıcacık bir öpüş, kuş gibi boynuna konuverdi arkasından. Ardından, güçlü ama nazik bir çift el başını iki taraftan kavrayarak kendine doğru çekti, bir öpücük de dudaklarına kondurduktan sonra...
- Good morning my angel.., diye fısıldadı.
- Riccardo.. Sana da hayatım.
Galiba bir dakika sonra..
Parmağı acıyordu. Dar gelen alyansı mı sıkıyordu acaba?.. Acı içinden yerinden doğruldu. Kıvrık tutulu uyuşmuş parmağını bir türlü düzeltemiyordu. Yorgan yere düşmüş, yastıklar sağa sola atılmıştı. Hemen alyansına baktı, yoktu. Riccardo'da.. Kendini yatağa atıp tekrar gözlerini sıkı sıkı yumdu ama nafile.. St.Martino Kilisesini, Portofino limanını, deniz fenerini, yelkenlileri, Riccardo ile Delfine'deki romantik akşam yemeğini, Via Roma sokağındaki hınzır alışverişlerini, galeriyi düşündü.. Yalancıktan da olsa belki devam ettirebilirdi. Ama olmadı, olamadı. Mutlu gülümsedi.
Babası hatıra defterine 'masallara ve hayallere inanma' diye de boşuna yazmamıştı elbet.. Ama..
Gülendam Z.Oğuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR ÇEMBERİN İÇİNDE DÖNMEK FARKETMEDEN
Güzel bir anı seçtin kendine.Ve koşarak,bir an önce ulaşmak arzusuyla gittin oraya:
Tozlu rafları olan,içinde tozlanmış kitaplar barındıran bir kitaplığın önünde durmuş babana bakıyordun,diyecektin ki: "Akşam yemeği hazır baba,hem de tabakları masaya ben taşıdııım!" Baban kafasını okuduğu kitaptan kaldırıp, başıyla bir "peki" çizdi havaya. Öylece kaldın orada bir süre.Anlamamış gibi yapsan belki ilgilenecekti baban seninle... Bu kitaplık da ne kadar büyüktü böyle. Baban çok güçlü ve çok akıllı bir adamdı muhakkak ve annen onu çok seviyordu, onun için güzelleşiyordu akşamüstleri, baban eve geliyordu ya o saatlerde...
Sonradan anlayacaktın ki bu büyüklükte ve miktardaki yanılsama küçük mutlulukları da büyütüp kocaman yapıyordu gözünde. Ve dünya en fazla bisiklete binebilmek kadar zor, çok sevdiğin bir oyuncağının kırılması kadar kötüydü.
Baharın aşk anlamına geldiğini ve aşkın da bir çeşit "bahar" olduğunu,bahar gibi geçici olduğunu öğrenmemiştin henüz. Dışarıda bahar göz alıcı güzellikteydi ve aşk kreşteki öğretmenin kılığına girip yanağına bir öpücük kondurdu. Belki kızarmıştın.Doğumgünü partinde, pasta, hediyeler, torpilli olmanın verdiği güven duygusu ve dolayısıyla daha çok yaramazlık... Bu cennette yanına gelip o uzun elleriyle bir paket uzattı sana.Hediyen oyuncak bir fotoğraf makinesiydi. Bunu ilk bakışta anlamak zordu,arabaya benzemiyordu,topla da hiçbir alakası yoktu.Ama güzel bir şey olmalıydı ve başka kimsede de yoktu bundan. Fazla kurcalamadın, mutluydun. Başını başına dayadı,bir kolunu omzuna doladı ve diğerini uzatıp karşınızda tuttu. "ŞAK!" İkinizin fotoğrafını çekmişti. Ne de güzel görünüyordunuz fotoğrafta, kimse görmese de sen biliyordun, güzeldi. Mutluydun, hem de çok.Sonra o elinde tuttuğun fotoğrafı nereye koysan,bilemedin. Boynundan içeri soktun. Kalbine denk gelmiş olmalıydı, yıllar sonra anladın bunu. Seni durmadan fotoğraf çekmeye yönlendiren de o olsa gerekti.
Annenin yüzündeki güzelliğin azaldığı, kitaplığın küçüldüğü,babanın da çok kez saçma davrandığı ve yenildiği yıllara dek geliyordu lise yılların.Belki de tam tersiydi. Bu eksilmeler senin lise yıllarına denk geliyordu ve hiç de iyi etmiyordu.
Çoktan "erkek" olmuştun. Bol sivilceli ve "hayır anne!" li dönemin kapanmamıştı henüz.Gürültülü bir hayattı.Bazense sadece bir beklemeydi. "Bu insanların hepsi" diye düşünüyordun içinden arkadaşlarınla sohbet ederken, "Bunların hepsi büyümeyi,ve büyüdüğünün farkına varılmasını bekliyorlar. Kızların elini "bir gören olursa" korkusu olmadan tutabilecekleri, onları öpebilecekleri günün gelmesini bekliyorlar. " Erkeklik iki şey barındırmazdı oysa; korku ve gözyaşı. Ama bazı erkeklerin "korkutması" iyi olmuyordu,mesela kız babaları...
