|
|
|
11 Ağustos 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Mandanın gözü açıldı!.. |
Merhabalar,
Yahu, bencileyin kıytırık bir adam, 2 parça işini bahane edip tüm yazı bölgesel ıslanmaya maruz kalarak geçirmeye kendini memur ediyor da, şu koca memleketi yönetmeye azmetmiş beşyüzküsur vekil ne demeye ilkokul çocukları gibi tatil yapıyor? Ha memlekette işler tıkırında, her yer güllük gülistanlık, sorun mu vardı diye birbirimize şaka yapar olmuşuz da, iş yokluğundan canı sıkılan ahaliye izin vermişiz sanki. Hükümetin başı kankasının villasında gününü gün ederken, vekiller düğünlerde bulut avlarken memleketin çivisi çıkmış kime ne. Şurada 3 Ekim'e ne kaldı arkadaş? Mucize olsun diye yatırlara mum dikmekle mi meşgulsünüz? Muzakereden önce Kıbrıs'ı tanı hele demiş birileri, terör almış başını gitmiş, tutabilene aşkolsun. Asker baş ağrısı çekiyor muhatabı yok. Bütçe açığı 22 milyar dolara dayanmış. Sanayi durma noktasında. Enflasyon resmi olarak eksi bakiye verirken gayriresmi piyasa tam tersi durumda. Yok ama bunlardan bana ne diyorsan bilelim değil mi? Var mı öyle salma salar gibi vergi üstüne vergi yumurtlamak? Hayır diyorum ki, halı saha maçın devre arasında şu birkaç sorumuza cevap verseniz biz de rahatlasak siz de.
Daha ne kadar boğazımıza çökeceksiniz? Vergi salmak yerine, gelir artırıcı önlemler alsanız, vatandaşı huzursuz etmeseniz olmaz mı? Bu memlekette araba kullanmanın artık bir lüks değil ihtiyaç olduğunu anlayıp, her başın sıkıştığında araba ve türevlerine ek vergiler koymak da neyin nesi? Belediyelere ek gelirmiş? Yok mandanın ela gözü. Belediye her sokak başını işgal etmiş 15 dakika durandan 6 YTL park ücreti almıyor mu zaten? Ne demeye bir de akşam evimizin önüne bıraktığımız arabanın park ücretini sana peşin peşin bayılacağız? Cebime koyup eve çıkaramam ya mereti, elbet bir kapı aralığı bulup oraya bırakacağım arabamı. Hem de kurda kuşa yem olmasın diyerek her akşam üzerinde kayda değer ne varsa yüklenip eve taşımak pahasına bırakıyorum ben arabamı sokağa. Sen kalkıp peşin peşin park vergini alacaksan o arabanın güvenliğini de sağlayacaksın dostum değil mi? Bak demedi deme, benim külüstüre 3 defa hırsız girdi. Cem'an 900YTL hasarı sigorta şirketi ödedi sonra dayanamayıp poliçeyi iptal etti. Sonra sen de beni tazmin etmekten bıkıp beni vatandaşlıktan falan atmaya kalkma bozuşuruz vallahi. Ey benim vergi salmayı, köşe bucak gezmeyi, suni gündemlerle ahalinin arasına nifak sokup karşısına geçip gülmeyi devlet yönetmek sanan sevgili büyüklerim. Yeter artık size bu izin. Dönün paşa paşa meclise başlayın çalışmaya. Aman sende, sonra Köln'e gidip Papa'yı dinleriz günahlarımız affolur diyorsanız aldanırsınız güzellerim. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana Günahkar Tohumlar |
|
Bu gece ve her gece ayaklanır geceler, gecelerin içinden...
Kıvranır durur günahkar tohumlar, aklansa ne çıkar ki gecelerden?
Günah da sevap da bizim için..
Şeytan da
Melek de
İnfaz da !
Ya huzur?
O da bizim için..
Cana can katarak,yaraya tuz basarak değil!
Geçici sarhoşluklar,arkasından onarılmaz pişmanlıklar getiriyor...
Bizi rahatsız eden duygulara neden sahip çıkıyoruz ki?
Ne alalım ne de üstüne para verelim..
Hatta üstü kalsın diyebilseydik, keşkelemeseydik...
ALLAHIM sen koru bizi şeytanın şerrinden ve geçici dünya heveslerinden
dua çiçeklerimizi soldurma lütfen...
Geceye sarmaşık olmuş dualarla sarılabilseydik keşke hiçliğin biçtiği kefenimize, uyanıversek meleklerle ebedi cennetimizde...
Şimdilik
Günaydın çiçekleriyle
Sabahı uzatıyorum koynuna,
Öpüyorum gözlerindeki bulutları
Güneş gölgesini takmış koluna
Oda gülüyor sırım sırım sana
Kollarını dolasana boynuma..
Yine kanatsız uçuyorum gecelerin içinden sana....
Biz insanlar ektiğimizi biçeriz,
Sonra da seçer,seçer yeriz..
Karşımızdakine afiyet olsun deriz,
Kendimize haram zıkkım ederiz..
Biz böyle bildik
Böyle gördük gülüm,
Henüz ölmedik gülüm,
Henüz ölmedik...
Biz kim?
Kaderden taş oynatmak kim?
'' Sadece seslenişim di zamanı ve yeri ne farkeder ki?
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu ALCA'ya karşı ALBA |
|
Uluslararası ilişkilerin oldukça karmaşık yaşandığı, gücün ve emperyal davranışların, aklın önünde olduğu günlerden geçiyoruz. Afganistan, Irak ve sonra da kimbilir neresi? ABD Başkanının kendi sözleriyle tanımladığı, "dünyanın karanlık herhangi bir köşesi", bu genişlemeci, savaş temelli politikaların hedefi olabilir. "Öncelikli saldırı", "insani müdahale" gibi yeni kavramlar, demokrasinin transferi vaadleri altında, "güç"lüye, ilk saldırıyı yapma hakkını ve önceliğini veriyor.
Bu "hegamonyacı, sömürgeci ve ilhakçı stratejiler"in Latin Amerika'daki uygulamasına iyi bir örnek olan ALCA (Área de Libre Comercio de las Américas) ya da İngilizce adıyla FTAA (Free Trade Area of the Americas = Amerika Serbest Ticari Bölgesi), NAFTA'nın (North American Free Trade Agreement = Kuzey Amerika Serbest Ticaret Sözleşmesi), Küba dışındaki bütün Orta ve Güney Amerika'yla Karaibleri kapsayan, genişletilmiş halinden başka birşey değildir.
