|
|
|
8 Temmuz 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Lanet olsun bu teröre!.. |
Merhabalar,
İnsanın yüreği cız ediyor. Masum insanlara yönelik saldırıları mazur gösterecek ne olabilir ki. Lanet olsun bu teröre!.. Bir tarafınız cız ederken diğer tarafınız da oh olsun demeye hazır. Etraflarında olan biteni görmezden gelen Avrupa'lılara ders oldu işte diyesi geliyor insanın. Ama denmez ki. Sabah işine gücüne gitmek için sokağa çıkanlara yönelik son derece ustalıkla planlanmış bir eylem. Canlı bomba da değil üstelik. Önceden yerleştirilmiş bombaların teker teker patlaması. Birilerinin "Siz kendinizi ne sanıyorsunuz arkadaş, istihbarat mistihbarat bize sökmez, burnunuzun dibine kadar gelir canınıza okuruz." diye gözdağı vermesi. Artık gereken önlemler alındı, hazırlıklıyız demenin hiçbir mantığı olmadığı anlaşıldı. Öldürmeye azmetmiş teröristin önünde hiçbir güç duramıyor. Lanet olsun, çaresizliğin gözü kör olsun.
Hiç alışık olmadığımız görüntüler vardı televizyonda. Kanlı dehşet görüntüleri aradı gözüm. Kolu bacağı kopmuş insanları bekledim. Ana nafile. Bizim medyaya kapak olacak nitelikte bir habercilik anlayışıyla yaklaştılar olaya İngilizler. İnşallah gereken dersleri almışızdır.
Dün birşeyler söyledim, tepki bekledim ama gene ses çıkmadı. Eh bu da okumadığımızın ve haklılığımın bir başka tescili oldu. Sağolun varolun. Pikaba bir eski romantik şarkı koyuyor ve ayrılıyorum. Joe Dassin söylüyor, L'été Indien. Hepimize makul sıcaklıkta bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Önce İnsan |
|
Sinema sezonu sonunda, film eleştirmenlerinin seçtiği en iyi filmleri izlemeyi sürdürüyorum. İzlediğim ilk film bu seçkinin birinci sırasına oturmuş bir Rus Filmiydi. "Dönüş". İki oğul ve baba arasında geçen bu çok sarsıcı öyküyü, ne kadar da yalın ve lirik bir anlatımla beyazperdeye taşımış yönetmen Andrey Zvyagintse. Önemsemediğim 'Babalar Günü' öncesinde bu filmi izlemek , bu güne bile özel anlamlar kattı.
Kısaca filme ilişirsek. On iki yıldır kayıp olan gizemli baba ortalığa çıkar nihayet. Her ikisi de onlu yaşlarında ve babalarını hemen hiç tanımamış iki kardeş için kuşkusuz bu çok büyük bir olaydır yaşamlarında. Dahası babalarıyla birlikte üç beş günlük bir geziye çıkacaklar ve birbirlerini tanımaya çalışacaklardır. İki çocuğun birbirleriyle taban tabana zıt karekterlerini keşfederiz kareler aktıkça. Büyük uyumcul, sorun çıkarmayan, evet efendimci; küçükse her ayrıntıyı didikleyen ve hemencecik kabullenmeyen bir asi. Baba ise; duygularını belli etmeyen ciddi, hatta sert bir adam.
'Babaların', aslında çocuklarını yaşama hazırlar olduğunu; uyumcul büyükten iş başa düştüğünde sorumluluk sahibi bir adam çıktığını ve çetin ceviz ufaklığın ise duygularını dışa vurduğunda eriyiverdiğini öylesine doğallıkla yakalarız ki film boyunca.
Tümüyle insana yönelik bir öykü, 'önce insan' diyen bir filmdi bu! Onun için bende çok sevdim.
Yine bütünüyle zıt karekterli ancak bu kez orta yaşlarda iki erkek arkadaşın bir haftalık seyahatlerini ise, aynı seçkiden bir Amerikan Filminde "Sideways"'de izledim. Biri haftasonu gerçekleşecek evlenme töreni öncesinde kaçamaklar peşinde bir 'çocuk', diğeri üç yıl önce on yıllık beraberliğinden ayrılmış bir 'zor adam'ın birbirleriyle ve hayatla olan atışmalarını iki saati aşkın, onlarca ödüle bir de 'En İyi Senaryo Oskarı'nı katmış bir öyküye sığdırmış "About Schmidt"in Yönetmeni Alexander Payne.
Nadir ve zorluklarla üretilen üzümlerden elde edilen şaraplarla daha kolay bulunanların arasındaki -ancak meraklısınca keşfedildiğinde ortaya çıkabilen- tad farkı ile şarapların her gün olgunlaşan, kıvamları değişen yaşayan organizmalar oluşlarını insan tahlilleriyle ilişkilendiren pek keyifli ve ayrıntılı insan gözlemleri paylaştık filmle birlikte.
