|
|
|
15 Temmuz 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Manda olmak istiyorum!.. |
Merhabalar,
Yaz başladı başlayalı Perşembe akşamlarından nefret eder oldum. Biraz kafam dağılsın diye aptal kutusunun önüne oturuyorum, sen misin oturan. Hepsinde üçer saatlik yazlık magazin. Antalya'dan girip Çeşme'den çıkıyorlar. Baldır bacaktan geçtim, beni mahveden o canım deniz görüntüleri. Yapmayın kardeşim, etmeyin. Giden var gidemeyen var, gitmek için can atan var, atacak canı kalmayan var, var oğlu var. Ekrana dönüşmüş gözlerimi kırpıştıra kırpıştıra bir hal olurken bir de sizin şu ballandıra ballandıra anlatımınızdan gına geldi yahu. Ne kıskanması canım? Kim ben mi kıskanıyorum? Hadi canım sizde, neyinizi kıskanacak mışım? Hergün tuzlu suya gir çık, tepende güneş, cildin dönsün manda derisine, hıh. ... Evet ya evet, kıskanıyorum var mı diyeceğiniz? Ben de manda olmak istiyorum. Suya dalmak arada bir sadece nefes almak için kafamı çıkarmak istiyorum. Üçüncü kattan düşmüş gibi kumda yatmak, döne döne yanmak istiyorum. Yar bana bir tatil amannn!...
Tüm bedbaht halimle bunlar içimden geçerken telefon çalıyor, Bay Şeşen arıyor. Soruyorum "Neredesin oğlum sen?" "Hehhehhe Midilli'deyim?" "Ne midillisi kardeşim, senin köyde eşekten başka birşey var mı?" "Yok oğlum Midilli adası" "Vay anasına....." "Şaka şaka, burada deniz kenarına gelince telefon Yunan adaları üzerinden bağlanıyor da onu şeyettirmiştim. uhhaaahahh" "Tamam kes, sen gel bak ben senin şeyini... saçını keseyimde gör sen." Velhasıl, herşey herkes bana karşı cephe almış durumda. Bakalım ne kadar dayanacağız?
Biraz abarttım belki ama artık o neşeli enstrümanım da yorgunluk sinyalleri vermeye başladı. Şu anda gözlerim alı al moru mor, herbirinin üzerinde sanki birer başparmak bastırdıkça bastırıyor. Sanırım göz kapaklarımı seyretme zamanım geldi geçiyor. Siz pikabın sesini açıp Stevie Wonder'dan Ebony & Ivory i dinlerken ben ufak ufak kaçayım izninizle. Hepimize az yağışlı, nemsiz güzel bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Bu da bizim göçmenliğimiz |
|
İkibin yılbaşı kutlamalarını televizyonlar Avustralya'dan başlayarak, batıya doğru belli başlı tüm ülkelerden kısa konukluklarla aktarmıştılar. Her ne kadar zamana tarif koyan bizlersek te; insanın yerleşik yaşamaya başlamasından bu yana yaklaşık onbin, İsa'dan sonra ikibin yılı devirmiş olmayı düşünmek azcık hoş bir işti hepimiz için. Çevrede, yanıbaşımızda yaşanan onca tuhaflığa ve zalimliğe karşın yine de salak bir iyimserlikle sevindirik olmuş; yeni bin yılın bize, ülkelerimize ve tüm insanlığa güzellikler getirmesini dilemiştik.
Bir ülke ve dünya vatandaşı olarak geride kalan beş buçuk yılın değerlendirmesini yapıp, kendi kendimize soralım bakalım?
Mutlu muyuz?
Kendimiz, ülkemiz ve dünyadaki tüm insanlar adına umutlu muyuz?
Oktay Akbal'dan alıntıyla paylaşıyorum: "Saint-Exupery ölmeden önce 'Çağımdan tiksiniyorum' demiş. Camus ise bunu yazıyor ama benimsemiyor. 'Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da insanı satabilir zaman zaman. Ama bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de. Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız."
Yunanlı ünlü film yönetmeni Theo Angelopoulos çekmeye başladığı üçlemesinde bindokuzyüzlerden ikibinlere bir yolculuğa çıkaracak izleyenleri. 'Ağlayan Çayır' adıyla bizde de gösterilen üçlemenin ilkinde ("Le pre aux larmes"), 1919'da Kızıl Ordu'nun Odessa'ya girmesiyle yaşadığı, bağlandığı topraklardan göçmek zorunda bırakılan Yunanlı bir aile konu edilir. Beş yaşındaki çocuklarının yanına annesi öldürülen bir kız çocuğunu da alan aile, sınırda bir nehir kenarında kurdukları, yerleştikleri derme çatma yapılarda, binbir zorlukla, köksüz, eğreti biçimde diğer göçerlerle birlikte yaşama savaşı verirler.
Filmdeki öyküdür bu. Ancak rastlantı ya, babamın neredeyse aynı yıllarda henüz birkaç yaşındayken ailesi ve komşularıyla birlikte doğduğu topraklardan -mübadele ertesi-bu kez tersine; Yunanistan'dan, Drama'dan Türkiye'ye göçmüşlüğüne tanık olmayan ancak onların Anadolu'da tutunma telaşlarını yıllar sonra kendilerinden dinleyen benim göçmenliğime de dokunuverir ucundan!
