|
|
|
22 Temmuz 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kahve Molası mola veriyor!.. |
Merhabalar,
Başlık herşeyi anlatıyor değil mi? Birkaç haftadır aldığım "Out of office" mesajlarının haddi hesabı yok. Haklı olarak sırası gelen alıyor izni kaçıyor. Bunun benim için mutluluk verici olduğunu sanmıyorsunuz herhalde. Bu sıcakta çalışmak zorunda kalanlardan biri olarak, değil mutlu olmak hüzünlerin en derinine dalıyorum. Sonunda dayanamadım karar verdim. Çalacağım bizim patronun kapısını, "Ver kardeşim bize de izin." diyeceğim, dedim. Dedim demesine de patron kim onu bilemedim. Sonra beynimde şimşek çaktı. "Kardeşim" dedim kendi kendime, "Kahve Molası'nın patronu kahvecilerdir, git iznini onlardan iste, fazla da dabur dubur etme!." İç sesime hak verdim, sizleri temsile birkaç yakın dostuma açtım telefonu, durumu izah ettim. Sağolsunlar kırmadılar beni, gereken izni verdiler.
Özetle, şöyle bir derin nefes almak, biraz kendimi özletmek, biraz sizleri özlemek, çokça biriken işlerimi halletmek, kağıttan mamul dergimizin dördüncü sayısını hazır etmek, belki Kahve Molası'na birşeyler ekleyebilmek üzere bugünden itibaren 8 Ağustos Pazartesi gününe kadar Kahve Molası'na mola veriyorum. Mola sırasında sadece yeni sayılar hazırlanıp sizlere yollanmayacak. Sitemiz en dinamik haliyle işlevini sürdürecektir. Bendenizin de gözü kulağı üzerinde olacaktır. O nedenle sizler yazılarınızı, dilekleriniz ve şikayetlerinizi her zaman olduğu gibi bana göndermeye devam edebilirsiniz. Daha doğrusu etmelisiniz. Bu konuda anlayış göstereceğinizi umuyor ve sizlere güzel bir Dean Martin şarkısı hediye ediyorum, That's Amore. Ayrı kalacağımız bu 2 hafta boyunca hepimize ılık, başarılı ve sağlıklı günler diliyorum. 8 Ağustos'ta buluşmak üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Dostluk Dersleri |
|
Geçen hafta Yönetmen Angelopoulos'un üçlemesinden söz etmiştim. Farkında olmadan değişik filmlere dokunarak bir yazı üçlemesi de ben hazırlıyormuşum meğer.
Durun şaşırmayın. Bazen böyle olmaz mı; planlamalarımız dışında yürüdüğümüz yol önceden bütünüyle kestiremediğiniz 'ara durakları' önümüze çıkarmaz mı?
Bu yazıda paylaşacaklarımı, üstelik bunun bir dinlence öncesi son yazı olacağının da azcık ayırdında olarak, bir süredir aklımdan geçiriyordum. Üç beş paragrafını önce zihnimde sonra ekranda yazmadım da değil! Ancak yine de 'en iyi filmler' seçkisinden izleyeceğim son filmin -bir çizgi filmin- "Spirited away" (Ruhların Kaçışı adıyla çevrilmiş) bütün bu karaladıklarıma çok ta uygun düşen içeriği ve mesajıyla neredeyse bu satırların başından itibaren anılmayı hakedeceğini ve bu yazıcığın çatısını, odalarını dahi şekilleyeceğini önceden kestiremezdim elbet!
Eh "Önce İnsan" ve "Bu da bizim göçmenliğimiz"e bu "Dostluk Dersleri" ni de ekleyip; hem film sohbetlerine hem de insan, sevgi ve dostluğa dair sözlerime bu şekilde oluşacak bir 'üçleme' ile bir başka biçim vermek (belki de paylaşanlardan bunu beklemek) te 'sevgi' ile kalkışmanın bir hoş sürprizi olsun artık!
Böyle başlayınca, bir önceki yazıya yeniden dönmek zorundayım işte. Saint-Exupery'in "Çağımdan tiksiniyorum" sözünün karamsarlığına Camus'un katılmayışını ve "Biz değerlerin en köklüsü için savaşacağız" sözünü Oktay Akbal'ın yazısından alıntılamıştık ya. Yine Oktay'ın satırlarıyla biz de aynı soruyu soralım bakalım: "Camus'un 'değerlerin en köklüsü' saydığı nadir, peki? Savaşacağımız o 'değer' hangisidir? Camus, 'Bilgisizliğimizi bildik mi, yobazlığı attık mı, dünyayı ve insanları sınırlandırdık mı, bir sevdik yüzü, kısacası güzelliği bulduk mu, eski uygarlıklarla bir yerde buluştuk demektir.' diye yazıyor. Camus'a göre çağımız dostluk denen değeri yok etmiştir. Tiksinti buradan geliyor. Dünyayi yeni baştan kurarken 'dostluk'u katacağız harcına. Güzellik, dostluk, aşk!"
Bir başka üstat Erdal Atabek'in 5 Ocak 2004 tarihli gazetedeki köşe yazısını anmayacak mıyız şimdi? "Evet Sevgi… Evet Dostluk…" başlıklı yazıda Atabek, "Sevgi, dostluk, sadakat, vefa, değerbilirlik kalmadı; ama neden?" diye sormuş? Sonra da şöyle yanıtlamış sorduğu soruyu. "Kapitalizmin insana yaptığı en büyük kötülük budur. Kapitalizm, insana parayı ve üstün olmayı öğretti. Parayla satın almayı ve üstün olmayı öğretti. İnsanlara 'parayla üstün olmak özgürlüktür'dendi, onlar da kabul ettiler. Birbirlerini ezdiler, tükettiler. Artık herşeyleri vardı. Bunları birbirlerine göstererek mutlu olacaklardı. Ama hiç mutlu olmadılar. Hiç mutlu değillerdi. Neden mutlu olmadıklarını da bilmiyorlardı. Neden içlerinde hiçbir şeyle dolduramadıkları büyük bir boşluk vardı?"
Atabek aynı yazıda tamamlıyor. "... Çünkü sevgi yoktu. Sevdikleri vardı, çok sevdikleri vardı ama sevgileri yoktu. Dostluk yoktu. Dostları vardı, görmeden duramadıkları dostları vardı ama dostlukları yoktu!"
İşte sinema yazarlarının kendi beğeni listelerinde geçen yılın en iyi ikinci filmi olarak belirledikleri o güzelim çizgi film 'Ruhların Kaçışı'nda da güya sanal bir dünyadan alınan kesitten aynı sıkıntılar çıkıyor. Tekdüzeleşen, makineleşen, yeniden köleleşen, gözü doymaz ruhlar! Bu toz duman içinde dostluğun, sevginin tüm zorluklara karşın ayakta kalışı. Dostluğun, sevginin kazanması, bunun varlığının yeniden hatırlanması.
Filmler böyle de… Bugün bu gerçek dünya da…. Bazen düşünürüm, nereden başlayacağız? Nereden başlamalıyız?
Örneğin… Okullarda 'dostluk dersleri' konsa! Bir öneri benimkisi!
- Şimdi ders ne?
- Dostluk.
- Ne işliyorduk ya ?
- Dostlarla paylaşabildiklerimiz.
- Sınav ne zaman ?
Her zaman !
Hocalar(ı) dostluk dersleri için sınıflara girseler. Yoklama yapmasalar. Hiç yoklama korkusuyla dostluk derslerine girilir mi? Ne kitabi, ne defteri? Kitabı, defteri olur mu dostlukların? Önceleri bir tanışma dönemiyle geçse dersler. Öğrenciler birbirlerini ve hocalarını, hocalarsa öğrencilerini tanımaya çalışsalar. Kuşkusuz her dönem bu zaman öğrencileri ve hocaları kendilerini tanımaya, keşfetmeye de götürse!
