|
|
|
21 Temmuz 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Turistik gezintideydim!.. |
Merhabalar,
Çok sıcaktı çok. Dün yolum Sultanahmet'e düştü. Özlemişim aslında, helalinden bir köfte de yedim mi sıcak falan vız gelir dedim. Ama ne mümkün. İşleri bitirdikten sonra yaklaşık 15 dakika güneş altında yürümem gerekti. Allah sizi inandırsın, bir gölcükten sus sıçradı üstüme de kolum coss etti. Ya da bana öyle geldi. Köfteciye 50 metre kala vazgeçtim. Arabaya gerisin geri yollandım. Bir on dakika da öyle yürüdüm desem, ceman 25 dakikalık öğle vakti bir güneş altı gezintisi bana yetti de arttı. Millet sıcaktan bunalmış olsa gerek alışılmışın dışında bir tenhalık vardı Sultanahmet'te. Gülhane Parkı'nın önünden Sirkeciye yanımda yüzelli metrelik 2 adet metrotramvayla yanyana kardeş kardeş dakikalarca gitmekte ayrı bir filmdi. Zaruretten yaya, oto, tramvay hepsi aynı yoldan gidiyor. Trafik ışıklarında duran, önündeki taksi yolcusunu alsın diye bekleyen koca bir tren. Dur kalk yapmaktan bacağını ovuşturan bir vatman. Sahi onlara vatman mı deniyordu? Pek kolay rastlanmayacak bir manzara. Ama son derece uyumlu. Sakil duran, yadırganan hiçbirşey yok. Yolların artık lime lime olmuş görüntüsü bile insanı çok fazla rahatsız etmiyor. Eee turistik memleketin hali de bir başka oluyor. Benimkisi de tam bir züğürt tesellisi oldu değil mi? Neyse siz beni pek kaale almayın. Laf olsun torba dolsunvari konuşuyorum gecenin kör vaktinde. Siz iyisi mi aşağıya doğru hareketlenin. Birbirinden güzel yazılar "oku beni" oku beni" diye bağırıyor. Haydi bakalım hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana Aşkınla Paklar mısın? |
|
Yüce ALLAHIM,
yarattıklarını koruyup gözettiğini biliyorum..
Yüce makamına kalbi dualarımla sesleniyorum..!
En kocaman en kutsal meleğinin kanatlarına beni biraz alır mısın?
Azıcık sığınabilir miyim?
Çok yorgun ve yaralıyım da..
Yüce makamına halden anlayan memur meleklerinle aciz yüreğimin en tenha köşesinden bir kuş uçuşu,bir balık süzülüşü,bir çiçek açılışıyla gün doğuşu, batışıyla ay ve yıldızlarıyla doğuştan ölüme varlığımızla sesleniyorum?
Halden hale geçiş bu hal midir ALLAHIM?
Nasibettiğinden gayrısına razı olmadı hiç bu yüreğim..
Bedenimi taşıyan ayaklarım gönlüm gibi, ne yere ne göğe, sadece sevgiyle buluşmak istiyorum gelecek ecelle..
İnsanı bencillik hastalığından kurtaran tek iksir aşkmış,sevgiymiş esirgeme ALLAHIM…
İyilik,merhamet,dürüstlük,sadakat,şefkat ve sayamadığım doksan dokuz çeşit kutlu adınla sar, sarmala bizi..
Bize de sunduğun bu özelliklerimizi bin bir türlü rezillikle sildik,süpürdük,yedik tükettik…
Şimdi pisliğimizle yaşamakta zorluk çektiğimiz, geçmişin saflığından aldığımız, kör vampirlerin gebe bıraktığı bir dünyayı, geleceğe miras bırakıyoruz…
Öyle büyük
Öyle güzel
Öyle affedicisin ki ALLAHIM senden başka kime yazar seslenirim?
Öyle kocaman sevgini vermişsin ki yarattıklarına kalplerimize sığdıramayıp bölmüşüz sevgiyi, anne, baba, çocuklar, çiçekler, kuşlar, kelebekler, günler ve aşklar..
Birbirinden ayrı,ayrı bütün sevgileri meleklerinin de yardımıyla toplayıp sana dualarımızla gönderiyorum…
Sevgilerin sevgisi aşkınla paklayıp yeniden yollar mısın ALLAHIM?
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
DAĞLARA GEL DAĞLARA
Yaşamın ona sunduğu şartlara göre kendini iyi yetiştirmiş ve yaşamın evrensel doğrularına ulaşmış, net perspektifler çizen bilgili bir insandı ilkokul öğretmenimin. Onun öngörülerinden olumlu etkilenmiş olmalıyım ki, dağları çok severim. İlyas öğretmen derdi ki "küçük tepeler üzerine çıkarsanız ancak eteklerini görebilirsiniz; ama yüksek bir dağa çıkarsanız size yaşam sunan çevreyi görebilirsiniz. Bunu insanlara da taşıyabilirsiniz".
