|
|
|
11 Temmuz 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Sıra nerede? |
İyi haftalar,
İş, güç, okuma, seyretme derken bir haftasonunu daha heba ettik. Terörle başlamıştı terörle bitti. Londra'nın ardından Çeşme'de de birşeyleri patlatmışlar. Geçmiş olsun, ucuz atlatmışız. İnsanın sorası geliyor "Sıra nerede?".
Yurdumuzda olan bitenler ise güler misin ağlar mısın cinsinden? Zaman zaman bu sütunlarda koyun olduğumuza dair belgeli sözler ediyorum diye bana kızanlarınız oluyor. Oysa memleketimin iki ve dört ayaklı koyunlarını birbirinden ayırmak için epeyce bir tecrübe gerekiyor. Bakın şimdi, iki ayrı şehirden iki ayrı haber. İlk haber bizim kısa mesaj panosuna da yansıdı. Van'ın Gevaş ilçesinde uçuruma düşen bir koyunun ardından 450 tane koyun aynı yerden atlayarak intihar etti. Çobanın yerinde olmak istemezdim doğrusu. Hoş, o da 451. koyun olarak aşağı atlamış olabilir maazallah. Şükür bu konuda bir haber yok. Uçurum kenarında koyun otlatana ne denir bilmem ki. Bu gerçek koyunlarla ilgili traji komik bir haberdi. İkincisi ise bir başka evlere şenlik iki ayaklı koyunluk örneği. Samsun'da bir apartmanın sakinleri aralarında karar alıp böceklere ölüm diyorlar. Bu iş için bir şirketle anlaşıyorlar. Adamlar gelip bodrum katı iyice ilaçlıyorlar. Başlamadan önce tüm sakinleri yarım saat eve girmemeleri konusunda uyarmayı da ihmal etmiyorlar. Ama bizim koyundan akıllı, koçtan güçlü, manda yürekli sakinlerimiz, uyarıyı unutup ya da aldırmayıp eve giriyorlar. Sonuç elli kişi hastahanelik. Hey koca Allahım, sen akıl dağıtırken bu adamlar neredeydi? Şu garip 450 tane koyundan arda kalanları şunlara verseydin ya!.. Ne mutlu bizlere ki böyle eğlenceli bir memlekette yaşıyoruz. Hergün en az on tane gizli kamera şakası. Ben çok seviyorum bu memleketi yahu!...
İşler bir bastırdı ki sormayın. Sanki herkes Temmuzu beklemiş. Birkaç gün içinde dergimizin 4. sayısına da girişeceğiz. Ve böylece zaman fakiri bendenizin mecali kalmayacak sanırım. Bir yayın tatili planladığımı şimdiden kulağınıza fısıldayayım da sonradan sürpriz olmasın. İzninizle pikaba yetmişli yıllardan bir güzel şarkı koyup kaçayım, Vicky Leandros söylüyor, Apres Toi. Hepimize güzel bir çalışma haftası diliyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
TEYZUŞ : Ferda Önler DÜŞÜNCELER : MAKBUL İNSAN OLABİLMEK... |
|
"Üç Heykel" başlığı altında aktarılan hikayenin yer aldığı, Yunus Mollaoğlu'nun aşağıdaki yazısını okuduğumda, kendimce "makbul insan" olabilmeyi irdelemeye çalışmıştım. Sonunda geldiğim noktayı ve bu konudaki düşüncelerimi, yine sizlerle paylaşmak istiyorum şimdi. Ama, gelin hep birlikte önce şu öyküyü okuyalım...
***
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri ve bayramlar da, ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:
"Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama, içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.
Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.
Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar, heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan, makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."
***
Doğrusu, her iki hükümdarın da kıvrak zekalarına hayran kalmamak elde değil. Sahip oldukları ve her fırsatta yarıştırdıkları bu birbirinden üstün akıllarıyla, ülkelerini o devirde kimbilir nasıl yönetmişlerdir? Ama dilerseniz, heykelleri yaptırmayı akıl edenin mi, yoksa heykellerin sırrı çözüldükten sonra o müthiş yorumu yapanın mı daha zeki olduğu konusundaki tartışmayı bir başka sefere bırakıp, biz asıl konumuza dönelim ve üzerinden sırasıyla gidelim:
"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan, makbul değildir."