Üç saatlik filmde, yokluk ve sefalet yıllarının içinde oradan buraya savrulan ailenin beş yaşındaki çocuğunun büyüyünce; bu kez kendi ikiz çocuklarını yaşatabilmek için Amerika'ya göçüşüne de tanıklık ederiz otuzlu yılların sonunda. Ancak bu kez yeni bir savaş daha kapılarını çalacak, yeni baba Pasifik'te çarpışırken son nefesini verecektir. İkizlerse Yunanistan iç arbedesinde karşı saflarda kalacaklar ancak ikisi de öldürüleceklerdir. Tutunacak, merak edecek hiç kimsesi kalmayan anne-ilk göçerliğin öksüz ufaklığı- ise artık yapayalnızdır.
Dünya geçen yüzyılda iki büyük savaşın yaşattığı yıkımlara, acılara tanıklık etti. Milyonlarca insan savaşlar ertesi doğduğu, tenine ruhuna sinen topraklardan, iklimlerden, bilmediği, alışık olmadığı ve istemediği yerlere göç etmek zorunda kaldı. Nice sevenler yüreklerinin yarısını geride bıraktılar, tıpkı geride bırakılanlar gibi. Bu zorlu itiş kakışta milyonlarca insan öldü. Hayatta kalanlar ise yaşamayı sürdürdüler. Sonradan yaşanılan yıllarının tadı tuzu kaldıysa… İkibinlerin başında 'normal ömürlerini tamamlayarak göçüp gidenler'; Ağlayan Çayır'ın 'göçmen küçük çocuğu' gibi yirmili yıllarda doğup bütün bu felaketlerden bir şekilde paçasını kurtarabilenler oldular.
Theo Angelopoulus üçlemenin ikincisinin 1950- 1971'i kapsayacağını yönetmenle Aslı Selçuk'un yaptığı röpörtajın satırlarından öğreniyoruz. Vietnam Savaşını'da içerecek olan bu kesitin çekimleri ise Taşkent, Moskova, Sibirya, Macaristan ve İtalya'da gerçekleşecekmiş. 'Le retour' (İmkansız Dönüş) adı verilecek üçlemenin son ayağında ise 1972'de New York'ta başlayan ya da süregelen öyküyle ikibinlerin başına ulaşılması öngörülüyor.
Otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı, yetmişli, seksenli yıllarda doğanlar.
İnsanlığın ortak acıları, ortak mirastan nasiplenilenler…
Ya da.
Bireysel olarak akıp giden zamanın tanıklık edilen kesitinde yaşanılanlar?
Tanıklığımızda neler yaşıyoruz, neler yaşanıyor?
Savaşlar, acılar, yıkımlar. Göçmenlikler…
Saint-Exupery 'e katılıyor muyuz? Çağımızdan tiksiniyor muyuz?
Geçenlerde bir başka 'yetmişsekizli' arkadaşımla dünyadaki ve yanıbaşımızdaki onca savaşa, ölüme karşın geleceğe olan umudumuzu korumanın, onu yeniden yeşertmenin kaygısını paylaştık.
İkimizde seksenlerle başlayan ilk gençliğimiz ertesinde, bizim kuşağın yaşamak zorunda bırakıldığı değersizleşmeden; alışalagelenden, arzu edilenden bambaşka, 'aşksız-dostsuz-insansız' bir dünya da yaşayıp, sıradanlıklara tanıklık ettiğimizi düşündük.
Evet bizler bulunduğumuz topraklardan, birlikte büyüdüğümüz insanlardan zorla ayrılmadık. Ancak bizim kuşaktan nicemiz öğrendiği, keyif almaya başladığı, herkes için üreteceği iklimlerden; bencil, bireyci, yalnız kazanca tapan, sahte, derinliksiz ilişkilere, ortamlara sürüklendik. Kaç yıldır bu ortamda nefes almaya çabalıyoruz.
Süregelen savaşlardan, patlamalardan sağ kalabilenler için.
Yeni yüzyılın göçmenliği de bu olsa gerek!
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Elmamı Geri İsterim!!! |
|
Tam bir kitap kurdu olan arkadaşım, horozlar bile henüz uykularını bozmamışken kapımı çalıp "bak sana neler getirdim" diyerek balıklama içeri dalmış, uyku sersemi ne olduğunu anlamaya çalışırken bir poşet içerisinde ki kitapları elime tutuşturmuştu.
Gözüm şiirden, edebiyattan kör olmuş da halime acımız beyefendi; beni sevmese bu kütüphanesinin en nadide kitaplarını tereddüt bile etmeden bana getirirmiymiş hiç?
Hadi ordan münasebetsiz sende, tamam edebiyattan çakmıyorsun da "edep" ten de bi haber olduğunu yeni öğreniyorum, sabahın köründe böyle destursuz ahıra girsen çifte yersin" demek gelmiş içimden fakat ne yazık ki sadece içimden geçirmekle yetinmiştim....
İşte bir kaç gündür bu münasebetsiz dostumun getirdiği kitapları okuyorum ve okudukca öfkem bir kat daha artıyor. Merak işte, bir köşeye kaldırıp atamıyorum da. Neymiş efendim George Politzer'in felsefeleriymiş, Friedrich Engels, Stanley Miller, Alan Feduccia... Kim bunlar ya? Hadi William Shakespeare, Paul Elvard, Balzac, Lev Tolstoy desen onları tanırım.
Hele öyle felsefeler, Öyle görüşler var ki, insanın kafasını allak bullak ediyor...
Mesela renkler konusunda bakın ne diyor "ismi lazım değil" kitaplardan bir tanesi.