1994'de, ABD'de yapılan NAFTA toplantısıyla ortaya atılan FTAA, Amerika kıtasındaki ülkelerin, ortak bir ekonomi yönetimi altında, serbest ticaret yapmasını sağlamayı, yatırımcılar için hukuki ve ticari engelleri ortadan kaldırmayı amaçlıyor. FTAA, NAFTA'nın "özelleştirme" temelli modelinin, bütün kıtaya yayılması için öncülük ediyor. NAFTA'nın, geçtiğimiz 8 sene içinde Kanada, ABD ve Meksika üzerindeki olumsuz etkilerinin bilinmesine karşın, bu model, 31 Latin Amerika ülkesini kapsayacak şekilde genişletilmesi için çaba sarfediliyor.
FTAA düzenlemelerinde, büyük kurumlara özelleştirme yoluyla verilen ayrıcalıklarla, hükümetlerin toplum sağlığı ve güvenlik, işçi hakları, çalışma koşulları, doğal hayatın korunması gibi konularda elleri-kolları bağlanıyor, "sosyal haklar ve temel özgürlükler"le ilgili kanunların çıkartılması da sınırlandırılıyor. Böylece girdikleri ülkelerde uluslararası şirketlere, ayrıcalıklı, büyük olanaklar sağlanabiliyor.
Örneğin, ABD'de NAFTA kurulduğundan beri, 766,000 iş, tümüyle ortadan kalktı; çünkü bu işler, daha ucuz iş gücüne sahip Meksika'ya taşındı. Cornell Üniversitesi'nin bir araştırmasına göre, üretim ve telekom sektörünün üçte ikisinde ücretler düştü. Çünkü iş sahipleri çalışanları, şirketi Meksika'ya taşımakla tehdit ediyorlardı.
Meksika'daysa yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için, Peso'da devaluasyon yapıldı. Orta sınıftan 8 milyon aile fakirliğe transfer oldu. Yabancı firmaların ülkeye gelmesiyle de, 28,000 küçük işletme ortadan kalktı. İşlerini koruyabilenlerse, ellerindekini kaybetmemek için, çok daha az ücretlerle yetinmek zorunda kaldılar.
FTAA, hükümetlerin toplum sağlığı, eğitim, çalışma koşulları ve doğal hayat düzenlemelerini, yatırımcılar için "engel" olarak gördüğünden, bütün bu ulusal düzenlemelerin kaldırılmasını önşart olarak ortaya koyuyor.
Hükümetlerse buna karşılık, büyük, yabancı yatırımcıların performansını değerlendirip verilen hakları geri alabilecek ölçütler koyup, küçük ve orta büyüklükteki yatırımcıları koruyan düzenlemeler yapabilirler.
Örneğin, Kanada hükümetinin Kanada Posta İdaresi'ne yaptığı teşviklerin, ABD kökenli uluslararası bir taşıma şirketi olan UPS'ce, söz konusu teşviklerin ticari rekabete uymadığı gerekçe gösterilerek, durdurulması isteniyor.
Peki, gelir dağılımını daha da bozan, işsizliği arttıran, küçük işletmeleri yok eden, daha da önemlisi insanı "yok"sayan, yalnızca kâr etmeyi düşünen bu mantığın, yani FTAA'nın karşısında, Amerika kıtasında bulunan ülkelerin başka bir seçeneği var mı?
Venezuela tarafından ortaya atılan ALBA (Bolivarian Alternative for the Americas = Amerika İçin Bolivarcı Seçenek), FTAA'nın neo-liberal ve kâr maksimizasyonuna dayanan politikaları yerine, ülkeler arasındaki ekonomik farkları dengeleyen, kâr'ı değil sosyal dayanışmayı ve "eşitlikçi kalkınmayı" ön planda tutan bir yapılanmayı öngörüyor. Aralık 2004'te Venezuela ve Küba Devlet Başkanları Hugo Chávez Frías ve Fidel Castro Ruz, daha önce, 2000 yılında iki devlet arasında yapılmış, paragrafın başında tanımlanan çerçeveye koşut bir anlaşmanın Latin Amerika'ya yaygınlaştırılması konusunda karar birliğine vardılar.
Bu anlaşma, her iki ülkenin politik alanda gösterdikleri dayanışmanın yanı sıra ekonomilerine fayda sağlayacak mal ve hizmetlerin değişimi için de çalışılmasını; uzmanlaştıkları teknolojileri birbirlerine entegre etmek için yardımcı olunmasını, ulusal çıkarları doğrultusunda, diğer ülkelerle birlikte ortak yatırım uygulamalarının gerçekleştirilmesini, ortak kültür ve kimliğin korunması için kültürel organizasyonların düzenlenmesini içeriyordu.
Bu kararla doğan birlikteliğin meyveleri hemen toplanmaya başladı. Her iki ülke ticaret, ulaşım, eğitim ve sağlık konularında bir çok işbirliğini hızla hayata geçirdi.
27 - 28 Nisan 2005'de Havana, Küba'da yapılan 1. ALBA Konferansı'nda, onlarca konuda iş birliği anlaşmaları yapıldı. Bunlardan bazılarına göre;
Küba, ekipman ve personel, Venezuella da sermaye desteği sağlayacak; bu sayede, her iki ülkede inşaat projeleri gerçekleşecek; Küba, her yıl Venezuella'dan gelecek 2,000 üniversite öğrencisine burs verecek; Küba'nın kendini kanıtlamış sağlık sisteminin, Venezuella sağlık sistemine destek vermesi için binlerce tıp uzmanı bu ülkede çalışmaya gidecek; Venezuella, petrol ve diğer enerji alanlarındaki tecrübelerini, teknolojisini Küba'yla paylaşacak; Küba da, 100,000 fakir Venezuella vatandaşının göz tedavilerini üstlenecek.
Bu Konferansı ben de izleme fırsatı buldum. Konferansın açılış konuşmalarını yapan Fidel ve Chávez, iki dost olarak, zaman zaman birbirleriyle ve delegelerle adeta şakalaştılar; çok rahat ve samimi davranışlarıyla ALBA'nın hedeflerini anlattılar. Konferans, adeta bir Latin Amerika festivali gibiydi. Meslek kuruluşları, sanatçılar, öğrenciler, öğretim görevlilerinden oluşan birçok delege, çalışma gruplarında fikirlerini paylaştı, neler yapılabileceğini konuştu. Bu toplantının kararları hızla uygulamaya kondu;
Haziran ayında Havana'da yapılan 1. ALBA oyunlarında bir araya gelen sporcular birçok olimpik dalda yarıştılar.