Kurallar vardı. Okulun kuralları, evin kuralları(bazen ikiye ayrılıyordu bu;anne ve baba kuralları) akraba gezilerinde (üstelik bu bir zorunluluktu) uyulması gereken kurallar, sokakta yürümenin bile kuralı vardı...Herkes kural koyuyordu herhalde, senden başka.
Evde tartışmalar,okulda saygısızlıkla suçlanıp kalabalığın önünde aşağılanan arkadaşların, sonra yine evde tartışmalar.İkizkenar bir üçgenin içinde sıkışıp kalmıştın.
Her ne kadar umursamasan da olanları,biliyordun.Görüp görmezlikten geliyordun sen de herkes gibi. Üniversiteye girmek için bunca çırpınan bu insanların sonu hep aynıydı. İşten eve dönerken ekmeklerini alacak ve eve gidip yemeklerini yiyecekler sonra biraz televizyon izleyip uyuyacaklar...
Giderek zorlaşan eylemlerdi konuşmak ve sevmek.Boşanmak için evlenmek gibi,ayrılmak için mi olmalıydı aşk?
Oysa hala kuralı yoktu aşkın ve mantık yoksunuydu.Bir hafta sonra okullar kapanınca herkes ayrı bir yere dağılacak sen de ayrılmayacak mıydın aşkından? Bunu bile bile sevmek hem çok kolay hem de çok zor bir işti.
Elbette yapılacaktı bu,herkes öyle yapmıyor muydu,modaydı,akışına bırakılıyordu hayatlar. Akışına bırakılmış bir yaz, oysa zor kararlar barındırıyordu. Meslek tercihi, ailenle kendin arasında bir tercih anlamına geliyordu.
Hayatın anlamının bunlar olmadığını biliyordun,seziyordun,o gün başlamıştı her şey. O oyuncak fotoğraf makinesiyle.Kalbinin üzerinde taşıdığın fotoğraf tetiklemişti seni ve şimdi çekmecelerin fotoğraflarla doluydu. O sıcak yaz akşamında, rüzgar cam aralığından elini uzatıp yanağına değdi, sevmiştin o akşam dünyayı. Tüm fotoğraflarını çıkarıp yere yaydın. Bir bir baktın hepsine, ayrıntılara dikkat ettin.Oysa ayrıntılar daha güzeldi. İnsan, insan, insan... İnsan dolu fotoğraflar arasında boğulmamak mümkün değildi,yapay bir kalabalık oldu odanda. Hepsini savurmak istedin rüzgarda.Oysa insanlar kocaman bir masanın üzerine gelişigüzel yerleştirilmiş biblolar olabilirlerdi en fazla. Ve o çok merak ettiğin masa örtüsünün desenini görmene engel oluyorlardı. Nefes almak için camdan başını çıkartman gerekti, kocaman bir portakal gibiydi,dolunay.Sırtını döndüğün bir başka evren vardı mutlaka. Onu keşfetmeni bekliyordu ve sevmeni.Annenin babanın işten döneceği saatlerde güzelleşmesi ve babanın bunu fark etmemesi geldi aklına birden.
Aşklar yaşadın ve her aşkın gölgesinde başka bir aşk gizliydi. Yalnız kaldığında ona sarılıp onunla bağlanıyordun hayata, tekrar, tekrar, tekrar... Sokaklar aşındırdın, denizler aştın, günbatımları izledin ve coşkulu kalabalıklar içinde dolaştın nereye gideceğini düşünmeden... Yalnızca "belge" niteliğinde değildi artık fotoğrafların ve fark edilmiş bir güzelliğin yansımalarıydı, onları elinde tutmak bile bir bağlılıktı hayata...
...
Anılardan sıyrılıp bugüne döndün,sendeledin biraz,başın dönmüştü.
Az sonra sen ve ailen;çok sevdiğin, güzel karın ve sevimli oğlunla bir akşam yemeğine gidecektiniz. Anne ve babanın evine,güzel bir akşam yemeğine...
Ertesi gün açılacak fotoğraf sergin için tebrik edeceklerdi seni.Annenin bir zamanlar "bırak artık oğlum bu saçma işi" dediğini de hatırlamayacaktın. Kalbinin üzerinde taşıdığın o fotoğraftaki yanlışı düzeltmek gerekti ayrıca, annen görecek olursa kırılırdı mutlaka,oradaki öğretmenin değil annen olmalıydı. Sen de her oğlan çocuğu gibi ilk kez annene aşık olmalıydın. Bu değişikliği de yaptıktan sonra hazırdın artık,gidebilirdiniz...
Her şey güzeldi. Mutluydun,hem de çok. Bu elinden tutan ve sana baba diyen çocuk, ne kadar küçük ve sevimliydi...
Betül Yegül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Gitmek kolaydır.
Gitmek kolaydır.
Sen kolayını seçtin.Yani kaçtın.Oysa mücadele etmen gerekmez miydi? Yani her şeye rağmen, yani ne olursa olsun, yani biliyorsun işte niye söylüyorum ki!
Bak, bana değil arkanda bıraktıklarına yada önünde kazanacaklarına...istersen uzaklara bak. Denize bak. Maviliğine değil enginliğine. Tuzuna bak. Nasılda acıtır yarayı ama güzeldir yinede hem de soluğunu kesecek kadar, seni alıp gidecek kadar başka dünyalara....