Götürür!
Ders saati bitse. Zil çalsa yani! Ara verilse. Günlük hayattaki ve derslerdeki ezberlere, koşuşturmalara, fotokopilere, kandırmacalara, hırslara dönülse. Sonra ertesi gün, sırası geldiğinde yeniden 'dostluk dersine' girilse. Önce öflenip, püflense; sonra kaptırılıverse. Yeni konulara, yeni konukluklara açılmalar başlasa.
Merak örneğin. Sevgi sonra. Hatırlama. Akla düşme. Yanına gitme. Güvenme. Derdine ortak orma. Kendini onun yerine koyma. Yanılma. Yeniden deneme. Zaman tanıma. Tam akıllar karışırken, o günkü derste bitiverse.
Hayat ve dersler akıp giderken, hocalar öğrencilerini, öğrenciler hocalarını düşünmeye başlasalar. Ne öğrendik bu hafta? Birbirleriyle tartışsalar. Kızsalar, yanıldıklarını sansalar. Dalga geçseler. Vazgeçseler.
Ancak ertesi hafta yeniden ders saati gelince. Sınıflara girilse ve bırakıldığı yerden her şey devam etse. Arada devamsızlıklar olsa da, tatiller, bayramlar. Dönemlerin, yılların sonuna doğru herkes farklılaştığını gözlemleyebilse. Hissetse.
- Bir şeyler öğreniyoruz be!
- Hangi dersten?
- Hangisinden olacak, dostluktan.
- Bakalım notlar nasıl olacak?
- Notu pek iyi değilmiş diyorlar!
Dostlukların notu mu olurmuş?
Olur mu sahiden?
Haftalar, aylar hatta yıllar birbirini kovalasa. Kuşkular azalsa. Anlaşılanlar, paylaşılanlar artsa. Bunun aynı zamanda bir olgunlaşma, bir insanlık dersi olduğu da farkedilse. Zaman zaman bütün bunların dersi olmayacağı düşünülse de, 'mecburen' devam edilse !
Devam edilse… 'Dostluk' yeniden öğrenilinceye kadar!
Diplomaların yanında, 'dostluğun' öğrenilmesi. Buna çaba gösterilmesi.
Az kazanç mı sayılır?
Not : 'Kahve Molası'da, ben de bir 'mola' istiyoruz !
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Marmaris Balıkçısı : Osman Günay Kayısılı domates |
|
Yaz mevsimini sever misiniz? Ben bayılırım.. Haklı değil miyim yoksa?! Denize daha yakınsınız bir kere, titremeden, kahramanlık etmeden "cup" atlayıverirsiniz kollarına.. "Deniz banyosu" sonrası da, o ince, o huzurlu ve tatlı yorgunluğun derinlerinde, kıvrılırsınız gidersiniz bir köşelere.. Sonra meyveler vardır, hem serin, hem tatlı, hem sulu. Karpuz, üzüm, şeftali, kiraz, kayısı.. Sıcaklarda bir dilim ayarında soğutulmuş karpuz, buz gibi, kütür ve sulu bir şeftali sizi nerelere götürür getirir, nasıl teslim alır ruhunuzu ? Yoksa sizin ruhunuz o teslim ol(a)mayanlardan mı?..
Ben kendi payıma, bu yaz tatlarına fena tav olurum.. Hem ruhumu teslim eder, hem yüreğimi hoplatır, hem de damağımı şaklatırım.. Kıpkırmızı yaz domatesiyle beyaz peynir hayal ederim, ya da buğulu üzümle keçi peyniri ve taze ekmek!!.. Belki de kavun-beyaz peynire takılırsınız, her ne kadar yanına bir kadeh rakı gibi bir "haylazlık yapmaya teşvik" getirse de, ruhumuzu teslim ettik ya; "Ruhuma sahip olabilirsin ama vücuduma asla!!" der ilerleriz, bazen de "Varsın ikisi de senin olsun!" dendiği de olur, bilirsiniz..
Deniz seyahatleri de daha bir keyifli, daha bir verimli olur, yazın günler uzundur, rüzgarlar canlıdır.. Bizim buralarda zaman zaman karayeller biraz ayarını kaçırsa da üflemenin, her şeyin bir çaresi var.. Ya demiri çakar oturursun, rüzgara kapalı, çam ağaçlı, dibi pırıl bir koyda tentenin altına, ya da yelkenleri küçültüp, rüzgarlık-yağmurluk kuşanır (yağmurdan daha çok ıslanırsınız, hem de şap gibi tuzlu Ege suyuyla) rüzgara kafa tutarsınız.. Neyse her seçeneğin ayrı bir zevki, ayrı bir tadı var. Bazen ondan bazen bundan, bu seçeneklerin fazla olması insan hayatına zenginlikle safa getirir, hem de, her kim, ne kadar isterse!.. Yoksa olanaklarınızın "az\yetersiz" olduğunu söyleyenlerden misiniz? Vallahi inanmam!!
Kayısılı domates salatası size yeni bir seçenek olur belki..
Yok , "Yahu, lafı yine dönüp dolaştırıp gırtlak meselesine bağladın, ya tente altında bira yudumluyor, ya da laci denizde beyaz köpükler içinde orsa çekiyorduk, biraz daha yazlık hayat tüyosu versene!" diyecekseniz, baştan söyleyeyim; "Seyahate çıkmak istiyorsanız çıkarsınız, sizi tutmayayım. Naçizane, yeni bir tadı ifşa etmekteki amacımız, damağınızda da, burnunuzda da, dilinizde de yolculuk edebileceğinizi hatırlatmaktır".
İsteyen istediği türden yolculuk eder, karışmam!. Otobüsle uçak, bisikletle motorsiklet ya da deniz vasıtaları, hep insanların kullanımı için icat ve imal edilmişlerdir. İnsanların böyle şeyler uydurabilmek için ne kadar kafa patlattıklarını düşünürseniz biryerden bir yere gitmenin "insan" için, hem de tüm tarihinde insanlığın, ne kadar değerli olduğunu ayrımsarsınız.. Üstelik, çoğunuzun ayakları da var, dolaşın dolaşabildiğiniz kadar!! Hemen ilave edeyim, ben kendi payıma oradan buraya giderken (hangi vasıta ya da organla olursa olsun) ağzımda yeni\hoş bir tat duyuyorsam, ruhumda bir yeni pencere açılıyor, inanmazsınız! Hadi lafı yine uzattık, şu "Kayısılı Domates Salatası" tarifini vereyim de kurtulun..
Yaz dedik ya, tam domatesin yenme zamanıdır.. Kıpkırmızı, etine dolgun, kokulu, lezzetli domateslerden alın.. Kabuklarını soyun, dilimleyip çekirdeklerini de atın.. Domates başına iki adet kayısıyı da tavla zarı büyüklüğünde doğrayıp karıştırın.. Bir tane de hafif acı yeşil biberi kıyıp ilave edin.. Biberin acısına güvenemezseniz çarliston biber koyun, ama sosa yeşil tabasko ister o zaman.. Bana sorarsanız hafif acıyla kayısının tatlısı pek hoş oluyor.. Birazcık tatlı hardalla, balzamik sirkeyi çırpın, tuz-karabiber ilave edin, mis kokulu sızma zeytinyağınızdan da koyunca, hepsini çırpıp, bir kaşıkla yavaş yavaş sosunuzu kasenizdeki domateslerinize yedirin.. Üzerine taze nane ve maydanoz koyarsanız, renkle koku da tamam oluyor.. Bir dahaki sefere yeşil soğan da koymayı planlıyorum. Merak eden, yeni lezzetleri kovalamaya elleri kaşınanlar deneyebilir.. Yazın günler uzar demiştik, ama yazılar kısalır!! Daha fazla kafa ütülemeden uzayayım ben.. Hepinize tadı-tuzu yerinde, keyifli günler dilerim, yaz ayları gibi canlı-mutlu olsun hayatınız....