Sevgili öğretmenimin kendi yüreği içerisinde damıttığı ve bizlerle paylaştığı bu öngörüsü benim dağlara tutkunluğumun sebebi oldu. O gün bu gündür ne zaman bir küçük boşluk bulursam dağlara vururum kendimi. Dağlarla yeni bir güç kazanırım, inanç tazelerim. Çünkü dağlar öğretti bana çok şeyi. Örneğin Ağrı Dağı'nda büyüklüğü ve yüksekliği öğrendim. Artık büyüklüğü ve yüksekliği tanımlarken hep Ağrı Dağı beliriyor zihnimde. Güvenmeyi ve güvenilmeyi öğrendim dağlarda. İkibin yılında Aladağlarda uçurum kenarlarından kar geçişi yaparken öğrencilerimin ellerime, yaşamlarını bıraktığını gördüm. Yaşamın gizemini öğrendim dağlarda. Çünkü Anadolu demek, dağlar demekti. Çünkü kıtaların kayma kuramıyla da çok net ortaya çıkmıştır ki Afrika levhası sürekli Avrasya levhasına, Anadolu altından girmekte ve ilk giriş bölgesi olan bu toprakları sürekli yükseltmektedir. Torosların da, Doğu Anadolu dağlarının da oluşum öyküsü bu gelişmeye bağlantılıdır. Hangi araçla seyahat etsem gözüm daha çok dağlardadır. Hep onlara bakarım, hep onları düşlerim. Hasan Dağı'na aşık oldum desem inanır mısınız bilmem ama içimde o dağın izlerini görebilseydiniz bana hak verirdiniz.
Hollandalı bir arkadaşım "Anadolu'yu iki özelliğinden çok seviyorum derdi. Birincisi dağları, ikincisi dağlarda bulunan relikt (kalıntı) canlıları". Yükseltisi olmayan bir ülke vatandaşının bu sevgisine şaşmamak gerek ama büyüsüne kapılanlar için dağların insan yüreğinde doldurduğu alan hiç te azımsanamaz. Anadolu dağlar ülkesi, Anadolu yüreğim; dağlar yüreğim. Gayri başka sevdalar kar etmez bana.
Bu düşlerle başladı haftasonu kaçamağımız. Uzun yıllardır Ankara yolunda hep özlemle izlediğim bir dağ vardı, Akdağ. İsmini bolca taşıdığı beyaz kireç taşlarından almış olmalı. Bölgenin en yüksek dağlarından biri olan bu dağ, Akdeniz ve İç Anadolu hatta Ege bölgesinin de kesişme bölgesi kabul edilmektedir.
Sabahın ilk ışıkları ile tırmanmaya başladık. Seyrek çam ağaçlarının arasında yer yer ikincil süksesyona ait gelişmeler vardı. Meşeliklerde çalı bülbüllerinin hiç bitmeyen serenatları yorgun gönüllerimizde tanımlanmaz akisler oluşturuyordu. Hafif esen sabah yeli Anadolu'nun has bitkisi kekiklerin tadımsız kokularını taşıyordu. Yavaş tempo tırmanırken dağın bizi kucakladığını hissediyorduk.
Kampımızı binbeşyüzmetreye kurduk. Akdenizin ünlü sıcağı günün yarısına doğru kendini göstermeye başlamıştı. Basit bir öğle yemeği ve kısa bir dinlenmeden sonra yola devam ettik. Eşyalarımızın bir kısmını kampta bıraktığımız için hareketlerimiz kolaylaşmıştı.
Çam ağaçları aşağılarda kalmıştı. Artık ardıç ve kısa boylu yayvan ağaçlar görülüyordu. Dev kireç kayalıklarında kartal ve diğer yırtıcı formların çığlıkları yankılanıyordu. Yırtıcılar hoş geldiniz demeden ziyade, teritoryum sınırlarını bize iletiyorlardı. Binsekizyüz metreye ulaştığımızda tırmanmak zorlaşmıştı artık. Eşim devam etmeme kararı verdi. Oysa ikiyüz metre tırmanabilseydi (çıkınca fark ettim), eğimin azaldığı çıplak bir alana ulaşılıyordu. Altmetreye göre üçyüzmetrelik bir yükseklik kaldığı görülüyordu. Geriye dönüp eşimi almak düşündüm ama planımızın bir saat gerisindeydim. Tempomu hızlandırdım.
Parçalanmış kireç kayalıklarının örttüğü eğimli alanda küçük boylu ince ya da dikenimsi yaprakları olan formasyonlar görülüyordu. Artık Akdeniz sıcağı, yükseklerin serin esintisi nedeniyle hissedilmiyordu. Eğimin 40-45 dereceye düştüğü çıplak alanda hız kesmeden ilerliyordum.
Önümde sonlanan bir uç nokta görülüyordu. Altimetre hesabına göre buranın zirve olma olasılığı yoktu. Yine de heyecanlanıyordum. Gözüken noktaya yaklaştığımda küçük bir vadiden sonra bir başka tepenin beni beklediğini gördüm. Bunun zirveden önce son tepe olmasını dileyerek tırmanmaya başladım. Tepeye çıktığımda karlarla örtülü zirveyi gördüm. Sanki duvağını takınmış bir gelin başı gibiydi. Beni bekliyordu. Değişen basınç ve oksijen düzeyinden mi, yoksa bu güzeli görmüş olmamdan mı bilmiyorum kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Tırmandıkça buranın zirve olduğuna inancım artmıştı. Tatlı bir serinlik başlamıştı. Temmuz ayında karlar üzerinde sesler çıkartarak yürümek çok keyifliydi. Artık tırmandığım doğu tarafın tüm cephesi görüntü alanımdaydı. Botlarımın seslerinden başka hiç ses duyulmuyordu. Görünen üst noktaya çıktığımda, son dik bir alanın başladığını gördüm. Duvağı açmaya az kaldığını düşündüm tanımsız bir heyecan sardı tüm vücudumu. Biraz daha güçlendi bacaklarım. Adeta koşar adım ilerliyordum.
