|
|
|
18 Temmuz 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Şakül şaşmaya görsün!.. |
İyi haftalar,
Ağızla kulak arasındaki mesafe insanın geleceğine ışık tutar... Nasıl laf ama? Sözün özü olarak kayıtlara geçirilsin lütfen. Sürekli konuşan adamın şakülü şaşar... Bu da bir diğeri. Gene söyleyen nacizane bendeniz. Biliyorsunuz Sayın Tayyip Bey ve ekibi, aile efradını yeni topraklarda ziyaretten döndükten sonra yüksek konuşmacı sıfatıyla o kürsü senin bu kürsü benim dolaşmaktalar. Önlerine uzatılan her mikrofona hemen her konuda fikir beyan ediyorlar. Tabi ki edecekler. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı etmeyecekte ben mi edeceğim? Hayret yani nasıl soru ki bu? İyi de insana bu soruyu sorduranların hiç mi kabahati yok? Mesela bir toplantıya katılıp konuya dair laf söylemesi istendiğinde, "Efendim, İstanbul'umuzun içine dışarıdan göç edenler etmiştir."i çağrıştıran laflar ederken, bunun nereye gideceğini hesap etmez mi insan? Kendisi Bebek eşrafından Muallim Erdoğan Beyin torunudur ya, o nedenle kendisinin konuyla haşa bir irtibatı yoktur. O nedenle bundan böyle İstanbul'a yerleşmek üzere gelecekler ellerinde nakil ilmühaberi bulunduracaklardır. Durumdan anlaşıldığına göre, mahalle muhtarlarının ödeneği azaldığından kendilerine bir yan gelir temin edilme cihetine gidilmektedir. Sürmeli kent giriş kapısında gösterilecek bu ilmühaberle Rize civarından İstanbul'a göç edecekler engellenmeye çalışılacaktır. Oysa, bugün İstanbul'un ruhsat hakgetire yerlerinden birine göç etmiş Rize'li bir amcanın yeni doğacak oğlunun 50 yıl sonra İstanbul'a Belediye Başkanı, akabinde Başbakan olmayacağını kim garanti edebilir? Demekki neymiş ağızla kulak arasındaki mesafeye dikkat edilmeliymiş.
Ya peki, gene önüne koyulan bir mikrofona, benim yoğurdum ekşi diyen yoğurtçu misali Erdemir'i çöplük ilan ederken kulakları tıkalımıydı Tayyip Bey'in? Hiç sanmam. Bu var olan bir koordinasyon zaafı. Akut dudaklara hakim olamama, dili devşirememe hastalığı. Yahu yoğurtçu dediğin ekşimiş yoğurdu alır, basar içine tuzu, koyar dolaba, soğuyunca "Ayran buzzz" diye satar. Var mı öyle tezgahta "Bu yoğurt ekşi" demek? İşte tam burada yazının başındaki 2 vecizeye tekrar dönmekte yarar var. Ağızla kulak arasındaki mesafe insanın geleceğine ışık tutar. Tutar mıymış? Bunu zaman gösterir inşallah. Sürekli konuşan adamın şakülü şaşar. Şaşar mıymış? Eeevettttt!... Allah cümlemize hayırlı şaşmalar nasib eylesin!..
Kuşadası'nda masum insanların kanını döken aşağılıklara lanet okumadan yazıyı bitirmeyelim. Terörün nereden, kimden, ne amaçla peydahlandığı hiç önemli değil. Öyle de böyle de terör belasının döktüğü kanın rengi kırmızı. Lanet olsun çıkışı kan dökmekte arayanlara.
Neyse gelin biz bu karamsar havayı bir nebze dağıtıp haftaya eskilerden bir güçlü sesle başlayalım. Hala sahnelerde olan Tom Jones söylüyor, Delilah. Hepimize güzel bir çalışma haftası diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
TEYZUŞ : Ferda Önler DÜŞÜNCELER : Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın... |
|
ÖNEMLİ DERS: "Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın..."
Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde on yaşlarında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu. Çocuk sordu:
"Çukulatalı pasta kaç para?.."
"50 Cent!.."
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:
"Peki, dondurma ne kadar?.."
"35 Cent!.."
dedi, garson kız sabırsızlıkla... Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki?.. Çocuk parasını bir daha saydı ve
"Bir dondurma alabilir miyim lütfen?" dedi.
Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. Masayı sanki akan göz yaşlarıyla temizleyecekti...
Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent'lik bahşiş duruyordu...
***
Bazen küçücük bir ayrıntı dahi, kimilerini ne denli mutlu edebiliyor ve kimilerini de ne kadar büyük yapabiliyor!.. Ya da, ilk başlarda önemsemeyip küçümsediğimiz birinden, nasıl da umulmadık büyüklükte bir karşılık görüp, alabiliyoruz, değil mi?..