Osman Günay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 15 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
fa sol LA : Leyla Ay ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Zehra |
|
Gerçek bir yaşam öyküsüdür...
Paulo Coelho'nun kitaplarını okumayı severim. Son kitabı 'On Bir Dakika' nın ön sözünü okurken epey şaşırmış, hatta yazarı beni işitebilecekmiş gibi yüksek sesle söylenmiştim.
Kitabı okuyanlar anımsayacaktır. Dünyanın en eski mesleği olan fahişelik üzerine kurulu bir aşk masalını anlatan bu kitabın ön sözünde, yazar; böyle bir konuyu neden işlediğini okurlarına uzun uzun açıklamak gereği duymuş, sanki bir nevi özür dilemiştir. Benim şaşkınlıkla söylenme sebebim ise; yüzyıllardır yaşamın tam orta yerinde, gelmiş geçmiş tüm insanlığın her zaman tam karşısında asılı duran böyle bir konuyu işleme hakkını, okur olarak ona çoktan vermemden kaynaklanıyordu.
Bugünlerde bir çok yerli ve yabancı yazarın ilk kitapları yayınlanıyor. Dikkat ediyorum; çoğu ilk kitap 'cinsellik' konusu üzerine kurgulanmış kitaplar. Bu konunun epey ilgi gördüğü ve bu yazarların kitaplarının diğerlerinden çok sattığı bilinen bir gerçek.
Böyle bir ortamda, bir çok kişi 'cinselliği' kolaylıkla işlerken, hatta birlikte oldukları kişileri listeleyip, ilişkilerinin en özel ayrıntılarını deşifre ettikleri kitaplarını yayınlatırken, yazdıklarını okumayı çok sevdiğim dünyaca ünlü bir yazarın böylesi toplumsal bir konuyu ele alışında, lafı gevelemesini, İncil'e değin uzanan örneklemelerini açıkçası gereksiz bulmuştum.
Dünya üzerindeki herhangi bir okuru olarak, tüm toplumsal konuları işleme özgürlüğünü ona çoktan verdiğim içindi bu serzenişim.
Tüm bunları neden mi anlattım?
Farkındasınız, ben de epeydir lafı geveliyorum.
Bir gün geldi, ben de Paulo Coelho'nun dilediği özre benzer bir özrü Zehra'nın öyküsünü anlatmaya başlamadan önce dilemem gerektiğine inandım.
'Çığlık Öykülü Kadınlar'ı yazmaya başlarken; gördüğüm, bildiğim, işittiğim soluğuna çığlık karışmış bütün kadınları, zamanım ve enerjim yettiğince birer birer anlatmayı amaçlamaktaydım. Zehra'nın öyküsüne ise; kalemim birkaç kez gidip, geldi. Her defasında yazdıklarımı yırtıp, attım. Aylar boyu onun öyküsünü yazmayı geciktirdim.
Şimdi anlayışınıza sığınarak, bu gizli toplumsal yaranın üzerinde iğreti şekilde duran kabuğun arasından görünen cerahatın, benim gördüğüm rengini sizlere tarif etmeye çalışacağım.
Sıra onun öyküsünde;
.....
Elindeki sigaranın çoktan tükenmiş olduğunu, artık izmariti içtiğini fark etmedi bile. Sol elinin işaret parmağı ile orta parmağının sigara tutan ucu, izmaritin rengine benzer bir renge bürünmüştü. Dişlerinin rengi de onlar gibiydi. Bir iki kez öksürdü. İlk kez ona; kontrolünü kaybetmiş küçük bir kız çocuğu olarak rastlıyordum.
Sümüklerini çeke çeke ağlıyordu. Saçları darmadağındı. Sigarasının ucuna yeni bir tane daha ekleyip; sönmek üzere olan izmaritin ateşiyle yenisini yaktı. Dişlerinin arasından gelen tiz bir ıslık sesiyle dumanı ciğerlerine doğru çekti. Uzun süre içinde tuttuğu dumanı, daha açık renge bürünmüş halde dışarıya bıraktı. Bakışlarını gözlerimden kaçırıyordu.
Evin içinde sadece ikimizin olduğunu çok iyi bilmesine rağmen, sanki birilerinin dinleme ihtimali varmış gibi, sağı solu gözleriyle kolaçan etti.
Boğazını açmak için, bir iki kez daha öksürdü. Anlatmaya başladı:
.....
-Kapının yanında dikilip, içeriden gelen gülüşme seslerini dikkatle dinleyip, anahtar deliğinden gözetleyip, gözetlememe kararsızlığı geçirdiğim o gün, tüm olanların vahametini daha bir anladım.
Artık doktora gitmeliydim.
Ertesi gün kendimi Türkiye'nin en iyi psikologunun muayenehanesinde buldum. Randevu saatimin gelmesini bir saat kadar bekledikten sonra, tam sıra bana gelmek üzereyken oradan sıvıştım. Anlatmaya cesaretim yoktu.
Şu andan sonra işiteceğin her şeyi, her cümleyi ilk kez seninle paylaşacağım... İnan ilk kez.
Teneffüs zili çalmıştı. Uzun teneffüslere özgü telaşımızla merdivenlerden koşa koşa kantine doğru indik. Ortaokuldaydım o zamanlar. Sanırım Orta iki... Çoğumuzun bir tost ve bir kolalık harçlığı bulunurdu. Avuçlarımızda sıkıca tuttuğumuz bu parayla, kantin kuyruğunda salçalı tostlarımızı sipariş etmek için sıramızın gelmesini beklerdik. Kantinin önü çok kalabalık, itiş kakış olurdu. O gün, orası yine çok sıkışıktı. Benden öncekilere bakıp, sıranın bana gelme olasılığını hesaplarken, arkamdan birinin bana dokunduğunu fark ettim. İlk başta anlam veremedim. Kafamı geriye doğru çevirip, kimin dokunduğunu anlamaya çalıştım. Arkamda birkaç kişi vardı. Yeniden önüme döndüm.
Bir süre sonra aynı şeyi yeniden hissettim. Biri bana dokunuyordu. Bu sefer daha fazla yaklaşmıştı. Utandığımı, tüm vücudumdan sıcak bir terin boşaldığını, yüzümün kıpkırmızı olduğunu hatırlıyorum. Arkama yeniden bakmaya cesaret edemeyip, kalabalığın arasını yararak, oradan kaçarcasına uzaklaştım. Bunu yapan kimdi, bunu hiçbir zaman bilemedim. Ama o an arkamda bulunan, o üç çocuğun yüzü bugün bile aklımda.
Eve giderken kendimi çok kötü hissettim. Sanki kirlenmiştim. Hemen koşup, yıkanmak istiyordum. Birisi benim iznim olmadan bedenime dokunmuştu.
Hava kararmaya başlamıştı. Kardeşim ve bir arkadaşını çeşme önünde oynarken gördüm. Ne kadar masumdular.
Eve vardığımda okul çantamı bir kenara fırlatıp, hemen banyoya koştum. Üzerimi çıkartıp, duşun altına girdim. Defalarca yıkandım. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum, sürekli midem bulanıyordu, kusmak istiyordum. Lavaboya eğiliyor, öğürüyor, öğürüyor ama kusamıyordum. Annemin tüm meraklı sorularını geçiştirerek, hastalandığımı, dinlenmek istediğimi söyleyerek kendimi yatağıma attım.
Yarı uyur, yarı uyanık olanları düşünüyordum. Bu olayı çok büyüttüğüm için kendi kendime kızıyordum. Alt tarafı itin biri benden izinsiz, o ufacık şeyiyle popoma dokunmuştu. Sayıklar gibi 'Hayvan oğlu hayvan' diye mırıldanıyordum, 'İt oğlu it!'
