|
|
|
12 Ağustos 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kendime yer bırakmadım!.. |
Merhabalar,
Haberi duyunca sadece moral olarak değil bir bütün olarak yıkıldım. Sanki uzakta yaşayan bir akrabamı kaybetmişim gibi geldi. Oysa 82 yaşındaymış Ellie teyze. Kanser sebep olmuş ölümüne ama yaşamış yahu kadın. Allah hepimize o kadar yaşamak nasip etsin. Gençlik dizim Dallas'ın böyle sapır sapır dökülmesi beni hakikaten çok yıprattı. Sıra bana mı geliyor sendromuna girdim sanırım. İşte bu moral bozukluğuyla yazı yazmaya mecalim kalmadı. Hoş hal kalsa da yer kalmadı. Hem maaşallah aşağısı salon balkon dolmuş. Gelin ben sizin için bir bir klasik koyayım pikaba, sonra da aradan çekilip sizleri güzel yazılarla başbaşa bırakayım. Bob Marley ve The Wailers, Legend isimli albümlerinde çalıp çığırıyor, Could you be loved.
İzmir ve havalisinde olanlara Üniversite oyunlara gitmelerini hatırlatıyor ve çekiliyorum. Hepimize esenlik dolu bir hafta sonu dilemeyi de ihmal etmiyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Özel Türk |
|
Klasik yaz tatili notları.... Ne yapalım birçok emek, örneğin Oğuz Aral'ınki; onun kelem, beyin mirası kış, yaz ekranlarda, köşelerde 'geyik muhabbetleriyle' çarçur edilirken, bırakın biraz da ben kendi mirasımı yiyeyim, sağken! Eğer varsa!
Ar-Tur; Balıkesir Burhaniye'de (Karaağaç Beldesi'nin adını da anmadan geçmeyelim!), tam otuz yedi yıl önce, 1968'de kurulmuş bir 'yaz köyü' ya da 'yazlık köyü'. (Bu deyimleri ilk ben mi uydurdum yoksa?) Yazlık köyü; çünkü yaklaşık iki bin (rakam ile 2 000) yazlık konut, -büyüklük bilgilerinin detayları öğrenemediğim için dört koylu devasa bir alan tanımıyla geçiştireyim- kocaman bir yarımadaya serpiştirilmiş. Serpme olmuş çünkü konut ya da adam başına en büyük korunan/yaratılan yeşil alanın bu düzenlemeye ait olduğunun bahsine girebilirim. Hepsi bembeyaz, çatısız, çoğunluk tek katlı bu güzelim evlere, yazları on bin insan konuk oluyor ve bu alana tek bir kapıdan girilebiliyor.
Neredeyse yarım asır önce, bu ütopik projeyi kim planlamış, üç-beş yıl içinde kim hayata geçirmiş?
Bir özel Türk: Özer Türk.
Özer Bey zamanın Burhaniye Kaymakamı. İki metreyi aşan boyu, heybeti ile bir masal kahramanı olarak anlatılıyor yıllar yılı. Bu olağandışı atılımı ilgi çekmiş olacak ki; benzer düşü, vali olarak atandığı Muğla'da, Datça'da Ak-Tur' da yeniden yaratıyor. Henüz elli yedi yaşındayken de, sanırım yetmişlerin sonunda göçüp gidiyor bu dünyadan.
Kahramanlar uzun yaşamazlar!
Biz de, birkaç yıldır Ar-Tur' un konuğuyuz kısa süreliğine. Gecikerek de olsa, Ar-Tur' un kimyasını tanıyoruz, değişmekte olan kimyasını! Azcık zorlama olsa da, şöyle bir kısa öykü döktürmek olası, bu sıradışı 'yaz köyüne'.