Kimi insanın sahip bulunduğu bazı hassasiyetler, gerçekten de minik ayrıntılarda gizli olmalı ki, onları ilk bakışta keşfetmek bir hayli güçleşebiliyor.
İşte bu gizli-saklı kalmış güzellikleri, incelikleri ortaya çıkartabilmenin en kolay yolu, her nerede ve ne şekilde olursa olsun karşılaştığımız veya maddi-manevi her türden alış-verişte bulunduğumuz kimselere karşı, olabildiğince nazik ve duyarlı davranmamıza bağlı diye düşünmekteyim.
Önyargılı olmaktan ve birilerini küçümsemekten azami ölçüde kaçınmalıyız. Kişilere, yaşına-başına, kılık-kıyafetine, eğitim düzeyine, makamına, sosyal statüsüne, mal-mülk varlığına ya da yokluğuna göre değil; her şeyden önce bir insan olduğu için saygı duymalı ve kendimize karşı nasıl bir tutum sergilediğine bakarak davranmalı, buna göre tavırlar belirlemeliyiz.
Örneğin; günlük yaşamımızda, ekmek-süt-gazete gibi ilk ihtiyaçlarımızı her sabah kapımıza aksatmadan bırakan, akşamları çöpümüzü alan apartman görevlisine, marketlere telefonla verilen siparişlerimizi eve teslime getiren çırak çocuğa, ayaküstü alel-acele bir şeyler atıştırıp çıktığımız kafeteryalarda, masalardaki boşları toplayan genç komilere, sık sık gittiğimiz kuaförlerde saçlarımızı yıkayıp kurulayan, ustalarına fön makinesini tutan berber çıraklarına, kısacası; yaptığı iş her ne kadar basit ve önemsizmiş gibi görünse de sonuçta bir emek harcayan, yaşı büyük-küçük olsun, hepsine mutlak saygı duymalı, az-çok demeden, gönül alıcı bir bahşişi sunmayı da ihmal etmemeliyiz.
Ama, bence en önemlisi; karşınızdaki kişiye verdiğiniz değerin bir göstergesi olarak, bazen sıcak, tatlı bir tebessümle dolu içten bir göz temasının, bazen de yanağa veya omuza değen sımsıcak bir dokunuşun ya da samimi bir el sıkışıyla edilen teşekkürün, onun kendisini ne kadar önemli hissettireceğini de asla gözardı edip, unutmamalıyız.
Kaldı ki, bunların hiçbiri maddi bedel ödememizi de gerektirmiyor. Yapılması gereken, sadece hoşnutluğunuzu, şükran duygunuzu karşınızdakine, yani size hizmet edenlere aktarmayı istemek! Sonrası kolay, bunu göstermenin bir yolu elbet bulunuyor...
Yeter ki siz arzulayın... içinizden gelsin.
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 15 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
DÜŞLER RIHTIMINDA BİR AY DOĞUYOR!...
Ben böyle değildim deniz gözlüm... Acılara yelken açardım gece gün demeden. Pembe şafaklarda kızıllığa ağıtlar yakacağımı deseler inanmaz,güler geçerdim.Oysa şimdi billur kadehlerde yudumladığım hasret boğazımda düğümleniyor.
İri güller yetiştirdiğim bahçelerde dikenler boy atmış... Dört bir tarafı ağuya banılmış keskin dişli dikenler yolumun vuslat güzergâhında nöbete durmuş.
Ümitler Kaf dağının ardına çekilmiş bir başına. İhtiyar ağaçlarınkiler gibi kurumuş yürek çınarımın yaprakları.Un ufak oluyorlar bir hafif dokunuşla.
Gökyüzü coğrafyamda hicret çırpınışları!... Bir göç telâşı ki sarmış dört bir yanımı. Asumanımda kalan son kuşlar da yolculuk arifesinde... Gittikçe tipiye dönüşüyor kalbimin derinliklerindeki yalnızlık sağanağı.. Katran karası karlar yağıyor sevgi hamuruyla yoğurduğum gizli dünyama. Gülün üstüne lâyık mı bu karanlık yağmurlar?... Madem ki her zulmetin bir nuranî şafağı var!....
“El intizar eşeddü minen nar...”
Bugüne nasipmiş bu Arap darb-ı meseline vakıf olmak!...
“Beklemek ateşten şiddetlidir!...”
Bu biraz da beklenenin şahs-i manevisine bağlı bir hakikat!...
İbrahim’i yakmayan ateş beni kavuruyor tarûmar olmuş gül bahçelerinde. Nemrut’la mücadele edemezken Nemrutlar dikiliyor muhabbet ülkesinin sultanının karşısına.
Gönül ülkesinin sınırları kalın duvarlarla örülüyor. Mecnûn’u kürek cezasına mahkûm ediyorlar amansızca.Sabır sarmaşıkları kuşatıyor dört bir yanı. Asırlık bekleyiş ummanda bir katre misali gittikçe büyüyor yürek devletinde.
Yürek devletine hükümdar olmak yürek ister. Bedeli kurşun misali ağır!...