Gözlerimi sıkıca kapattım, kendimi uykuya teslim etmek, uyumak ve tüm olanları unutmak istiyordum. Biliyordum, sabah kalktığımda sadece ince bir sızı kalacaktı. Diğer üzüntülerimde bu hep böyle olmamış mıydı. Uyku her defasında beni yenilemeyi başarmıştı.
Yatakta sağa sola dönüyor, uyumaya çalışıyordum. Aklımdan o anı çıkarmak istiyordum. İnsanın kendini aciz hissettiği anlar vardır, o an sanki tüm basireti bağlanır, yapmak istediklerini bir türlü yapamaz. Dönüp, o çocuğun suratına neden bir yumruk atmamıştım? Hangisinin? Birine atsaydım işte. Tam suratının orta yerine indirseydim yumruğu. Çığlık çığlığa bağırsaydım. Nöbetçi öğretmen koşup gelseydi, hangisiyse hangisi, üçünü de çekselerdi disiplin odasına.
Ama bunları yapmamıştım. Onun yaptığı davranıştan utanıp, oradan kaçmıştım. Bu düşüncelerle uyumaya çalışıyordum.
Birden bir şey oldu. Göz kapaklarım bana bir oyun oynadı. Büyük, siyah bir perde, ortasından iki yana aniden açılıp, kapandı. Açıldığı anda gözlerimi yakacak güçte bir ışık huzmesi belirip kayboldu. Yıldırım düşmüş gibi. Buluttan buluta atlayan bir şimşek gibi.
İyice huzursuzlandım.
Az sonra, aynısı yine oldu. Bir daha... Bir daha... Ben sağa sola döndükçe, tiyatro perdesine benzer bir perde orta yerinden ayrılıyor, içinden göz yakıcı şiddette bir flaş patlıyor, yine sönüyordu.
Uyumalıydım... Ama nafile...
Ve o perde yavaş yavaş açıldı:
O korkunç aydınlığın orta yerinde iki kişi duruyordu artık. Yüzleri seçilemeyen iki kişi. Bir şeyler yapıyorlardı. Bir şeyler söylüyorlardı.
-Ne yapıyorsun?
-Karnım ağrıyor, az sonra geçecek. Hadi yanıma gel.
-Oynamak istiyorum.
-Bak, bebeğin burada. Sana şeker almaya çıkacağız sonra.......
Annene anlatmayacaksın tamam mı?
-Neyi?
-Hiçbir şeyi. Çikolata da alacağım sana.
Kimdi bunlar? Kimdi? Onların kim olduğunu anlamak istiyordum. Kulaklarımda korkunç çınlamalar başladı. Her şey üzerime üzerime devriliyordu. Tüm çocukluğum, hayatla olan tüm düğümlerim çözülmeye başlamıştı. Büyük gürültülerle on iki yıllık çocukluk yaşamım devrilmeye başlamıştı.
O çocuğun kim olduğunu seçtim.
O adamı tanıdım.
Onlar, bizdik.
O çocuk bendim.
Beş yaşında mıydım? Yoksa dört mü? Allah'ım neden iki değil? Ya da üç? Bir daha hiçbir zaman anımsamayacağım yaşta değil de, bir hayvan oğlu hayvanın bana dokunmasından sonra günışığına çıkacak yaşta.
Üzerimdeki yorganı kenara atıp, yataktan hızlıca fırladım. Yere diz çöktüm. Yatağı yumrukluyordum. Yastığı elime alıp, duvarlara vurmaya başladım.
'Çek şunları gözümün önünden, o çocuk ben değilim, o adam babam değil!' diye haykırıyordum.
O çocuk bendim.
O adam babamdı. Benim babam, sevgili babam...
'Karnım ağrıyor' diyordu, kendini bana yaklaştırarak, üzerime sürtünüyordu. Ah, lanet olsun sadece üzerime sürtünüyordu. Elbisem üzerimdeydi. Bana zarar vermiyordu, ama babam üzerime sürtünüyordu.
Sonradan düşündüğümde bunun sadece bir kez olmadığını anımsadım. Bir kez değildi bu!
Oysa babamı seviyordum. Ben babamı çok seviyordum!
.....
Ayağa kalktı. Sanki içi dışına çıkmıştı. Karşımda duran kadın eskiden tanıdığım kadın değildi artık. Kem küm edip, bir şeyler söyleyecek oldum. Şu anda hiçbir kelimenin faydası olmadığının ayrımına vararak, sustum.
Buzdolabının kapağını açtı, sürahiyi çıkardı. Büyükçe bir bardağa su doldurdu. Geriye dönüp, sandalyesine oturdu. Hala yüzüme bakmıyordu. Yavaş yavaş birkaç yudum su içti. Tırnağıyla bardağın dışında oluşan su buharları üzerinde şekiller çizmeye başladı. Anlatmaya devam etti:
.....
Ondan sonrasını tahmin edersin. Böyle bir şeyi hatırladığımı kimseye söylemedim. Ama kimseye... Bugüne değin tek bir kimseye.
Evdeki herkes benim huzursuzluğumu büluğ çağında olmama bağlıyordu. Evde yalnız kalamaz olmuştum. Sürekli babamın hareketlerini izliyordum. O benim sevgili babamdı, hiçbir yanlışı olmuyordu ki. Ama beynimdeki kurda bunu anlatamıyordum. O sürekli kafamın içini kemiriyordu.
Güvensizdim; herkese, her şeye karşı. Babamın yanında denize giremiyordum. Evin içinde sere serpe dolaşamıyordum. Babamsa bunların hiç birini fark etmiyordu. Her şey yolunda görünüyordu. Ama her şey.
Evet, her şey yolundaydı da... Babam tüm sorumluluklarını yerine getiren, eviyle ilgili bir adamdı. Onu affetmek istiyordum. O küçücük beynimin içinde çok büyük çatışmalar yaşıyordum. Gencecik evlendirmişlerdi onu, ondan beş ya da altı yaş büyüktü annem. Sorumlusu bu olmalıydı.
Hayır olamazdı, ne olursa olsun bunlar, hiçbir şeyin açıklaması olamazdı.
Genç kızlığım böyle geçti. Belli dönemlerde bu olaya yoğunlaşıyor, belli dönemler ise hiç umursamıyordum. İkisinin arasında bir yeri asla tutturamadım. Ya çok büyük sorundu, ya da çok önemsiz bir ayrıntı.
Nasıl evlendiğimi sen de biliyorsun. Görücü usulü ile evlendim sonrasında. Evliliğim benim için kaçıştı aynı zamanda. Bir daha hiç hata yapmamış olsa da, bir kere olsun candan sarılamadığım babamın evinden bir an önce kurtulmak istiyordum.
Evlendiğim ilk geceyi anlatmayacağım. Tam bir kabustu. Sadece şunu söyleyeceğim; yaklaşık bir ay eşim bana dokunamadı.
Çok sabırlı bir insanmış. Sebebini hiç bilmese de, bana şefkatle yaklaştı. Onun sayesinde bir dönemi sorunsuz yaşadığım söylenebilir. Ailemle görüşmelerimizde de yeni yeni ilerlemeler kaydediyorduk. Ben, beni seven, kollarının arasında koruyan kocamla daha bir güçlüydüm. Kocama olan sevgimi göstermeye başladıktan sonra, babama olan sevgimi de yavaş yavaş göstermeye başlamıştım.
Ama korkularımın çoğunu yenemiyordum. Şu panik atak dedikleri şeyi yaşıyordum sanırım. Bir doktor televizyonda şöyle diyordu: 'Ayağınız kaydı ve yere düştünüz, ilk yapmayı düşüneceğiniz şey nedir? 'Ahh, ahh ben neden düştüm' diye dövünmek mi, yoksa hemen kalkmaya çalışmak mı?'.