"Görme esnasında bir cisimden gelen ışık demetleri, gözün önünde ki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafında ki retinaya ters düşerler. Burada ki hücreler tarafından bu uyarılar elektrik sinyallerine dönüştürülürler. Bizler "görüyorum" derken aslında sadece beynimizde ki elektrik sinyallerini seyrederiz. Renkleri görürken de aslında gözümüze ulaşan sadece ışığın farklı dalga boylarıdır. "Dış dünyada renk yoktur. Ne elma kırmızı, ne gökyüzü mavi, ne de ağaçlar yeşildir; dünya tamamen algılayana bağlı bir nesnedir."
Haydaaaa.... İşte gitti, bitti o canım edebiyat! O yeni gelin gibi cilveli, işveli "masmavi" deniz, gökyüzü, kuşlar, çiçekler hepsi birer hayal-i hülya mıydı yani? Şair boşuna mı yazmış şimdi,
"Bir kuş sesi gelir dudaklarından
Gözlerin gönlümde açan nergizler,
Düşen bir öpüştür, dudaklarından
Mor akasyalarla ürperen seher..."
diye?
Evlilik çağına girmiş genç kızlar, artık "pembe panjurlu ev" hayalleriyle yatıp kalkmayın "bilimsel ve ilmi gerçeklere göre" aslında pembe diye bir renk yoktur, kendinizi kandırmayın!
Gelelim elma konusuna, evet elma, şu bildiğiniz yaz ve kış dolabınızdan eksik etmediğiniz, bazılarınızın kibar ve nazik bir biçimde kabuğunu soyup dilimlere ayırıp, bazılarınızın gömleğinin ucuyla şöyle bir tozunu alıp "haşırttt" diye ısırarak yediği ağaçta yetişen meyve. O var ya o, aslında elma değil o! "Kişinin elma diye nitelendirdiği şey, meyvenin biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine ait elektriksel bilginin beyinde algılanmasından başka birşey değil, yani elma sadece bir ilizyonist görüntüden ibaret!!!
Şimdi şu anda siz benim yazdıklarımı okuyorsunuz değil mi, hayır efendim okumuyorsunuz, aslında burada yazılan hiç bir şey yok, önünüzde ki de bir gazete değil, dokununca hissediyor musunuz? Bu hissetme duyusu parmak uçlarında ki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisi olup, modern fiziğe göre cisimde ki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur...
Yeteeeer... Ben renklerimi, edebiyatımı, şiirlerimi, elmamı geri istiyorum! Bundan böyle kim bilimsel ve ilmi bir laf ederse boğarım!!!
Hayat Bu...
Bakmayın siz şu hayat denilen zırtapozun arasıra ettiklerine; üç dört zeytine limon sıkıp, iki dilim ekşimiş beyaz koyun peynirinin yanına bir de en kıyağından bir çay demledin mi, en samimi, en güzel dostun oluverir ansızın, işte bu kadar kolaydır hayatla dost olmak.
Kurmuşun balkonuna bir kahvaltı masası, bir tarafta bir inşaatçı çırağının "Müslüm Baba" şarkıları, bir tarafta seyre daldığın şehrin sokakları...
Düşündüm de bazen aramıza giren kan davalarıyla bir düşman, bazen işte böyle bir zaman sarmaş dolaş olduğumuz yaşamda yapmak istediklerimin listesini çıkarsam iki dosya kağıdını doldururdu belki de...
Şimdi ne istiyor canım biliyor musunuz?
Mesela mahallede ki tüm çocukları toplayıp hava kararıncaya kadar saklambaç oynamak, hem de hep ebe ben olsam bile. Mesela komşunun kızına mektup yazıp aşk-ı ilan etmek. Bir kaldırım dilencisine hiç tereddüt etmeden cebimde ki son sigara parasını vermek. Bana bir şeyler söylemek için hazırlanan birine O'ndan önce davranıp "seni seviyorum" demek! Yağan yağmurun altında iliklerime kadar ıslanıp, damlaların su birikintilerinde oluşturduğu ritme besteler yapmak. Bir sakal traşı borcu yüzünden uzun zamandır önünden geçemediğim berber Mustafa'nın gidip bir çayını içmek...
Mesela bir dosta sıradan bir günde hediyeler alıp şaşırtmak. Bir sokak kedisinin karnını doyurmak, anneme topladığı odamda değiştirdiği eşyalarımın yeri yüzünden kızmak yerine iki yanağından öpüp teşekkür etmek!
Sonra şiir okumak denize karşı bağıra bağıra ve çiçek satan bir çocuğun elinde ki tüm gülleri satın alıp yoldan geçen insanlara dağıtmak, en umutsuz anında suratımı ansızın sebepsiz gülücüklere bırakmak. Gecenin bir yarısında uykusundan uyandırdığım arkadaşla sabahın ilk ışıklarına kadar telefonda sohbet etmek, kuşlara bayat ekmek atmak, güneşin doğuşunu seyretmek, bir çingene kızına kahve falı baktırıp falda çıkanların hayallerine dalmak.
Dedim ya, siz bakmayın yaşamın arasıra oynadığı oyunlara; bir gün bir bakmışınız ki yastığınızın altına koyuvermiş ondan tüm beklentilerinizi...
Beş Satırla
Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim,
o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
Nazım Hikmet Ran
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar BİR MASAL VE DEVAMI... |
|
Bugün size, belki de çoğunuzun bildiği, ama unuttuğu,
Grimm Kardeşlerin bir masalını anlatacağım.
* * *
Herkesten uzak, kırsal bir yörede, bir baba yaşıyordu oğluyla.
Oğlu büyüyünce, bir gün babasına dünyaya açılmak, diğer insanların da
neler düşündüklerini dinlemek, öğrenmek istediğini söyledi.
"Böyle bir şey isteme oğlum, herkes değişik düşünür, herkes değişik şeyler söyler. Sen ne yaparsan yap, hiçbirine aynı zamanda yaranamazsın."
der babası.