Düşlerime bile sansür koyuyor zifiri gecenin karanlık mahlûkları. Güneşin hiç ayak basmadığı izbe ve kuytu dünyaların sahipleri, zincire vuruyor sevgiye banmış hecelerimi. Gönül dilimin sultanı olan sözcüklere ambargo koyuyorlar.
Ben yine istasyonlarda elimde kırmızı gül, yüreğimde intizar!... Beklemek ama nereye kadar?
Bir zamanlar vuslata yol alan lokomotifler,şimdi virane gönüllere hasret taşıyor. Ondan beridir ki kara tren diye nam salmışlar dünyaya.
Kara tren gecikir, belki hiç gelmez... Gelmez olsun yürek devletini hiçe sayan nefret katarları.
Biz ki sevgi rıhtımlarında masmavi denize nazır, elimizde ferman,dizimizde derman sonsuza dek bekleriz. Uzasa da zaman bir asra bedel, bu yoldan dönmek yazmaz lügatimizde. Geçen her dakika büyür gözlerimizde... Uzayan zaman azık olur sevgimize.
Gece gündüze gebedir daim.. Karanlıklardan doğar apaydınlık gündüzler.. Sabrın sonu selâmet...Sabır hayra alâmet!...
Her şey aslına rücû eder bir gün!...
Güneş doğmak için batar.
Sabır sarmaşıkları vuslata giden nurdan bağlardır.
Düşler rıhtımına demir atan hayal gemisinin sulara gömüleceğini sananlar yanılır elbet!...
Karanlıklar silinir bir gün...Yıldızlar selâma durur saf duygu erlerinin manevî huzurunda... Tablo tamamlanır yavaş yavaş...Mehtap kurulur boylu boyunca asumanın göbeğine...
Kömürleşen hislerin üzerinden kalkar sis perdesi... Yazılan değil, yaşanan duygulardır asil...Gönül kaleminden dökülür sevda güftesi...Nurlu şafaklardan yükselir bir aşk bestesi...
Aydınlıklar elbette karanlıkları boğar,
Düşlerin rıhtımında beklediğin ay doğar.
M.Nihat Malkoç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Herkesin bir Uzaklar'ı var
Kiminin Uzaklar'ı, bahçe çitinin bittiği yer, kiminin ise yaşadığı ülkenin sınırlarının bitişiği. Bazılarının Uzaklar'ı, aslında hiç gidilemeyen ama gidilebilmiş olsa herşeyin mükemmel olacağı düşünülen Kaf Dağı'nın ardı. Bazılarının Uzaklar'ı ise her an hazır olan sırt çantasını kapıp gidebileceği kadar yakın...
Uzaklar, nefes alıp vermenin zorlaştığı anlarda tüm baştan çıkarıcı haliyle pırıltılarını gösteriyor. Bazen güneşin ilk ışıkları ayartıyor insanı, bazen hüzünlü yağmur. Kimi zaman da sadece tek bir cümle büyütüyor ruhtaki arızayı. O anlarda 'diğer ben' devreye giriyor. 'Hadi...Gitme zamanı artık' diye kışkırtıyor. Ne kadar mantık 'ben buradayım' diye kendini hatırlatsa da, Uzaklar düşünce bir kez yüreğe, ruhu zaptetmek pek de mümkün olamıyor...
Uzaklar, en çok 'göçebe ruhlar'ı esir alıyor. O ruhlar var oldukları sürece Uzaklar'ın çekim alanından asla kurtulamıyor. Onları bir ev, bir sokak, bir kent, bir ülke ile sınırlamak imkansız. Evlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağa gibiler. Kurulu düzeni reddetip, hep kendi düzenlerini kurmak istiyorlar. Ve o düzen içinde yaşamak.
Uzaklar yüreklerini yakmaya başlayınca bir kez, sahip olduklarından bir çırpıda vazgeçebiliyorlar. Çoğu zaman kendilerini ateşe atıp, geçip karşısına seyretmeyi becerebilecek kadar deli, kendilerini o küllerden yeniden var edebilecek kadar inatçılar. Her yeni mekanda, kentte, ülkede; kendilerini oraya ait hissetmeleri, gördükleri, duydukları, hissettikleri her yeni şeyi bohçalarında biriktirmeleri, yeni insanlar, öyküler ve masallarla renklerini çeşitlendirmeleri, biriktirdikleriyle ruhlarını donatıp, hayatta durdukları noktayı belirleyebilmeleri hep 'göçebeliklerinden' kaynaklanıyor.
Tam 110 yıl önce bir İngiliz aristokrat, Sir James Matthew Barrie, düşlerine kanat takan bir çocuk yarattı. Peter Pan'dı bu çocuğun adı. Hiç büyümek istemeyen, gökyüzünde özgürce uçan, kötü korsanlar, sihirli Kızılderililer, büyülü mitolojik kahramanlarla haşır neşir olan, hayali gerçeğe dönüştürmek için çabalayan, herşeyin önce hayalle başladığına inanan, hayatın aslında bir macera olduğunu anlatan bu çocuk, gerçekte hepimizin içindeki 'hiç büyümeyen' çocuktu...