Teorik olarak bunların hepsini bilsem de, ben neden ayağa kalkamıyordum. Dışarıya yalnız çıkamaz olmuştum. Doktora gitmeliydim. Belki ilaca gereksinim vardı. Ama olanları nasıl anlatacaktım. Anlatamayacağımdan emindim. Bu sır, ömrümün sonuna değin benimle birlikte gitmeliydi.
O benim sevgili babamdı. Bizim için çalışan, bizi kollayan sevgili babam. Başka hiçbir hata yapmamıştı ki! Bunu ona nasıl yapardım. Ona nasıl zarar verirdim.
Bazen de buna kızardım. Keşke kötü bir adam olsaydı. Keşke ondan nefret edebilseydim.
Ya şimdi?
Biliyorsun yıllarca çocuk istemedim. Kendimi buna bir türlü hazır hissetmedim. Uzun yıllar sonra bebeğim oldu; kızım...
Ve ben şimdi... Ve ben şimdi... Kızımı hiçbir yerde yalnız bırakamıyorum. Artık uyuyamıyorum. Gecelerim gündüzlerime karıştı, gündüzlerim gecelerime. Ona kimseyi dokundurtmuyorum. Babası da dokunamıyor. Bebekken tek bir kez altını açmasına müsaade etmedim.
.....
Gözlerinden süzülen yaşları eliyle sildi. Saçlarını kulağının ardına sıkıştırdı. Küçük bir kız çocuğunun masumiyetindeydi yüzü. Yeniden konuşmaya devam etti:
.....
Babasıyla içeriden gülüşme seslerinin geldiği o gün, anahtar deliğinden onları gözetlemek istedim. Ve durumun vahametini o zaman daha iyi anladım. Doktora gitmek istedim başarılı olamadım. Sonra sen geldin aklıma. Bir tek sana anlatabileceğime karar verdim. Hepsi bu işte!
.....
Kül tablasının içi sigara izmaritleriyle doluydu.
Ona; 'Artık başardın' demek istiyordum. 'Bak, koparttın o iğrenç yaranın kabuğunu, bak boşalıyor içindeki tüm cerahatlar, sarıl bana, koy dizime başını ve ağla. Ağla'... 'İçini boşaltıncaya dek ağla. Her şey geçinceye kadar ağla.'
.....
Şimdi mi?
Şimdi her şey yolunda. Uzun bir dönem alınan psikolojik destekle çok şey yoluna girdi. Öncelikle tüm duygularını, yaşadıklarını eşiyle paylaştı. Sonra dostlarıyla. Paylaştıkça izler azaldı, biriktirdikleri boşaldı.
Şimdi hep birlikte yaşıyorlar; çok sevdiği babası, kocası ve kızıyla...
Leyla Ay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 63 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Şehrin Öteki Yüzü |
|
Söylemişlerdi, bu şehir yavaş yavaş eritir adamı, bir kere anlamaya görsün güçsüzlüğünü, bir kere sezsin çaresizliğini, çöker boğazına adamın, ağır ağır keser nefesini...
Ben de söylemiştim, anlatmıştım da çarkların nasıl işlediğini, ayan bir gülümsemeyle bakıp suratıma sonra kaçırmıştın gözlerini benim olmadığım taraflara...
Hepimiz kurtlar sofrasının bir misafiriyiz demiştim, "ya kurt olacağız, ya sofradan kalkıp aç kalacağız"; sağ elinin işaret parmağını ala al parlayan dudaklarınla birleştirip susmamı istemiştin...
-Hadi boşver bunları, güzel şeylerden bahsedelim...
Haklıydın belki de, çünkü bilmiyordun ki çaresiz ve güçsüz olmanın, hem de bu şehirde ne demek olduğunu. Sen sonu güzel biten hikayeleri seviyordun, sonunda bir padişahın oğluyla evlenen peri kızı kadar güzel bir köylü kızının masalı gibi. Masal bu ya, en güzel yerinde bitiverirdi işte, kimse merak etmezdi sonrasını...
***
Söylemişlerdi şu şehrin derinliklerinde ne yitik hikayelerin yaşandığını, üstelik hiçbiri benzemiyordu o peri kızının hikayesine... Ben de söylemiştim, anlatmıştım o hikayelerin her birini de işveli tavırlarınla değiştirmiştin konuyu ve bir öpücük kondurup da alnıma, demiştin; -Saat geç oldu, haydi uyu...
Şimdi o boyalı suratın sanki sana gerçeklerini anlatmaya çalıştığım bu şehir gibi. Sen süslü şehrin makyajına aldandın ya, ne de kolay benzetti seni kendisine, artık ikinizin de sadece ve sadece tasviri güzel...
Keşke karşına geçipde diyebilseydim "ben söylememiş miydim sana, bu şehir yutar adamı, bu çarklar öğütür un ufak eder insanı, sonra bunları ilk söylediğimde ki tebessümlerinin yerini alan kızaran suratının ifadeleriyle baş başa bırakıp çekip gitsem seni...
Ya vicdan! Taşır mı ki o bırakıp giderken ki mazlum halinin hayalini?...
Belki de vicdan bahane, belki de hala kıpırdayan bir şeyler var içerimde!
***
Ah be güzelim, söylemiştim, sen istedikçe verir bu şehir, verir vermesine de sonra alır birer birer karşılığını böyle. Ne olurdu sanki her şeyin "az buçuk" olsaydı? Sen kafa tutabilir misin ki şu kalabalık şehre, pes ettirebilir misin onu, alabilir misin hak ettiklerini sorgusuz sualsiz?...
***
Söylemişlerdi, mangal gibi yürek ister kavgaya tutuşmak için bu şehirde; ne başrol kapmak isteyen figüranlar harcanır bu sokaklarda, ne devler çöker, yıkılır bir zayıf yanı bulununca... Ben de söylemiştim, söylemiştim de bir daha konuşmamıştın benimle...
Şimdi sen o beraber yürüdüğümüz kaldırımlarda topuklarının yankıları gecenin sessizliğini yırtan ve ojeli parmaklarıyla içki sofraların kahkahası olan yüzlerce kadından biri...
Belki de haklıydın, ille de boğulmak gerekiyorsa büyük denizde boğulacaksın ve kaderine razı olarak yaşamaktansa ne kadar kaybetsen de devam edeceksin oyunlar oynamaya.
Ne belli, belki birgün kazanırsın; bütün kaybettiklerini bir çırpıda geri alırsın tabi bu şehir harcamamışsa hala senden aldıklarını...
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Karanlıktan Korkarım Ben
Karanlık. Her yer karanlık. Korkuyorum..
Sonsuzlukta kayboluyorum. Ne zamandır buradayım acaba? Zaman kavramını yitirdim. Belki birkaç saat, belki de birkaç gün.. Yıllar mı geçti?
Tıkırtılar duyuyorum. Kim oradaki? Belki de tıkırtı değildi duyduklarım.
Soğuk. Üşüyorum. Yine de buz tutmuş duvara yasladım sırtımı. Bir yere sırtını dayamak ne güzel. Dizlerimi kendime çekip, ellerimle bacaklarımı sardım. Daha küçülemez miyim?
Kaybolamaz mıyım?
Karanlık.. Ben korkarım karanlıktan.
Babam, ben küçükken, yaramazlık yaptığımda evin en dibindeki banyoya kapatırdı beni. Orası da böyle kokardı. Orası da karanlıktı.
Ağlardım sessizce. Ben bile duyamazdım hıçkırıklarımı. Göz yaşlarım bile akmazdı çoğu zaman. Ama kimse benim kadar şiddetli ağlayamadı.
Beklerdim zamanı.
Her zaman o benden önde gitti, bense onu takip ettim. Yoruldum, durdum.
Karanlık. Korkarım ben karanlıktan. Kim korkmaz ki?
Yaramazdım, öyle derdi. Ne işe yarardım ki zaten? Karanlıktaki hayat mücadelesini vermekten başka ne işe yaradım? Yaradım mı?