Üç kuşak Ar-Tur' lu düşünebiliriz. İlk konut sahipleri çoğunluk Ankara' lı eğitimli, görece sabit gelirli aydın bürokrat-askerden oluşmuş. Yıllar içinde ikinci kuşak devreye girince, bu sahiplilik, yörenin-Balıkesir'in- ileri gelenleriyle değişmiş. Olasıdır ki; 'çok okumuş', ailelerinin alçak gönüllülüğüne zıt kızlar, oğullar; Kuzey Ege'nin bu azcık soğuk, azcık rüzgarlı, azcık az tantanalı köşesine 'az gelir' olmuşlar, besbelli. Türkiye'nin neredeyse tüm varsıllarının ve özentilerinin mesken tuttuğu Bodrum'a, Çeşme'ye göç etmişler, kim bilir?
Her iki kökten beslenen üçüncü kuşak ise son model arabaları ve ellerinde biraları ile 'kurtarılmış bölge' nin Küçük Güvercin Koyunda cep telefonları ve çıplaklıklarıyla yaşıtlarını etkilemeye çalışıyorlar.
Eski kuşaktan, 'yaşlı tüfekler' den hiç mi kimse kalmamış?
Kalmaz mı? Onlar da, 'Ar- tur' u Sevenler Derneği' gibi bir adla -Arsevgül- varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Her yıl, bu güzel işin kalkışılma yıldönümünde de bir özel gece düzenliyorlar. Bu gecenin geçen yılki konuğu Fatih Erkoç' tu. Bizim de tanık olduğumuz bu yılki etkinliğin konukları ile yaşanılanlar, sözcüklere sığamayacak güzellikte ve sevimlilikteydi.
Ar-Tur' un güzelim yazlık sinemasında; Şevket Uğurluer ve arkadaşları, Ayten Alpman ile Salim Dündar'a eşlik ettiler, üç saati aşan hemen tümüyle amatör heyecanla gerçekleşen etkinlikte.
Eğer diğer üstatlara haksızlık yapmıyorsak, Salim Dündar'a ayrı bir parantez açılmasına izin verin ne olur? Salim Dündar, her gün daha da sıradanlaşan, metalaşan Dünya' da, Türkiye'de bizleri; gençliğimize, umutlarımızı canlı tuttuğumuz, 'yeşerttiğimiz' ilk gençlik yıllarımıza götürdü, birbiri peşli sıra söylediği unutulmaz şarkılarla. 'Aynalar' la, İspanyol Meyhanesi'yle.
Ar-Tur' un daha nice anıları var, yıllar içinden kopup gelen. Neyse... Hala alçakgönüllülüğünü korumaya çalışan Ege'nin kuzeyinin bu güzelim köşesinden yaz esintilerine bir noktalı virgül koyalım, şimdilik.
Yeniden yollardayız işte. Türkiye'nin beşinci büyük kenti Bursa'yı, birinci büyük kenti İstanbul'a bağlayan karayolunun Bursa çıkışında kaldırım teşkilini de içine alan ne idüğü belirsiz bir yenileme çalışmasının; gereksizliği, plansızlığı ve yol kullanıcılarının mağdur edildiği bilgi verilmezliği ile katmerleşen bir saati aşan eziyetle Türkiye gerçeği ile burun buruna geliveriyoruz, hemencecik.
Keyfilik. Bilgiye, bilime, planlamaya, bilgiyi kullanmaya, kullandırtmaya sırt çevirme.
Tatil bizim neyimize!
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci Bungo : Ahmet Deniz Onu geri istiyorum. |
|
Çok mu şefkate ihtiyacım var acaba? Durup dururken aklıma geldi anneannem. Yaşlılıktan derinliğini yitirmiş mavi gözleriyle, çocukluğumun o en berrak günlerinden çıkıp geldi sabah sabah ofisime, oturdu karşımdaki koltuğa. Gülümsedim. Nasıl da şefkatle yaklaşırdı bana. Yaşlılıktan buruşmuş, çatlaklarla dolu elleriyle yüzümü okşadığında; yüzüm acırdı. Çekmeye çalışırdım kendimi o zaman... şimdi nasıl da özlüyorum, pamuk kadınımı.