Göçebe ruhların birer Peter Pan olduğuna inanıyorum ben.
İçlerindeki sese kulak kabartıp ki, bu sesin adı bazen belaya bulaşma, bazen altıncı his, kimi zaman şeytana uyma ama çoğunlukla yüreğin doğrusunun peşine düşmek, o sesin peşinde sürükleniyor göçebe ruhlar. Göçebeliği tescilli olanlar için Uzaklar, yaşamanın doğal bir parçası.
Ben de o tescillilerden biriyim.
93 Osmanlı-Rus Harbi sırasında Kafkasya'dan aylar süren zorlu yolculuk sonunda Anadolu topraklarına ulaşan bir ailenin rengarenk masalları ile büyümüş biri olarak ne genlerimdeki 'göçebelik' terketti beni, ne de içimdeki 'hiç büyümeyen çocuk'.
Bugünlerde ruhum Fas ile flört ediyor.
Bir Peri olsam mesela ve Marakeş'te açsam gözlerimi. Endülüs ile çöl kültürünün harmanlandığı bu büyülü kentin Djemaa El Fnaa Meydanı'nda yılan oynatıcılarını izlesem, falcıların kehanetlerine kulak versem, rakkaselerin hüzünlü figürleriyle dalıp gitsem, hikaye anlatıcılarından aşk ve kahramanlık öyküleri dinlesem. Saatlerce bıkmadan usanmadan gezsem o Binbir Gece Masalları'nın meydanında. Geleneksel çarşıda halıların, derilerin, incik boncukların, baharatların, kumaşların, sepetlerin, vazoların içinde kaybolsam! Çıkış yolunu arasam saatlerce. Cebelitarık Boğazı'nın öteki yakasına selam göndersem usulca. 300 yıllık hanedanlığın hikayesini dinlesem. Palmiye ağaçlarının lifleri ve balçıktan inşaa edilen kasbah evlerde uyusam geceleri. Lirik ezgileri ruhuma nakşedebilmeyi öğrensem...
Akdeniz'in meltemine katıp savurduğum göçebe ruhumun bohçasında biriktirdiklerimi döksem ortaya bir bir.
Dinler miydiniz?
Ceren Keskin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Özlem Süleymanlıgil |
Sanal Kavramlar
"Dil/Lisan"i yeni öğrenen bir beyne -haydi "elma, armut, kapı, kol, araba, vs"yi göstererek öğrettiniz diyelim- ama sanal kavramların anlamlarını öğretmek gerçekten zor; İlk başta, bu vari kelimelerin kafada şekillenmesi için üstünkörü bir tanım yapılıyor -ama, o da ne kadar tam ve doğru- ve onları daha sonra yaşamın içinde göre/duya kendimiz anlamlandırıyoruz. (Tam ve doğru tanımlarına belki de hiç gerek kalmıyor ve kaynayıp gidiyor iki arada eksik ve yarım olan.) Doğal olarak, "Türkçe"nin en güvenilir sözlüğü "Türk Dil Kurumu"na ait olan; Ancak, kimi zaman o dahi kısa geliyor; Hatta, yabancı dillerdeki sözlük karşılıkları bile...
Mesela: "Şeref ve Onur" ve "Gurur ve Kibir"; Çogu zaman, birbirine denk anlamlar olarak veriliyor bu dördü; Ama aslinda aralarında ince detay farklar var. Zamanlardır -ta ki biraz evvel olayı kağıt üstüne dökünceye dek- bu dördü arasındaki ince detayın ve sistematik bağın varlığına inanır, ama net olarak kendimi kendime ifade edemezdim.
"Şeref ve Onur" ve "Gurur ve Kibir"in "Türk Dil Kurumu" sözlük anlamları aynen şöyle:
Şeref: Başkalarının bir kişiye gösterdiği saygıda temel aldığı kişisel değer, onur; Erdem, gözü peklik ve yetenekle kazanılmış iyi şöhret (Yani, bu değer olmazsa başkaları da ona saygı duymaz; Birine saygı duyulabilmesinin, o birinden kaynaklanan temeli... Görüldüğü üzere, sanki "Şeref" eşittir "Onur" gibi gösterilmiş; Ama öyle değil tabii ki...)
Onur: İnsanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet, izzetinefis; Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer, şeref, itibar (Yine görüldüğü üzere, sanki "Onur" eşittir "Şeref" gibi gösterilmiş; ama öyle değil tabii ki...)
Gurur: Kendini beğenme, büyüklenme, kibir; Onur, Şeref; Övunme; Kurum, çalım (Anlamlandırma konusunda iyice eşanlamlı tasarım yapılmış: "Gurur" eşittir "Onur" ve "Şeref"; Ama öyle değil tabii ki...)