Oğlunun israrı üzerine oğluyla yollara düşerler.
Baba, oğlu ile önden yürürken, eşeği de yularından çekiştirerek peşlerinden yürütürler.
Yolda bir köylüye rastlarlar. Köylü sırıtarak onlara seslenir:
"Neden eşeği aylak aylak peşinizden yürütüyorsunuz?
En azından ikinizden birini taşıyabilir!"
Oğlan köylüye hak verir ve babasına eşeğe binmesini söyler.
İki seyyaha rastlayana kadar da baba eşeğin üstünde, oğlu da yanından yürümeye devam ederler.
Seyyahlardan biri, arkadaşına, babanın eşeğin üstünde gitmesinin ve zavallı çocuğunu yürütmesinin bir küstahlık olduğunu söyler.
Bunu duyan baba-oğul rolleri değiştirirler. Oğlan eşeğe biner,
baba da arkadan yürümeye başlar.
Bir müddet sonra, ormanda odun toplayan bir kadına rastlarlar.
"Bu büyük bir ayıp, baba yürüyor, duyarsız oğlu da eşeğin üzerinde..."
diye azarlar oğlanı.
Oğlan bu sefer kadına hak vererek utanır ve babasına, kendisinin arkasına, eşeğe binmesini söyler.
Az yol aldıktan sonra karşılarına arabasıyla gelen kibar bir beye rastlarlar.
Ordan, burdan biraz sohbet ederler. Beyefendi veda etmeden şöyle der:
"İkinizi birden taşıdığı için sadık eşeğiniz yakında ölebilir."
Bunun üzerine baba-oğul bir çaresini bulup eşeği bir sırığa bağlayıp omuzlarında taşımaya başlarlar.
Uzun müddet taşıdıktan sonra, bir hanın önünde toplanan neşeli bir guruba rastlarlar.
Aralarından biri alaylı bir sesle bağırır:
"Şu enayilere bakın, eşeğe binecekleri yerde onu taşıyorlar.
Madem binmeyecekler, neden taşıyorlar ki?"
Oğlan onlara da hak verir ve babasına, neden onların söylediğini yapmadıklarını sorar.
Baba, ders veren bir öğretmen edasıyla cevap verir.
"Çünkü biz onların önerdiği şekilde yola koyulduk.
Onlara yaranabilmek için ben eşeğe bindim, sen bindin,
ikimiz bindik, hatta onu taşıdık!"
"Ama baba, hiç kimseye yaranamadık mı?" diye üzüntüsünü ve hayal kırıklığını dile getirir oğul.
"Hayır oğlum, gördüğün gibi herkesi memnun etmek İMKANSIZ !
Bu cevaptan sonra rahat ve tasasız hayatlarına geri dönerler.
Masal da burda biter !
* * *
Eeee, peki şimdi ne olacak, derseniz...
Her okur kendine göre 'kıssadan hisse' çıkarabilir...
Aslında, ben sizinle, bu konuya ilaveten, bana önemli gelen, becerirsem
(ahkam kesmeden) bazı duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum...
Carpe diem !
Niyetim, "Bugün benim en iyi günüm" diyerek "günü" yakalayabilmek ve herkese de bu "fikri" aşılamak.
Şunun şurasında:)) yarım asırlık bir ömrü geride bırakmış durumdayım.
Eee, böyle uzun bir hayat da öyle sakin, durgun geçmedi.
Her şey "süt liman" hiç olmadı.
Dolu dolu yaşayıp, dolu dolu güldüğüm, ama bir o kadar da şelaleler misali ağladığım oldu.
Son yazımdaki iki değişik "mutluluğu" da yaşadım.
Her "darbe"den sonra da ayakta kalmayı (çok şükür) başardım.
Hayattan aldığım derslere ilaveten da çok okudum.
Bundan dolayı da biraz "bilgelik" taslamama izin verin.
Tüm bu derslerden edindiğim ve bana önemli gelen düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isteğimi de mazur görün lüten.
* * *
Bildiğiniz gibi HAYAT ÇOK KISA !
Onun kontolünü elimizde tutamıyarak, gerekli gereksiz üzüntü
ve hayal kırıklıklarımızla "onu" heba etmek büyük İSRAF olur!
Biz hayatla baş edebiliriz!
Çünkü hayat düşüncelerimizin bir ürünüdür!
Tabii "düşünce" ile paralel olarak "irade" de büyük bir rol oynar hayatımızda.
Düşüncelerimiz, (sağlığımızın haricinde) en büyük zenginliğimizdir!
Ben hayatı bir "bumerang" a benzetiyorum.
Ne verirsen aynen sana geri dönüyor.
Hermann Hesse'nin güzel bir sözünü okumuştum:
"İmkansızı" deneyeceksin ki, "olabiliri" yakalayasın!
Her zaman "pozitif" düşünmemiz lazım.
Duygusal "negatif" düşüncelerin hastalıklara yol açtığı veya hastalıkları arttırdıkları gerçeğinde tüm doktorlar hemfikirdirler.
Herkes hedefini-hedeflerini bilirse, ona ulaşmanın da bir yolunu bulabilir.
Bir arkadaşımın bir cümlesi beni çok etkilemişti.
Yukardaki yazdıklarımı da tastik ediyor.
HER ŞEY İSTEMEKLE BAŞLAR !
Çok basit ama çok doğru bir tespit bence.
İnsanlar değişebilir !
Düşünce tarzımızı değiştirebileceğimizi bilmekle kalmayıp değiştirirsek,
bu, hayatımızı değiştirmek adına aldığımız en önemli karar olacağından eminim.