18 Temmuz'da Chávez'in Peru'ya yaptığı ziyarette, Peru'nun ALBA'ya katılımı konusunda toplantılar yapıldı.
Her iki ülke de, Simon Bolivar ve Jose Marti'nin açtığı yoldan gitmekte, kararlı gözüküyor.
ALBA, güçlü bir topluluğun, daha az güçlü topluluklara ekonomik ve siyasi baskı yoluyla yardım ediyormuş gibi görünmesini değil, sömürmeden paylaşarak, herkesin kendi uzmanlığını kullanmasına olanak veren, birlikte kalkınabileceklerini gösteren, ALCA'ya göre, sosyal politikaları ve insancıl tarafı daha ağır basan bir model olarak ortaya çıktı.
Yıllardır ülkemizde dışarıdan dayatılarak uygulanan, "özelleştirme" temelli kalkınma programlarının ve uygulamalarının sonucunda ya işsizliğe ya da daha az ücretlerle çalışmaya mahkum edilen bizler, aslında dünyanın öte ucunda benzer kaderi paylaşan Latin Amerika'lılardan çokta farklı değiliz.
Onlar bir alternatif üreterek, hep birlikte, neo-liberal ve yeni emperyalist taktiklere göğüs gerebiliyorlarsa, biz de kendi coğrafyamıza, insanımıza, kültürümüze uygun kısaca bize özgü çıkarımlar yapabilmeliyiz.
Cüneyt Göksu Fotoğraf: Serpil Yıldız cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
SIVACI 2
Günün akşamı olmasa yarına iş sahibiyle alacaklarını tahsil etmek üzere görüşeceklerdi. Son günlerini heyecan ve visal sevinciyle geçiriyorlardı. Her kes bu günü ve hazırlıklarını, sevdiklerine hediyelik bir şeyler alarak değerlendirecekti...
Onun bu tür günler dahil hiçbir güne dair özel bir hazırlığı ve programı olmazdı. Anlamlı gün ve tarihlere yaşamı gibi sıradan yaklaşırdı. Sıradan olmak, sıra-dışı bir şey olarak tezahür ediyordu onda. Arkadaşlarına, "gezmek için güzel bir gün" dedi, odanın penceresinden gökdelenin siluetini izlerken. Beraber çıktıkları apartman inşaatının önünde selametler dileyerek ayrıldılar. Arkadaşlarının ısrarlarına rağmen onlarla gitmemişti.Yalnız olmak istiyordu. Tekil olmak tercihiydi. "Tekil tercihlerin tekin geçitleri olmaz" diyenlere, "mal, mesken, yar, yaren, can kaygısı daha mı tekindir?" derdi. Ondaki tekillik hali içten, taa genlerinin derinliklerinden mizacının damarlarına tutunarak gelen doğal bir eğilim olarak ortaya çıkıyordu...
Her zaman iş bitimlerinde geç saatlere kadar şehri gezerken en çok uğradığı kitap kulübüne gitti. Ahşap masaları, duvar, yer ve tavan lambrileri, duvarlara asılmış olan mısır ve buğday tutamları, gaz yağıyla aydınlık veren lambalar, dört bir köşesine tutuşturulan buhurlarla otantik bir iç dizayna sahipti bu kulüp. Özel olarak bir de nargile odası vardı. Buraya geldiği zaman ilk olarak nargile odasına giderdi.
Kilimlerin üstüne serilmiş minderlere oturuluyordu. Ayakkabısız girilen bu oda da sadece nargile içilirdi. Konuşmak yasak kılınmıştı. Nargile hatırana verdiği bir tavizdi bu yasağa uyması. Sesini çıkartmaz öylece nargilenin fokurtularına gark ederdi odayı. Yirmi belki de otuz dakika kalırdı bu oda da. Sonra stresini boşaltmış olarak çıkar, kırmızı, siyah, eflatun renkli kapaklarıyla cilt cilt kitapların olduğu odaya geçerdi.
Yüksek, duvar boyunca uzatılmış ahşaptan raflarda alanlarına göre tasnif edilmiş kitaplar bulunuyordu bu oda da. Masalara oturmuş ayrı yaşlardan insanların felsefe, edebiyat, din konulu konuşmalarına kulak vermemek nerdeyse imkansızdı. Bazen bilerek mi yapılırdı bilinmez ama orda bulunanlar duysun diye seslerini yükselterek konuşanlar olurdu. O bu tür adamları hep dinlerdi. Çünkü konuşmalarına kulak arayan tiplerdi. Ne söylediklerinden çok nasıl söylediklerine önem verirlerdi. Yaldızlı konuşmalar kotararak ilgi odağı olma arzusunda olan tiplerdi. Bu tiplerin söyleyecekleri bitinceye kadar sabırla dinlerdi. Böylesine olan insanlardan birini gördüğü anda, yanına gider konuştururdu. Ego tatmini arayan bu tarz insanların muhatap bulamamaları halinde kişiliksel, ruhsal ve sonrasında akli kaymalar içine girebileceklerini düşünüyordu. Bu bilinçle çoğu zaman onlara fırsat oluşturuyordu...
Her zaman ki gibi girdiği kitap odasında aynı atmosferle karşılaştı. İçeriyi kolaçan etmeden önce, odaya girerken sağ taraftaki baklava dilimi deseni verilen lambrili duvara asılı olan Michalengelo'nun freskine tematik olarak benzeyen resim çalışmasının karşısına geçerdi. Michalengelo'nun freskinde yılanın üst kısmı kadın iken, bu tabloda kadının elma ağacının dallarına sarınan kolu yılandı. Elmayı dalından koparan sol el yılanın ağzı olarak resmedilirken, ağacın altında dalgalı saçları ve bön bakışlarıyla duran erkek( Adem) figürün ağzı açık bir şekilde kadının(Havanın) uzattığı elmaya doğruluşu tasvir ediliyordu. Bu tabloyu bir on, on beş dakika okurdu. Ortaçağ zihninin anlam ve derinlik bularak şekillendiği katedral düşünün bir sonucu olarak kadının sanat iltimasıyla nasıl da yılan özdeşimiyle günümüze değin anlatıldığına şahitlik ederdi. Kötücül yılan kadının fıtratını sembolize ediyordu. Bu sembol ekseninde ortaçağ boyunca Azizler, Havva'ya yönelik ve Havva şahsında bütün kadınlara teşmil ettikleri " tüm kötülüklerin ilk nedeni" ve "kara lekesini tüm kadınlara geçirmiştir" yollu düşünsel pratiklerini aktüel sanata ve kimi dinsel ve felsefi bilgilere etkisini nasıl bulaştırabildiklerini dumur içinde izliyordu...