Kibir: Büyüklük, ululuk; Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme; Onur, gurur (Abartmayalim canım; Bu kadar da eşanlamli kelime üretmeyelim; Her kelime farklı birsey ifade "edebilmeli";Ne o "Kibir" eşittir "Onur" ve "Gurur"; Tabii ki eksik/yarım anlamlandırma, hatta yanlış bile denilebilir; Bırakın günlük dilde kullananları, konunun uzmanlarının bile konu hakkında net olmadığı cok açık seziliyor...)
Sonuç olarak, konuyu sistematik çözümsel toparlamak gerekirse:
Ortada toplamda bir "Saygı", bir "Başkaları" ve de bir "Kişi" var; Şöyle ki:
Bir kişi -kendisi için saygıya- kendinde sahipse "onur"lu oluyor;
Bir kişi -kendisi icin saygıyı- baskalarında barındırıyorsa "şeref"li oluyor;
Bir kişi -kendisi icin saygının baskalarında barınması gerektiği inancına- kendinde sahipse "gurur"lu oluyor;
Bir kisi -kendisi icin sayginin kendinde varolduğu inancına-kendinde sahipse "kibir"li oluyor...
Temel oluş sadece "Onur" ve "Şeref"... "Gurur" ve "Kibir" ise kişinin kendindeki inançlar...
Böyle de bir saptama iste...
Herneyse...
Bitirirken, son satırımı da şöyle uygun buldum, nacizane:
Özlem s. eydür: "Sanal kavramları sevelim, sevdirelim; doğru kullanalım"....
Özlem Süleymanlıgil
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Veysel İkibudak
|
HAYATINIZIN ÇİZGİLİ YÜZÜ
Can sıkıntılarınızı ceplerinize doldurduğunuz garip günleri yaşıyorsunuz. Tan yeri ağarırken mavi-beyaz sabahlar yaşıyorsunuz sonra, içinizi en afilisinden ferahlatan(!) Egemenlerin, elitlerin, yuvarlak masa ve tapınak şövalyelerinin teokrasi havarisi kesilmelerini izliyorsunuz. İnanmadıkları düşüncelerin misyonerliğine soyunan zavallılar gibi tiksinerek bakıyorsunuz olaylara. İzliyorsunuz...
İçinde biriktirdiğiniz yıllar, sığmıyor kabına artık? Pişmanlıklar ayarsızlığı yaşıyorsunuz belli ki. Varken değeri bilinmeyenlerin, yokken değerlendiği yılan zehrinden bir süreç taşıyorsunuz avuçlarınızda.
Kafanız karışık. Mutsuzsunuz.
Ne geçmişiniz okşuyor sizi, ne geleceğinize bir ad koyabilmişsiniz. Şimdiki zamanın zincirleri bileklerinizde. Kaçıyorsunuz; kendi dehlizlerinize.
Güneşten nefret ediyorsunuz üstelik ve ışıktan. Aynaya bakmak istemiyorsunuz. Savunduğunuz düşüncelere değgin tüm sözler kanatıyor yüreğinizi; ürküyorsunuz, korkudan korkuyorsunuz. Adını bilemediğiniz, tarifini ve tanımını yapamadığınız savaşa hazırlanıyorsunuz görünürde ama cesaretiniz yok. Özgüveninizi kaybetmişsiniz. Yaşamanın sıradanlığını, pısırıklığını özümsemişsiniz anlaşılan.
Bir labirentin içindesiniz deney fareleri gibi. Onlar peynirini arıyor karınlarını doyurmak için, siz ruhunuzu arıyorsunuz, yeniden giymek için. Duygularınız size, siz duygularınıza ağır ihanetler etmişsiniz. Yüreğinizi adam yerine koymamışsınız belli ki.
Aynı düşünceleri savunduğunuz arkadaşlarınıza, tanıdıklarınıza, tanımadıklarınıza yaşatılan acıları, artık kendinize yaşatıyorsunuz bile bile; bir çeşit kendinizi yakıyorsunuz, cezalandırıyorsunuz yani.
"Ben önce böyle değildim!", ya da " Neler oluyor bana?" diye ağlıyorsunuz birer birer, gizli gizli. Ama başınızı yaslayıp hiç bir şeyden çekinmeden sarsıla sarsıla ağladığınız, destek verdiğiniz omzu da aramıyor değilsiniz hani.
Uyku saatinizi, işinizin olmadığı zamanlarda uzatmışsınız. Sizi rahatlatan şey uyku sanırım. Kolunuzu bile kıpırdatmadan saatlerce uyumak...
Her gün biraz daha büyüyorsunuz, her gün biraz daha eksiliyorsunuz. "En iyisi seyretmek olan bitenleri" diyorsunuz. Pencereleri kapatıyor, camları yeniliyorsunuz. Perdeler işlevsizleşiyor artık. Işıklarla ilgili düşünceleriniz çoğalıyor ama bir kibrit çöpünün mutlaka gerekli olduğunu - nedense - unutuyorsunuz.