Tümüyle insana yönelik bir öykü, 'önce insan' diyen bir başka filmdi bu! Sırf bu nedenle de çok sevdim.
Ancak beni asıl şaşkına çeviren, bütün film boyunca durağan, neredeyse sessiz film gibi akan Güney Koreli Yönetmen Kim-Ki Duk'un bu 'seçilmiş filmler' listesinde üçüncü sırada yer alan "Boş Evi"ydi.
Medya reklamlarında "Hepimiz aslında boş bir eviz, kilidimizi açacak kişiyi bekleyen" gibilerinden bence tecimsel hatta abuk bir sloganla tanıtılan bu film anlaşılması, ele geçirilmesi kolay olmayan bir özel öykü ve anlatımdı sonunda. Yüksekokul mezunu bir gencin özel yöntemlerle bir hırsız gibi girdiği sahipleri dışarda/tatilde boş evlerde, çalmak ne kelime sanki o evin yaşayan bireyiymişçesine diş fırçasından, çamaşırlara kadar her ortamı kullanıp, konaklamasına şahit oluruz film boyunca.
Bu ara girdiği bir evdeki yaşama küskün kadıncağızı da peşine takar kahramanımız. Konuk olunan hemen her evde duvarlardaki mutlu insan yüzleri, beraberliklerinin aksine kaçaklarca da gözlemlenen evlerdeki 'gerçek' yaşamda; tam bir hır gür, iletişimsizlik, diz boyu kandırmacalar söz konusudur.
Nihayet bir hayalet gibi evlere konuk olmayı sürdüren gencimiz, bağlandığı kadıncağız ve onun yok saydığı eşi, birlikte bir garip yaşama başlarlar! Yönetmenin filmin son karesine sakladığı yazılı iletisi ise tüm anlatmak istediklerinin özeti gibidir:
"Gerçekler mi hayaldir, hayaller mi gerçek, bazen anlaşılması zordur.!"
Bence de filmin tüm iletisi bu cümle de saklıydı. İletişimleri kopuk, 'sahte insanların' gerçek yaşamlarındaki davranışlar mı yoksa onların ya da başkalarının beyinlerinde sakladıkları, bir hayalet gibi yaşadıkları 'hissettikleri, duyguları mı 'gerçek'?
Yine tümüyle insana yönelik bir öykü, 'önce insan' diyen bir başka filmdi bu! Çok sevdim.
Sözlerimizi tamamlamadan bir satır öncesine dönelim. Hangisi 'gerçek'gerçekten?
İşin ilginci filmi tam da anladığınızı düşündüğünüz anda anlamamış ya da sizin yakaladığınız anlamda bir iletisi olmadığı ya da farklı iletileri olabileceği düşüncesine kapılıyor olmanız !
Güzelliği de burada işte. Bir önceki hafta Kare Kitabevinde söyleşide dinlediğimiz şair İlhan Berk'te -özellikle son şiirlerini referanslayarak- üretirken temel çıkış noktasını; 'satırlarının, dizelerinin kolay ele geçmez olduğu masajını okuyucularına verebilmek' şeklinde aktardı. Kuşkusuz bu 'anlaşılmaz' ya da 'muamma' olmak değil, sözcüklerin bir araya gelişlerinin, hissedişlerin farklı okuyanlar için farklı anlamlar taşıyabilmesiydi.
Paylaştığımız her üç film ve İlhan Berk'in dizelerinin insan, 'önce insan' üzerine olduklarını yineleme gereği yok. Ancak insana ait gizem; beraberliklerin, yaşananların ve hissedilenlerin karmaşası da yabana atılır gibi değil!
Bakar mısınız ? Bir duyguyu, düşünceyi, paylaşımı, birlikteliği…Tam anladığınızı, çözdüğünüzü düşündüğünüz anda, sizin anladığınızın da ötesinde anlamları olabileceğini aklınızdan geçirmeye başlıyorsunuz. Yalnızca anladıklarımızı mı ?
Heyacanlarımızın. Kaprislerimizin. Çekingenliklerimizin. Korkularımızın. Saplantılarımızın. Yaşadıklarımızın. Duygularımızın. Vicdanlarımızın…
Söylediklerimizi, söylemek istediklerimizi, söyleyebildiklerimizi ve söyleyemediklerimizi.
Farklılılaştırıverdiğini keşfediyoruz yeniden.
Biliyoruz çünkü. Bütün bunlar sırf, 'insan' oluşumuz yüzünden. Ve.
'Önce insan'(*)
(*) 'Kahve Molasi'nda aynı adla 26 haftadır yayınlanmakta olan köşe.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Saklı Kahve : Tuğba Çamlıbel HAYAT, KELİMELERİMİN NEŞESİNİ ÇALMIŞ |
|
Yazmaya başladığımdan beri fark ettiğim bir şey var. Hayat, kelimelerimin neşesini çalmış...
Bir sürü maskeyle dolaşır olmuşum ortalıkta. Mutluluk maskesi en çok taktığım olmuş. Gülen, esprili, etrafına neşe saçan küçük kız. Güldükçe yanağında beliren gamzesi, yüzünden hiç eksik olmayan küçük kız...