(Burda tecrübe konuşuyor. Ben ve düşüncelerim... Çok değiştik.)
Neden acaba bazen yeteneklerimizi göz ardı ederiz?
Neden hayatımızda bir şeyleri değiştirmekten korkarız?
Kendimize daha fazla güvenerek haraket edersek,
hedeflerimiz de ulaşılmaz olmaktan çıkar.
Durumumuzu veya tutumumuzu değiştirerek hedeflerimize ulaşabiliriz.
"Mutluluğu" kendimce analiz edip, değerli yorumlarınızı okuduktan sonra uzun uzun düşündüm, tabiri caizse "kafa patlattım".
...
Hayatımızdaki durumlardan sadece KENDİMİZ sorumluyuz!
Çoğumuz bahanelerin arkasında gizlenerek problemlerimizin
nedenlerini onlara yükleriz.
BAHANE İBADULLAH !
- Kötü bir çocukluk...
- Yetersiz eğitim...
- Aile içinde geçimsizlik...
- Eşlerimizle yaptığımız münakaşalar...
- İş yerimizdeki huzursuzluk...
- Finansal zorluklar...
- Haksız muameleye maruz kalmak...
- Vesaire, vesaire, liste uzar gider...
VAZ GEÇELİM
BAHANE ARAMAKTAN,
BAHANE BULMAKTAN,
KENDİMİZE ACIMAKTAN...
VAZ GEÇELİM ARTIK !
HER ŞEY BİZİM ELİMİZDE !
SAĞLIĞIMIZIN ve "BUGÜN"ün KIYMETİNİ BİLELİM !
"SAĞLIK" yemekteki "TUZ" gibidir.
Ancak eksik olduğu zaman farkına varırız.
"DÜN" GEÇTİ !
"YARIN" HENÜZ DOĞMADI !
"BUGÜN" DÜŞÜNCELERİMİZİ GERÇEKLEŞTİREBİLECEĞİMİZ
T E K G Ü N D Ü R !
Nadya Alpkonlar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kaçamak |
|
Bir tatil yöresinde bir bar açmak isteseniz, ismini "Kaçamak" koyar mısınız ? İsmail Bey, koymuş, doğrusu pek de güzel uymuş. Sarımsaklı Plajı'nın en güzel yerlerinden birinde, gündüzleri tertemiz denizine girebileceğiniz, geceleri canlı müzik dinleyip birkaç kadeh demlenebileceğiniz hoş bir mekan yaratmış. Tam 11 senedir bir mekanı işletebilmek hiç de kolay iş değil. 40 kişiye doğrudan istihdam yaratan ve 3 kişilik aile ortalaması ile 120 kişiyi dolaylı yoldan besleyen bir tesis. Gerçekten kolay iş değil. Epeyce projeleri olan, Sarımsaklı için olumlu birşeyler üretmek isteyen dinamik bir insan İsmail Bey. Eskiden de futbolcu imiş, Altay kulübünde oynamış. Birkaç sene önce keşfettim Kaçamak'ı. Benim bulunduğum Altınova tam bir tatil yeri. Tatil kelimesi de bana yetersiz gelmiştir hep. Bulunduğumuz siteye; emekli-göbekli-bebekli üçlemesini yakıştırmışlar sakinleri. Deniz burnunuzun dibinde, yürüyerek 50 adım ha var ha yok. Sahipleri; uzun yıllar memuriyet hayatında cüzi ödemeler yapabilmişler kooperatiflerine. Bu nedenle yavaş üremiş inşaat. Ve bu nedenle gecikmiş yılların sonunda evleri tamamlanabilmiş. Tamamlanmış tamamlanmasına da hepsinin emekliliği de gelivermiş bir anda kapıya. Bir yandan Türk kası göbekler koyverilmiş, diğer yandan torun torbaya kavuşulmuş. Çalışan anne-babalar da ( bknz. Şekil 32 ) çocuklarını salıvermişler yanlarına. Oğlum ve yeğenim de benzer şekilde yaz tatillerini yıllardır burada geçirdiler. Okulların tatil olmasıyla getirilmesi, yaz sezonu bitiminde götürülmesi, arada bir özlenilmesi sebebiyle ziyaretimiz dışında pek tanımazlar zaten beni buralarda.
Herneyse; gelelim şu tatil sözünün sevimsizliğine inat çok daha güzel bulduğum dinlence kelimesine. İçinde hem dinlenmenin hem eğlenmenin barındığı sihirli kelime. Yatıyorsun, yuvarlanıyorsun, denizin suyundan yararlanıyorsun, kitabını okuyorsun, güç topluyorsun. Saatler sanki daha yavaş akıyor gibi. Gecenin ilerleyen saatlerinde biraz da ruhun gıdası ile ilgileniyorsun ve ver elini Kaçamak. Bar personeli sevimli, gencecik, pırıl pırıl. Kimbilir ne ümitleri var gelecek için. Yüksek perdeden müzik; bu tür konuşmaları engelliyor. Eh, Kaçamak dediğin de berber dükkanı değil en nihayetinde. Girişte bir ücret ödüyorsun ilk içkiler beleş, en iyisi kimseyi rahatsız etme, barın kıyısında bir tabureye yerleş. Hal böyle olunca kamera arkası programları gibi barmenleri izleme şansı buluyorsun. Tom Cruise'un "Kokteyl" filmindeki kadar olmasa da şişelerle olimpik hareketler yaptıklarını görüyorsun. Ali'yi birkaç sene önce tanımıştım zaten, bu yıl ise Cem ve Ferdi'yi de tanıdım. Bahşişten yana dertli olduklarını söyleyebilirim, zira benden bir miktar alınca atmadıkları göbek kalmadı yani. Biraz daha versem kral muamalesi görmem işten bile değil hani. "Tip box" yazarsan kutuya olmaz tabi, tip tip bakarlar adama, harbiden bahşiş yazacaksınız diye nasihat mı versem sevabına ? Veya hesap alırken kutuyla mı gelseler müşterinin yanına ?