Şimdi unutuyorsunuz
uyuyorsunuz
uyuyorsunuz ki unutuyorsunuz,
unutuyorsunuz ki uyuyorsunuz...
Uyumak ve unutmak ayinleşiyor coğrafyanızda.
Tarih, uykusuzların savaşlarını, Spartakus'ü, Prometheus'ü ve uykusu kaçanları yazıyor Tabula Rasa'sına... Uykusuzların bayrağını taşıyanları yazıyor, sizler birbirinize "Yalnızca uyu ve unut..." diyorsunuz. İçinde, işsizlik, özgürlük, devrim, örgütlenme, sendika adı geçen sözcüklerden sıkıntı duyuyorsunuz. Uyuyorsunuz...
Durup durup kendinizi sabahların gönendiren mavi-beyazına atıveriyorsunuz; sürekli orada yaşamak dururken...
12 eylül faşizmi silindir gibi ezdi geçti sizi. Onlara "Beşibiryerde" dediler, size "Hapishanede, işkencede..." Şimdiyse "Hiçbir yerde" dir adınız.
Yeni adlar, yeni sözcükler ezberliyorsunuz habire. Dijital bir sinyale dönüştürüyorsunuz umutlarınızı, sayısal düşler dolaştırıyorsunuz kendi boyutunuzun hesaplanamayan açılarında. Katlanabiliyorsunuz artık, kademsiz yalanların ruhlarınıza dokunup geçmesine.
"Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" diyorsunuz kendi kendinize ama başaramıyorsunuz. Başarmaya başladığınıza inanmaya başladığınız da da, sizi kimselerin anlamadığını, anlayamayacağını düşünüyorsunuz sık sık. Yalnızlılığı bir yazgı olarak yorumluyorsunuz artık.
Bazılarınız, biçimsel yalınlık ve yalnızlık yaşarken içinde, işsizlik, özgürlük, devrim, örgütlenme, sendika adı geçen sözcükleri özellikle seçiyor; kabul görmek ve "Biz de sizdeniz" demek, onların karşısındayız, siz de yalnız değilsiniz, uyanın artık" demek için; yalnızlığınızı ve yalıtımınızı kırmak için bu sözlerin sıkça söylendiği yerlere takılıp, güçlüye ait olma hissini yaşayarak güç kazanmaya çalışıyorsunuz. Aylaklık uzun sürüyor, "biz ve siz" tanımları sisleşip karanlığa karışıyor sonra; kendi yerlerinize çekiliyorsunuz, yalnızlaşıyorsunuz kendi çoğulluklarınızda.
Akrepler geziyor içinizde, zehrinizi kusmak istiyorsunuz ama nasıl? İnsan fark edilişlerinin toplamıdır oysa. Kendinizi, kendi ayrıntılarınızın içinde gizleyerek, fark edilmekten kaçınıyorsunuz. İnsanlığın içinize karıştığı siz, asla siz olmadığınızı anlatıyor.
"6. Filo'ya asıl biz 'defol' demeliydik" diyenler artarken, "Ya sev, ya terk et" diyenlere de: "Terk edeceğim ama, devlet vize vermiyor" diyorsunuz.
Başkaları yönlendiriyor hayatınızın dümenini. Kendinizi otomatik pilota bağlamışsınız yani. Yaptığınız hiçbir şey kendinize ait değil sanki, sizi resmetmiyor. İpin ucunu kaçırdığınızı düşünüyor ve kahve fallarının koyu kahverengi olan yaşamınızı değiştirebileceğini umduğunuz pembeliklerin yalanlarına sığınıyorsunuz, oysaki kahverengisiniz siz. Kahverenginin, kahvenin rengi olduğunu biliyorsunuz ama kahve ne renktir bilmiyorsunuz yani. Kökensizsiniz, köken, sizsiniz...
Gözünüzü uykudan açıp aralamaya başladığınızdaki oluşan enerjinizle, kimi zaman bir zavallı olup olmadığınızı da sorguluyorsunuz. Güçlü olduğunuzu söylüyorsunuz korkak ruhunuzun kulaklarına.
Evet, kendinize geliyorsunuz böyle anlarda ama uzun sürmüyor bu durum; enerjiniz çabuk bitiyor. Anlıyorsunuz ki Zülfü Livaneli dinlemekten Ahmet Kaya dinlemeye geçmişsiniz yalnızca: "Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum."
Başkalarına karşı güçlü oluyorsunuz önce. Ayakta kalabilmenin temel koşulunun bu olduğunu düşünüyorsunuz. Yaşam profesyonelisiniz; milyonlarca insan gibi, sizi sıradanlaştıran da bu zaten. Doğru yaşamak istiyorsunuz ama, içinde bulunduğunuz sahiplenmenin kurallarıyla hareket etmek, başkalarının geliştirdiklerine, planlarına, programlarına ve saçmalıklarına ayak uydurmak gibi bir göreviniz var.