Sonra bir gece baş başa kalmışım aynada kendimle. Saçımdaki beyazları görmüşüm. Bir tutam olmuşlar. Ne zaman değişmişler bana fark ettirmeden?
Anlayamamışım...
Güldüğümde yüzümde daha da derinleşen çizgilere takılmış gözlerim. Ne zaman üşüşmüşler oraya?
Görememişim o geceye kadar...
Yoksa ben aynaya hep kör mü bakmışım ya da hep istediğimi mi görmüşüm? Bilmemişim ahh bilememişim...
Aynadaki gözlere takılmış bu sefer gözlerim. Heeyy küçük kız, ne kadar çok hüzün biriktirmişsin o gözlerde bu kadar kısa sürede. Hüzün kokusu gelmiş burnuma buram buram. Ama hâlâ parlakmış ve anlamlı bakıyormuş hayata. İşte buna sevinmişim...
Biraz da aynada izlerken kendimi kafamın içini boşaltmaya karar vermişim. İlk aşkıma gitmiş aklım. Aynadaki aksim gülümsemiş birden. Evet o masumiyet, o masum sevgi hiç unutulmuyormuş. Seninle yaşıyor, büyüyor ve seninle göçüyormuş bu diyardan. İçimdeki bu masumiyeti elime almışım; sevmiş, sevmiş koymuşum yerine...
Son ayrılığıma yönelmiş şimdi de hatıralarım. İçim burkulmuş biraz. Öyle bitmesini istememişim ki...Ayrılırken bile mutlu olmak istemişim. Geriye unutulmayanlarından hatıralar bırakmak...Sevgiyle anmak o hatıraları...Ama mümkün olmamış. Bir kalp kırıklığı kalmış. Varsıınn kalsınmış...
Ve şimdiki sevgimi almışım elime. Tutmaya kıyamamışım. İncitmekten korkmuşum. Üzerine titremişim. Aynadaki aksimden bir damla yaş düşmüş, dudaklarımın kenarına sızmış...Sevmişim, sevmişim...Öpmüş, koklamışım...Tekrar koymuşum yerine. Yüreğimin enn derin köşesine...
Birden sarsılmışım. Yanağıma konan minik bir öpücükle uyanmışım.
" Hadi kızım kalk sabah oldu, işe geç kalacaksın " demiş annem.
Bende gerinerek uyanmışım uykumdan. Güzel bir duş yapmışım. Süslenmiş, püslenmişim. Mutluluk maskem takılı, karışmışım yine kalabalığın arasına...
Tuğba Çamlıbel tugbacamlibel@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Deniz ve Mehtap |
|
Ben buna yazı yazmak derim işte. Neydi o öyle; "Gözün oynaşta, elin işte" vaziyetleri ? Yemek yemeğe vakit kalmadı, en iyisi atıştırayım birkaç lokma şeklinde; "İki ayağını bir pabuca sokma" durumlarında, yazı yazmalara paydos işte. Ve işte ben buna yazı yazma derim. İşin, edebi tarafının daha mükemmel olacağı şeklinde bir yanılgıya düşenin aklını severim. Kastettiğim yazı yazma ortamı. Peşin peşin "Nazar etme ne olur, inşallah sizlerin de olur" diyerek anlatıyorum. Şu anda yazlık evin balkonundayım. Tam karşımda çarşaf gibi bir deniz ve koca heybetiyle Midilli Adası. Az önce o çarşaf gibi denizde yüzdüğümü utana sıkıla itiraf ediyorum. Nasıl keyifli ve macera dolu olduğunu da şimdi anlatıyorum.
Öğleden sonra, o keyifli denizin davetine icabet etmek farz olmuştu. Aslında başlangıçta reddetmiştim ama bir ısrar bir ısrar, eh dayanamadım sonunda ve başladım yüzmeye. Deniz çarşaf gibi olunca insan kulaçlarının tadına daha fazla varıyormuş. Sahilden epeyce uzakta bir yerimiz var, burada deniz tekrar alçalıyor ve bizler buraya kum adası diyoruz. İlk hedef olarak kum adasını seçtim ve bu güzel denizde yüzerken de kendimden geçtim. Kimsecikler yoktu. Geriye dönüp baktım, sahil ufacık kalmıştı. Tekrar önüme döndüm bir de ne göreyim ? Midilli sanki yanıbaşımda. Sanki bizim sahilden daha yakın. Sanki birkaç kulaç sonrası Midilli sahilleri. Başladım tekrar yüzmeye ve geriye bakmama kararı aldım. Eğlence olsun diye arada bir suya daldım, manzaranın güzelliğiyle dondum kaldım. Önce bir papalina sürüsü geçti önümden, arkasından da istavrit sürüsü. Gözlerim çipuraları aradı ancak göremedim.