İsmail Bey, canlı müzik yapan gençlerin her yıl değiştiğini söyledi. Geçmiş yıllarda birçok ünlü grup veya kimsenin de yer aldığını isimleriyle anlattı. Anlattı anlatmasına da stratejik bir hatası vardı, ikinci kadehimden sonra anlatmayacaktı. Herneyse; bu yıl müzikleri Gaco Tayfa isimli gruptan dinliyormuşuz. Müzik otoritesi olduğumu bilmeyen İsmail Bey bir gece sormuştu; "Çocuklar nasıl ? Eğlendiriyorlar mı ?" diye. Konu eğlenmek olunca zor bir soru elbette. Herkesin türlü türlü eğlence anlayışı var, kimseyi kırmak istemem ama benim eğlence anlayışımda ve Kaçamak'a gelme sebebimde, öncelikle iyi bir müzik dinlemek ( ki bu arabesk içermeyen yumuşak ezgilerin olduğu bir müzik tarzı ) ve sakince içebileceğim bir-iki kadeh içki. Bu tür yörelerde insanların beklediği ise; herşeyden önce bolca göbek atabilmek. Hatta; alkolün tesiriyle bu göbeği hemen hemen tüm şarkılarda atabilmek. Ben şahsen Gaco Tayfa grubunu beğendim. Eray, Ersin, Engin ve Mert'den oluşan erkekler hakkını vererek çalmaya, bayan solistleri Gülçin ve Başak da benzer şekilde hakkını vererek söylemeye çalışıyorlar. İsmail Bey, plaj bölümünü gezdirirken rastladığım ve grubun kurucusu olduğunu öğrendiğim Eray'a da güzel müziklerinden ötürü teşekkür ettim. İzmir'in 9 Eylül Üniversitesi, konservatuvar bölümünde okuyormuş. Sahneye çıkıp davul ve tokmağın onun elinde olduğunu görünce kolayca anladım grubun kurucusunu. Oğlumun ilgisi nedeniyle bas gitara hep dikkat eder olmuşum istemeden. Bas gitar Ersin'in de Eray gibi uzun saçları var, biraz da benziyorlar, yoksa kardeşler mi bilemedim, sorarım bir ara. Bu tanışma ve teşekkür faslında bir de şarkı rica ettim. Akrabalarım Grup Gündoğarken'den "Rüzgar" isimli pek beğendiğim şarkıyı istedim. Bana verdiği yanıt çok ilginç geldi. Önce; "Ne kadar buralardasınız ?" dedi. Haftasonuna kadar cevabımı alınca da; "Çalışırız, birkaç gece sonra sizin için çalarız, söz veririm" dedi. Son yıllarda klasik müzik gruplarının dışına çıkan enstrümanlara yer verilmesini ben şahsen pek beğeniyorum. Keman gibi, trompet gibi. Gaco Tayfa'da da trompet var ve bu zorlu üfleme işini gerçekleştiren de Engin. Emekliliğinde üfürükçü olmasın da ne olursa olsun diyorum, hiç kolay değil çaldığı enstrüman. Kızların sesi aslında biraz müziğin gerisinde kalıyorlar gibi geldi, bir ara hatırlatayım belki bir formülü vardır. Mert için; "perküsyon" yazmış barmen tayfası, höng oldum. O kadar da Fransızca bilirim ama anlamadım gitti perküsyon denen zımbırtıyı. Sahneye bakınca çocukluğumuzdan kalma; "Kalplere vur bir zımba, tumba da yavrum tumba" diye belleğimize yerleşen tumba olduğunu sanıyorum. Konuyu enikonu araştırmaya, hatta rumba ile bir akrabalığı olup olmadığına bile bakmaya karar verdim ( Not : Cumba ile bir bağının olmadığına kalıbımı basarım ). Klavyede kim var peki ? Yazmamış benim barmen tayfası. İki nokta üstüste koymuşlar, yanına da nokta nokta... Aynen böyle bırakıyorum, klavyedeki sizin canınıza okur. "Geceler" şarkısını Kaçamak personeline armağan etmiş Gaco Tayfa. Bu arada dün geceye kadar "Rüzgar" şarkımı çalamadılar, "uçan tekme geliyor" diye peçeteye not yazmama rağmen...