Duyduğunu, her önüne gelene nakledip söyleyene, yani halk arasındaki deyimiyle; "boşboğazlık" edene, kim güvenebilir ki?
Ayrıca, zamanı geldiğinde dahi söylenmeyecek gerçekler vardır... Eğer, size sırların açılmasını istiyorsanız, önce sır saklamasını öğrenmelisiniz. En büyük ihanet, sırları ifşa etmektir. Sırrı ifşa eden ise, bedelini sırlardan uzak yaşamakla öder! Toplum içinde kendine kolay kolay bir yer edinemez ve dışlanır!
"Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir."
Ahh işte bu, hani hiç laf-söz dinlemez gurubundan olanlar vardır ya!.. Bilirsiniz, genelde bunlara da "vurdumduymaz" denilir. Siz, ne kadar uyarırsanız uyarın, onlar için asla fark etmez! Tüm çaba ve uğraşılarınız boşunadır; her zaman kendi bildiklerini okurlar çünkü. Ne önerilerinize kulak verir, ne de söylenenleri umursarlar. Adeta duymamaya programlamışlardır kendilerini. Boşa nefes tüketmektir onlara bir şeyleri anlatmaya çalışmanız. İyiliklerine de kötülüklerine de olsa, kesinlikle dikkate almazlar konuşulanları.
Ciddiyetten uzak, sorumsuz kişilerdir böyleleri. Boş vermişlik ya da 'takmamazlık' ile, kalenderlik arasındaki o çok ince nüans farkını belirleyen çizgiden de bihaberdirler. Dolayısıyla, kolayca kendilerini rahat/geniş insan kategorisine dahil edip, aymaz tutumlarını ısrarla ve gönül rahatlığıyla sürdürmeye devam ederler. Tabii, sizi de çileden çıkartırlar!
Bu tür bir insan karşısında bir süre sonra zaten gittikçe tahammül gücünüz tükenir. Varlıklarından sıkılır ve olabildiğince kendinizden, çevrenizden uzaklaştırmanın yollarını aranmaya başlayıp, en nihayetinde de selamı-sabahı kesersiniz, değil mi? İlişkilerin kopuşu bir kayıp değildir en azından; hatta yoklukları, varlıklarından evlâdır!
Kendine hayrı olmayanın, size ne faydası olabilir ki?..
"En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır."
Ne büyük bir erdemdir kişi için ve ne kadar da zordur bu erdeme sahip olabilmek... Zaten olanın da heykeli dikilmelidir ki, diğerlerine örnek olabilsin...
Güvenilir, aranılan, değerli bir insan olabilmenin ilk, belki de tek şartı olmalı bu!
Duyacaksın ama, kimselere zarar vermemek adına duyduklarını içinde saklayacaksın. Önce, iyice bir süzgeçten geçirip damıtacak, ondan sonra da ancak söylemen, açıklaman gerektiği kadarını açık edeceksin, ya da tamamını içine gömeceksin. Yani, mükemmel bir iradeyi ve sağduyuyu gerektiren davranış biçimi... Her insana kolay nasip olmayan, sahip olanı da kusursuz kılan bir özellik... Kısacası, insanı insan yapan faziletlerin en başında geleni.
Bu kişi olgundur. Bu kişi hoşgörülüdür, sevecendir. Bu kişi, aklıyla, yüreğinin sesini ustaca birleştirebilmiş, ufku geniş, hassas ve zeki kişidir. Bu kişi yapıcıdır, uzlaştırıcıdır, çözüm üretendir. Bu kişi, başkalarını dinlemeyi ve kendisini de başkalarına dinlettirmeyi bilir. Bu kişi, her türden yolu-yordamı da âlâsıyla bilip, bilmeyene de yol gösteren, BİLGE kişidir.
Bu kişi, DOSTTUR! Hem kendisine hem çevresine... Asla yanıltmaz ve yarı yolda bırakmaz sizi.
Ama maalesef, günümüzde bu insanların NESLİ neredeyse TÜKENMEKTEDİR!.. Yitirdiğimiz daha nice diğer değerler gibi...
Uzak değil, aksine çok yakın bir gelecekte korkarım, nadiren heykelleri dikilmiş olanlar varsa bile, yıkılıp bir bir kaldırılacak ortadan. Hafızalardan silinecekler!.. ve gelecek nesiller, hatta bizler dahi bırakın kendilerini görmeyi, bir süre sonra artık ne heykellerine bakıp tanıyabileceğiz onları, ne de yerine heykellerini dikebileceğimiz yenilerini bulup koyabileceğiz!