Neyse efendim, lafı uzatmadan Midilli sahillerine dayandım. Allah vere de pasaport felan sormasalar diye aklımdan geçiriyordum. Ufacık bir koyu gözüme kestirdim. Hafif bir tepenin yanında güzel bir koy. Koyun tepesinin bulunduğu taraftaki ucuna, yorgunluktan bir karış sarkan dilimle beraber uzandım. Bir yandan da göz ucuyla etrafı süzmeyi ihmal etmiyordum. Güneş de batmak üzere. Bizim sahilde sağ taraftan batan güneş burada sol taraftan batıyor. Acaba komşu ile olaylara ters açıdan bakışımız buradan kaynaklanıyor olmasın diye de düşünmeden edemedim. Karnım enikonu acıkmaya başlamıştı. Güneşin batmasıyla koyu daha rahat görebilme fırsatı buldum. Karşı uçta, derme çatma bir balıkçı lokantası görünüyordu, yürümeye başladım. Yemekler üç aşağı beş yukarı aynı, nasılsa bir problem çıkmaz dedim. "Kalisperesas" der masaya otururum, arkasından bir de "Patlıcanakis salatos" ister miyim ? İsterim dedim. Balığı elimle seçince uzo da istemeden gelir herhalde değil mi ? Demeye kalmadı geldi bile. Yan masada bir sohbet, iki kahkaha. Ben gramafonda neşeli bir rebetiko beklerken "Deniz ve Mehtap" çalmaz mı ? Kaldırdım başımı gökyüzüne, ay göstermiş yüzünü. Ay parçası garson kız, birdenbire kırpmaz mı gözünü. Dur bir çimdik atayım dedim, attım ama ağrıdı kaba etim. Bu ağrı pek çimdik ağrısına benzemiyor ama hayırlısı deyip düştüm ay parçası kızın kırptığı gözün peşine. Yukarıda mehtap aşağıda deniz. Yani; bir elim yağda, bir elim.. "Ahh, ne vuruyorsun ?"
"Niye vurayım ki oğlum" dedi annem, düşmüşsün yataktan sesine geldim.
- Eh be anne, neden şimdi geldin ?
"Merak ettim oğlum, gelmese miydim ?"
- Dansım bitseydi bari.. Hep böyle yapıyorsun...
"Öğleden sonra uykularında hep yoldan sapıyorsun. Bir yerin ağrıyor mu ?"
Çimdik sandığım ağrı bu olsa gerek. Hiç kuşkusuz bütün bunların sebebi öğlen yediğim börek. Zaten bende Midilli'ye kadar yüzecek ne kürek var ne de yürek. En iyisi dizüstü bilgisayarımı dizimin üstüne alırım, görüp de hayıra yorduklarımı KM'na karalarım. Akşam yine deniz kenarına inmeli, açılır kapanır sandalyeye binmeli. Belki bu gece kah Midilli'ye kah gökyüzüne bakarken, kayan bir yıldız yakalarım.
- "Ne demiştin anne ?"
"Sordular seni" oğlum, "Neredesin ?" diye..
- "Yatıyor, yuvarlanıyor, Midilli'ye bakıyor, öğlenleri siesta yapıyor.. Kısaca tatilde de..."
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ALIŞTIM GİTME! |
|
Kapıdan ilk girdiğin günü anımsıyor musun?
Dirseklerimi masama dayamış,
Ellerimi çenemde birleştirmiş,
Kalemliğin yanında duran fotoğrafa,
Dalgın dalgın bakıyordum.
Ahşap çerçevenin içinde,
Kimi yerleri kırılıp, bükülmüş,
Sonra yeniden düzeltilmiş,
Solmuş bir fotoğraf vardı.
Üzerinde yol yol yılların izi olan,
Siyah, beyaz bir fotoğraf.
Fotoğrafta bir kadın, bir çocuk mu vardı?
Yoksa; bir adamla, bir kadın mıydı?
Ya da; bir adam, bir çocuk, bir kadın mı?
Anımsamıyorum şimdi.
Sonra senin kapıda beklediğini fark ettim;
Hemen toparlanmış,
Elime kalemimi almış,
Ajandaya bir şeyler karalamıştım.
Şaşırdığımı hissettirmemeye çalışarak;
'Buyurun' demiştim.
Doğruyu söylemek gerekirse,
Bakışlarından ürkmüştüm.
Az hoyrat, az çapkın,
Çok vakur,
En çok da kendinden emin.
Göz göze gelmemeye çalışarak,
Bir iki cümle dökülebilmişti dudaklarımdan.
Senin söylediklerini anımsamıyorum bile.
Birini mi soruyordun?
Yoksa bir şey mi danışacaktın?
İçeriye yanlışlıkla mı girmiştin?
Hatırlamıyorum...
Sahi neden gelmiştin?
Sonra yanıma birkaç kez daha gelip,
Beni yemeğe davet etmiştin.
Biraz yürümüş,
Bir kıyı lokantasında birlikte balık yemiştik.