"Havva elmayı Adem'e yedirdiği için ayartıcı ve kötücüldü. Bu özelliği Havva'nın, bütün kadınların fıtratına tekabül ettiği söyleniyordu. O halde Adem'de elmayı yediği için yasağı çiğneyerek kötülüğe onay veren biri olarak Havva kadar kötücül olmalı değil miydi? Bu özelliğiyle Adem'in şahsında bütün erkeklerin kötülüğe yol veren bir yaratılışa sahip oldukları için aynı linçe maruz kalmaları gerekmez miydi? Ataerkil mantığın tipik bir paradoksuydu bu. Ortaçağ eril egemenliğinin eski Ahit'in tekvin babından mülhem zihin kıvrımlarında demleyerek kadına dair sadır ettirdiği düşünsel-pratik paye ancak bu kadar olabilirdi. Kadın fıtratını şeytanlaştıran ortaçağ dinsel-eril eğilimiyle kadının fıtrat farkını tüketim vitrin ve pazarlarında şehvet odağı haline getiren seküler eğilim arasında ne fark olabilirdi ki" diye sessiz fakat biraz öfkelenmiş olarak söylendi…
On tane masa vardı bu oda da ve hepsi doluydu. Her bir masadan yükselen konuşmalar diğer masaların konuşmalarına karışıyordu. Uğultulardan kimin neyi konuştuğu anlaşılmıyordu. Anlaşılmak isteyen olduğunda sesini yükselterek konuşurdu. Ben buradayım diyen tiplerdi bunlar. Ve bugün ortalıklarda görünmüyorlardı. Kısık ses tonunda konuşmalar vardı sadece. Arı vızıltıları gibi sesler odanın hacmine sinmişti. Göz ucuyla tanıdık var mı diye etrafına bakındı. Oda giriş kapısına göre sol alt köşede kalan masada önceden selamlaştığı iki genç oturuyordu. Onlara doğru gitti. Yaklaştığında aşk'ı konuştuklarını ayrımsadı. "Oturabilir miyim?" diye izin istedi. "Tabi neden olmasın" diye ikisi aynı anda karşılık verdi. Plastik sandalyelerin üst üste konulduğu, özlü sözlerin, hayvan ve insan figürlerin asılı olduğu duvar dibinden bir tane sandalye aldı. Ve masalarına oturdu. "Buyurun devam edin konuşmanıza" dedi…
Nihat Turan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Petunya : Öykü Özü BİRAZ DAHA |
|
Geçer mi demiştik
bu kasıp kavurucu hasret,
bu inanılmaz dokunuşların heyecanı,
bu kavuşamama kaygıları,
ve ardından gelen sonsuz arzular
Geçer mi ki?....
Kendimize sorarken soruları,
belki de birbirimize sormaya
cesaret edemediğimiz soruları
ve hasret gitgide artarken;
özlemlere dönüşürken tüm geceler,
ay ışığı kadar huzurlu olmayı beklerken
ama olamazken;
yalnızlıktan yakınırken ayrı ayrı yataklarda,
bırak birlikte olamamayı,
kendi kendimize bile
kalamadığımız yataklarda...
Geçer mi demiştik
Şimdi biriktirdiğimiz bütün dokunuşlar
bedenimizde yerini alırken,
birbirimize emanet ettiğimiz bütün özlemlerimizi
geri alırken ellerimizden
ve gözlerimiz sakladığı tüm arzuları
teslim edince tenlerimize,
Yine soruyoruz geçer mi diye...
Demekki geçmezmiş sevgilim...
Sen, her seferinde başka bir özlemle çıkarken karşıma...
Ben, her seferinde başka bir ayrılıkla veda ederken sana…
Her seferinde biraz daha canım acırken sensizlikten
Biraz daha fazla ağlarken ellerim,
ellerinin yokluğuna
Her seferinde biraz daha dalarken içine yüreğinin
Her seferinde biraz daha isterken seni
Her seferinde biraz daha...
Demekki geçmezmiş sevgilim...
Hasret de,
özlem de kılık değiştirip değiştirip
tekrar gelirmiş...
Bir yandan "geçen" şeyler,
başka bir yandan
yeni "şeyler" yaratırmış meğer
Hasretten de özlemden de kaçış yokmuş
Gerçek aşk, istesen de tüketilemezmiş...
Şimdi ne olacak diye sorma sakın!
Daha önce de soramadığımız gibi soruları kendimize,
yine soramayız
ne olacağını birbirimize
Sormak istemeyiz belki de...
Sana "artık ellerinin değil, ellerimizin birlikte olmasının özlemidir yaşadığım"
dediğim günden beri,
her şey kılık değiştiriyor
Ben biraz daha konuşkan oldum örneğin
biraz daha sabırsızım,
biraz daha spontan...
Biraz daha mahzunum
ve biraz daha fazla ağlıyorum
Şimdi ne olacak diye sorma sakın!
Her şey "biraz daha" diye devam edecek
Onun dışında...
İnan ben de bilmiyorum...
Tek bildiğim,
Ellerimin sonsuza kadar senin olduğudur...
Öykü Özü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Karanlık Tepedeki Uğultu -4- |
|
IV. Bölüm:
- Uzak dur Sara' dan. Diyerek arkasına gelen anneannesinin elinde büyük altın bir haç vardı. Sara'nın kendisini gördüğünden haberi olmadığı o gece, o odada karşısında duran aynadan ışıklar içinde bir melek, kendisine bu haçı vermiş, söyleyeceği duaları ezberletmişti. Bayan Loren uzun süreden beri ilk defa bu kadar umutluydu. Sara' nın gizlice de olsa buraya gelmiş olması iyi olmuştu belki de. Böylelikle kızından da güç olacak ve biricik kızı bedenine sahip olmuş bu şeytanla savaşacaktı.