Sor, başkalarına değil kendine sor. Bil ki, cevabını zor olsa da vermek, kendi içindedir. Beyninde değil sakın yanlış anlama yüreğinin ta içinde...
Düşün, bir salkım söğüt misali uzanırken hayallerine kırılacağını, yıkılacağını, bilmiyor muydun? Sırf bu yüzden yani o ince sızıya olan isteğinden değil miydi bunlar? Onun için uzanmamış mıydın her gün yeni heyecanlara.?
Sormayacağım nereye gidiyorsun diye. Döneceksin biliyorum.
Peki döneceksen ne önemi var gittiğin yerin? Veda etme ne olur, veda etmeyeceğim sana...! Kabul etmiyorum zaten şunun şurası dost değil miyiz seninle, ekmek tuz misali...
Bir yudum su değil miyiz arkasından buz gibi, şu yaz sıcağında?
Ya git Allah'ını seversen. Dönüp dönüp hoşça kal deme bana. Biliyorsun böyle hoş kalmak olmaz .Tamam kabul ederim zifiri karanlık bassa, yollarımız ayrılsa ama ne hava karardı ne yollarımız ayrıldı.
Hadi git o zaman git!
Ama ne için, nereye?
Hani kaldırım taşlarına bırakmamış mıydık, geçtiğimiz yollarda sessiz isyanlarımızı; hani her kuruduğunda boğazımız bir damla suyla değil de umutlarımızla ıslatmamış mıydık, hani yüreğimizi uzatıp bir kış güneşine ısıtmamış mıydık kırıklarından sızan zemheriye karşı, hani alıp başımızı gitmemiş miydik ayaklarımızdaki prangalara rağmen....?
Evet sen kolayını seçtin!
Apansız veda ettin umutlara...
Dönüp arkanı eskimiş emanetlerini istiyorsun yorgun kaldırım taşlarından.
Yaza aldanıp da mı terk ediyorsun kış güneşini ve kırdığımız bütün zincirleri tekrar mı geçiriyorsun nasırlı bileklerine....
Tamam öyle olsun. Ama durup durup hoşça kal deme bana, biliyorsun böyle hoş kalmak olmaz.
Hoşça kal deme ne olur.
Çakıl taşları çiğner gibi içim ürperiyor.
Arife Göktaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
MARMARA DENİZİ'NDEN KAYNAYAN SULARA BİR KORKU
Sararmış, yaprakları çevrilmekten yorulmuş bir konuk defterine, arka tarafı Marmara Denizi'ne bakan, beyaz bir evin denize nazır bir odasında, bundan birkaç yıl önce bir ortaokul öğrencisi tarafından şu sözler yazılmış: "Yıllar önce oturup baktığın ve neler olabileceğini gördüğün yerden ben de bakıyorum aynı sulara, aynı karaya, ama suların ötesinde ve karşı sahildeki kentlerden tüm dünyaya uzanan yolların sonunda aslında neler olduğunu ya da olabileceğini göremiyorum ve bir tek şeyden korkuyorum: '...' "
Güvenlik sorunu, İkiz Kuleler'e düzenlenen saldırıdaki muhtemel komplo teorisi, Avrupa Birliği Anayasası'na Fransa'nın tepkisi, Saddam Hüseyin'in yıllar sonra son verilen saltanatı, CIA'in istihbarat konusundaki etkinliği, yıllar önce ilk kez 1920'lerde Türkiye
sınırları içinde konuşulmuş ancak şu an başka devletler tarafından planlanan Büyük Orta Doğu Projesi bir yanda, öte yanda manşetlerden düşmeyen türban tartışması, Erkan Mumcu'lu Anavatan, Mehmet Ağar'lı DYP, bayrak eylemleri, yankıları halen devam eden CHP kongresi, başbakanın İngilizce düzeyi, birliğe girmeli mi, girmemeli mi, genelkurmayın son demeci, Van'da halen süren çatışmalarda kaybettiğimiz erlerimiz... Dünya dengeleri, dünya dinamikleri ve bir de Türkiye'de olup bitenler. Gazeteler yazıyor, televizyon kanalları yayınlıyor, haberdar olmak isteyenler okuyor, izliyor, fikir sahibi olmak isteyenler köşe yazılarını okuyor, geç saatlere kadar süren ancak bir türlü gündüz kuşaklarında ya da magazin programları yerine akşamın erken saatlerinde yayınlanmayan tartışma ve aktüalite programlarını takip ediyor. Herkes kendince bir yorum yapıyor ya da başkalarından duyduklarını yineliyor. Ağzımıza son dönemlerde çok fazla dolanan 'dünya dengelerinin' ne durumda olduğunun farkında olmaya çalışıyor, bunları dile getiriyor ve durumu destekleyen bazı hadiselerin de etkisiyle kaçınılmaz son gerçekleşiyor: Kamuoyunda belli başlı kesimlerce paylaşılan ortak bazı kanılar oluşuyor.