Ve batı cephenin görüntüleri belirmeye başladı. Son noktaya 3-5 metre kaldığında yavaşladım. Bu anı tadını alarak, kare kare yaşamak istiyordum. Küçük adımlarla ilerledim artık zirvedeydim. Bütün yerleşim birimleri ayaklarımın altındaydı. İnanılmaz görüntülerden büyülenmiştim. Nereye bakacağımı şaşırmıştım. Yere oturdum. Üstümde pırıl pırıl, masmavi bir gökyüzü; aşağıda Küçücük tarlalar, uzanıp giden incecik yollar gözüküyordu. Bir yanımda Gelincik, hemen solumda Davraz, sıra sıra Söğüt dağları sanki karşı komşularımız gibiydiler. Sanki gidip "Davraz teyze, annem dedi ki bir maniniz yoksa akşam size geleceğiz" diyesim geldi. Kaç dakika büyülenmiş bir şekilde kaldım bilmiyorum. Büyük ustanın çok farklı bir dünya için yazdığı mısraları aklıma geldi birden.
"Toprak, güneş ve ben.
Ve ben artık hiçbir şeyi
hattâ seni bile düşünmezken
takıldı birdenbire gözüm
birbiri ardınca bozkırın ufkundan sökülüp
ağır beyaz yelkenler gibi gelen bulutlara".
Sonra devam etti mısralar bir bir. Hatta son bölümü kendimce değiştirip dağlara uyarladım.
"Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
ne baş aşağı, ne baş yukarı.
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Sade DAĞLAR (toprak), güneş ve ben.
Bu anda yeter bana bu kadarı
bahtiyarım.
Bu görüntüleri ölümsüzleştirmek geldi. Çantamı açıp kamerayı çıkardım, güç düğmesine bastım. Aman Allahım hiçbir hareket yoktu. Hemen pil yatağını açtım, ne yazık ki hiç pil yoktu.
Güneş batma hazırlıklarına başlamıştı. Aşağıda eşim olmasa geceyi burada geçirmeyi çok isterdim. Bir başka buluşmaya erteledim bu güzelin koynunda gecelemeyi. Eşime götürmek üzere çantama biraz kar doldurdum, rüzgar gibi aşağılara doğru savruldum.
Bu günlerde tatil yapan ya da yapmayı planlayan dostlara bir günlerini dağlara ayırmalarını tavsiye etmek istiyorum. Eminim ki dağlar ülkesi Anadolu'nun bu eşsiz güzelliklerinin büyüsüne siz de kapılacaksınız. Kim bilir ben gibi iflah olmaz yaralar alacaksınız. Size Akdağ'dan değil ama tırmandığım çeşitli dağlara ait resimler sunuyorum. Yüreklerinizi serinletsin diye.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan NE YAZSAM GİTMİYOR KENDİME |
|
Bazen sizde de oluyor mu, bilmem. Ne zaman kafamda bir şeyler kurgulamaya otursam, bazen bir cümle beynimi dağıtmaya yetiyor.
Dünden beri Van'dayım. 27 saatlik Bursa-Van yolculuğunu mu anlatsam, yoksa kız evindeki halayları mı yazsam diye düşünürken, bir şiire konu olabilecek yukarıdaki başlık, beynime bir saksı gibi düşüverdi.
Yazma serüveni yolculuklara benziyor. Ne zaman karşına ne çıkacağını bilemiyorsun. Bir gün diye başlayan ve nasıl söze girdiğini anlatmanın heyecanıyla unutan bir ahbabın durumuna düşüyoruz kimi zaman. Buraya nerden gelmiştik? Bu soru, çoğu kez dilini kalem kullanmaktan daha çok yeğleyenlerin sıkça başına gelir. Şimdi de ilginç bir yol anısı yazmayı düşündüm ancak olayın geçtiği Erzurum'un ilçesi aklıma bir türlü gelmedi. Sağda solda Türkiye haritası aradım, nerdeee? Sonunda arkadaşlara sorayım dedim. İlk sorduğum daha ilk isimde adını anımsayamadığım ismi söylemez mi? Ardından, "Harita gibi çocuğum!"diye de espriyi patlattı haklı olarak. İşte kimi zaman böyle acil yardımlar da olmuyor değil. İçinizden bilgiye erişim konusunda akıl verenler de olacaktır mutlaka. Örneğin Alvin Toefler şöyle demiş:"Geleceğin cahili, okumayanlardan değil, bilgiye nasıl erişeceğini bilmeyenlerden olacaktır." Ben de bu konuda daha hızlı arama motorları yerine insanlara başvurmakla bildiğim yoldan şaşabiliyorum işte, ne yaparsınız.
Gelelim şu İspir öyküsüne. Mevsim batıya göre ilkbahar ama doğuya göre henüz uğramamış buralara. Gündüz okul okul dolaşmışız. Yorgunluk izleri yüzlerimize gece karanlığında pek yansımıyor. Arabamızda kırmızı lamba paniği yaşıyoruz. Yolda in cin top oynuyor. Nereye başvurduysak da benzin alma umudu yitiyor. Her geçen dakika aleyhimize çalışıyor. Tek şansımız var, o da, dağlık alanda yokuş aşağı iniyoruz. Vitesi boşa alarak benzin tasarrufu etmeye çalışıyoruz. Bir yandan söylensem de çaresi yok. Yanımdaki gençler de üzgün. Şoförün yanında oturuyorum. Gözüm yolda, pür dikkat. Birden bir karaltı beliriyor yolun ortasında. Belli ki bir hayvan. Ancak o güne değin gördüklerimden değil. Yavaşça yaklaşıyoruz. Aramızda birkaç metrelik mesafe kaldığında bir de ne görelim? Boz bir ayı! Belli ki, Kastamonu ormanlarından buralara kaçmış? Hani "Daş düşebülü, kesin ayı çıkabülü!"diye ünlenen şu gidemediğim ilimizden!!! Ne yapmasını bilemedim. Önümde duran fotoğraf makinemi bile fark edemeden yavaşça ormanın derinliklerine inine doğru sıyrılıp gitti.