Göz bebeklerim zorlanıyor karanlıkta bir şeyler görebilmek için. Bir ışık olsa. Ufacık bir ışık. Korkmam ki o zaman.
Ama karanlık, her yer karanlık. Korkarım ben karanlıktan..
Saat kaç? Fark eder mi? Belki gecedir, o yüzden ışık girmiyordur minik delikten. Belki yakında sabah olacaktır.. Ya sabahsa? Ya hiç sabah olmazsa?
Bir çift el kapıyı açsa. İçeriye ışık dolsa. Karanlıkta kalmaya alışan gözlerim ışıktan kör olsa. Bir daha hiç ışık göremese hatta. Ama bunu bilse, beklemese.
Açılsa kapı, kapasam gözlerimi. Beyaz olsa içeri. Kırmızı renkli garip figürler uçuşsa gözümün önünden. Yavaşça birbirine yapışan kirpiklerimi aralasam ve aydınlığı görsem. Alışsam. Hem de çok çabuk alışsam. Karanlığı unutsam. Babamı da unutsam. Her şeyi unutsam hatta!! Kim olduğumu bile..
Zamanı unutsam, yaşımı, adımı geçmişimi unutsam.. Kaybolsam..
Vurma baba! Vurma.. Söz veriyorum bir daha yaramazlık yapmayacağım. Lütfen acıyor. Anne kurtar beni. Anne!...
Vurma baba. Lütfen anneme vurma. Her şey benim hatam, o bir şey yapmadı baba. Senin istediğin gibi bir evlat olacağım. Lütfen anneme vurma.. Çığlıklar atmayacağım bir daha sen vurduğunda. İçkini getireyim mi, baba?
Karanlıktan da korkmayacağım. Lütfen daha fazla acıtma. Söz veriyorum. Yeter ki anneme vurma. Bak ağlamıyorum. Gördün mü? Ne kadar cesurum, gördün mü baba? İstersen ben giderim karanlığa. Çığlıklar atmayacağım bir daha. Kendi kendime konuşmayacağım. Söz veriyorum. Yeter ki anneme vurma.
Karanlık. Her yer karanlık. Ben korkarım karanlıktan.
Her şey bitti sandım. Karanlık yok sandım. Bir daha karanlıkta kalmayacağım sandım. Anneme vurmayacak sandım. Ağlamadım. Çığlıklar attım zaman zaman. Ama elimde değil ki! Kendimi durduramadım. Neden yine karanlıktayım?
Bitmişti işte her şey. Vurmayacaktı artık anneme. Gördün mü baba, cesur bir oğlun var gördün mü? Gurur duyuyorsun değil mi benimle? İstemeden oldu aslında. Kalbin varmış baba. Bıçağı sapladığımda kan aktı. Gördüm ılık ılıktı. Senin de için sıcaktı.
İstemeden oldu baba. Kanları gördüm. Bana vurmadın. Anneme de vurmadın. Artık beni seviyorsun. İstediğin gibi bir evlat oldum, değil mi baba? Bak gördün mü ağlamıyorum.
Vurmadın bana. Kanlar aktı kalbinden ılık ılık. Gördüm, kanları gördüm.
Kırmızı! Karanlıktan aydınlığa çıkarken gördüğüm renk işte bu baba! Sen de gördün mü? Kapama gözlerini baba. Karanlıktan sen de korkarsın yoksa. Kapama gözlerini baba…
Karanlık. Her yer karanlık. Korkarım ben karanlıktan.
Dilek Sökmek dileksokmek@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Bir Zamanlar Tanrının Adı Poseidon'du
Denizler alemi binyıllar boyunca ulaşılmaz, gizemli, kapalı bir dünya olarak kaldı insanoğluna. Ve bizim, bilinmeyenden hoşlanmayan bir yapımız vardır. Erişilmeyeni ya yüce bir varlık yaparız ya da korku salan bir yaratık. Bu yüzdendir ki, geçmişte okyanuslar ya tanrıların ya da canavarların barınağı olmuştur.
İşte sualtının ölümlülere kapalı olduğu o çok eski zamanlarda, okyanus ortasında bir adada yaşayan iki meraklı kadın vardı. Puhi ve Wakis, içlerindeki keşif duygusunu bastıramadıkları bir gün suyosunundan aşağı tırmandılar. O gizemli enginlikte neler olup bittiğini kendi gözleriyle görmek istiyorlardı. Nihayet, çok derinlerde bir mağarada buldular kendilerini. Üç deniz yılanı bir ateşin başında beklemekteydi. Puhi, bunun bir ruh ateşi olduğunu görür görmez anlamıştı. Wakis'e "Eğer bu ateşten bir parçaya sahip olabilseydik evlerimizi sonsuza kadar ısıtabilirdik" dedi, "Ama bu deniz şeytanlarına daha fazla yaklaşamayız. "
Ancak Wakis, Puhi'den daha cesurdu veya tanrılardan bir parçaya sahip olma arzusunun karşı konulamaz ağırlığına yenik düştü. Ateşe doğru bir hamle yaparak bir odun parçasını kaptı ve hızla kaçmaya başladı.
Deniz yılanları bu beklenmedik olay karşısında kısa bir şaşkınlık geçirmişlerdi ama hemen toparlanarak ateş hırsızlarının peşine düştüler.
Kadınlar, suyosunundan son sürat yukarı tırmanıyorlardı şimdi. Yeryüzü düzlüğüne varmalarına çok az kalmıştı. Başarmak üzereydiler... Ancak ne var ki, yılanlardan biri son anda, Wakis'i eteğinden yakaladı. Wakis, can havliyle elindeki ateşi yukarı doğru fırlatıverdi ve son bir güçle eteğini suyılanın dişlerinden sıyırdı.
Puhi ve Wakis artık güvendeydiler. Ancak Wakis'in fırlattığı ateş o hızla yükselmiş ve Gökbabanın eteklerine tutunmuştu.
Ve o gün bugündür Ay, her gece orada parlamaya devam eder.
Mehtaplı gecelerde, okyanus yüzeyini ayna olarak kullanır ve kendi güzelliğini seyreder. Okyanus ise hüzünlenip iç çektiğinde dev dalgalar aya yükselmeye çalışır. Yaralı ve şefkatli bir sevgilidir okyanus.
Ancak bazen ondan sevgilisinin bir parçasını çalan Maori kadınlarını hatırlar ve öfke duyar. Şimdi insan yutan, dehşet saçan bir girdaptır o. Maviye çalan yeşil suları, nice batıklara evsahipliği yapmaktadır.
İki milyar yıl evvel…
Dünyamız yarı sıvı yarı katı haldeydi. Öyle güçlü bir med-cezir yaşandı ki dev bir parça dünyadan koptu. Tam katılaşmamış olan bu parça göğe yükselirken milyonlarca damlacığa bölündü ve yıldızlar geceye dağıldı. Yıldızların bu kopuşun acısı yüzünden döktükleri gözyaşları, zamanla birikerek dünyada bıraktıkları boşluğu doldurdu ve okyanuslar oluştu.
İki Bilimsel Veri
Okyanuslar hakkında efsaneler ve mitolojik hikayeler anlatılagelsin… 31 metre derinlikte su basıncı, insanın akciğerlerini dörtte üç oranında sıkıştırır. 10,000 metre derinlikte, santimetrekareye düşen basınç 1.3 tondur. Ki bu, sizin tüm hücrelerinizi birbirinden ayırıp milyonlarca şekilsiz doku haline getirebilir.
Ve sonra bir gün...