Bu ortak kanılara göre; ünvanını sarsacak olaylar, bilhassa muhtelif ülkelerin ortaklıkları ve diğer gelişmelere rağmen ABD yenilmez bir süper güç; SSCB'nin 1991'de dağılmasından sonra tek kutuplu olarak nitelendirilen dünya, bazılarına ve hatta çoğunluğa göre hala öyle. 285 milyonu aşan nüfusuyla dünya nüfusunun yaklaşık %3'ünü barındıran ABD, bu düzen içerisinde Beyaz Saray'ın ya da Pentagon'un telsizlerinden yankılanacak tek bir cümle, hatta kelimeyle dünya dengelerini, dünyanın dengelerini değiştiriyor, değiştirecek diyorlar. Resmin bütününü biraz daha fazla görebilen bazıları ise Amerika kıtasının batısında, kilometrelerce uzakta bile, kendi halinde bir ülkede birdenbire vuku bulan bir darbenin altında yatan nedenleri ABD ile ilişkilendiriyor. Kimilerine göre ise, bir zamanlar 'yalnız devler' olarak nitelendirilen, şimdi ise gümbür gümbür gelen bir Rusya, bir Çin var ve nihayetinde dengeler değişiyor, yani 'çanlar artık sadece ABD için çalmıyor'. Bilhassa askeri, teknolojik ve yeni girişimlerle enerji alanlarında ortaklığı öngören Rusya- Çin işbirliğinin karşı bir duruş olmasının yanısıra başka ortaklıklara ya da dünya pusulasının ibrelerini yerinden oynatacak yahut yönünü batıdan doğuya çevirecek olaylara gebe olup olmadığı konusunun, üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir husus olduğu ise su götürmez bir gerçek. Bu işbirliğine diğer Asya ülkeleri de dahil olsun ve bir güç birliği mi oluşsun yoksa sadece Hindistan'ın katılımıyla mı güçlendirilsin ve benzeri sorular kafalarda uçuşuyor. Özellikle, bu işbirliğine dahil olacak üçüncü bir ülkenin kim olacağı ya da olabileceği konusu kilit noktalardan biri. Tüm bu soru işaretlerini barındıran hususlarda kuşku uyandırmayan tek kısım ise tüm bu olayların gelecek yıllarda dünyanın kaderini yeniden yazacağıdır.
2005 için tahmini olarak 328 milyon dolar'ı bulacak GSMH'sinde hepimizin bir payı olduğu, ülkemize, Türkiye'ye gelince... Dünyada bunlar olup biterken bazılarının zannettiği gibi olup bitene karşı seyirci ya da basiretsiz kalmış değiliz, ancak en büyük eksiğimiz ister dış ilişkilerde olsun isterse içişlerde, adımlarımızı güvensizlikten dolayı emin atamamız. Erdil Yaşaroğlu'nun çizdiği bir karikatürde bir ressam, eline başka malzeme olmadığı için çöpten bir adamın resmini yapmak zorunda kalıyordu ve çöpten adam 'iyi ama sonra sana yeteneksiz derler' diyordu. Ama ressam buna mecburdu çünkü elinde başka kaynak ya da malzeme yoktu. Tıpkı şu an dünya üzerinde birçok ülkede olduğu gibi. Ancak herkesin artık binlerce kez tekrarladığı üzere gerekli malzeme ve kaynaklar bizde mevcut, en azından çoğu ülkeye göre daha fazla, tek olmayan şey ise kim olduğumuzu bilmememiz ya da farkında olmamamız, yani bir zamanlar dünyayı tireten 'Türk' soyundan geldiğimizi unutmamız.
2003 yılında, gerçekten Eurovision'daki en güzel şarkı olduğu ve hatta en güzel kaegrofinin sergilendiği performans olmasına rağmen Türkiye'nin birinciliğine siyasi stratejiler neden olarak gösteriliyorsa ve Türk halkının bir kısmı da bu duruma inandırılmışsa, yanlış değerlerin peşinden koşuyor ya da Türkiye'nin kim olduğunu unutuyoruz demektir. Böyle bir kültür-sanat faaliyetinde bile siyası oyunların varlığının olduğu ihtimalini düşündürmek aslında oyunun ta kendisir. Bu, oyunun en basit kısımlarından biri. En karmaşık kısmı ise gerçekte dünyada ne olup bittiğinden haberdar olmaktır.
Son yılların en fazla yankı uyandıran olaylarından birini ele alalım, İkiz Kuleler'e düzenlenen saldırı; gün geçmiyor ki bu olayın gerçek nedeni hakkında yeni bir iddia ortaya atılmasın. Bir gün El Kaide'nin bu saldırıyı düzenlediği iddia edilirken ve hatta artık kabul edilirken diğer bir gün kulelere ve Pentagon'a çarpan uçakların aslında yolcu uçakları değil, bomba yüklü uçaklar olduğunu gösteren görüntüler yayınlanıyor. Türkiye'de 2003 Kasım'ında İngiliz Konsolosluğu'na yönelik saldırıda hayatını kaybettiği belirtilen dönemin başkonsolosu Roger Guy'ın patlamalardan önce kaçırıldığı iddiası, patlamaların aslında o sırada başka bir ülkede meydana gelen ABD karşıtı eylemleri örtmek amaçlı bir komplo teorisi olduğu ise var olan başka iddalardan. Ya da Fransa'nın AB anayasasını reddetmesinin altında yatan nedenin Fransa halkının özgürlüklerini kısıtladığı gerekçesiyle sadece bunu reddetmesinden ibaret mi olduğu sorusu gündeme getiriliyor. Gerçekten tek bildiğimiz 11 Eylül'de böyle bir saldırının düzenlendiği, ya da Fransa 'da referandum sonucunda AB anayasının reddedildiği ya da 2003 yılında İstanbul çeşitli bölgelere düzenlenen saldırılarda onlarca insanın öldüğü, ya da Kırgızistan'da bir siyasi darbenin olduğu. Bilmediğimiz kısımsa olayların gerçek nedenleri.