Yavaş yavaş nesli tükenmekte olanların yerini büyük bir hızla almaya başlayanlar ise, İŞTE ORTALIKTA! Başınızı çevirdiğiniz her tarafta, hemen her alanda... mantar gibi çoğalıyorlar!
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Ahmet Turan Altunsu |
Göl Yeşilinde Bir Kahve Molası
Göl yeşili gözlerine rengini verdi nenemin Çaybaşı’ ndaki yaşlı ceviz ağacı...
Sincapların kaşla göz arasında yaptıkları sevimli hırsızlıklara, yamaçlardaki bodur çalı diplerinin toprak altları ve henüz büyümekte olan ceviz fideleri şahittir!
Nenemin gözlerinin yeşili, sincapların söğüşleyip gömdükleri ceviz kabuklarının tetrine dönerdi zaman zaman...
Yine de severdi sincapları... Görmezdi hırsızlıklarını, yaramazlıklarını...
O, çalışmayı severdi! ..
Elindeki kazmayı savururken toprağa; dövercesine değil severcesine dokundururdu...
Nenem yaşatmayı daha çok severdi!
Elleriyle pişirip sunarken özel fincanıyla ellerine buram buram Yemen kokulu kahvesini dedemin; biricik aşkının o kahve bakışlarındaki telvesini görme hakkı bile yoktu nenemin...
Nenem yaşamayı seviyordu, yaşatmayı seviyordu...
Ve dedemi taparcasına seviyordu lâkin bakışlarına vurulan prangayı açma şansını, sırf kadın olduğu için daha doğar doğmaz kaybetmemiş miydi? ..
İncecik vücudundan yayılan o inanılmaz enerjinin sıcaklığı ve yine, kalbinden yüzüne yansıyan aşkının, gözlerine kadar ulaşıp da gözlerinden, pırıl pırıl bir ışık halesinin; dedemin önce yüreğine –asla gözlerine değil-, oradan beynindeki bir labirente tutsak olup; dedeme, “ bu kadın bende ne bulur anlamıyorum? ! . “ dedirttiğine yürekten inandığım “aşkının bilmem hangi hali” ile hemhâlini görüyordum nenemde...
Sarılmak istiyordum...
Boynuna sarılmak ve sinesinde yapışıp kalmak! ...
Nenemi daha mı çok seviyordum ne? ..
........
Ya dedem? ..
O umursuz lâkin hiç eksik etmediği mûzip bakışlarını; görmese bile hissettiğini mutlaka biliyordu nenemin...
Yaşlı bir ceviz ve yaşlı bir dut ağacının duldasındaki “padişah sofrası” na sabah namazı vakti oturur, sadece vakit namazları için kalkar, akşama kadar kahvesini yudumlayıp, gümüş tabakasından çıkardığı altın sarısı, ince kıyılmış Bitlis tütünü’ nü itina ile sararak içer ve akşam gün batarken ağır ağır, yamaçtaki bağın hemen üzerindeki kalın duvarlı taş köşküne doğru yürürdü...
Ha! .. Arada bir bahçenin suyunu çevirirdi; neneme yardım olsun diye sanırım
Dedim ya! .. Dedem nenemi çok sever! ..
Dedemin dizlerinin dibinde oturmak bir ayrıcalıktı ve ben, o sıcacık ve sevecen “diz dibi” ne çok meftundum...
-Unutabilir miyim hiç; bakır, lâkin pırıl pırıl kalaylı bir tasla su içerken, bir elimi de başıma koymam gerektiğini vurgulayıp, uygulayarak öğrettiğini? ! .- Hele bir de beni dizlerine oturtarak anlattığı “Yemen Harbi” hatıralarını pür dikkat kesilerek dinlemem vardı ki...
Hâlâ içim sızlar ve hüzün, artan bir yoğunlukla süzülerek iner gelir; oturuverir boğazımda bir yerlere de, oracıkta düğümlenir kalır....
Arapların yaptıkları vahşetlere tanık bir eski askerin, anlatırken nasıl uzaklara dalıp gittiğini, korkunun ve nefretin, gözlerinden belirsiz bir noktaya doğru giderken, nasıl gözlerime doğru yönelip, ruhumun derinliklerine kadar inerek, içimde onlara karşı bir öfke birikimine yol açtığını eklememe gerek var mı? ..