Yaban hayatını koruma çalışmalarının böyle sürprizlerine siz de hazırlıklı olun derim ben.
Bakın ben size başta ne dedim? Şimdi ne yazıyorum değil mi? Gelin de bu işe pes demeyin. Kazım beye özenmiyor da değilim hani; adam söze Kocaeli'nden bir giriyor, Mersin'den çıkıyor ama Allah var arabası hiç mola vermiyor. Oysa insaf edip arada "sayın yolcularımız arabamız 30 dakika yemek ve ihtiyaç molası vermiştir!"diye anons etmiyor, doğrusu. O da biliyor ki, eğer müşterilere mola vermeye kalkarsa hepsi bir taşın kenarına çoktan sıvışacaklar, Allah Allah, diyerek. En çok da,"Ben buraya nerden geldim?"demesi yok mu, işte orda kopuyoruz resmen. Ben birisine beddua edecek olsam ki, pek de sevmem ama "Başınıza Kazım hoca muhabbeti düşsün!" diyorum.
Evet, ne yazsam gitmiyor kendime! Oysa kendimi size anlatmayı düşündüğüm bir yazı olmalıydı. Ancak Van'daki sıcaklar da beni kendime getirmeye yetmiyor. Oturup darmadağınık anekdotlarla kendimi serinletmeye çalışıyorum. Adını gölden alan otobüs firmasıyla yola çıktığımızda hava aydınlıktı. Yakınımda bayanların ikişer üçer çocukları gündüz olmanın etkisiyle hareketleri beni fazlaca rahatsız etmiyordu. Ana kucağından düşmeyenlerin arada çıkardıkları cızırtılı sesleri ise gecenin zorlu geçeceğinin işaret fişekleri gibi kulağımda yankılanıyordu. Kendimi çocukları seven biri olarak bilirim. Onları sever, okşarım. Fakat uzun bir yolculuğu ayağımın altında, arasında dolaşan çocuklarla nasıl geçireceğim konusunda kesin bir fikrim yoktu. Bu arada bin bir güçlükle servis yapmaya çalışan 35'ini aşmış muavin ya da yeni adıyla hosta takılmaya, samimi olmaya başlamıştım. Bir süre gazeteyle zamanı değerlendirsem de çevremdeki "Bremen mızıkacıları" seslerini yükseltmeye başlayınca kaderime küsüp, yol arkadaşım olan baş yastığıma daha çok gömülesim geliyordu. Birkaç molanın ardından gün gitmiş, gece lambaları yakılmıştı. Arabadaki çocuk sayısını merakımdan hotsa sordum, cevabı, 22 idi. Ancak eklemeyi unutmadı, başka bir seferde çocuk sayısı 30'un üzerindeymiş. Ya sabır çekmekten başka çare yoktu. Hem ona hem de bana. Koca araba tam dolu yanı sıra ekstra 22 çocuk, iki kaptan bir muavin yani 70 kişi! Nasıl nefes alacağımızı bilen de yok. Arada zehirli gaz saldırılarına hedef olduğumuzda imdadımıza oda spreyi yetişiyor, çok şükür.
Gece uyku saati geldiğini filmin bitmesinden anlıyoruz anlamasına ama bebeklerin bu incelikten anlaması ne mümkün! Anaları da gamsız, hiç uyaran da yok. Çaresiz kötü adam rolü oynamak bana düşüyor. Onları bet bir sesle uyarıyorum. Bayağı da etkili oluyor, kimi annelerden teşekkür bakışları alıyorum. Oh be, deyip gözümü yummamla beraber koluma tosan bir çocuğun muavinden su istemesi yeniden sinirlenmeme neden oluyor. Koridorda, annesinin ayaklarının altında yatan üç çocuğun birini kucağıma almaya kalksam inanın üstümde kalacak, gideceği son durağa kadar yol arkadaşım olacak. Belki sen de hiç insaf yok mu, diyeniniz de çıkabilir ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Hem yaş hem de işim gereği yere ayak bastığımda ise ayakta kalabilmem gerekiyor. Kendi başıma nasıl keyf çatabilirim ki? Sonunda gecenin kahramanı olmaktan vaz geçiyorum. Bencillik baskın çıkıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla sabah çorbacısına yarı uykulu bir halde gidiyorum. Geceyse bir kabus gibi gözlerime çökmüş.