Gözümüze zorla taktırılan bu at gözlüklerini, devlet kademelerinde bulunan yöneticilerimiz de gayri ihtiyarı takarlarsa vahim olaylar ortaya çıkacaktır. Bu yüzdendir ki, bir devleti yönetecekler, titizlikle seçilmelidir. Analitik zekası yüksek, yani ileriyi görebilen,
danışmanlarını yalnız karar belirleme de değil, sadece danışma maksadıyla kullanan, Türk milletine yakışan ve bizi uluslararası arenada temsil edebilecek bilgi ve kültür donanımına sahip kişiler arasından seçilmelidir devlet adamları. Zamanında, Refah Partisi ile koalisyon yapma çalışmalarından dolayı Anavatan Partisi genel başkanına 'gel ülkeni ateşe atma' diye seslenip sonra kendileri kısa bir süre sonra Refah Partisi ile 'Refah-Yol' hükümetinin kuranlar, uluslarası konuşma dili olarak kabul edilen, İngilizce'yi tüm ülke temsilcilerinin bulunduğu bir alanda konuşmayan bir başbakan, kongrelerde halkın önünde olduklarını unutup birbirleriyle enterasan ifadeler kullanarak tartışan parti başkanı adayları ya da beli bazı kitlelerin sempatisini toplamak adına hükümete türban konusunda teklifler götüren parti başkanları ülkeyi, ülkemizi ne kadar iyi temsil ederler ya da ne kadar iyi yönetirler , neye göre seçilmişlerdir? Bu soruları cevaplamak bir hayli güçtür.
İşte dünya dengelerinin kilit noktalarından birini oluşturan Türkiye böyle bir durum içerisindeyken ve dünyada da bunlar olup biterken, Türkiye'yi olması gerektiği konuma getirecek olan doğru zamanda doğru stratejiler belirlemek ve bunları uygulayabilme yetisine
sahip olmaktır. Bu işi şu an devlet kademlerinde bulunan yapabilir mi sorusu akılları kurcalayan ve hatta yiyip bitiren en önemli soru değil, sorundur. Yaklaşık 65 seneden beri , yapılan icraatlarla bu soruya hep olumsuz yanıt almış bir Türkiye var karşımızda, bir yanda
ise olumlu cevapları getirebilme umuduyla beslenen bir nesil.
Yazının başında bahsedilen, arka taraftaki balkonu Marmara Denizi'ne bakan yer, 11 Ekim 1922'de İsmet Paşa'nın müzakerelerde büyük başarı gösterdiği Mudanya Mütarekesi'nin imzalandığı mütareke binasıdır. Yıllar önce, kendisinin yazıyı yazarkan oturduğu koltukta oturmuş olan ve Marmara denizine bakıp suların ötesinde aslında neler olup bittiğini gören, doğru stratejileri uygulayan ve Türkiye'yi o yıllarda içinde bulunduğu umutsuz durumdan kurtaran çalışkan, donanımlı, umutlu ve ileriyi görebilecek stratejiler geliştiren Mustafa Kemal Atatürk gibi liderlerin olmaması ya da devletin kademelerinde bu vasıflara sahip olanların bulunmayacağı yazıyı yazan gencin bahsettiği korkusudur. Ancak, kaynayan suların ve dört bir yöne uzanan yolların sonunda neler olduğunu tıpkı bundan yaklaşık 85 yıl önce onun gördüğü gibi görecek ve durumu düzeltecek ve ülkeyi ileriye götürecek stratejiler belirlemek için çalışan birileri muhakkak ki vardır, olmalıdır.
Hande Çilingir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Yeni Tarım Bakanı Başlatabilecek mi?
Yazıma atmış olduğu başlıkla yazının ilgisi, metin tamamen okunduktan sonra anlaşılabilecektir. Tarımımızın bazı sorunları arasına kısa bir yazıyla da olsa girerek, üreticilerle birlikte biraz kederlenmenizi istiyorum.
Türk Tarımı'nın sorunları hakkında konuşan bazıları, kendilerince bazı sebepler bularak veya var olan sorunları tekrar tekrar dile getirerek konuşur dururlar. Bir gün bakarız pazarlama sorunu konuşulur, başka bir gün bizim çiftçilerimiz teknolojiye ayak uyduramıyor diye konuşmalar yapılır. Bir de bakarsınız yıl ortasında fiyatlar yüksek bir şekilde seyrederken, hormon bombası atılır. Bu bomba öyle birileri tarafından atılır ki sadece televizyon izleyerek yada ayarlı basını takip ederek bilgilenmeye çalışanlar tarafından bir anda dikkat çeker. Bombayı atan kişi iyi bir etki için seçilmiş medyatik bir kimsedir. Bunun arkasından artık bir sürü yorumlar gelir. Mikrofonu eline geçiren, gazetelerde köşe yazan herkes bir şeyler söyler, kendilerince çözümler üretirler, üreticiyi cahillikle itham ederler. Zaman gelir icraat yerine, çözüm bulmak yerine, AB'ye nasıl uyum sağlanacak diye bol keseden sözlere iştirak eden Tarım Bakanı'nın kendi kurumunda tıkanmış bürokrasinin patlaması gündeme gelir. Yani 6.5 ay bir belgeyi hazırlayıp gönderemezler.