Bu duruma katlanamadığınız zamanlarda geçmişin ışığındaki enerjiye sığınıyorsunuz. O zaman da aynada gördüğümüz yüzden nefret etmeye başlıyorsunuz. Tüm aynaları parçalamak geçiyor içinizden. Bu size acı veriyor ama yine de kendi ışığınızı yakamamaktan, lambanızı yıkamamaktan sızı duyuyorsunuz.
Elbiselerinizi başka şeylere zorunluluktan, örneğin sisteme zorunluluktan uyduruyorsunuz üzerinize. Bir zorunluluk hiyerarşisi içinde sıkışıp kalmanın ve özgürlüğünüzü kaybetmenin sancısı bu.
Oysa, "Özgürlük ekmek gibi olmalı/Her gün yeniden yoğrulup, pişirilmeli ve sıcak olarak yenmeli" diyor bir ozan. Siz bayat özgürlüklerle karnınızı doyurmaya çalışırken, esirlik zehirlenmesi yaşıyorsunuz.
Sevdiğiniz şarkıları mırıldanıyor musunuz? Hayır! Çünkü her biri farklı bir anıyı canlandırıyor ve için için bir melankoli yaşıyorsunuz uykunuzu getiren güçlerin söylettirdiği ninnilerde. John Lennon ve Melike Demirağ'ı düşünmüyorsunuz uykunuz geldiğinde...
Şimdi, tüm insanlar gibi, kalabalığa çıktığınızda yanınıza birkaç tane maske almayı ihmal etmiyorsunuz. Çelişkinin çelişkisini yaratarak, kendinize yönelik delici bir enerji ortaya çıkardığınızdan hiç kuşkum yok.
Şefkat arıyorsunuz çoğunuz. Yanaklarınıza dokunulmasını özlemişsiniz, saçlarınızın okşanmasını ister gibi yaşanılası bir dünya özlemi içinde, umutlarınızı askıya almadan, aydınlık bir gelecek düşlüyorsunuz. Bir sıcaklığa sarılmak istiyorsunuz yani. Sizi uykudan, aynı anda da uzaklıktan yarattılar sanırım. Güzelliğin ve uykunun ne olduğu hakkında tam bir fikir sahibisiniz ama, uzaklıktan da yaratıldığınız için mesafeyi kapatamıyorsunuz. Hayat maratonunun ilk yüz metresinde yorulmuşsunuz. Kurguladığınız dünya ile, yaşadığınız dünya arasındaki fark sizi deli ediyor.
Kolektif olmayı isteseniz de içinden geçtiğiniz süreç buna izin vermiyor. Başkalarının sorunlarını, kendi sorunlarınız gibi çözmeye çalışan sevimli bir yanınız var ve bundan hep zarar görüyorsunuz.
Ve en önemlisi, içinizde hâlâ sizi çok seven bir umut taşıyorsunuz. Belki o umudun masum gülümsemeleri ışık yakıp ayakta tutuyor sizi. Yalnızlığınızı, acılarınızı, yaşamınızın her anını o paylaşıyor sizinle. Çok düşündüğünüz, az kitap okuduğunuz, gündemi fazla takip etmediğiniz gibi bir kanıya kapılıyorsunuz nedense. (Neden acaba?)
Bir darbe yenilgisi almışsınız her halinizden belli. Bir arabesk şarkıda söylendiği üzere, "Bütün duygularım ağır yaralı" diyorsunuz ağzınızı açtığınızda.
Adınızın önüne getirilen sıfatın can verdiği, çamurdan adamların iktidarını yaşıyorsunuz en önemlisi. Tecavüze uğramış bir vatanı... bir vatanı öldürüyorsunuz, tasarlayarak ve planlayarak.
Şimdi metaforlar toplamısınız. Bir eğretileme kurgusu var içinizde. Gerçekten yana oluyorsunuz sürekli ama bir türlü gerçeğin ötesine geçemiyorsunuz. İçki içmenin rahatlamaktan çok birbirinizi bulma yolu olduğunu bil(m)iyorsunuz: Tutunamayanların yolu... Belli ki geçmek istemiyorsunuz, korkutuyorlar uyuyorsunuz, uyutuyorlar korkmuyorsunuz.
Savaşta askerler, canları pahasına mayın dolu bir arazide el yordamıyla bulurken yollarını, siz yolunuzu bulmak için gözlerinize ve yüreğinize dahi güvenmiyorsunuz.
Düştüğünüz kuyunun çapı kadar zannediyorsunuz gökyüzünü. Kahverengi baskın geliyor açık maviye. Çekinmeden, dolu dolu bakamıyorsunuz, "gökyüzü herkesindir" diyen birisi mi gerek size?