Bir zamanlar çalıştığım Muş ovasına dalıyor gözlerim. Devletin yıllarca ihmal ettiği topraklardaki çalışan insanları görünce toprağın uyanan bir dev olduğunu anlıyorum. Yapılanlar yeterli mi? Soruyorum yan tarafımda oturan Muşlu bir genç üniversite öğrencisine. Aldığım yanıt, ne yazık ki umut verici değil. Bölgede iki baraj inşaatı yarım bırakılmış. Sanayileşme konusunda ise hem yerli zenginlerin hem ulusal zenginlerin yatırım desteğine gereksinimi var. Halk yavaş da olsa bir değişim yaşıyor. Bunu sağlayan etkenlerden biri de, terör yüzünden köyünü terk edenlerin uzunca bir süre şehirlerde yaşaması olduğunu genç kızın anlattıklarından anlıyorum. Ailesiyle uzunca bir süre Mersin'de yaşadıklarını; içindeki okuma azmini ancak namusunu koruyarak gerçekleştirdiğini ve bunu ailesine kanıtlamak zorunda kaldığını da belirtti. Sonuçta, şimdi onu örnek alan komşularının da kızlarını okula göndermeye başladıklarını söyledi. Onun ortaokulda başlayan yatılılık yaşamı ister istemez bana kendi yatılı günlerimi anımsattı. Onun yaşadıklarını çoğumuz sıradan bir öykü gibi görebiliriz. Oysa dikkatle dinlendiğinde onun genç yaşında ne denli onurlu bir misyon yüklendiğini kolayca anlayabiliriz. Onu, doğulu kadınların okutulduğu takdirde toplumdaki yerlerinin nerede olacağını gösteren iyi bir örnek olarak düşündüm.
Böylesine zorlu geçen bir yolculuğun sonunda, makus talihini yenmeye çalışan doğulu genç bir kızdan okuma mücadelesini kısa da olsa dinlemiş olmak, yorgunluğumu unutturdu diyebilirim.
"Haydi Kızlar Okula!" Kampanyasını, bu genç kızın öyküsünü dinledikten sonra çok daha önemser oldum. Lütfen bu kampanyayı sitemiz aracılığıyla destek olalım; gündemde tutalım ki, doğuda, güneydoğuda sessiz çoğunluk olan kadınların acılarını hafifletmeye bizim de ufak bir katkımız olsun...
Düğünümüzse henüz bitmedi…Çekilecek daha çok halayımız var…Bir başka yazıya, ne dersiniz?
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
SIVACI
Sıvası henüz bitmiş apartman inşaatının mumla aydınlanan bir odasında kalıyorlardı. Apartmanın sıvasını altı kişilik bir ekip kurarak altı ayda bitirmişlerdi...
Ne günlerdi. Çizmelerle harcın içine girerler. Küreklerle harç kıvama gelinceye kadar kararlardı. Şakaklarından dökülen terler hem harcın suyu hem de bedenlerinin hantallığını gideren bir iksir oluyordu. Ellerine kürekleri aldıkları zaman tek kelime etmezlerdi. Kireç, çimento, kum ve su enstrümanlarının olduğu bir ayine girerlerdi.. Bu ayin ( harç karışımı) aşağı yukarı on dakika sürüyordu. Bu süre boyunca küreği harca daldırıp kaldırmak kolun üstüne on onbeş kilo alıp tekrar yere bırakmak gibi bir şeydi. Harcın yapışkan özelliğini de hesaplarsak bu ağırlık on yedi on sekiz kiloya kadar çıkardı. Bu ayin bittiğinde onun ellerinin içi su toplamış olurdu. Biriken suyu tırnaklarıyla deriyi yırtarak patlatırdı. İnce bir sızı duyardı. Hele ortaya çıkan yeni deri tabakası havayla temas edince daha bir acı verirdi... Harçlarını yaptıktan sonra sigaralarını yakar tuğlalara sırtlarını yaslayarak mini bir yorgunluk faslı verirlerdi. Ardından işbaşı için tekrar kalkarlardı...
Saygıyı sevgiyle gösterdiklerini ifade etmek için Hallo diyorlardı ona. Yaşça onlardan büyük olan, çelimsiz ve kamburu çıkmış bu adam, bir düzine evlat ve torun sahibiydi. Veren el değildi ama alan el de olmak istemiyordu. El avuç açmamak için bu yaşında hem kötüleşen sağlığına hem de bir düzine evlada sahip olmasına rağmen gurbettin o sevgisiz ve hor ortamını tercih etmişti. Hallo soylular gibi bir gurur taşıyordu. Üstelik sefaletin sefilleştiremediği bir dili ve duruşu vardı...
Hep "Hallo harç" diye bağırırlardı. Hallo da her nerdeyse hemen koşar gelirdi. İhtiyaçlarını karşılar, bir diğer usta "hallo harç" diye bağırıncaya kadar ilk geldiği ustanın yanında kalırdı. Hallo tam beş ustaya amelelik yapıyordu. Her ustanın harcını, kahrını çekmek zorundaydı...
"Hallo harç" diye malasını el arabasına vurarak istedi. Hallo koşarak geldi "he kurban harç he" dedi. Hallo el arabasına harcı doldurduktan sonra, "he kurban şimdi bi tene cıgara içem. Ondan sonra biraz da dinlenem tamam" diye ricada bulundu. "Tamam hallo sen rahatına bak biraz" dedi ve sıva küreğinin üzerine aldığı harcı malasına alarak kırmızı tuğla yüzeyine yer yer mala içi, yer yer de malanın dışıyla vurmaya başladı. İki metre yetmiş santim yüksekliği beş metre de uzunluğu olan duvara vurduğu sıvayı mastarla teraziye getirerek düzeltiyordu. Kaba sıvanın terazide olması gerekiyordu. Çünkü kaba sıva ince sıvanın astarı sayılırdı. Ve ince sıvanın iyi ve güzel oluşu kaba sıvayla doğrudan orantılıydı... Altı ay boyunca duvar duvar, oda oda, kat kat yapıp bitirdikleri inşaata böyle çalışmışlardı...