Anneannesi Sara' nın İbranice olduğunu düşündüğü bir dilde dualar etmeye başladı. Kurduğu her cümlede şeytan kıvranıyor, sanki küçülüyordu. "Bırak, çık artık kızımın bedeninden" diye haykırıyordu. Arada şeytanın yüzünün üstüne çıkan kızının masum yüzü ve ince sesi geliyordu. Kızının sesini duydukça ümitlenen Bayan Loren dualarına daha bir azimle devam ediyor, sürekli şeytanın üzerine doğru yürüyordu. Şeytan bağlandığı yatağın üzerine düşmüş sırtüstü yattığı yerde kıvranıyordu. Sahip olduğu beden bir yükseliyor, bir düşüyordu. Saatler sonra artık hareketsizleşen bedenden kara bir bulut gibi, şeytanın yüzü dışarı çıktı. "Bunun bedelini ödeyeceksin... Yine sana yenildim... Ama bu zayıf kullarına bir gün mutlaka sahip olacağım" diyerek, korkunç bir kahkaha attı. Ahırın bodrum katında açılmış olan küçük pencereden kayboldu. Geride bıraktığı beden ölmüş gibi yatıyordu. Sara hıçkırarak öne atılıp, annesinin üzerine kapaklandı. Yattığı yerde defalarca silkeledi. Sonunda incecik bir ses çıktı.
- Tanrım sonunda bitti. Sonunda kızımı bana geri verdin. Şükürler olsun.
- İyileşecek mi anneanne?
- Evet kızım. Şu an çok bitkin. Ama iyi olacak. Melekler bundan sonra ona yardımcı olacak, dedi. Tam o sırada beliren iki melek, annesini nurlar içinde yataktan kaldırdı. Sara ve anneannesi kafalarını arkalarına çevirip, ışıktan kamaşan gözlerini kapadı. Koruyucu melekler Caty' nin tüm bedenini sardı. Bugüne kadar yaptığı tüm kötülükleri beyninden tek tek sildiler.
On dört yıl önce Caty, kocası evi terk ettiğinde çıldırmış gibiydi. Sürekli bağırıyor, lanetler yağdırıyordu. Annesinin tesellileri, verdiği akıllar hiç kar etmiyordu. Sonunda içkiye de başlamıştı. Loren ne yapacağını bilemiyor, kızına yardımcı olamıyordu. Tam bir akıl hastanesine yatırmayı düşündüğü bir gün kocası geri dönmüştü. Jack aylar sonra terk ettiği ailesine geri döndüğünde, her şeyi bıraktığı gibi bulacağını sanmıştı. Oysa içkinin de etkisiyle hayata insanlara, hatta yaratana bile inancı sarsılmış bir eş bekliyordu onu. Caty bu geri dönüşte, birkaç gün her şeyi kabullenmiş gibi normal görünse de, aslında içi kinle doluydu. Bu kinle ne yapacağını düşündüğü bir gün zayıf bedeni şeytana teslim olmuştu.
O sabah Jack ahırdaki yeni doğum yapmış atını sevmeye gitmişti. Caty' nin sessizce ardından geldiğini bile duymamıştı. Caty eline aldığı tırpanı, eğilmiş yeni doğan tayı sevmekte olan Jack' in sırtına tereddüt etmeden batırdı. Çığlık sesine koşup gelen Bayan Loren ve hayvan bakıcısı Harry, Caty' i saçlarını yolarken buldular. "Sonunda bedelini ödedin" diyerek kahkahalar atıyordu. Annesi ilk önce çıldırdığını ve cinnet geçirdiğini düşünerek kızını Harry ile evine taşıdı. Daha sonra artık ölmüş olan Jack' i çiftliğin arkasındaki mezarlığa gömmesini söylemişti. Olanları kimse duymamalıydı. Harry' de sessiz kalacağına dair ant içmişti. Bayan Loren kızının basit bir cinnet krizi geçirmediğini ancak kendisini bıçakladığında anlayabilmişti. Bıçak karın boşluğuna girmiş, ama hayati tehlike yaşamamıştı. Caty' i güçlükle zaptedebilen Harry yatağa bağlayıp, Bayan Loren' ı acilen hastaneye kaldırmıştı. Loren bir hafta sonra eve döndüğünde kızı daha da kötüleşmişti. Sürekli çığlıklar atıyor, dışarıdan sesini duyan kişileri korkutuyordu. Sonunda çaresiz kaldığında, kızını bodruma kapatmaya karar verdi. O günden sonra yıllarca kızına sahip olan şeytandan kurtulmak için, okumadığı kitap, denemediği şeytan kovma ayini kalmamıştı. Ta ki geçen pazar kilisedeki dualarına karşılık olarak, Tanrının bir meleği ile gönderdiği hacı alana kadar sürmüştü uğraşları. Bu olanları Sara' ya anlatamazdı. Çiftliğin arkasında annesinin yattığı sandığı mezarda babasının yattığını ve katilinin de annesi olduğunu söyleyemezdi. Asla da söylemeyecekti. Nihayet her şey bitmişti. Artık bu konuları deşip, torununun kafasını karıştırmak istemiyordu.
Sara ile anneannesi Caty' e doğru döndüklerinde ışık kaybolmuş, meleklerde çoktan gitmişti. Melekler şeytanın içine doldurduğu tüm kötülükleri Caty' nin içinden temizlemişlerdi. Artık yaptığı kötülükleri ve yaşadıklarını asla hatırlamayacaktı. Sara baş ucuna yaklaştığında, annesi tıpkı resmindeki kadar güzel, eskisi gibi sağlıklı yatakta yatıyordu. Nihayet bütün kabuslar sona ermişti. Caty mavi gözlerini yavaşça araladı... Başında bekleyen annesine baktı. Sonra büyüdüğünü bile göremediği kızına baktı, doğruldu... Sara annesine sarıldı. Bütün yılların hasretini o anda tüketmek, kaybettikleri zamanı telafi etmek istiyorlardı.
- Hadi artık evimize gidelim kızım. Hasret gidermeye evde devam edersiniz..
Sara ve anneannesi, Caty' nin koluna girip, karanlık ve pis kokulu ahırın bodrumundan çıktılar. Birlikte evin merdivenlerini tırmanırken, Caty evine doğru kafasını kaldırıp baktı. Unutmaya başladığı resimleri yerlerine yeniden koymak istiyor gibiydi.
Bitti...
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Sibel (1.Bölüm) |
|
-Çık bakalım şu taburenin üstüne, oradan yetişmezsin.
Ufaklığı koltukaltlarından yukarı kaldırıp, taburenin üzerine oturttu. Küçük kızın altın sarısı saçlarından yansıyan bukle bukle ışıltılı hareler, mutfağın içine yayılıp, annenin gözlerinin önünden geçip, dudaklarının iki yanına birer gülümseme gamzesi olarak yerleşti.