Dalgıç aletleri keşfedildi. İnsan artık tamamen farklı bir dünyaya açılmıştı. Belki de ilk kez, "gerçek" dünya, hayallerde canladırılanlar kadar renkliydi. Okyanusların dibinde sakallı, pullu, şeritli, benekli milyonlarca yaratık antenlerini oynatıyor, duyargalarını dikip tüllerini açıyor, yüzgeçlerini eğiyor, sorguçlarını titretiyordu. Deniz tavanının altı, gökkuşağının tüm renklerini barındırıyordu. Altın sarısı yelpazeleri andıran gorgonyalar, yarı mavi yarı şeffaf ışıldak balıkları, bronz yılan balıkları, yeşil kalkerli yosunlar, kızıl mercan resifleri vardı. Dev mürekkep balıkları, ispermeçet balinalar, orfozlar, pisi balıkları, planktonlar, deniz kestaneleri, aslan balıkları, zebra melek balıkları, gökkuşağı papağan balıkları, imparator kelebek balıkları… Adını sayamayacağınız kadar çok canlı, okyanus ormanlarında geziniyordu.
Poseidon
Günümüzde, inilebilen en derin nokta 10,668 metredir. Yani Everest'ten bile 1,600 metre daha fazla.
Deniz Tanrısı Poseidon, şu anda Olimpos'un tepelerinden bize gülümseyerek göz kırpıyor olmalı ;)
Not: Bu yazı Maviology Dergisinin Yaz 2005 sayısında yayınlanmıştır. Belki derginin adını bile duymamış olanlarınız vardır, tanıştırayım: Mavi Jeans'in çıkardığı bir dergi. Üstelik, yayıncılık esas sektörleri olmamasına rağmen çalışma prensiplerini gördüğünüzde Mavi'nin neden ve nasıl Mavi olduğunu anlıyorsunuz. Türkiye'de, özellikle yazın dünyasında, "ismi" olmasına rağmen bu kadar kötü kuruluş varken, Maviology gibi emeğe saygılı, düzgün işleyen, profesyonel bir kurum olduğunu görmek insanın içini rahatlatıyor. Bir gün, tüm kurumların onların özeniyle çalışması ve Kahve Molası gibi "amatör" dergilerin değerinin piyasada da anlaşılması ümidiyle...
Gülin Aköz Fotograflar: Gülin Aköz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak Candan Erçetin'in son albümünün remix parçalarından oluşan "Remix'5"i ardından aile içi şiddeti konu alan İspanyol yapımı "Gözlerimi de Al"ı ve son olarak Arkeoloji ve Sanat Yayınları'ndan çıkan "İstanbul Büyük Saray Mozaiği"ni paylaşacağım.
REMIX'5 / CANDAN ERÇETİN :
Türkiye'de sansasyonlar ve ilişkileriyle değil başardıkları ile gündeme gelen, iki düğmemi açayım da albümüm daha fazla satsın demeyen eşine ülkemizde az rastlanan kadın şarkıcılarımızdan Candan Erçetin son albümünün remixleri ile karşımızda.
Erçetin remix albümüne yine yeni bir şarkı eklemeyi de unutmamış. Albümde Fransız yapımı "Les Choristes" filminin 2005 Oscar'larına "En İyi Müzik" dalında aday gösterilen "Vois Sur Ton Chemin"i kendi yazdığı sözlerle "Sevdim Anladım" adıyla yorumlamış. Hatırlanacağı üzere Candan Erçetin "Neden" albümünün remix'ine de Türk, Avusturalya, Bosna-Hersek ve Fransız ortak yapımı olan "Gorivatra" (Firestarter) adlı filmin soundtrack'i "Yazık Oldu" parçasını eklemişti.
Candan Erçetin'in 5. remix albümü olan "Remix'5"te "Melek" albümünün öne çıkan parçaları "Melek", "Bu Sabah", "Şehir" gibi şarkılarının yanında coverladığı "Bir Yangının Külünü" ve "Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldırlar" adlı şarkılarının remixleri de yer alıyor.
Ülkemizde kaliteli pop müziğin tartışmasız temsilcilerinden Candan Erçetin'in remix albümü mutlaka dinlenmesi gereken bir çalışma.
GÖZLERİMİ DE AL (TE DOY MIS OJOS) :
Aile içi şiddet sadece Türkiye'de değil bütün ülkelerde yaşanan ancak bir tabuymuşçasına üzerinde yeterince konuşulmayan bir konu. Bunun nedeni konuyu irdelemesi gereken mecraların daha popüler konulara yönelmesi ve toplumsal sorunları göz ardı etmesi. Mesela, sinema sektörünün aslan payını elinde tutan Hollywood bize görsel efektlerle bezenen, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler arasında yaşanan aşk - macera konulu filmleri dayatmaya çalışıyor. Buna karşın Avrupa sinemasından toplumsal sorunlara yönelen, insan merkezli filmler vizyona giriyor. Bu filmlerden biri de İspanyol sinemasının en önemli yönetmenlerinden Iciar Bollain'in üçüncü uzun metrajlı filmi "Gözlerimi de Al".
Filmin ilgi çekiciliği onun inandırıcılığında gizli. Filmdeki karakterler, sosyal yaşantımızda etrafımızda olabilecek, karşılaşabileceğimiz, tanışabileceğimiz insanlar. Her biri arkadaşımız, komşumuz, akrabamız olabilecek yakınlıkta. Bu da filmi içimizde hissetmemize neden oluyor.
Son dönemde İspanyol sineması her ne kadar korku filmleri ile öne çıkmış olsa da, Avrupa sinemasında görülen biçimci ve karmaşık yapıya sahip filmler üretse de "Gözlerimi de Al" bütün bu dezavantajlardan sıyrılıp izleyeni derinden etkilemeyi başarıyor.
"Gözlerimi de Al" bir korku filmi gibi başlamakta. Soğuk ve karanlık bir kış gecesinde genç ve güzel anne Pilar küçük oğlunu da yanına alarak gecenin karanlığında kaçmaya başlıyor ve kızkardeşinin evine sığınıyor. Peki bir kadını evinden bu şekilde gitmesine ne sebep olabilir? Cevabı dünyadaki her dört kadından birinde saklı. Pilar, inşaat işçisi kocası Antonio tarafından şiddete maruz bırakılan bir kadın. Hem ruhen hem bedenen ağır yaralar almış olan Pilar kocasının onu tekrar arayacağından emindir. Ne de olsa o kocasının "herşey"idir. Pişman koca Antonio, eşini ve oğlunu geri kazanmak istemektedir. Çeşitli jestler, güzel sözler ve psikolojik yardım alacağına dair söz vermesi ile istediğine kavuşur. Pilar'ın her dayak yiyen kadın gibi kocasının bir gün değişeceğine yine o aşık olduğu adamın geri geleceğine dair umudu vardır ve bu nedenle eve dönmeyi kabul eder.
Eşlerine şiddet uygulayan erkekler iki çeşittir. Biri fiziksel olarak şiddet uygulamaya meyillidir diğerleri ise psikolojik olarak. Bazıları gerçekten zalimdirler ve bu yaptıklarından pişman olmazlarken bazıları kendileri de kurban durumundadırlar ve şiddete başvurmaktan onlar da kurtulmak isterler. Bu tip erkeklerin sorunları, sevdikleri insanlar üzerinde baskı kurmaya yönlendirir ki bu kişiler aslında korkak insanlardır.
Peki Pilar'ın hala aşık olduğu Antonio hangi profile sahiptir? Geri dönüşü kabusa dönüşen evliliğini kurtaracak mı ya da yaşadığı cehenneme katlanarak devam mı edecektir?
22 Festivalden bugüne kadar 48 ödülle dönen, ülkesinde bir milyondan fazla izleyiciye ulaşan "Gözlerimi de Al" yüreğe seslenen, önemli bir toplumsal soruna en iyi şekilde ayna tutan, konu ile ilgilenmeyenlerin bile kendilerinden bazı parçalar bulabilecekleri bir film.