İnsanlığınızı kaybediyorsunuz yavaş yavaş; ara sıra meyhane masalarında bulur gibi olsanız da, içtiğiniz içkilerin ve sigaranızın etkisiyle, kendinizi denetim altına alma isteğiniz, kendinize yönelik baskı ve güdüleme, patolojik bir kül tablası yaratıyor masa üzerinde. Kokuyor ve kokutuyorsunuz, korkuyor ve korkutuyorsunuz üstelik; yalnızlaşmamak için.
Bunu tersine çevirebilecek gücünüz ve enerjiniz var ama istemiyorsunuz. Kendinizi ağır ağır zehirlemek ve bununla sizi rahatsız eden kavramlara bedel ödemek gibi bir saplantıya takılıp kalmışsınız. Çevrenizde fazla dostunuz yok ama sırlarınızı paylaştığınız biri var mutlaka. Bazen ona da güvenmiyorsunuz; uykulu olduğunuz kadar şüpheci oluyorsunuz onlara karşı da; istenmedik zamanları düşününce.
Duygusal zekânız, matematiksel zekânıza yenilmiş. Yaşamı, bir hesaplaşma alanı olarak algılıyorsunuz; bu da canınızı yakıyor ister, istemez. Ama bazı şeyler var ki haddinden fazla gerçek, bazıları da yaşanamayacak kadar kirli.
"Kendi sabahları Tanrı'yı bile şaşırtır", "İnsanlık tarihi, ezilen insanın üstün gelmesini sabırla bekliyor" diyor Rabindranath Tagore.
Bunu hepiniz biliyorsunuz aslında. Siz varsınız, nefes alıyorsunuz, düşünüyorsunuz ve ne istediğinizin bulanık fotoğrafını netleştirmek gibi bir isteğiniz olmalı o zaman.
Yeniden gülmeyi başarabilirsiniz, yeniden umudetmeyi, uyanmayı, mavi-beyazın sonsuzluğunu görebilmeyi; düştüğünüz kuyudan çıkıp. Oysa güçlü olmak zor bir şey değil; kabuğu kırmak, kendi sabahlarınıza ve güneşe yeniden merhaba demek de... Güneşin size, sizin ışığa gülümsediğiniz günlerin sıcaklığını, dostluğunu anımsamak ve bu anımsamanın kalıcılığında ışığınızı yakıp uykudan uyanmak da zor değil...
Her şeyi kaydetmişsiniz de, birbirinize bakışınızı silmişsiniz; en çok da buna yanarım.
Veysel İkibudak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Işık Etkin <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.906 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
İNADINA
Güneş çıkıyor her gün,
Ayarlanmışçasına
Kendinden bekleneni
Anlarcasına.
En son batarken kızarıyor yüzü
Bir şey verememenin utancıyla.
Güneş çıkıyor her gün,
Küçük bir fısıltıyla duyuluyor
Pazarcının ağlayışı;
Ve kızgın bir güneşe mi bağlıdır
Emekli dedemin maaşı?
Dokunsalar düşeceğim aslında,
Eve de ekmek mi gidermiş
Bu temmuz sıcağında?
Güneş çıkıyor her gün,
Bir bardak suyu kuruturcasına.
Sanki inadına asılı
Gözümün üstündeki kaşı
Hatırlatırcasına.
Nihat ÇAPAR
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Bir çok insan Türkiye haritası üzerinde illeri tek tek tanıdığını ve hatta gözleri kapalı bile olsa yerini anında gösterebileceğini söyler. http://www.teknolojitelevizyonu.com/index.php?s=oyun&oid=33 kısayolundaki harita ise bunu ispat edebilmeniz için iyi bir fırsat. Hadi bakalım hodri meydan.
İnternet üzerinden online kahve falı baktırmak istermisiniz http://www.falim.com.tr/start.asp?id=falci kısayolunda kahve falınıza baktırabileceğiniz gibi ayrıca isimoloji başlığında isminizle ilgili fal baktırmanız veya kendiniz ve sevdiğiniz kişiyle ilgili aşk falı baktırmanızda mümkün.
Diyelimki siz bir işletme sahibisiniz veya bir işletmede sorumlu yönetici konumundasınız. Senelerdir kullanmakta olduğunuz markanız size rakip olmaya çalışan başka bir firma tarafından taklit edilmeye ve hatta sizden daha fazla tanınmaya başladı. Bu durumda ne yaparsınız? Eğer markanız tescilli değilse hiç bir şey yapamazsınız. http://www.marmarapatent.com.tr/marka_bilgi.htm kısayolunda markanızı nasıl tescil ettireceğinize dair bilgiler bulunmakta. Siz siz olun sonradan zor durumda kalmamak için en kısa zamanda önleminizi alın.
Bisürü bişey'in olduğu ve sürekli kaşındıran bir web sayfası http://www.uyuzum.com . Arkadaşlar içeriği biraz abartmışlar, yani ne ararsan var gibi bir web sayfası yapmışlar.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
|
|
|
|
|