Büyük kızın odasından müzik sesleri geliyordu. Anne ve küçük kızı, müziğin ritmine kendilerini kaptırıp, sağa sola sallandılar.
Minik kızın eline bir yumurta tutuşturdu.
-Hadi, bunu da sen kır.
Ufaklık önce ne yapacağını bilemedi, bir süre kararsız kaldı. Şaşkın şaşkın bir yumurtaya, bir annesinin yüzüne baktı. Kendine duyulan güvenin sevinci ve şımarıklığıyla, eline aldığı yumurtayı tıpkı annesinin yaptığı gibi masanın kenarına vurdu. Tabii ki düşündüğünden daha fazla kırıldı, kabuk ufak parçalara ayrıldı, içindeki yapışık sıvılar mutfağı kaplayan halının üzerine dökülmek üzereyken, annenin maharetli avuçları tüm olacak olanlara tek bir hamle ile engel olup, yaşam içinde oluşabilecek saniyeleri değiştirdi.
Yumurta yere düşüp, halıyı kirletebilirdi. Bu durum sonrasında epey iş çıkartabilirdi; önce banyoya hemen koşulacak, bir yer bezi bulunacak, ıslatılacak, mutfağa koşulacak, bezin üzerine sıvı deterjan dökülecek, halının üzeri defalarca silinecekti. İz kalmaması için duru bir bezle yeniden silinecekti. Sonra eller bir güzel yıkanacak ve kek yapmaya devam edilecekti.
Ama böyle olmadı. Annenin hünerli elleri yumurtayı havada yakaladı. Yeniden kek kabının içindeki undan oluşturulmuş, çocuk için devasa, anne için minik çukurun içine yumurtanın sıvı kısımları bırakıldı. Unun içine kaçan bir iki yumurta kabuğu kırıntısı da temizlendikten sonra küçük çocuğunun neşesi daha bir yerine geldi.
Anne, minik kızın eline el mikserini tutuşturdu. Isınması için bir yandan fırının düğmesini döndürürken, bir yandan da kızının mutluluğunu izliyordu. Gülümsedi.
Oğlan mutfakla hiç ilgilenmemişti. Kızlar ise minik birer kadın olarak doğmuşlardı sanki. Düzenli, tertipliydiler.
Kek hamurunun yarısını kalıba döktü. Kakao paketinin kenarını koparıp, onu da küçük kızın eline tutuşturdu. Küçük kız dairesel hareketlerle kakaoyu döküyordu. Kakaonun bıraktığı kahverengi izler, yol yol, kekin içine yayılmaya başladı. Her ikisi de hamuru karıştırdıkça yollar biraz daha arttı. Kadının bakışları yollardan birine takıldı. Ardına tüm kendi çocukluğunu, gençliğini, yaşamışlığını alıp, pabuçlarını bağcığından omzuna atıp, yalınayak o yollardan birinde yürüdüğünü düşledi.
Yollar bazen çok net, çok belirgindi; yürümek keyifliydi. Kimi zaman ise, tüm yollar birbirine geçiyor, karışıyor, bir labirente dönüşüyordu. Sonu, çıkış noktası belli olmayan bir labirente... Bunaldığını hissetti. Kafasının kek kabından kaldırıp, derin bir nefes aldı. Küçük kız masanın kenarına dökülen unlarla oynuyordu. Tam bu esnada sırtından birisi sarıldı. Arkasına döndü; kocası Yusuf'tu gelen.
-Günaydın, ben de yardım edeyim.
Karısının alnına bir öpücük kondurup, küçük kızın yanağından bir makas aldı. Salondaki masaya taşımak üzere buzdolabındaki kahvaltılıklara uzandı.
Yeniden kek kabındaki yollara takıldı kadının gözleri; içlerinden birini takip etti.
'Çıkış yok, çıkış yok' diye fısıldadı başını sağa sola sallayarak. 'Tüm yollar kabın içinde sonlanmış.'
'Efendim canım?'
'Hiiç, hiçbir şey.'
.....
Güzel bir Pazar sabahıydı. Güneş ışınları ile kek kokuları çocukların peşine takılmış, dans ediyorlardı. Ufaklıklar birbirlerini ite kaka sofraya koşuştular. Biri, diğerini dişlerini fırçalamadığı için şikayet ediyordu. İlk bardağa dökülen mis gibi taze çay kokusu da salona yayıldı.
Neşe içinde kahvaltı yapıldı. Çocuklara temiz, güzel, spor kıyafetler giydirildi. Ailecek dolaşmaya çıkıldı. Tablo harika görünüyordu; anne - baba - çocuklar. Eksiksiz, imrenilecek bir tablo. Baba, karısının elini yol boyunca sıkıca kavradı. Onunla gurur duyuyordu. Güzel kadını, çocuklarının sevgili annesi, iyi kadın, sevgili karısı.
Birkaç mağaza dolaşıp, çocuklara bir iki bir şeyler aldılar.
Sonra, yanlarında getirdikleri oltaları akan Boğaz'ın içine sarkıttılar. Bir iki minik istavrit yakaladıklarında hepsi sevinç çığlıkları atıyordu.
'Akşama balık yiyeceğiz' diyordu, karısına göz kırparak babaları; fısıltıyla 'Balıkçıdan alacak olsak da'...
Ufaklıklar arada olta kavgası yaptı, arada birbirlerine küstüler. Kovadaki balık sayısı gittikçe artıyordu.
Tabii ki akşam yemeği için yakalananlar yetmedi. Balıkçıdan ilave balıklar alındı. 'Bu balıkçılar da ne becerikli adamlardı, bir kayıkları olsa, onların da bu kadar çok balığı olur muydu?'
Barbekü yakıldı, anne salatayı hazırlarken, baba balıkları pişirdi. Çocukların parmakları Allah'tan sağlam kaldı, zira babaları çok iyi balık pişiriyordu, o küçük parmakları her an tehlike altındaydı.
.....
Sokaklardan el ayak çekilmeye, evin içini sessizlik doldurmaya başladı. Çocuklar birer birer odalarına geçtiler. Yorgun bedenlerini tatlı uykularına teslim ettiler. Televizyonun karşısında artık sadece o ikisi vardı. Adam ve kadın... İyi adam ve onun karısı.