Bu süre boyunca gerek kaba gerekse ince sıvasını yaptıkları ve mumla aydınlattıkları bir oda da kalıyorlardı. Badanasız duvarlar. Duvara çakılan çivi askılıklar. Mumun isiyle kararmış tavan sıvası. Tavan dibindeki örümcek ağları. Yere serilmiş günlük gazete sayfaları. Piknik tüpün üstündeki yemek tenceresi. Çay bardakların, kaşıkların ve küp şekerin üstünde dağınık bir şekil durduğu oturma masası. Çivisi, süngeri çıkmış sandalyeler. Ve koca bir gökdelene açılan oda penceresi. Geniş bir oda sayılmasa da yatmak için uygun bir yerdi yine de. Odanın duvar diplerine düzenli olarak sığdırdıkları ranzalarda yatıyorlardı. Düzgün, birer metrelik ve boyunlarına denk düşen uzunlukta olan tahtaları, yerden yarım metreden az fazla olan beşe-onlara çivileyerek yapmışlardı ranzalarını. Tahta ranzalarının üstüne memleketlerinden gelirken yanlarına aldıkları ana ve yar eliyle dikilmiş döşeklerini atıyorlardı. Ana ve yar kokusunun sindiği döşeklere her gece, çimentonun, kirecin, kumun, harcın, tuğlaları sıvamanın yıprattığı bedenlerini öylece bırakıyorlardı. Kütük gibi uzandıkları tahta yataklarında bedenlerini bırakarak ruhlarını düşlere iliştirip gidiyorlardı her gece bir yerlere.
Kimi eşiyle, anasıyla, çocuklarıyla köyde koyunlarını, keçilerini güdüyordu. Kimi, nişanlısıyla memleketinin bozkırında lalelerin, papatyaların, çayır-çimenin arasına doğanın bir parçası olarak giriyordu. Kimi, asker kardeşiyle nizamiye kapısında demi çekmemiş çayı yudumluyordu. Kimi biriktirdiği parayla aldığı kaynak ve soru kitaplarıyla üniversiteye hazırlanıyordu. Kimi memleketine dönerken fiyaka olsun diye, yassı burun siyah renkli kundura, lacivert takım elbise, beyaz gömlek ve siyah kravat alıyordu kaldırım mağazalarında gurbettin.
O ise bir gün önce güncel bir gazete ekinde okuduğu Italo Calvino'ya ait, "ben gerçeği söyleyen bir yalanım" cümlesinin anlam dehlizlerine yol alıyor ve sanki biriyle konuşuyormuş gibi mırıldanıyordu. "Acaba" diyordu, "hangi düşünceyi sindirmişti bu sözüne Calvino." Tarih Calvino'yu en iyi kurgusalcılardan biri olarak bellemişti. "Acaba söylediği bu söz, zihninin diline düşürdüğü öylesine bir kurgu(evham) muydu? Bu sözü Calvino'nun, salt kurgucu yönüne hasrederek mi okumak gerekirdi. Hem kurgusal bir dillendirim olsa bile ne fark ederdi ki. Söylenmiş bir söz vardı ve kime ait olduğundan çok teorik ve pratik karşılığının neyi ifade ettiği önemliydi. Gerçeği söyleyen yaygın çoğunluk acaba bu sözün neresindeydi. Vitrine çıkartılan dürüst tarafların ve doğru sözlerin aynıyla ruhun ve içsel kimliğin de doğruları ve gerçekleri olduğunu kaç kişi söyleyebilirdi. Kur'an'da bu sözün-ifadenin açılımı kıymetinde duran bir ayette Allah, "siz insanlara iyiliği-doğruyu-gerçeği söyleyip kendinizi unutuyor musunuz…" derken, dilde olanın kalpte de olması gerektiğinin pratiğini acaba kaç kişi oluşturabiliyordu…
Gerçeğin, gerçeği dillendirenin asliyetini yansıtmadığı gerçeği dışında gerçek olan ne var ki şimdilerde" diyerek son bir mırıldanmayla uykuya daldı. Uyku her birinin düşüne perdelerini ağır ağır çekerken bir çok şey tadında kalıyordu...
Gurbetin sabahları, çiy düşmüş çimenlere çevirirdi insanı. Beden kasılır, damarlar çekilirdi. Kanın vücuttaki dolaşımı pek nazlı olurdu. Uyuşkan ediciydi gurbetin sabahları. Önceki günden arta kalan yorgunluk sabah uykusuyla kendisini daha bir cebbar kılıyordu. Güneş sızmayan odalarına magandaların dakikalarca çaldıkları korna sesleri giriyordu. Günün başlama sirenleri peşi sıra çalıyordu. Marşı basmayan arabaların kafa ütüleyen boğuk sesleri. Caddelere, arabalara, taksilere akın eden insanların kulak tırmalayan uğultuları, uykunun en leziz tarafını bertaraf ediyordu. Bitaraf şehrin bertaraf olmuş insan yığınlarının marifetiyle bir sabah daha mutat olduğu üzere başlıyordu. Yarasalardan daha önce uyanan şehir insanı, varolmanın savaşını kazanmak için imkanlarını ve fırsatlarını çoğaltırken onlardan her biri, boyun tutulmasından, kas birikmesinin vücutta oluşturduğu kesif ağrılardan, sağa sola hareket kabiliyetini yitiren bedenlerinden, gün boyu mala ve kürek tutan ellerin, parmakların kavileşmesinden, elleri açıp kapamada diş bileten zorlanmalardan muzdarip bir şekilde tahta ranzalarının gıcırtısı içinde yorganlarına ve yastıklarına usulca son bir kez daha sokulduktan sonra kalkabiliyorlardı…
Aralarındaki iş bölümünü bir çizelgeye bir tamime ya da bir programa göre belirlemiyorlardı. Herkes bir diğerinin yaptığı işi tamamlamaya çalışıyordu. Biri çay demlerken bir diğeri bardakları yıkıyordu. Ekmek, zeytin, peynir, reçel almaya giderken biri, diğeri masayı, yerleri siliyordu... Doğal, içten gelen ve kendiliğinden ortaya çıkan bir iş düzenleri vardı...