Uzaklardan geçen kayıkları izlemiştik uzun süre,
Dalgın dalgın bakıyordum tabağıma,
Bir an başımı kaldırdığımda,
Gözlerine takıldı gözlerim.
Tam kaçıracaktım ki bakışlarımı;
İnat ettim.
Dayattım.
Kafa tuttum.
Biraz daha baktım,
Biraz daha,
Daha da...
Dik, dik!
Bu başkaldırıyı sevdim.
Gülümsedim, yine baktım.
Heyy hat!
İşte gözlerinde kayboldum.
Ben gözlerinde yüzerken,
Yine o martı geçti,
Çığlığı bir haber miydi?
Yoksa bir şeyi mi kutluyordu?
O an bilmiyordum.
Peki, evime ilk geldiğin günü anımsıyor musun?
Önce odaları şöyle bir dolaşmıştın.
'Çok fazla eşya var' demiştin yüzünü ekşiterek,
Sonra her gelişinde,
Bir dolu eşya eksilttik evden.
Birer, birer attık.
Kimini eskiciye verdik.
İlk önce çift kişilik yatağı çıkardık.
Sonra bir boy aynası.
Sonra ahşap komodinler,
Birkaç kitap,
Birkaç kaset...
Yavaş, yavaş...
Sonrasında sen doldurmaya başladın evi,
Her gelişinde bir parça eşya getirdin,
Bir müzikçalar,
Hiç kullanılmamış tabaklar,
Yeni bir çatal kaşık takımı,
Bir kitaplık.
Bol bol kitap.
Ne çok kitap!
Anlamadığımı sanıyordun değil mi.
Yavaş yavaş bana,
Evime,
Yaşantıma yerleşiyordun.
Bir süre alışamadım sana,
Karanlık koridorda gölgenden korkuyordum bazen.
Bazen balkondan gelen tıkırtından.
Bazen açık bıraktığın musluktan damlayan su sesinden,
Bazen, bazen...
Korkuyordum işte.
Sonra kızmaya başladım,
Her şeye karışır olmuştun.
Ben tam koltuğa uzanıp televizyon seyretmek isterken,
Sen müziği açıyordun...
Karanlık patika bir yola giriyordum müziğin sesiyle,
İlerlemek zorunda olduğum,
Geri dönüşü olmayan,
Garip bir yol...
Sağlı sollu çalılar sürtünüyordu kollarıma,
Bazen bir yokuş çıkıyordu karşıma,
Tırmanıyor, tırmanıyor, tırmanıyordum.
Ayağıma saplanmış sivri bir çakıl taşını çıkartırken,
Ayakkabılarımın olmadığını fark ediyordum.
Sonra çığlık sesleri geliyordu uzaklardan,
Bir yarasa sesi mi?
Acı çeken yaralı bir hayvan mı?
Bir insan mı,
Belli olmayan.
Müziği birden kapatıp,
'Hadi yatalım' diyordun.
Yatıyorduk...
Ben ürkek bakıyordum yine gözlerine.
Yorganın içine saklanıp, kayboluyordum.
Ellerimin üzerine dokunuyordun önce.
Tırnaklarıma,
Parmaklarıma,
Kollarıma.
En çok boynuma...
Sonra öpmeye başlıyordun.
Öpüyor, öpüyordun...
Beni küçücük yaparak,
Sımsıkı sarılıyordun.
Uyanıyordum gecenin bir yarısı,
Büyük bir bardak su içip,
Bir kitap karıştırıyordum.
Sonra yine uyumaya çalışıyordum.
Yine, yine...
Sonra sen uyanıyordun.
Saçlarımdan öpüyordun.
Omuz başımdan.
Yine, yine...
Uyandığımda kahvaltı hazır olmuyordu.
Üzerime bir şeyler alıp,
Hemen mutfağa gidiyordum.
Önce çayın suyunu koyuyordum.
Çayı fazla demliyordum da;
İçilmiyor, demlikte kalanlar boşa gidiyordu.
Bazen de kahve suyu....
Haşlamak için yumurta koyuyordum ocağa,
Bir tane...
Sen yumurta yemezdin.
Bir elimde fincan,
Diğer elimde tabağım salona giderken.
Öfkeleniyordum çoğu.
Sen çok geç kalkıyordun.
Giyinip, çıkıyordum evden.
Arabanın camlarını sıkıca kapatıp,
Müziğin sesini iyice açıyordum.
Bağıra çağıra şarkılar söylüyordum.
Arada, dikiz aynasından bakan kadına söyleniyordum.
Düşünüyordum,
Düşünüyordum,
Düşünüyordum.
Arada boğazıma bir şeyler düğümleniyordu.
Yolu değiştirip, şehir dışına sürüyordum arabayı.
Camları iyice açıyordum bu sefer,
Sesi de...
Dağ bayır dolaşıyordum.
Gelincikler görüyordum;
Tel örgüler ardında gelincikler...
Arabadan iniyor, izliyordum.