60 yaşlarında; beyaz tenli, mavi gözlü, göçmen işi oyalı yemenisi, açık yakalı bluzu ve üstünden hiç çıkartmadığı yeleği ile birbirinden farklı, çiçek desenli basmadan dikilmiş etekliklerinden birini giyinmiş halde; aniden, güneşin şımarık çocuk arsızlığıyla jaluzilerin arasından sızdığı bir perçem huzmeyle beliriverdi işte... tıpkı eski günlerde olduğu gibi.
Onun bahçesinden içeri girdiğimde, içimde binlerce yeni çiçek birden açardı. Ortancalar, sardunyalar, güller, aslanağızları ve zambakların dikili olduğu, irili ufaklı bir sürü saksı çiçeğine eklenirdi içimde açan çiçekler. İlkbahar boyunca üzerlerine tırmanmaktan bedenimde türlü çiziklere, kesiklere yol açan dikenli ve güzel kokulu akasya ağaçları, mis kokulu leylaklar, hanımelleri ile karnım ağrıyacak kadar çok üzümünü yediğim, şırasını içtiğim, ağlatmak için dallarına türlü şeylerle vurduğum asma onun bahçesindeydi.
Tadını bugün başka hiçbir hazır, memba suyunda bulamadığım, içinden şehir şebeke suyu akan ağzımı dayayarak kana kana içtiğim, eski püskü çeşme ve küçük tuvaletli bu ön bahçe; bana göre dünyanın türlü zenginliklerini kalbime yerleştiren anneannemin komuta merkezi gibiydi.
Musluğun bulunduğu, evin duvarının köşesinden dönünce, alt komşunun bahçesiyle bizim arka bahçemizi ayıran dikenli çitin bitiminde, o zamanki yaşıma göre bana uzun gelen bir patika vardı. Dar patikayla birlikte uzayıp giden bal arılarının polen topladığı dikenli çit ile birlikte arka bahçeye ulaşırdım. Dikenli çit, bahçenin sonuna kadar devam ederdi. Çitin dibine baharda budanan ağaçların dalları kurumak üzere bırakılırdı. Bu evde en sevdiğim şeylerden biri asla susuz kalmamamdı. Bahçenin iki tarafında da doyulmaz tattaki soğuk şehir şebeke suyu akan çeşmeler; "anneee su veeer!" gibi anlamsız bir muhtaçlık duygusunu hiç yaşatmadı bana.
Arka bahçedeki otlar bakımsızlıktan aşırı derecede uzundu her zaman. Korktuğum zamanlarda içine yatıp kaybolurdum. Mesela mahalledeki çocuklardan birini dövdüğümde, dayak yiyen çocuk, kardeşleriyle birlikte beni yakalamak için bahçeye daldıklarında otların içine yatarak saklanırdım. O zamanlar bir çocuk efsanesi geliştirmiştim. On metrelik kalın siyah bir hortumu baş kahraman yapmıştım. Arka komşumuzun bahçesini ayıran taştan çitin dibine bırakılmış bu hortumu, mahalledeki çocuklara yılan diye yutturmuştum. O yüzden çocuklardan hiçbiri bizim bahçenin en ucundaki yere gelmeye cesaret edemezdi. Bende ne zaman yaramazlık yapsam kaçıp oraya saklanırdım. Gerçi bu masalın büyüklerde bir işe yaramadığını anladığımda canım epey yanmıştı.