Gözlerimi kapattım ve tüm Kahve Molası Ailesi'ni Kaçamak'a davet ettim. Hepsi geldiler sağolsunlar. Tek başına dinlence olur da eğlence olmaz diye düşündüm. Şöyle uygun bir arsa, mimari projesini de Rana yaparsa. Plaj girişine Ras'ı yerleştirdim, 2'şer dolar bile alsa, has çimentodan betonarme bir kasa. Dev ekrana Küba slaytlarını verdim, önüne de Cüneyt ve Serpil için bir masa. Arada bir ekrana Şeref, Berrin, Recep ve Gülendam'ın fotoğraflarını, Hüseyin'in çizgilerini gösterirler nasılsa. Piste yakın yerleri Gülümse'ye, Filiz'e, Fatma'ya, Temmuz'a, Elif'e ve Mehtap'lara verdim ki rahatça oynayabilsinler ve hatta orkestra, değil salsa kapı zili bile çalsa. Beyhan'ı da alayım ne olur ne olmaz ya kazara arabın yalellisi çalarsa. Sakin bir köşeyi Uğur'a ayırdım, şayet Dağgülü'ne mektuplarından birkaç satır karalarsa. Cumhur'a, Zeki'ye, Nuri'ye, Seyfullah'a, Sedat'a, Nihat'a, Ebru'ya, Leyla'ya ve Ferda'ya şöyle gümbür gümbür bir masa hazırladım ki insanlar okuyunca her kelimede bir kere daha kendilerini sorgulasa. Affına sığınarak Zeki Hoca'mı bir ara birkaç dakikalığına sahneye alacağım, eğer klip çekimi varsa. Seda'ya acil servis masası hazırladım, üstelik tam teşekküllü, eğer birileri fenalaşırsa. AB masası bile hazır, Suna'ya, Banu'ya, Ayşenur'a, Nurettin'e ve Celine'e, dış ilişkilerimiz nasıl diye merak edip sorarlarsa. Sabiş de gelecekti, dert etmeyin şayet melekler sizi ovalarsa. Nadya, Tuğba, Ayşenur'lar, Hale, Jale, Lale.... diye başlayarak sayayım da her ihtimale karşılık KM dostları neden ismini yazmadım diye beni kovalarsa. Tubiş, bara gelecek benimle elbette, hele ki çıtır barmenler varsa. Altan'ın, Tanju'nun, Baba'nın bulunduğu masaya Edi de gelebilir, eğer haşmetli göbeği kapıdan sığarsa. Ya Rebeka gelip; "eniŞTe, ne bu yazı allasen, cık cık, olmamış" felan diye fırçalarsa... Hemen açtım gözlerimi.
Dinlence. Hem tatil hem eğlence. Kaçamak dediğin de, budur bence..
Ne Hale, ne Jale ne de Lale. Dilime dolanan.. Dale... Dale don Dale...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 17 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Sevginin Bitmesi Kaçınılmaz mı?
"Hayatta iki trajedi vardır: istediğin şeye sahip olamamak ve istediğin şeye sahip olmak."
Bernard Shaw'a mı yoksa Oscar Wilde'a mı ait olduğunu şu an hatırlayamıyorum ve hangisine ait olduğunu bulmaya şu an gücüm yok. Fazlaca sıcak ve çokça koşuşturmalı, yoğun yaşanan bir günün sonunda, güneş ışınlarının yerini tatlı kırmızılık ve morluklara bıraktığı şu saatlerde, gün boyu kendini bana hissettirmekle birlikte, bilincimde netleşemeyen ve şimdi, bu sakin dinlenme ve kahvemi yudumlama anında, serin esintilerle birlikte bilincimde ön plana çıkıp netleşen bu sözü kimin söylemiş olduğu şu an hiç önemli gelmiyor bana. Ama anlatmaya çalıştığı şey çok önemli. Özellikle de ikinci kısımda söylenen şey, yani istediğimize sahip olmanın da bir trajedi olması...
Zamanında çok düşündürmüştü beni bu ifade ve bugün yakınımda olan insanların hayatlarında olan biten şeylerden sonra yine hatırladım onu ve bana düşündürdüklerini. Hayatımızın belli bir döneminde bizim için çok büyük bir anlamı ve değeri olan bir şeye sahip olmamız, tek başına, tüm hayatımızın mutluluk içinde geçmesini garanti etmiyor, edemiyor. Eğer o anlamı, geçen zamanla birlikte tazeleme yetimiz yoksa, zaman akıp biz değiştikçe o anlam gerilerde bir yerlerde kalıyor ve artık anlam olmaktan çıkıyor. Bence ilişkilerde de durum çok farklı değil...
Çoğumuz, bir iş ya da bir eş seçerken, sadece seçilen nesnenin verdiği heyecanla yetinip, o heyecanı canlı ve diri tutmak için kişisel gayret göstermediğimiz için, seçtiğimiz kişi ya da iş, her ne kadar bizi ilk dönemlerde heyecanlandırmaya yeterli olsa da, bir süre sonra alışılmış bir şeye dönüşüyor, o kişiye duyduğumuz heyecan artık geride kalıyor ve zaman geçtikçe pırıltısı azalıyor, ta ki bir gün tümden sönene dek. Çünkü biz, günlük hayatın koşuşturmaları arasında, onu ilk seviş nedenimizi ve o anın çoşkusunu unutuyoruz ve zaman içinde ondan, yerine getiremeyeceği şeyler beklemeye başlıyoruz; buna hakkımız olup olmadığını hiç sormaksızın. Sadece beklenti içine giriyoruz ve sonra hayalkırıklığına sürükleniyor "benim sevdiğim kişi bu muydu?" diye soruyoruz.
Bu durumun açıklaması genellikle, zaten aşk denen, sevgi denen seyin kısa ömürlü, gelip geçici olması olarak yapılıyor ya da aşkın verdiği körlüğün geçmesi ve nihayet gerçeklerin görülmesi olarak…
Ancak bence bu durum sadece, bir zamanlar tüm yüreğimizle sevmiş olduğumuz o kişinin bir kusuru ya da eksikliğinden değil; tam tersine, daha çok bizim özensizliğimiz ve ihmalimizden kaynaklanan bir şey. Çünkü çok önemli bir şeyi ne ailemiz ne de okulda aldığımız eğitim bize öğretmiyor, öğrenenler bunu bir çok acı deneyimlerden sonra bizzat hayatın kendisinden öğreniyorlar. Hayatın bir gerçeği de şu ki, bir şeylerden hoşlanmak kadar, o hoşlandığımız şeylere alışmamak için kişisel bir çabayı sürdürmemiz de gerekli.