Elif'in cümleleri dökülüyordu dudaklarımdan,
'Taç Yapraklı Gelincikler'
Bir iki damla yaş süzülüyordu kirpiklerimin arasından,
Burnumu çekip,
Başımı yukarı kaldırıp, rüzgara veriyordum yüzümü.
Akşama yine dönüyordum sana.
Sonra,
Sonra,
Sonra...
Sonra...
Aradan yıllar geçtikten sonra,
Sen geleli beri,
Bir, iki, üç...
Hah, tam beş yıl sonra...
Alıştım sana...
Hem de fena alıştım.
Belki bir daha bırakamayacak kadar çok fazla...
Tenimde koku,
Gözlerimde heyecan,
Bakışlarımda aşk,
Avuçlarımda coşku oldun.
Bazen kalemimden dökülen bir öykü,
Bazen bir şiir dizesi,
Bazen bir fotoğraf karesi,
Bazen bir dost sohbetinde kahkaha,
Bazen bir çocuk gülümsemesi...
Sek sek oynayan bir kız yürüyüşü,
Yaşama sevinci...
Ahh, çok şeyim oldun.
Ayrılamayacak kadar çok.
Bırakamayacak çok.
Seni tanırken kendimi keşfettim,
Her gün çoğalıyordum.
Meğer bilmediğim ne çok şey varmış.
Seninle; daha çok gülmeyi öğrendim.
Sevinç çığlığı atmayı,
Yağmurda yürümeyi,
İskelede beklemeyi,
Güverteden simit atmayı,
Dostlarla söyleşmeyi,
Ne çok şeyi...
Seni seviyordum.
Hem de çok fazla.
Ürkütecek kadar fazla...
Bir gün yağmur yağıyordu,
Bense dışarı bakıyordum.
Buğulanmış cama,
Adını yazarken yakaladım kendimi;
İşaret parmağım harfleri birer birer yazıyordu.
Kayıyordu parmağımın ucundan harfler,
Önce ilk harfin belirdi 'Y',
Sonra diğer harflerin,
Sonra diğeri,
Sonra hepsi.
Tüm harfler birleşip, senin adın oldu:
'Y A L N I Z L I K'
gitme, çok alıştım.
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 43 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Brezilya'lı Kahveci : Nuri Merzi |
KOORDİNAT TRANSFORMASYONU
Herkesin bildiği bu üç tabloyu sanırım ve umarım ilk defa ben biraraya getiriyorum. Daha doğrusu, zihnimdeki bu beraberliği herhalde ilk defa bu kadar belirgin bir şekilde ortaya koyuyorum. Aslında yaptığım şu: zihnimdeki bir fikri kendime de kolaylık sağlaması amacıyla üç parçada ifade ediyorum. Resimden anlasaydım eğer, anlatmak istediklerim için daha uygun olan tabloları seçebilirdim. Her neyse, bu kadar ayan beyan da olsa, söylediklerimizin bizim istediğimiz şekilde anlaşılmasını istiyorsak, yine de şifre defterimizi, ortaya bir yere, mutlaka koymamız gerekiyor. Ancak, bunun dahi, başarılı olmayabileceğini tabii ki biliyorum.
Ben ilk resimde bir seyyah görüyorum; kıyafeti, işi için uygun değil ama olsun. Herhalde şehirleri, köyleri, kasabaları bitirmiş, kırlarda dolaşıyor olmalı artık. Bir arayış içinde diyemeyeceğim. Öyle olsa, insanların gözünün içine içine bakan birini görürdük. Meraktan olmalı, bir de yukarılardan bakayım demiş olabilir. Topografyaya tabii. Lakin, o kadar yukarılara tırmanmış olabileceğini de pek sanmıyorum. Sisin bu etkiyi verdiğini düşünüyorum. Baksanıza, hemen ötedeki tepede ağaçlar pek o kadar da yukarılarda olmadığımızı gösteriyor. Zaten bir bastonla - süs için de olsa - ne kadar yükselebilirsiniz ki. Ama seyyahın rüzgardan etkilenmemesi yine de hoş. Sıradan biri o bence. Manzaraya anlam katmak için konmuş. Böyle diyorum ama, yine de onun, ne için veya nereye baktığını sahiden merak ediyorum. Arayıp bulamadığı ne olabilir ki bu saate burada olsun. Göklerin, onun ilgisini çekeceğini sanmıyorum. Üzerinde bulunduğu kayalığı ise umursamaz bile. Aradığı baktığı bir şey varsa, sanırım, ayağının dibinden başlayıp ötedeki o yüksek dağa kadar uzanan arazide bir yerlerde olmalı. Evet ne arıyor. Aslında, isabetli ihtimal ya sağımızdadır ya da solumuzda. Ha, ama daha önce şu: grinin tonlarının uyumu beni rahatlatıyor. Ama bir renk cümbüşünü de özlemiyor değilim. Grinin asaletini ve mesafeli davranışını tabii ki takdir ediyor ve bir kenarda saklıyorum.