İlkokul birinci sınıftan arkadaşım Suat anneannemin evine çok yakın oturuyordu. Evinin yokuş aşağı yolun sonunda, anneannemin evinin daha aşağısında kalması ve benden güçsüz olması onun için talihsizlikti. Ben onun kepçe kulaklarıyla dalga geçerdim. Hoş, o yaştaki tüm erkek çocuklar biraz kepçe olmaz mı? Suat, bana kızıp hıncını çıkartmak için saldırdığında, değişik şekillerde kendisini döverdim. Ama en son dalga geçip dövmeye kalktığımda, planlı bir tuzağın içinde olduğumu anlayamamıştım.
Meğer benim sürekli dalga geçtiğim Suat, annesiyle işbirliği yapıp bana pusu kurmuşlar. Annesi yukarıdan Suat'ı izlemiş ve ben Suat'a dalaşınca, kadıncağız da oğlunu düştüğü bu durumdan kurtarmak için saldırıya geçmişti. Ben önce karşı komşunun bahçesine kaçıp, bahçenin etrafında bir tur atmış; kadından kurtulamayınca kendi bahçemize yönelip her zamanki yılanlı duvarın dibine yatmıştım. Fakat kadıncağız küçüklerin inandığı hikayeyi bilmediği için ve uzun boylu olması sebebiyle beni arka bahçede otların içinde eliyle koymuş gibi bulmuştu. Ve kulağıma hatırı sayılır bir şekilde tırnaklarını geçirip, canımı fena halde acıtmıştı.
O olaydan sonra ben Suat karşısında, annesinin ona sağladığı avantaj nedeniyle hep biraz mazlum durmuştum. Suat da sanki tek başına zafer kazanmış gibi bir edayla kapımızın önünden rahatça geçmeye başlamıştı.
Aslında bu nevi hatırı sayılır yaramazlıklarımın anneannemin de sabrını taşırdığı dönemler olmuyor değildi. Asmanın gölgesinde sallayıp uyutmalarının dışında bana çok sefer tahammül edemediğini hatırlarım. Fakat bir tanesini hiç unutamam.
Bir keresinde, işe giden annemin arkasından her küçük çocuk gibi ağlamayı fazla abartmış, anneannemin elinden kurtulup annemin peşinden bayır yukarı doğru koşmaya başlamıştım. Annem yolun yarısında durup beni eve geri getirmiş ve işine doğru tekrar yola çıkmıştı. Bu durumda ananem benimle başa çıkamayacağını anlayınca, köpeğimizin bağlı olduğu zinciri köpekten çıkartıp beni tıpkı kızılderililerin yaptığı gibi briketten sütuna zincirle bağlamıştı.
Ona o gün bile kızamamıştım. Çünkü annem yeterince uzaklaşıp ben onu yakalama umudumu yitirince hemen gelip zinciri çözmüştü. Ve benim kokusuna bugün bile dayanamadığım tuhaf otlardan meydana gelen, bol sana yağlı ve poylu belediye ekmeğini elime tutuşturmuştu. Tabii bu dayanılmaz yiyecek karşısında ben ağlamayı kesip günlük olağan azgınlıklarımı yapmak üzere arka bahçeye doğru yola çıkmıştım. Kendime yuva yaptığım ayva ağaçlarından birine tırmanıp afiyetle yemiştim elimdeki poylu ekmeği. Poy... nasıl bir tattır öyle. O güzel koku; farklı otlar ve tuzdan yapılır. Ekmek üstü poyu, hep tamamen fakirlik icadı olan tuhaf bir katık olarak düşünmüşümdür! Katık; anneannemin en çok kullandığı laflardan biridir.
- "Ha kızanım domatisi (domates) katık et." derdi.
Anneannemin yemek listesinden bugün bile unutamadığım ve çocuğum olduğunda da sıklıkla yedirmeyi düşündüğüm mönü şöyledir;
* Sana yağ sürülmüş ekmeğin üstüne toz şeker (bu birinci sıradadır, yeri asla değişemez).
* Sana yağlı poylu ekmek.
* Bir dilim ekmek, yarım domatis.
* Sonraları adının 'krep' olduğunu öğrendiğim ama anneanneme göre: toz şekerli akıtma.