Dedemi de çok seviyorum... Hattâ nenem kadar belki! ...
..........
Nenemin gözlerindeki gölün kıyısında küçük bir kahve molası verdim dedemin dizlerinin dibinde...
Sonra dedemi ve nenemi, gözlerimdeki gölün kıyısında konuk ettim...
Odun ateşinde pişirdiğim kahveyi önce neneme ikram etmek istedim göz ucumla dedemi yoklayarak...
Nenem cezveyi kapıverdi elimden! ..
Dedemin özel fincanına döküp kahveyi, elleriyle sundu dedemin kahve bakışlarındaki telveyi göremeden yine, ellerine....
Dedem ilk kez umursadı... (Öyle yakıştılar ki! ..)
Sahi! Öfke mi dediniz? ....
Hiç tanımıyorum? ! .
(Aradan geçen o çok uzun yıllar, sizi unutmam için bir neden olabilir mi Ayşe nenem? ... Ya sen Mehmet dedeciğim? ... Çok özlüyorum sizleri...
Sevgili babacığımla birlikte olduğunuzu biliyorum ve babama gıpta ediyorum... Size de elbette! .. Ha! .. Aklıma takılıverdi işte! .. Acaba babam mı şanslı yoksa ben mi şanssızım bu kadar? ... Tanrı' nın rahmeti üzerinize olsun!)
Ahmet Turan Altunsu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Neslihan Kayalar |
İZMİR ÜSTÜNE
İzmir'i özlüyorum. İstanbul'da gök grileştikçe, yağmurlar dinmek bilmedikçe daha da çok özleyeceğe benziyorum. Bir hafta oldu geleli İzmir'den. Orada bulunduğum sürece ve döndükten sonra da İstanbul'da hep düşündüm nedir beni geri çağıran?
Baba ocağına duyulan özlem mi, iklimi mi, masmavi gökyüzü mü, ters rüzgarlarda kokan körfezi mi? Nesi?
Düşündükçe, hatırladıkça çok daha derinlerden, çocukluğumdan aşina olduğum ince detayların beni çağırdığını şaşırarak fark ediyorum. Oysa nasılda İstanbul'a ilk geldiğim yıl, köprüden geçerken bir sağıma bir soluma bakınıp "Oh! Ne güzel, bu şehir İzmir'den kat kat büyük, gez gez bitmez" demiştim. Ailem dönmeyecek misin diye sordukça "Hayır ne güzel işte siz de gelip gidersiniz, değişiklik olur" diye cevap vermiştim.
Ve galiba o geri dönmek isteyebileceğim günlere varmışım. Bunu fark ediyorum yavaş yavaş. Karşıyaka'da kaldım bu gidişimde. Sahil güzel, bakımlı; koşu yolları, parklar... Öğle vakti Haziran sıcağından kaçanlar siestaya çekilmiş besbelli. Gizli siesta vardır hep İzmir'de, adı konulmamıştır ama kimse güneşin tepede olduğu saatlerde ortalıkta görünmez. Panjurlar indirilmiş, sokaklar boş, dışarı çıkmak zorunda kalanlar da yazlıkta gibi giyinip dolanırlar: Kadınlar hafif, uçuşan elbiseler, etekler, askılı bluzlar, terlikler, erkekler ise biraz daha resmi kot ya da keten pantolon, kısa kollu tişört veya gömleklerle. Hani iş yerlerinde giyim yönetmeliklerinde yasaklar listesinde ne varsa o şekilde giyinilir sıcakla baş edebilmek için.
Sabahları güneşe karşı indirilen panjurlar, akşamüzerleri serinlikte kaldırılır, esinti hafif hafif başlamışken, yürüyüşe çıkıp ellerinde dondurmalarla serinleyenler, ağaçların gölgesine sığınıp çay içenler, sahilde koşuya çıkanlar, bebeklerini gezdirenler artmaya, ortalık canlanmaya başlar.