İSTANBUL BÜYÜK SARAY MOZAİĞİ / WERNER JOBST, BEHÇET ERDAL, CHRISTIAN GURTNER :
Eski dünya kıtalarını birleştiren, ticaret yollarını hem bağlayan hem birbirinden ayıran, eşi benzeri olmayan bir şehir İstanbul. Ancak biz onun hep 1453'ten sonraki tarihi ile ilgileniyoruz. Binlerce yıllık şehrin sadece 550 yıllık geçmişine önem veriyor, geri kalanına sırtımızı dönüyoruz umursamazcasına. Her dönem yeterince araştırılmamış, önemsenmemiştir Bizans dönemi İstanbul'u. Aya Sofya'dan Hipodrom'a, dikilitaşlardan su kemerlerine, sarnıçlardan şehrin surlarına kadar İstanbul'u İstanbul yapan, şehrin en önemli pek çok eserinin bu döneme ait olmasına karşın. Bildiğiniz gibi Bizans, Osmanlı gibi çeşitli milletlerden, dinlerden meydana gelen, sınırları itibariyle de benzeşen bir imparatorluktu. Ancak Akdeniz'e 1000 yıl egemen olan bu büyük imparatorluk nereden yönetiliyordu? Pek çoğumuz üzerinde yaşadığımız bu şehrin Bizans dönemindeki sarayı hakkında bilgi sahibi değiliz. "İstanbul Saray Mozaiği" Projesi de İstanbul'daki büyük saraydan kalan mozaikleri, sanat tarihi açısından çok değerli olan bu eserleri incelemeyi, korumayı ve müze yapısı içinde yüzyıllar sonra tekrar İstanbullular ile paylaşmayı amaçlıyor. Avusturya Bilimleri Akademisi ve T.C. Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün üstlendiği "İstanbul Saray Mozayiği" Araştırma Projesi bu kitap aracılığıyla daha çok sanat severe ulaşmayı amaçlıyor.
"İstanbul Büyük Saray Mozaiği" İstanbul'u yakından tanımak isteyen sanatseverlerin kaçırmaması gereken bir eser.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.932 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Adın Sevdadır Senin
Sen sevdaya uyandığında sabahın er vakti,
Ay tutulurdu sanki saçlarında.
Gri, boz bulanık uykusundan uyandığında gecenin,
Camlarından süzülerek alnından yüzüne düşerdi.
Ağır ağır yükselirdi baş ucunda güneş...
Damlaları yanaklarını masumiyetle okşardı,
Geniş kulaçlar saçarken sen güne.
Sen aşka yandığında gecenin karanlığında,
Güneş kıskançlıkla yanardı gök kubbende.
Deniz kenarı maviliğinde,
Dalgalarından taşan suları gezinirken teninde,
Düşerdi, eğilirdi sevdana tüm yamaçlar...
Yaşlı çınar bile gölgesine saklanırdı,
Bakışlarından üzerine işlenmiş yaralarını saklarken.
Sen ufka devirmişken gözlerini,
Deniz yıldızları saçlarına inmiş yıldızlarını kıskanır,
Gömülürdü kızgın kumların serinliğine.
Tüm kıyı toplanır, küçülür, yenilirdi ayaklarında,
Saklanırlardı hep birden kendi içlerine.
Senin sevdanın yanında, küçüktü hepsi...
Güzel manzarası gözlerini kamaştırırken tüm sevgililerin,
Senin sevgiliye bakışından kamaşan gözlerini,
Geniş elleriyle kapatırdı deniz.
Sen sevgiye koştuğunda,
Savaş topları düşen şehirde,
Sanki özgürlüğüne kanat çırpmış,
Martılar uçuşurdu gözlerinde.
Bir ada vapuru esintisinde,
Gözlerinden süzülerek uçuşurdu yanaklarında...
Gelecek zamanın beklentisine yüklediği isteklerin peşinde.
Sen eğildiğinde sevdaya,
Dirilirdi sanki uyumuş bir devin bağrı.
Yanardı, tüterdi ve hep sana susardı elleri,
Hasretinden meltemler sürülürdü dudağında,
Aşkın kan kırmızı renginde...
Kırmızı özlem olur, sesinle öpüşürdü,
Sarılırdı boynundan bedenine,
Koşardı ardın sıra,
Bir lodosa özenip meltemliğinden vazgeçerek,
Sevdana erişirdi.
Sen düştüğünde aşka;
Yıkılırdı tüm kasvetler,
Yenilirdi tüm kötülükler.
Bir gülüşünden,
Renk renk gökkuşakları düşerdi şehrin üstüne.
Notalar bile hüzünlerinden arınır,
Mutluluğun neşeli bestesini sevinçle mızıkanda çalardı.
Tüm sevenler bir olur,
Paylaşırdı mutluluğunu dans ederken kalbinde.
Seni bildim bileli,
Aynı değil dünyam.
Hep sen,
Hep seninle.
Hep sanadır,
Sevdanın tüm renkleri.
Çünkü;
Adın sevdadır senin.
Gülcan Talay
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Pedro de Urdemalas (16. Yüzyıl) isimli bir seyyah İstanbul için şunları söylemiş : "İstanbul'u Roma'ya, Venedik'e, Milano'ya, Napoli'ye, Paris'e veya Lyon'a benzetmek yanlış olur. Saydığım şehirleri de gördüğüm için diyebilirim ki, hepsi bir araya gelirlerse; tarihi önemi, genişlik, mevki, güzellik, ticaret ve bolluk bakımından hep birlikte İstanbul'a yetişemezler." İşte İstanbul, bu kadar anlamlı ve etkileyici bir kent olmuş yıllar boyunca... http://www.ibb.gov.tr/tr-TR/KenteBakis/GaleriIstanbul/ kısayolunda İstanbul'a dair bir çok şiir, şarkı ve resim bulabilirsiniz.
Universiade, birçok spor dalını bir araya getiren bir kültür ve spor festivali olması nedeniyle dünyanın en önemli spor etkinliklerinden birisidir. Her iki yılda bir farklı kentte düzenlenen bu oyunlar Yaz ve Kış Oyunları olmak üzere ikiye ayrılır... Devamını ve detaylarını öğrenmek için http://www.universiadeizmir.org
TatilDostu tatil ve seyahat fırsatlarını yüzün üzerinde şirketten direk olarak son kullanıcıya aktaran Türkiye'nin en büyük yayıncısıdır. Binlerce kullanıcısıyla, Tatildostu.com 100'den fazla tatil ve seyahat şirketlerinin promosyonlarını ve fırsatlı satışlarını yayınlamaktadır... http://www.tatildostu.com/ Onlar öyle diyorlar.
Gerçekten orjinal bir animasyon izlemek istiyorsanız http://people.freenet.de/crossroads/tetka.swf
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
RoamDrive 1.0 beta2 [3.45 MB] 98/ME/NT/2000/XP Free
http://www.roamdrive.com/download.html Sonunda birileri akıl edip yapmış işte. Biliyorsunuz Gmail, MSN, Hotmail, Yahoo verdikleri ücretsiz email servisinde kapasite artırma yarışındalar. Bir hesap açtığınızda size ayrılan kapasitenin %10'unu kullandığınızda kendinizi mutlu hissediyorsunuz değil mi? Oysa size ayrılan geride 2GB tan fazla yer kalıyor. Orayı bir seyyar hard disk olarak kullanmaya ne dersiniz? İşte bu program, örneğin gmail hesabınızdan arda kalan kapasiteyi size dilediğiniz gibi kullanma şansı veriyor. Atın resimlerinizi, dosyalarınızı ve emailinize erişebildiğiniz her yerde elinizin altında olsun. Ancak bilgisayarınızda Microsoft .NET Framework 1.1 olmasını istiyor. Yok ise önce onu yüklemeniz gerekiyor. Özellikle çok gezen ama bilgisayarını taşımaya üşenen kahvecilere tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|