Nihat Turan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Petunya : Öykü Özü BU SABAH |
|
Yaprak hışırtılarına uyandıran bir güneşle,
gazete diye sessizliğimi okudum.
Bir şeyler var sanki,
her sayfada biraz daha,
kaybettiren kelimeleri...
Bir bardak kremalı kahve,
sigarasız
ve huzurlu;
sineye çekmek gibi hayalleri,
bir şeyler var sanki,
her yudumda,
daha da gururlu…
Sıcak rüzgarlar esiyor gözlerimin tam ortasında;
ama kısık gözlerim,
tam açılmıyor,
gördüğüm sadece birkaç gri çizgi,
onları da rüzgarlarım yapıyorum.
Bir şeyler var sanki,
her kitapta biraz daha,
unutturan bildiklerimi…
Kahvenin üstüne serinnn bir bardak su,
taze,
ve daha yeni koyulmuş cam bardağa;
şimdilerimi yaşamaya çalışmak gibi,
her yudumda,
daha da ben olan bir şeyler…
Tüm susmalarımdan daha yeni,
daha gizli sakladığım sırlardan,
ve söylediklerimden daha ortada,
tam da dilimin ucunda,
benim bile sezmediğim,
bir şeyler var bu sabahta…
Öykü Özü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Laura Avadar Türkiye'yi festival telaşı aldı |
|
Karpuz kabuğu sonunda denize düştü! Hal böyle olunca İstanbul başta olmak üzere tüm Türkiye'yi tatlı bir festival telaşı aldı. Türkiye, "caz"landı, "can"landı, çok kültürlülüğünün farkına bir kez daha vardı. Sanatı sokağa, vapura taşıdı...
Uluslararası İstanbul Adalar Festivali'nin teması "çok kültürlülük"
İki yakası kavgalı şehirden bunalanların, kendilerini ilk attıkları yer olarak bilinen adalar, bu yıl ikincisi düzenlenen Adalar Festivali'ne ev sahipliği yapıyor. 24 temmuza kadar sürecek olan festival kapsamında, Büyükada, Heybeliada, Burgazada ve Kınalıada çeşitli ülkelerden gelen yüzlerce sanatçının konseri, sergisi, film ve tiyatro gösterileri ile farklı kimliklere bürünüyor bugünlerde. Bu yıl ki "Uluslararası İstanbul Adalar Festivali"nin teması ise "çok kültürlülük". Yerel kültürleri evrensel değerler çatısı altında bir araya getirmek ve Adalar'ın kültür sanat merkezi olarak öne çıkmasıysa asıl hedef.
Konser verecek sanatçılar arasında kimler yok ki, yurt dışından Aliki Kayaloğlu (Yuanistan), Helmut Eisel Band Music (Almanya), Krotola Perküsyon Grubu (Yunanistan). Türkiye'den Moğollar, İstanbul Flarmoni Orkestrası, Münip Utandı, Atilla Demircioğlu, İnci Çayırlı etkinliğin önemli simaları. Surp Vartanans ve AG34 koroları ile Maral Dans Grubu, Truva Halk Oyunları Grubu'nun da performans sergileyeceği festivalde şiir de unutulmamış! Ataol Behramoğlu, Gülsen Tuncer, Roger Collins ve Bekir Sıtkı Erdoğan şiir günlerinin değerli isimleri.
Genco Erkal ise Nazım Hikmet'in İnsanlarım adlı oyunuyla renk katacak festivale.
Elias Petropulos'un 'Bir Yeraltı Dünyası' adlı ödüllü belgeseli de merakla beklenen etkinlikler arasında!
Festival mekanları arasında Büyükada San Pasifiko Kilisesi, Büyükada Aya Yorgi Kilisesi önü, Su Sporları Kulüpleri ve Turing Kültür evi var.
Kabataş-Büyükada arasında caz eşliğinde Boğaz keyfi
Adalar festivali son hız sürerken, 12. Uluslararası İstanbul Caz Festivali çerçevesinde caz severler, Kabataş- Büyükada arasında caz eşliğinde boğaz keyfi yaptılar geçtiğimiz günlerde.
Sanatı vapura taşıyan 5 saatlik gezide, New Orleanslı The New Wave Brass Band ve Türk usta müzisyenlerden oluşan Brass Latin'in neşeli müzikleriyle 'Prof. Dr. Aykut Barka' vapurunu dolduran 1000 kişiye unutulmayacak dakikalar yaşattı. Dolduramayanlarsa sadece hayallerinde yaşattı.
Sanat bu kez de sokağa taşındı...