Bir başka insana duyulan heyecan ve arzunun ya da sevginin sürmesi, yalnızca sevilen kişinin cazibe ve çekim gücüne bağlı değildir, eğer geçen zamanla birlikte monotonluğun bizi sarıp sarmalamasına izin verir, onu her yeni anda, o an olduğu hali ile görmek için kendimizi eğitmez ve onu ilk sevdiğimiz anın anı ve coşkusunu yüreğimizde taze tutmayı ihmal edersek, ne kadar çekici olursa olsun, her insan bir süre sonra, gözümüzde ki eski yerini kaybedecektir.
Yani onunla belli bir zaman geçirdikten sonra, artık onu tanıdığımızı, her şeyi ile tanıdığımızı düşünürsek, hem büyük bir yanılgı içine gireriz, hem de o kişi ya da şeye karşı heyecan ve coşkumuzu yitiririz. Hiç bir insanı her şeyi ile tanımak mümkün değildir. Dolayısıyla, ona her yeni günde, sanki onu daha önce tanımamış gibi, daima taze gözlerle değil de, kanıksamış gözlerle bakarsak, o güne dek gördüğümüzden farklı bir şey görebilmemiz elbette mümkün değildir. ilişkilerin ilk günkü coşkulardan fazla bir şey yitirmeden sürmesi konusunda iş, biraz da bizim nasıl baktığımıza bağlı bence...
Sadece sevgi konusunda değil, hayatımızın uzun bir dönemini etkiyecek tüm seçimlerimiz için geçerli bu durum, ister ilişki konusunda olsun, ister meslek seçimi, ister dost seçimi. Önemli olan sadece yaptığımız seçim değil, asıl önemli olan şey, o seçimden sonra nasıl davranacağımız. Biz her şeyi karşıdan bekler, kendimiz biraz çaba içine girip, en azından biraz daha özenli ve değer bilir davranmazsak; gelişigüzel anlık duyguların ve andan ana değişen başıboş düşüncelerin bizi etkilemesine izin verirsek, önümüze çıkan en büyük değerler bile bir süre sonra değerlerini yitirecektir. Yine, ilişkilerimize dönecek olursak, bu durumda sadece karşımızda ki kişi değil, bizim kendi kişisel mutluluğumuz da zarar görecektir. Önemli olan, sadece partnerimizin ne kadar akıllı, güzel, çekici, kısacası ne kadar değerli olduğu değil; en az bir o kadar önemli olan bir başka şey bizim ne kadar kıymet bilebildiğimiz ve bunu ne kadar süre boyunca koruyabileceğimiz...
Meral Işıldak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Işık Etkin <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.906 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Bekleyiş...
Yıldızları kaybolan bir gece gibi
Gündüzlerde de ararım seni
Uykularımı paketleyen gecelerde
Artar yüreğimin tedirginliği
Ey kıtalar şehrine düşen bedenim
Ey gönlüme yönelen sevgi ateşi
Mevsimleri mekanları tanımaz oldum
Gizemim ufkumun ulaşılmazlığı
Ruhumu besleyen güneş kümem nerde
Ey sabah meltemi nerdedir ay yüzlünün ayak izi
Gül açsın da umudun yaz çarşısında
Gezinip durayım sevgi labirentlerinde
Sözlerim tükeniyor doğan güneşle hani gölgen
Yoksa yollar hüznün ağını mı örmüştür
Süetini mavi göklere çizen yüreğimle
Oyalansam beklerken umut deryasında
Şiirim karşılasa serse kırmızı halıyı
Sunsa gönlümün gülden anahtarını
Her aldığım nefes yakarışımdır sana
Görünce gözlerin gözlerimde buğulansa
Bu çılgın şehir boğmasın diye
Geldiğim gibi dönerim yüreğimle
Hamza Yaşar Ocak
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
...Arslani dibadereûu do avepe var aöopeûu. Emuşeni, dubarace pskidaya do nisimadu: Mağara muşis komeşaxtu do iri üele âabuni vareya do ambari uncğonu. Avepek arslani moüitxus kogööües. Mara mitik var uüunikteûu. Arslanik, mağara muşişa na amulun mteli avepe oöoôuôûu do ar üayi imxorûu... Bu masalın Türkçesi ve Lazca devamı için http://www.lazuri.com/lazuri_paramitepe/aslani_do_meli.html kısayolunu tıklayın.
Kuşadasının güzel yerlerini internet ortamında, hem de üç boyutlu olarak seyretmek isterseniz http://www.kusadasi.biz/gallery.asp kısayoluna bakabilirsiniz. Gerçekten hoş görüntüler.
...Cep telefonlarıyla ilgili her türlü uygulamayı tam sürüm şeklinde bulabileceginiz bir site. Sitede program, oyun, müzik, video tema her türlü telefon uygulamasını bulabilirsiniz. Site her gecen gün güncellenmektedir. En yeni müzikler en yeni oyun ve programlar siteye gün gün koyulmaktadır... http://www.mmcdepo.com/
Resim düzenleyici program ...602Album, dijital resimlerinizi kolayca görüntülemeniz ve biçimlendirmeniz için sanal görsel resim albümleri içine yerleştirmeniz için tasarlanmıştır. Ayarlanabilir küçük resim özelliği, resim albümünüzün tamamını bir arada görme imkanı sunuyor. Resimleri değişik dosya formatlarına çevirin, birden fazla dosyayı tek bir seferde... http://www.602.com.tr Shareware bir program olduğunu bilmenizde fayda var.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
|
|
|
|
|