Sessizlik iyice büyümeye başladı, televizyondan gelen sesler dahi sessizliğin sesiyle yaptıkları savaşta yenik düşmeye başladılar. Duvarlar, renkler soluklaşmaya başladı. Çocuklar odalarına giderken tüm renkleri alıp, gitmişlerdi. Pembeyi ufak kız götürmüştü, kırmızıyı büyük kız, mavinin üzerine binmişti oğlan; bacaklarının arasına tahta at gibi alarak... Onlara griler kalmıştı, beyaz ya da siyah bile değil, grinin bin bir tonu.
Kadın bunu bir kez daha fark etti, koltuğun köşesine dayalı kırlenti kucağına aldı. Sıkıca tutup, karnına bastırdı. Sessizlik yenerken tüm sesleri, renkler birer birer onları terk ederken, onun tırnakları kırlentin içine biraz daha geçiriyordu, biraz daha.
Kimisi çığlıklarını; bir televizyon dizisini ailesiyle birlikte izliyormuş gibi yapıp, tırnaklarını geçirdiği kucağındaki kırlentin içine saklar.
Az sonra kocası ayağa kalktı, 'Ben yatıyorum' dedi usulca. Çocukların odalarının kapısı birer birer açılıp, kapandı. Hepsinin üzerlerini kontrol edip, yatağa gitti.
Kadın bir süre daha da oturdu, duvarların, salonun solan renklerine baktı, televizyonu kumandayla kapatıp, sessizliğe kulak verdi. Ardından o da çocukların odalarını dolaştı. Üçünün de yüzüne birer öpücük kondurdu; usulca.
Oğlanın göz kapaklarının içinde kıpırdayan göz bebeklerini izledi uzun uzun. Rüya görüyor olmalıydı, saf düşler sarmalamıştı odanın her yerini. Kadın, kendi gölgesini bile bu odada fazla bulup, sessizce odadan çıktı.
Kocası uyumamıştı, yatağa uzanmış, bir kitap karıştırıyordu. Geceliğini giyinip, yorganın içine girdi. Kocasının elindeki kitabın sayfalarına gözü takıldı bir süre. Sonra 'iyi geceler' dedi fısıldayarak. Az sonra adam da elindeki kitabı kenara koyup, başucu lambasının düğmesini kapattı, o da 'iyi geceler' dedi.
Bir süre sonra kocası derin bir uykuya daldı. Kadınsa bir türlü uyuyamıyor, sağa sola dönüyordu.
Kendi kendine bir iki kez şöyle mırıldandı; 'Oyunu bozma!'
Uyuyamayacağını anladı. Yataktan çıkıp, odalarının balkonuna attı kendini. Yere bir minder fırlatıp, üzerine oturdu. Başını balkon parapetine dayayıp, oracıkta uyumaya çalıştı. Yarı uyur, yarı uyanık olanları düşünüyordu.
.....
Ne şanslıydı değil mi? İyi bir kocası, birbirinden sağlıklı üç çocuğu vardı. Karı koca çalışıyorlar, çocuklarının eğitimleri için çabalıyorlardı. Bu ne zaman olmuştu, ikisi de anımsamıyordu ama; çok çok uzun bir zaman önce, sessiz bir güç onların dünyalarının merkezini belirlemiş, ve bu merkez etrafında dönmeleri için emir vermişti. Çocuklarının etrafında örülmüş, mutlu tablonun gri fonlarıydı her ikisi de. Sıcak bir yuvaları vardı. Çocuklarını seven, evine ve eşine sadık kocası ailelerinin direğiydi. Tüm hayatları düzen içindeydi.
Herkesin gıptayla baktığı bir ailenin içinde yaşıyordu kadın. Her şey yolunda görünüyordu dışarıdan. Ama oyunu bozan bir şeyler vardı:
Bir çift göz... Evet, bir çift göz.
Nasıl bir delik bulmuştu da bu bir çift göz, yaşam aralığının içinden, taa içine, yüreğine kadar bakabilmişti. Günlerdir bu bir çift göze engel olmaya çalışıyordu. Tamam, içeriye bakmış, tüm çıplaklığıyla yüreğinin içini görmüştü, bari gelip yerleşmesindi. Oysa her gün biraz daha içini görüyor, biraz daha yerleşiyordu. Kadın her gün kendini biraz daha çıplak, biraz daha zayıflamış, biraz daha çaresiz hissediyordu. Her gün direnme gücünü yitiriyordu. Bu bir çift göz akıldan çıkmayacak kadar yer etmeye başlamıştı. Buna engel olmalıydı. Evli bir kadının başka gözlerde ne işi vardı.
Günlerdir kendisiyle savaşıyor, kendi duygularıyla inatlaşıyordu. 'Oyunu bozma!' diye haykırıyordu içindeki anne ses. 'Oyunu bozma!' Kendi kendini azarlıyordu arada; 'Sen aşağılık kadının tekisin.'
İyi bir adamın başkasını seven karısı olmak...
Gece;
tüm karanlığıyla
ertesi gününün aydınlığıyla savaşırken,
ulu orta sererken elindeki tüm kötü kartları,
çirkinken,
acımasızken,
çıplakken,
yarasaların ağıtları
sokaklarda cirit atarken,
yıldızlar birer birer düşerken hiç olmadık bir yere,
kimin için düştükleri bilinmezken,
bir fahişenin ayakkabıları
sokağın sessizliğine sürterken,
düşünceler sarhoş sallanırken,
kayıpken,
kaybolmuşken,
yarın belirsizken,
dün hiç yaşanmamışken,
onu izleyen bir çift gözden haberdarken...
onu izleyen bir çift gözden haberdarken...
O, orada öylece kalmak istiyordu.
Gün artık doğmasındı. Ne bir adım ileri gitmek, ne bir adım geriye gitmek istiyordu. Yarınını düşündü. Oynaması gereken rolleri ve yaşamından kayıp giden kendini.
Bir başrol oyuncusu oyunun son sahnesine kadar oynamalı mıydı? Arada alıp başını, çekip, gidemez miydi? 'Pas!' diyemez miydi mesela, havlu atamaz mıydı? 'Ben artık yokum' diyemez miydi?', 'Hadi siz oyuna devam edin, kendi başımın çaresine bakamıyorum, başınızın çaresine bakın!' diyemez miydi? 'Hiçbir şey yapamıyorsanız, yerime bir dublör bulun, yoruldum, bir yanım bir çift gözün peşine takılıp, gitmek istiyor' diyemez miydi?
Lanet olsun, o bencilin, oyun bozanın tekiydi işte.
Başka adamı seven evli ve üç çocuklu bir kadın. 'Adisin sen kızım' dedi, kendi kendine.