Evde iş yaparken kulağıma tanıdık bir ses geldi, o kadar çok duymuşum ki yaşadığım zamanlarda, kulak bile kabartmadım sonradan sanki birisi, bak dinle demişçesine dikkat kesildim:
Manikürlü bamya,
Kurabiye karpuz,
Kınalı barbun
diye sesleniyordu yoldan geçen satıcı. Gözlerim doldu, işte dedim bu yaratıcılık beni çağıran, bu espri, hayatı gülerek yaşama isteği. Gülümsetebilmek birilerini evlerinin odalarında. "Ver ordan bir kilo bamya manikürlü olsun!" dedirtebilmek. Ben bunu seviyorum ve bunu özlemişim İstanbul'un gri günlerinde. Bu güneşte yanmış, kızarmış yüzleri ile vapura binip Pasaport'a geçen insanları, güneş gözlüğü olmadan sokağa çıkılamayan bu parlak mavi göğü, palmiyeleri, gülümseyen insanları, ayaklarında terlikler, üstlerinde hafif giysiler sanki biraz önce denizden çıkmış ya da biraz sonra maviliklere kendilerini bırakacaklarmış gibi yaşanan bu şehri seviyorum. Anladım ki hep sevmişim ben bu şehri, hep içimde bir yerlerde bir şeyler akmış ona doğru.
Yaz Oyunları Universiade 2005 nedeni ile hazırlanan filmde, her köşesini gözler önüne seren İzmir, hep çok sevmiş olduğum eski bir sevgili gibi beni yeniden heyecanlandırdı. Kalbimi sımsıcak etti. Dudaklarımdan öptü beni.
Neslihan Kayalar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Hamza Yaşar Ocak |
Kül Rengi...
Kül rengi gözleri vardı, ne demek kül rengi? Hiç demek! Yalnız, kara değildi, mor değildi, yeşil değildi, başka renkler de değildi...Kül rengi de mi değildi? Gerçekte hiç rengi yok gibiydi demek için söylüyorum bunları... Biz, genellikle herkesin bildiği renklerde olmayanlara kül rengi deriz. Belki de bu, gurbetten sılaya bakışlarımızın yüreğimizde nakşettiği renktir. Yoksa, doğunun çok renkliliği arasından özenle seçtiği bir renk mi, kül rengi.
Kolay olmayan, değil mi. Su, yağmur, göze, gözyaşı,...ne renk bunlar? Her ne renk dense gönlümüz daha çok kül rengi dememizi ister, niçin? Acaba bizim gözlerimiz mi renkleri görmez, yoksa renkler mi gözlerimize görünmez? Veya renksizliği gözlerimiz görmez de ondan mı? Niçin gece hiç görmeyiz? Niçin geceler kimseyi görmez? Gece renkler gidiyor, gözlerimiz de görmez oluyor da ondan! Gündüz de renksiz'dir. Görebilirsek ona da bir renk adı kesinlikle vermemiz gerekiyor. Ne renk? İster istemez kül rengi!
O akşamdan kalan ateşe dalmış, kendini aşan şeyler düşünüyordu. Elindeki sigarası çoktan sönmüş, gözleriyle küller arasında kuvvetli bir bağ oluşturmuştu. Artık gözlerinin kül rengi olduğuna dair şüphesi kalmamıştı. Ama neden kül rengi? Sevdaların sonunun rengi miydi, görünen. Diğer renklerden bunu ayıranın, daracık yollardan sığışmaya çalışan, olabildiğince geniş sevgisinin sürtünmeden göz alıcı özelliğini kaybetmesi olabileceğini düşünüyordu. Bir an köyünde bilinmeyen renklere verilen adın da kül rengi olduğunu hatta; kurşun rengi, bulut rengi, çelik rengi'nin de. Al, mor, mavi, yeşil,...renk adlarıdır da, ya kül rengi adı verilenlerin niçin nesne adları olduğunu hala anlamamıştı. Demek ki küle odaklanan bakışları yüreğinin rengini de küle çevirmişti. Bu, yıllar önce köyünü terk ettiren vefasız dediği sevgilisinin yaktığı ateşin sonucuydu.