Sağımızdaki resimde, bir kadın, bir erkek ve bir yorgan görüyorum. Aslında sadece yorgan görüyorum, ama resimden anlayan bir arkadaşım, ne resmi olursa olsun sen üç şey ara pek yanılmazsın demişti. Başta, onun için üç şey saydım. Ha bir de şöyle üç sayabilirim: yorgan, çiçekler açmış bir zemin ve endişi verici kahverengi tonlarla bezenmiş bir fon. Yorganın desenini çok beğendim. Böyle bir yorganım olsun isterdim. Zeminin çiçeklerden oluşması beni sevindiriyor ama dediğim gibi şu endişe verici kahverengi tonlar yok mu. Karyolanın mobilyası da olabilir, toprak da. Aşıkların yattıkları yerde çiçekler açıyor olabilir. Çiçekler açıyorsa solabilirler de. Bu önemli de olabilir, olmayabilir de. Her şey mümkün. Sonra tekrar açıyorlar dahi olabilir. Renklere gelince, çiçekler bir kenara, diğer renklerin spektrumda bu kadar komşu olmaları, öf aman dedirtebiliyor. Yan yana bu kadar aynı ton birbirlerine ne anlatabilirler ki.
Üçüncü resmin özellikle renklerini çok beğendim. O kadar güzel renkler, ve bunların aralarındaki uyum, insanı, tabii ki etkiliyor. Bunun yanı sıra, tablonun kahramanı beyazlı kadın, insanın bakışlarını kaçınılmaz bir biçimde avlıyor - bize bakıyor çünkü.. Öte yandan, resimdeki her figür onu ileriye, nasıl desem, bir etkinliğe, bir kadere yönlendiriyor. Ama, beyazlı kadının, bu kader hakkında bir tavrı yok gibi. Elbette, bu kaderin ne olacağını ne kendi ne etrafındakiler bilebilir; ama neyse o kader, o kadere karşı sanki arzulu değil. Arka planda, bu kader adına can-ı-gönülden danseden başka kadınlar, kahramanımız beyazlı kadının hemen yanı başında gönülsüzce bir enstrüman çalan mavili kadınla, bana, bir zıtlık oluşturuyor gibi geldi. Beyazlı kadın ise, bütün bu olup bitenler hakkında biraz da şaşkın gibi gözüküyor. Sanki bizim fikrimizi sorar gibi aynı zamanda. Bakışlarımızı çelmişti ya. Sanırım, kırmızı-boz kurt (kurt değilse de benim için o vahşi ama herşeyi kanıksamış bir kurt o) son anda tabloya biraz da herşeyi altüst edercesine girmiş gibi. Tablo, beyazlı kadını, neyse o kadere hazırlarken, kurt sahneye giriyor ve artık tablo, mavili kadın, beyazlı kadın ve kırmızı-boz vahşi kurttan oluşuyor.
Kırmızı-boz kurdun herşeyi kanıksamış bir hali olmasına rağmen, onun ikinci tabloya kolaylıkla, yorganın yerine, çiçeklerin üstüne kondurulabileceğine inanıyorum. Yanlış, doğru. Ha bir de şu: Seyyah'ın baktığında sisler arasında bir yerde, vahşi kırmızı-boz kurdu görebileceğini sanıyorum: belki aradığını, belki hayal ettiğini, belki de aklından geçirdiğini. Meselenin esasını tümüyle çıkarmak mümkün değil. Çünkü Seyyah'ın yüzünü görmüyoruz. Görsek belki hayal kırıklığına dahi uğrayabilirdik. İşte, öylesine, kayalıktan bakıyordu, belki de, kim bilir.
İyi kötü bu üç resmi birbirine bağladığımı sanıyorum (sanıyorum diyorum). Ama tabii ki bir hile var bu yaptıklarımda. Nasıl Hesse, bir nehre baktığında, gelmişi geçmişi, herkesi, herşeyi görüyorsa, biraz zorlarsak, diyebiliriz ki, neye baksak aslında, onun içinde herşey vardır. Aslında bu mani, Hesse'de, bilindiği üzere, çok daha vahim bir şekilde de tecelli ediyor. O'nun için, insanda belli bir karakter değil, yüzlerce, binlerce, velhasıl istediğiniz kadar özellik vardır. Eğer Hesse haklıysa, benim yaptığım da, nelere baksam - onların her biri neredeyse her türlü niteliği barındırdığı için - ben, onların birbirini tamamlar (öyle veya böyle) özelliklerinden söz ederek onları biraraya getirmeye çalışıyorum. Onlara kendimce bir hikaye yazıyorum. Zihnimde. Gerçekleşsin diye değil. Olsun diye. Ancak, kendimi tutamadan bir de şunu ekleyeyim: bütün bunları yaparken insanları asla üzmemeye çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki ne yaparsak yapalım yazdıklarımız şaşılacak bir biçimde gerçekleşiyor. Onun için çok dikkatli davranıyorum.