İçeride uyuyan adam, ona tüm yaşadığı bu huzuru sağlamışken, o neler düşünüyordu.
Düşündü, düşündü, düşündü...
Gözünün önüne bir kadın belirdi;
Kapıdan çıkmak üzere eşikte duran bir kadın, ve bacaklarına dolanmış, onu içeriye çekmeye çalışan küçük çocuklar. Ürperdi.
.....
'Duvar yok ki kapı olsun' diye sayıkladı.
Evliliği, eşinin sevecenliği, varlıkları, çocukları ve tabuları belli ki aşkına engel olamıyordu. Başını birden yukarı kaldırdı; 'Bunların hiçbiri insanın çevresine örülmüş bir duvar değil' dedi kendi kendine.
Tabii ki duvar değildi; ama toplum, evli bir insanın çevresinde penceresiz, kapısız ve gediksiz bir duvar olması gerektiğine inandırmaya çalışıyordu onu... Ve tüm kadınları... Ve tüm erkekleri... Işığın, taze havanın, hayallerin ve aşkın içeri sızamadığı bir duvar.
Oysa, uyduruk bir çitin titrek çubuklarıymış meğer hepsi. Sosyal ahlakın kurduğu, insana özgü saygıya emanet edilmiş bir bahçenin, 'Burası bizim' anlamındaki çiti gibi. Nereden bilebilirdi ki aşkın sosyal ahlakı takmayan saygısız bir köstebek gibi bahçesine dadanacağını? Bekliyor muydu? Aşkın; çiti çubuğu tanımayacağını ve o bahçedeki her tatlı kökü, sonuna kadar kendi hakkı sanabilecek derecede vahşi ve bencil olabileceğini bilmiyordu önceden. O mu yazmıştı tüm bu senaryoyu? Boşluğu kim bırakmıştı? Tabiat nasıl da dolduruyordu tüm boşlukları, hiç zaman kaybetmeden.
Aşk gelip girmişti işte bahçesine. Kendini artık tanıyamıyordu. Aşkın yarattığı mutluluk, tedirginlikle birlikte gelince, bambaşka bir hazzı yaratıyordu da insan aldığı bu hazdan tiksintiyle nefret edebiliyordu.
Sabaha kadar uyuyamadı.
Gecelerce, gecelerce.
Düşünmekten yorgun düşüyordu çoğunlukla. Çocuklar bir şey soruyordu. Öyle geç fark ediyor, söylenenleri öyle zor anlıyordu ki. Eve sadece bedeni gidip, gelmeye başlamıştı. 'Bir kadın mutlu aşıksa yemeği fırında unutup yakar, ancak mutsuz aşıksa fırını yakmayı unutur.' O her iki türlü de yakmaya başlamıştı yemekleri. Tek başına hiçbir şeyi çözemeyeceğini anladı. Ruhunu zaptedemeyeli çok olmuştu. İçindeki kötü kadın, başkasının gözlerinde kayboluyordu; ahlaksız kadın.
Bunu biriyle paylaşması gerekiyordu. Bir gece yine balkonda tek başına otururken, cep telefonundan Feray'ı aradı. 'Sana ihtiyacım var.' dedi fısıltıyla. 'Çıldıracağım.'Lütfen yardım et.'
Yarın devam edecek...
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 32 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.031 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
o yalnızlık
içinde yankılar taşıyan bir hayatın,
kör bıçaklarla kesilmiş bir tok hevesin,
özüyle , sözüyle ,varıyla , yoğuyla bir sonraya uzanamadığı
o yalnızlık..
salınır..
artık, boş sokakların yükleminde duramaz..
öykülerin durağında inemez..
kimselere soramaz yarınını..
kargı gibi batan bir geceden seslenir artık..
aksi gibi, batmayan bir sabaha uyanır ilk nefesiyle.. haykırır ve pusar..
aynı yazgıyı yoruldukça usanır..
ağıtlık mısralarla donatır defterini..
hatrını zorlaştıran, yanıltıp kaybettiren mısralarla..
sesi ayyuka çıkmamışken , yılar..
tütünlere sarar sesini.. mavi dumanlarla mırıldanır o bitmeyen hecesini..
uzar.. uzatır..
biteviye ,
yağmurda susayan bir semender ateşi gibi yanar..
sonra titrer.. öznesi , gölgesi yollara düşer.. o vakit , o yalnızlık sevişmeye kuşanır..
sonra yiter sanıp ,
çoğalır..
Özhan Bilgin
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Telgrafın tellerine konan kuşlar gitar çalıp şarkı söylemeye başlarsa ne olur? http://www.irlmeier.de/bird.swf Kısayoluna tıklarsanız neler olacağını görürsünüz. Kuşun sevimliliğine güvenip sesini sonuna kadar açmayınız. Rezil olursanız ben karışmam.
Peki çiftlikteki atlar koro kurup orijinal sesleriyle vokal yapmaya başlarlarsa ne olur http://svt.se/hogafflahage/hogafflaHage_site/Kor/hestekor.swf aha da işte bu olur. Sevimli atların üzerine sırasıyla tıkladığınız takdirde, duygu yüklü bestelerini dinleyebilirsiniz. Sesini istediğiniz kadar açabilirsiniz. Hatta üzerine söz yazmanız bile mümkün.
Flash animasyonlarla başladığımıza göre, aynı şekilde devam edelim. http://193.151.73.87/games/bubbels.swf kısayolunda baloncuklarla oynanan şirin ve basit bir oyun var. Vakit geçirmek için birebir.
İşte size uçuk bir oyun. Amacını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. http://www.albinoblacksheep.com/flash/planarity web sayfasına girince ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Karmaşık şeyleri seven ya da arkadaşlarına şaka yapmak isteyenler için birebir.
Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Internet Download Accelerator 4.2 [2.3 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme (24.95$)
http://www.westbyte.com/ida/download/idasetup.exe Şu ana kadar kullandığım en kullanışlı, en hızlı ve en randımanlı download hızlandırıcısı. Özellikle ADSL kullanıpta tam randıman alamayanlara şiddetle tavsiye ederim. Tarayıcı ile entegrasyonu, arama bulma fonksiyonları programa ayrı bir güzellik katıyor. Eğer sık sık bilgisayarınıza birşeyler yüklemeye çalışıyorsanız bu programı mutlaka denemelisiniz. Ful fonksiyona ulaşmak 24.95$, ama ne demiş atalarımız; "Benim memurum işini bilir.":-))
Yukarı
|
|
|
|
|
|