Hayat şartları giderek ağırlaştı. Sinemaya, tiyatroya, konsere gitmek artık bir çokları için lüks sayılıyor derken, Konak Belediyesinden "Tiyatro & Piyano Sokak Buluşmaları" müjdesi geldi. Sanat bu kez de sokağa taşındı. 14 Temmuz- 1 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek festival tiyatro oyunlarından, piyano dinletilerine, çocuklara yönelik 'Direklerarası' Ortaoyununa kadar bir çok etkinliği bünyesinde topluyor.
'Can Şenlikleri'ne Datçalılar sahip çıktı
Festivaller birbirini kovalarken, Datça semalarında kötü bir haber gelmişti fazla değil bir kaç hafta önce. İsmi artık Datça ile özdeşleşen şair Can Yücel'in 12 Ağustos 1999'daki ölümünün ardından, anısına her yıl düzenlenen 'Can Şenlikleri'nin altıncısı bu yıl ekonomik nedenler gerekçe gösterilerek Datça Belediyesi tarafından yapılmayacağı bildirilmiş, Can Baba'nın festivali para engeline takılmıştı. Festivaline sahip çıkan Can Yücel'in 8 yıl yaşadığı Eski Datça Mahallesi sakinleri, şimdi şenliği kendi çabalarıyla düzenlemeye hazırlanıyor.
Datçalılar İstanbul, Ankara ve İzmir'den gelecek sanatçıları kendi imkanlarıyla ağırlayacak. Datça bu yıl da "can" bulacak, bu yıl da şiirle yaşayacak! Ya da Güler Yücel'in dediği gibi, "festival bu sene de gelecek senelerde de yapılacak!"
Laura Avadar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.906 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Çoktan seçmeli
Her şey çoktan seçmeli,
Arkadaşlıkta, dostlukta,
Ağlamakta, gülmekte.
Bakmakta, görmekte.
Görmemekte çoktan seçmeli.
Bakmak gökyüzüne,
Saymak yıldızları,
Saymak attığın her adımı,
Koşarak yürümekte,
Şükretmekte, çoktan seçmeli.
Bakarken bir ağaca,
Düşünmek ne kadar güzel diye,
Severek bakmak güzelliklere,
Ve gördüğüne selam vermekte,
Vermemekte çoktan seçmeli.
Bir bardak çayı aldığında eline,
Gülebilmek kendine.
Aynaya bakıp bir selamda,
Verebilmek kendine,
O da çoktan seçmeli.
Her gördüğüne gülümsemek,
Hoş görmek insanları,
Affedebilmek en kötüyü,
Acıları silebilmek bir kalemde,
Silmemekte, çoktan seçmeli.
Kelimeler, cümleler,
Edalar, gülmeler,
Dilediğinle yaşamak,
Dilediğin gibi.
O da çoktan seçmeli.
Neslihan Güzel
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
Bir çok insan Türkiye haritası üzerinde illeri tek tek tanıdığını ve hatta gözleri kapalı bile olsa yerini anında gösterebileceğini söyler. http://www.teknolojitelevizyonu.com/index.php?s=oyun&oid=33 kısayolundaki harita ise bunu ispat edebilmeniz için iyi bir fırsat. Hadi bakalım hodri meydan.
İnternet üzerinden online kahve falı baktırmak istermisiniz http://www.falim.com.tr/start.asp?id=falci kısayolunda kahve falınıza baktırabileceğiniz gibi ayrıca isimoloji başlığında isminizle ilgili fal baktırmanız veya kendiniz ve sevdiğiniz kişiyle ilgili aşk falı baktırmanızda mümkün.
Diyelimki siz bir işletme sahibisiniz veya bir işletmede sorumlu yönetici konumundasınız. Senelerdir kullanmakta olduğunuz markanız size rakip olmaya çalışan başka bir firma tarafından taklit edilmeye ve hatta sizden daha fazla tanınmaya başladı. Bu durumda ne yaparsınız? Eğer markanız tescilli değilse hiç bir şey yapamazsınız. http://www.marmarapatent.com.tr/marka_bilgi.htm kısayolunda markanızı nasıl tescil ettireceğinize dair bilgiler bulunmakta. Siz siz olun sonradan zor durumda kalmamak için en kısa zamanda önleminizi alın.
Bisürü bişey'in olduğu ve sürekli kaşındıran bir web sayfası http://www.uyuzum.com . Arkadaşlar içeriği biraz abartmışlar, yani ne ararsan var gibi bir web sayfası yapmışlar.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
RoamDrive 1.0 beta2 [3.45 MB] 98/ME/NT/2000/XP Free
http://www.roamdrive.com/download.html Sonunda birileri akıl edip yapmış işte. Biliyorsunuz Gmail, MSN, Hotmail, Yahoo verdikleri ücretsiz email servisinde kapasite artırma yarışındalar. Bir hesap açtığınızda size ayrılan kapasitenin %10'unu kullandığınızda kendinizi mutlu hissediyorsunuz değil mi? Oysa size ayrılan geride 2GB tan fazla yer kalıyor. Orayı bir seyyar hard disk olarak kullanmaya ne dersiniz? İşte bu program, örneğin gmail hesabınızdan arda kalan kapasiteyi size dilediğiniz gibi kullanma şansı veriyor. Atın resimlerinizi, dosyalarınızı ve emailinize erişebildiğiniz her yerde elinizin altında olsun. Ancak bilgisayarınızda Microsoft .NET Framework 1.1 olmasını istiyor. Yok ise önce onu yüklemeniz gerekiyor. Özellikle çok gezen ama bilgisayarını taşımaya üşenen kahvecilere tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|