Bunun üzerine açıklamalar gelir yok öyle değil de böyleydi. Buna benzer bir açıklama Rusya'ya yapılan ihracatın durmasıyla da gündeme geldi. Neymiş Türkiye'nin genel olarak sebze-meyve ihracatında azalma olmamış, aksine Avrupa'ya yapılan ihracat artmış. Rusya'ya yapılan ihracat durdu diye firmalar bunu fırsat bilmiş ve fiyat indirimine giderek kendi kazançlarını artırmaya çalışmış. Bu durumda akla şu sorular gelmiyor mu?
İyi de devlet nerede? İlgili bakanlıklar nerede?
Yapılan bir sürü gürültü arasında asıl zarar gören üreticiler olmaktadır. Üretip de kazanamayan bu insanlar, seçim zamanları kendilerine en çok söz verilen kesimdir. Bugüne kadar, bana göre ciddi bir şekilde dillendirilmeyen tarımsal girdiler konusunda dilim döndüğünce bir şeyler yazmak istiyorum. Sorunumuzun adı tarımsal girdiler...
Tarım hakkında ahkam kesenler her şeyi konuşuyor da neden üretim için gerekli tarımsal girdiler hakkında konuşmuyorlar?
-Bu girdiler nereden geliyor, nasıl geliyor, bunlar nasıl bir ürün, bunların fiyatı nedir ve nasıl belirlenir gibi soruların cevaplarını biliyorlar mı?
-Biliyorlarsa bu alanlarda sorun görüyorlar mı?
-Eğer sorun görebiliyorlarsa da çözümü nedir, çözüm için önerileri nedir?
Bu insanlar neden bu konularda hiç konuşmazlar? Neden illaki gerçek çözümü AB'nin dayatmalarında buluyorlar?
Ülkemizde üreticilik yapan kesim, üretip pazara sundukları ürünlerin fiyatı düştüğü zaman bağırmaya başlarlar; "zarar ettik, kazanamıyoruz" diye. Karşı taraf da örneğin biber yada domates için; "1 YTL'ye, 2 YTL'ye satarken iyiydi" diye savunmaya geçerler. Zarar yaptık diyen çiftçi Gelir-Masraf=Kâr hesabıyla savunma yapmaktadır. Yüksek fiyatlar devam etse üretici elbet para kazanacak. Yüksek fiyatların devam etmesini isterler çünkü girdi maliyetleri yüksek olduğundan kazançları böyle yeterli olacaktır. Ancak onlar fiyat düşmesinden ziyade girdi maliyetlerinin yüksek olmasından yakınırlar. Çünkü ürünlerini pazara sunabilmek için yaptıkları üretim için kullandıkları bütün üretim girdilerini fiyatı olması gerekenden yüksektir.
Örneğin kullanacak olduğu tohum ithal tohumdur. Kullanacak olduğu gübre, ilaç ithal ürünlerdir. Girdilerden yerli olanlar yine kontrolsüzlükten dolayı kalitesizdir. Bu ürünlerin ne fiyatları ne de kaliteleri kontrol edilmemektedir. Üreticinin bu girdileri yüksek değerlere ulaştığı zaman masraf artmakta, sonuç olarak kazanç azalmaktadır.
Olaya başka bir pencere açacak olursak, tarladan üretilip pazara getirilen ürünler yüksek fiyatlarla satılırken, girdi fiyatları nasıl oluyorsa çiftçi kazanıyor diye artmakta, yine benzer şekilde bir anda daha fazla para kazanabilmek için girdi sayısı ve kalitesi düşmektedir.