Evet, gözleri kurşun rengiydi, yok bulut rengi, yani renk yok idi, salt renksiz, göz kapaklarının ortasında görünen, göz biçiminde iki salt renksiz idi. Şimdi kendisinden çok uzaktaydı ama önündeki küllerde parıldayan onun gözleriydi. Hayalinden hiç çıkmayan o gözleri hatırladı. Gözler; duru, saf, iri ve iki su damlası rengindeydi. Tıpkı tam simetrik iki ışık küresi gibi, yani hayal türünde iki ışık küresi. Hayalin rengi de kül rengi değil miydi? Ruh, düş, soyut, saf, his, sonsuzluk, melakut, güven, durgunluk, dolunay, öte dünya göğü, uzay, biz olmadan önceki bu gezegen, sevecenlik,...kül renginde, su renginde, ay renginde,...renksiz değiller miydi? Onun kül rengi gözlerine baktığı için hiç solmayacağını düşünüyordu, şimdiki solgunluğunu yok kabul ederse. Artık her şeyi kül renginde, sevginin renginde görüyordu.
Düşünüyordu, gün ağarırken tan yerinin niçin kurşun rengi, yada kül rengi olduğunu. Tan; kurşun rengidir, çünkü gece gitmiş, gün gelmiştir. Zamanı ne ağaran gece renklendirmiş, nede kararacak olan gün renklendirecektir. Çünkü ay hep ilk akşamdan kaybolmuş, gecenin rengi yüzünden silinmiş olan güneş de, geceyi gün renginde boyamak üzere henüz gelmemişti. Bu yüzden gece de gün gibi kendi rengindedir ve renkler görenlere aittir. Tan renksiz bir boyuttadır, kurşunidir. Yani kurşun gibi renksiz ama kurşun gibi ağır değil, sevginin yanında. Tan yeri de başkaları gibi kendi renginde bilinmek ve sevilmek isterdi, kendisine ulaşabilecek birileri tarafından. Her nedense kendisini ulaşılamaz kıldı, sevgi gibi. Artık başkalarının kendisini, kendi renginde görmeyişlerine de çok hisleniyordu. Biz bizi saran kül rengi rüyalarımızda iken o, üzerine doğabilecek bir güneşin sitres'ini yaşıyordu.
Göz kapaklarının çevresinde ki incelik, hissedilmeyen bir olgunluk abidesiydi. Sabahın esintisine bıraktığı zülüflerinin renginde hasret kokuyordu. Kaşları sevgiden daha ince bir çizgi çekmişti, kül rengi gözlerinin üzerinde. Kumrallaşmakta olan saçları bir tür kül rengi edasıyla hasretinden sabır taşına dönen sevgilisinin zülüflerine benzemiş, sağ kakülünde ise göze değen bir dalga oluşmuştu.
Sevmenin çok kolay olduğunu öğrenmişlerdi de, kavuşmanın kül renginde olduğunu kimse kulaklarına henüz fısıldamamıştı. Onlar bir birlerinin kül rengi gözlerinde birer yunus gibi yüzmek istiyorlardı, ama mevsimin "mütahayyil" olmadığını hatırlayıp, öğlece kalıyorlardı, şimdiye kadar kaldıkları gibi.
Göğün sevda mavisi derinliğine bakan, başında ve solgun yüzünde görünen en açık renk olan kirpiklerinin çizgisi, gözlerini daha hayali bir renksizliğe boyuyordu. Buda onun bildiği biricik süsü idi. O, bütün renklerden oluşturduğu kül rengi sevdasının üzerinde incecik yollar yapıyordu, bir gün yürümek için.
Hamza Yaşar Ocak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Sevgiyi Aramak...
Sevgi...Sevgi...Sevgi...
Sevgi nedir?
Sevgi nasıldır?
Sevgi nasıl olmalıdır?
Sevgiyi nerede bulabiliriz?
Sevgiyi nerede bulmalıyız?
Beklemeli miyiz sevgiyi, yoksa biz mi ona gitmeliyiz?
Yaşadığımız olaylarla anlamlanan dünyamızda, ne zaman nerden geleceği belli olmayan bir ihtiyaçtır bu sevgi.
Bulduğunuz sevgileri düşünün bir, sizi tesadüfen bir sınıfta, bir cadde boyu gezintisinde bulmuş olabilir yada hoş bir sohbetin ortasında.
Sıcacık göz konuşmaları onu göstermiştir size. Sıcak bir ten teması tamamlamıştır onun gerçekliğini, size doğru gelmekte olduğunu.
Bir başkasını çay yudumlarken selamlamıştır sevgi. Yada deniz kenarında, dalgaların seslerinin eşliğinde size hoşluklarla merhaba demiştir.
İnsan her dem sevgiyle yaşamak ister. Onsuz yapamaz, yapamadığını bile bile bilmezliğin arkasına sığınarak da sahip çıkamaz.