Yazıyı bitirdiğimi düşünürken, bir yandan da bunun böyle olmadığını hissettim. Biraz durdum. Yavaş yavaş, Hesse'nin, okuduklarım içinde en beğendiğim romanı olan "Narziss ve Goldmund" karanlıklardan çıktı geldi. Sanırım Ortaçağ'da geçen, akla tapan Narziss ile duyguların sarhoşluğu içinde yüzen Goldmund'un bu hikayesinden bir bölüm, sanki, bu yazıda kendine ait olan bir yeri talep etti. Gittim kitabı aldım, ilgili yeri buldum. Goldmund'un Narziss'e seslendiği bir yer var: "bir çiçeğin yaprağı ya da yol üzerindeki küçük bir solucan bir kitaplıktaki kitapların tümünden daha çok şeyler söyler insana, kendisinde daha büyük bir hazine barındırır. Harfler ve sözcüklerle neyi anlatabiliriz ki! Kimi zamanYunanca rastgele bir harf yazıyorum kağıda, diyelim ki bir theta ya da omega, kalemin ucunu şöyle biraz kıvırmaya göreyim, harf kuyruk sallamaya başlıyor, bir balık olup çıkıyor hemen, tek bir saniye içinde dünyanın tüm denizlerinde ve ırmaklarında insanı gezdiriyor, yeryüzünde serin, ıslak ne çok şey varsa akla getiriyor, Homeros'un okyanusunu, Aziz Petrus'un üzerinde yürüyüp gittiği suyu çağrıştırıyor. Ya da bir kuşa dönüşüyor harf, kuyruğunu oynatıyor, tüylerini kabartıp kurumlanıyor, gülüyor ve uçup gidiyor derken. Senin Narziss, bu gibi harfleri fazla önemsediğin yok sanırım! Ama şunu söyleyeyim ki, Tanrı böylesi harflerle kaleme aldı dünyayı." Narziss'in cevabının bu yazı ile alakası yok. Onun için buraya almıyorum. Evet yazı şimdi bitti. İçim ferahladı.
Notlar:
(1) C.D. Friedrich'in, Klimt'in, ve Gaugin'in resimleri için [http://www.ibiblio.org/wm/paint/auth] adresine bakabilirsiniz.
(2) H.Hesse, "Narziss ve Goldmund", K. Şipal'in çevirisi, YKY.
Nuri Merzi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.869 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
İN
Bir kibrit çaktı adı bilinmeyen
evrenin ilk ve son icadıdır
Közü kaldı.
Kibrit çaktıklarını sandı birçoğu; asıl komedi
Küller; yaşayan ölüler, yaşamış ölüler
Kızıl, sarı, mavi muammalar; fani biçareler,
kıvranan
gördüğüm en hüzünlü komedi
görüp göreceğim.
Sedef Özkan
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
...Arslani dibadereûu do avepe var aöopeûu. Emuşeni, dubarace pskidaya do nisimadu: Mağara muşis komeşaxtu do iri üele âabuni vareya do ambari uncğonu. Avepek arslani moüitxus kogööües. Mara mitik var uüunikteûu. Arslanik, mağara muşişa na amulun mteli avepe oöoôuôûu do ar üayi imxorûu... Bu masalın Türkçesi ve Lazca devamı için http://www.lazuri.com/lazuri_paramitepe/aslani_do_meli.html kısayolunu tıklayın.
Kuşadasının güzel yerlerini internet ortamında, hem de üç boyutlu olarak seyretmek isterseniz http://www.kusadasi.biz/gallery.asp kısayoluna bakabilirsiniz. Gerçekten hoş görüntüler.
...Cep telefonlarıyla ilgili her türlü uygulamayı tam sürüm şeklinde bulabileceginiz bir site. Sitede program, oyun, müzik, video tema her türlü telefon uygulamasını bulabilirsiniz. Site her gecen gün güncellenmektedir. En yeni müzikler en yeni oyun ve programlar siteye gün gün koyulmaktadır... http://www.mmcdepo.com/
Resim düzenleyici program ...602Album, dijital resimlerinizi kolayca görüntülemeniz ve biçimlendirmeniz için sanal görsel resim albümleri içine yerleştirmeniz için tasarlanmıştır. Ayarlanabilir küçük resim özelliği, resim albümünüzün tamamını bir arada görme imkanı sunuyor. Resimleri değişik dosya formatlarına çevirin, birden fazla dosyayı tek bir seferde... http://www.602.com.tr Shareware bir program olduğunu bilmenizde fayda var.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Google Earth 1.0 [200 MB] W2000 ve XP Free
http://earth.google.com/index.html Google'dan harika bir ürün daha. Uydu ve yer fotoğraflarından üç boyutlu haritalara kadar herşey var. Uzaydan yan komşunuzu gözetlemeniz bile mümkün. Üç boyutlu detaylı şehir görüntülerinin arasında İstanbul ve Ankara da var. Yükleyip denemek henüz kısmet olmadı ama ilk uygun zamanda yapacağım. Deneyen dostlar görüşlerini bildirirlerse sevinirim.
Yukarı
|
|
|
|
|
|