Ben bu tarımsal girdiler hakkında biraz daha ayrıntıya girerek, tarım hakkında bir şeyler yapmak isteyenlerin dikkatini bu konu üzerine çekmeye çalışmak istiyorum. Bu girdilerden biri zirai mücadele ilaçlarıdır. Bu ilaçların büyük bir miktarı yurt dışından sağlanmaktadır. Belli başlı bazı firmalar bunları ithal ederek çiftçinin hizmetine sunmaktadır. Ancak bu ürünler getirilirken yada bazı büyük firmaların ülkemizdeki fabrikalarında üretimi yapılırken kontrol edildiklerinden, en azından tam olarak kontrol edildikleri hakkında şüphelerim var. Çünkü bizzat arazi koşullarında bunların etkilerini deneyen, gören biri olarak söylüyorum. Yine örneğimi daha da somutlaştırmak istiyorum. Yurt dışından getirilen bu ilaçlar emsal gösterilerek ruhsatlandırılmaktadır. Yani, B ilacı A ilacı ile aynı etkiye sahiptir, aynı aktif maddeye sahiptir gibi. Bunun sonucu olarak üreticiye sunulan aynı aktif maddeye sahip bu ilaçlar aynı etkiyi göstermemektedir. Bunun sonucu olarak daha fazla ilaç kullanmak, daha fazla masraf demektir. Diğer sektörlerde olduğu gibi Çin malı istilası bu konuda da hakim duruma gelmiştir. Ucuz diye üreticilerimiz bu ilaçlara rağbet göstermekte, kontrolsüzlük sonucu bu ürünler yüzünden zarara uğramaktadırlar. Burada bir firma temsilcisi ile yapmış olduğum sohbetten kısa bir bölümde anlatmak istiyorum:
Firma temsilci ile sohbet ederken pazar rekabetinin arttığını, artık çok para kazanmanın çok kaliteli ürün satarak olmadığını bana anlatıyordu. Konuşmanın bir yerinde dedi ki "bizim patron Çin'deki üretici firmayı aradı ve bana şu etkili maddeli ilaçtan, şu fiyata hazırla. İçeriği çok önemli değil, rekabet edemiyoruz" dedi diye anlatmaya devam etti. Durum böyle olunca demek ki kontrolsüzlük hakkındaki söylediklerimin bir dayanağı var diye düşünmekte haklı olduğumu savunuyorum.
Aynı örneğe benzer bir örnek olarak tohumu verebiliriz. Son zamanlarda yerli tohum üretim firmaları veya çeşit ıslahı yapan firmalara olan destekler artmış durumdadır. Ancak bu destekler yapılırken ithal edilenler, yada ithal edilme şekilleri gözden kaçırılmaktadır.
-Getirilen tohumlar acaba hangi ekolojiye uygundur?
-Açık alana mı yoksa örtüaltına mı uygundur?
-Bunların fiyatları ne kadardır ve ne kadara satılacaktır?
-Bu tohumların geldikleri isimleri gerçekten kendisi mi? Yani ismi farklı kendisi farklı mı?
Bu gibi soruların net cevaplar bularak piyasaya sürüldüklerinden, ben açıkçası tarımın içinde biri olarak emin değilim. Tohumlara bir de fide üretim tesisleri açısından bakmak gerekecektir. Bu tohumlar ülkemize iki yoldan girmektedir:
1. Resmi yoldan, yani normal işlemler sonucu kendi ambalajlarında getirilmektedir.
2. Resmi olmayan yöntemlerle. Bunu ispatlamak zordur ve kimseyi zan altında bırakmak da istemem. Ancak özellikle fide üretim tesislerinin olduğu yerlerde söylenti olarak dolaşmaktadır. Söylentinin kaynağı da eğer firma sahipleri, fide üretim tesisi sorumluları, tesis sahiplerinin arkadaşı olunca iddia ciddileşmektedir. Bundan dolayı buralarda mutlaka kontrol gerektirmektedir.
Gayri resmi yolla giren tohumları tarlalarına götüren ve üreten kişiler zarar görmektedir.
Son bir örnek daha vererek toparlamak istiyorum. En önemli tarımsal girdilerden birisi de gübrelerdir. Özellikle gübre işi yapan kişiler yüksek kârlarla çalışmaktadırlar. Burada da üreticiler gübrelerini iki kaynaktan temin etmektedirler. İthal gübreler ve yerli yapım gübreler. İthal gübreler de fiyat kontrolsüzlükleri vardır ve mutlaka denetim altına alınmalıdır. Yerli yapım olanlar ise "evlere şenlik" diye bir tabir vardır, tam buna uymaktadır. Normal gübrelerden su kullanarak çoğaltılmakta, yada içerdiği etkili madde ile pazarlandığı ambalaj üzerindeki taahhütlerine uymayan ürünlerdir. Bu gübrelere merdiven altı gübre de denilmektedir. Bu ürünlere karşı denetim sıklaştırılmış, belli bir başarı kazanılmıştır. Ancak üreticimize verdirdiği kayıp, çevremize verilen zarar düşünülecek olursa bunların önlemi bir an önce alınmalıdır.
Atalarımız "Taşıma suyla değirmen dönmez" demişler. Çok doğru. Tarım içinde aynen böyledir. Bir çiftçi F1 hibrit tohumu dışardan, gübreyi dışardan, ilacı dışardan yüksek fiyatlarla alıp üretim yapar ve ürününe yok pahasına fiyat biçilirse, o zaman çiftçiye o ürünü toprağa iade etmekten başka çare kalmıyor. Tepki olsun diye sokağa dökerler, tarlada bırakırlar ancak kimseler yine duymaz ve görmez. Bu şekilde çiftçilik olmaz. Her insanın dayanma noktası vardır. Herkes yaptığı işte emeğinin karşılığını almak ister. Eğer çiftinin ayakta durması ve bu işi yapmasını istiyorsak girdi maliyetlerini makul değerlerinde tutmalıyız. Üretilen hiçbir tarım ürünün fiyatı kullanılan girdilere bakılarak belirlenmiyor. Yani kullandığımız girdiler yüksek maliyetli olduğu için, ister istemez ürünlerimizi de pazarlarken daha yüksek fiyatlara satmak isteriz.