Sevgiyi aramak...
Nerede olduğunu bilmeden aramak...
Nasıl bulunacağından emin olmadan aramak...
İşte buldum derken yüreğinden kaçırdığın anlarda aramak...
Onu kaybettiğimiz, gözlerimizin buğulandığı son anlarda aramak...
Sevgi bazen yeni tanıdığınız birinin gözbebeklerinin içindedir. Bazen de söylenen güzel sözler arasında gizli ve sizi beklemektedir.
Gecenin, en çok sevginin yokluğunu hissettirdiği vakit; güneşin batışı ile şafağın sökeceği anın tam ortasıdır.
Yani tam gece yarısı...
Gecenin ortasında var olan sevgi kıvılcımları, kendisini aramaktadır, iletişim teknolojisi sayesinde. Güzel, etkileyici, kısık ama derinden sarsıcı hoş edalarda aratır kendini.
Sevgi, kendisini bazen doruklarda gezen duygular arasında hissettirir.
Romantik duyguların kışkırdığı, Ay dedenin ışığının düştüğü denizin dalgalarının, sahille raks ettiği anlarda kendini gösterir. Her bir dalganın gelip sahile vurduğu anda çıkardığı sesler, yüreğinizi burkar. Bir eksiklik eksiklik oluşur benliğimizde.
Adı sevgidir onun...
Hoş bir kokuda aranır sevgi. Belki güzel bir ten koklamasında gizlidir o...
Sarsılmaz duygularla sahip çıkılacağına söz verilip de sahip çıkılmayan sevgi...
Neredesin?......
Halil Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.869 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ÖZLEDİM DESEM
Sustum,sustum sustum.
Ne anlatabilirim ki
aklımda kalanları yazıyorum içimdeki duvara,
sen çıkıyorsun.
Alelacele makarna pişirmek gibi
değil
gitmek, gitmek başka bir şey
elini kapıya sıkıştırmak, ağrıyan bir dişi kurcalamak gibi bir şey.
Özledim desem
sahilde kanadını kırdığımız deniz kabuğu gelir mi aklına.
Zati Erbaş
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
...Arslani dibadereûu do avepe var aöopeûu. Emuşeni, dubarace pskidaya do nisimadu: Mağara muşis komeşaxtu do iri üele âabuni vareya do ambari uncğonu. Avepek arslani moüitxus kogööües. Mara mitik var uüunikteûu. Arslanik, mağara muşişa na amulun mteli avepe oöoôuôûu do ar üayi imxorûu... Bu masalın Türkçesi ve Lazca devamı için http://www.lazuri.com/lazuri_paramitepe/aslani_do_meli.html kısayolunu tıklayın.
Kuşadasının güzel yerlerini internet ortamında, hem de üç boyutlu olarak seyretmek isterseniz http://www.kusadasi.biz/gallery.asp kısayoluna bakabilirsiniz. Gerçekten hoş görüntüler.
...Cep telefonlarıyla ilgili her türlü uygulamayı tam sürüm şeklinde bulabileceginiz bir site. Sitede program, oyun, müzik, video tema her türlü telefon uygulamasını bulabilirsiniz. Site her gecen gün güncellenmektedir. En yeni müzikler en yeni oyun ve programlar siteye gün gün koyulmaktadır... http://www.mmcdepo.com/
Resim düzenleyici program ...602Album, dijital resimlerinizi kolayca görüntülemeniz ve biçimlendirmeniz için sanal görsel resim albümleri içine yerleştirmeniz için tasarlanmıştır. Ayarlanabilir küçük resim özelliği, resim albümünüzün tamamını bir arada görme imkanı sunuyor. Resimleri değişik dosya formatlarına çevirin, birden fazla dosyayı tek bir seferde... http://www.602.com.tr Shareware bir program olduğunu bilmenizde fayda var.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
PicTexter 3.2 [2.17 MB] 98/ME/NT/2000/XP Free
http://www.axiomx.com/downloads/PicTexter.zip İlginç bir program. Seçtiğiniz resimleri arf ve kelimelerden oluşan bir tablo haline getiriyor ve size istediğiniz formatta saklama hakkı veriyor. Oldukça etkileyici sonuçlara ulaşmak mümkün. Bizzat test edilmiştir. İspatı yandadır:-))
Yukarı
|
|
|
|
|
|