Şimdi yazımızı atmış olduğum başlıkla ilişkilendirecek olursak; Tarım Bakanlığı'nın başında bulunan Sami Güçlü eski bakanlardan biri olarak tarihin sayfalarında yerini alırken, yenisi görevine başladı. Recep Tayyip Erdoğan kabine değişikliği yaparken Mehmet Mehdi Eker'i yeni Tarım Bakanı olarak görevinin başına getirdi. İnşallah yeni bakan tarımımızın sorunlarına gerçek manada çözüm getirir. İMF, DB, DTÖ gibi AB veya ABD'nin kontrolünde bulunan kurumlara göre değil de bize göre çözümler üretir. Ancak geçen gün bir gazetede okudum. Sayın yeni Tarım Bakanımız ilk icraat olarak bürokratları değiştirmekle işe başlamış. Kendi adamlarıyla çalışacakmış. Elbette belli bir yere kadar hakkı vardır. Ancak sürekli bir kadro değişikliği yaparak oyalanma yada yeniden kadrolaşma içine girmesine de dikkat edilmelidir. Bununla birlikte, Sami Güçlü tarafından göreve getirilen, birlikte çalıştıkları kişiler de AKP'li değil miydi? AKP'nin Tarım Politikası'nı uygulamadılar mı? (Tarım bakanlığındaki kadrolaşmaya dikkat etmek gerekir.)
Yeni Tarım Bakanı Mehmet Mehdi Eker yukarıda değinmeye çalıştığım tarımsal girdiler konusunda, ithalat, pazarlama, üretim, tüketim, kalite ve fiyat kontrolü konusunda yıllardır beklenen girişimleri başlatabilecek mi? Tarımsal girdi konusundaki çalışmalar sadece mazot parasının yarısını almayacağız şeklinde mi kalacak, yoksa diğer sektörlere de yansıyacak mı? Hep birlikte bekleyip göreceğiz...
Halil Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Işık Etkin <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.855 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Çoktan seçmeli
Her şey çoktan seçmeli,
Arkadaşlıkta, dostlukta,
Ağlamakta, gülmekte.
Bakmakta, görmekte.
Görmemekte çoktan seçmeli.
Bakmak gökyüzüne,
Saymak yıldızları,
Saymak attığın her adımı,
Koşarak yürümekte,
Şükretmekte, çoktan seçmeli.
Bakarken bir ağaca,
Düşünmek ne kadar güzel diye,
Severek bakmak güzelliklere,
Ve gördüğüne selam vermekte,
Vermemekte çoktan seçmeli.
Bir bardak çayı aldığında eline,
Gülebilmek kendine.
Aynaya bakıp bir selamda,
Verebilmek kendine,
O da çoktan seçmeli.
Her gördüğüne gülümsemek,
Hoş görmek insanları,
Affedebilmek en kötüyü,
Acıları silebilmek bir kalemde,
Silmemekte, çoktan seçmeli.
Kelimeler, cümleler,
Edalar, gülmeler,
Dilediğinle yaşamak,
Dilediğin gibi.
O da çoktan seçmeli.
Neslihan Güzel
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
...Arslani dibadereûu do avepe var aöopeûu. Emuşeni, dubarace pskidaya do nisimadu: Mağara muşis komeşaxtu do iri üele âabuni vareya do ambari uncğonu. Avepek arslani moüitxus kogööües. Mara mitik var uüunikteûu. Arslanik, mağara muşişa na amulun mteli avepe oöoôuôûu do ar üayi imxorûu... Bu masalın Türkçesi ve Lazca devamı için http://www.lazuri.com/lazuri_paramitepe/aslani_do_meli.html kısayolunu tıklayın.
Kuşadasının güzel yerlerini internet ortamında, hem de üç boyutlu olarak seyretmek isterseniz http://www.kusadasi.biz/gallery.asp kısayoluna bakabilirsiniz. Gerçekten hoş görüntüler.
...Cep telefonlarıyla ilgili her türlü uygulamayı tam sürüm şeklinde bulabileceginiz bir site. Sitede program, oyun, müzik, video tema her türlü telefon uygulamasını bulabilirsiniz. Site her gecen gün güncellenmektedir. En yeni müzikler en yeni oyun ve programlar siteye gün gün koyulmaktadır... http://www.mmcdepo.com/
Resim düzenleyici program ...602Album, dijital resimlerinizi kolayca görüntülemeniz ve biçimlendirmeniz için sanal görsel resim albümleri içine yerleştirmeniz için tasarlanmıştır. Ayarlanabilir küçük resim özelliği, resim albümünüzün tamamını bir arada görme imkanı sunuyor. Resimleri değişik dosya formatlarına çevirin, birden fazla dosyayı tek bir seferde... http://www.602.com.tr Shareware bir program olduğunu bilmenizde fayda var.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Google Earth 1.0 [200 MB] W2000 ve XP Free
http://earth.google.com/index.html Google'dan harika bir ürün daha. Uydu ve yer fotoğraflarından üç boyutlu haritalara kadar herşey var. Uzaydan yan komşunuzu gözetlemeniz bile mümkün. Üç boyutlu detaylı şehir görüntülerinin arasında İstanbul ve Ankara da var. Yükleyip denemek henüz kısmet olmadı ama ilk uygun zamanda yapacağım. Deneyen dostlar görüşlerini bildirirlerse sevinirim.
Yukarı
|
|
|
|
|
|