* Ekmek-tuz-biber.
* Bazlama.
* Hamur kızartma ve beyaz peynir.
Bu yiyeceklerdeki tatları; çok sonraları gitmeye başladığım pahalı ve şık lokantalarda yediğim yemeklerle karşılaştırdığımda o zaman yediğim ve aldığım lezzeti, şimdi bile alamadığımı söylemeliyim.
Üzerine kolaylıkla silinebilsin diye muşamba serilmiş tahta masanın bulunduğu mutfağa her sabah erkenden girer, bana hazırladığı kıkıyı (yumurta) güzelce soyardı. Şimdilerde çok moda olan kırmızı-beyaz parçalı porselen çay tabaklarından birine kıştan yaptığı ayva marmelatını, diğerine de bir parça beyaz peynir koyardı. Rengi yeşile kaçan küçük bir çay bardağında şekerini içine atıp hiçbir zaman kimsenin karıştıramayacağı bir hızda karıştırırdı paşa çayımı. Çay her zaman aynı soğuklukta olur, ben aynı sırayla yiyecekleri tumbaama (mideme) indirirdim.
Çocukluktan kalma alışkanlıklarım ergenlikte de olduğu gibi hala devam etmekte. Bazı tanımadığım ortamlarda yağ sürülmüş ekmeğe tuz serpip yememle birlikte çevremde bakışlardan oluşan bir hare oluştuğunu fark ederim. Buna benzer yeme ve alışılmışın dışında rahat davranışlarım, benim şu an içinde bulunduğum çevreden farklı bir çocukluk yaşadığımı düşündürür zaman zaman.
Anneannemin bana yaşattığı onca güzellik ve kalbime doldurduğu sevgiyi maalesef ben ona karşı gösterecek zamanı bulamadım. Onun kendine has güzelliğine şefkatimi ve sevgimi ifade edemeden uçtu gitti.
Beni sabah sabah şimdiki anın boşluğundan alıp, o yılların muhteşemliğine sürükleyen, karşımdaki berjer koltukta hayalini unutan kadınım...
Düşünüyorum da... benim şefkate değil, şefkatimi gösterebileceğim bir anneanneye ihtiyacım var.
Anneannemi geri istiyorum.
Ahmet Deniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar UZUN YILLAR EVVEL'DEN |
|
KISA BİR ANI !
Uzun yıllar geçse de bazı anılar zihinlere demir atıyor.
Ama o demir paslanmıyor, her yıl, aynı gün, taptaze karşınıza çıkıyor.
Bugün yine aynı gün gelip çattı...
Bugünkü halini bilmiyorum ama, eskiden, Taşdelen Suları ile meşhur bir mesire yeri vardı. İstanbul'luların çok rağbet ettikleri bir yerdi.
İşte oraya, annem, babam, dedelerim, ninelerim, amcam, yengem, kuzenlerimle beraber 5. yaşgünümü kutlamak için gitmiştik.
Bugün gibi hatırlarım...
Masa dolmalar ve türlü lezziz mezelerle donatılmıştı.
Güldür güldür buz gibi akan suyla dolan kocaman bir de havuz vardı.
Bu havuza, kimileri, karpuzlarını, rakılarını sallandırıp soğuturlardı.
Çoluk çocuk da havuzun etrafına dizilir, orada olup biteni büyük bir zevkle izlerlerdi.
Doğal olarak ben de havuzun kenarına gidip seyre dalmıştım kiii, yanımda duran, ben yaşlarda bir erkek çocuk pat diye havuza düştü. Görenler hemen yardıma koştu ve çocuğu kurtarmak için biri suya atladı.
Ben o kadar korkmuştum ki ne yapacağımı bir an bilemedim.
Sonra, ağlayarak, bizim masaya doğru koşmaya başladım.
Kendimi annemin kollarına attım.
Bizimkiler ne olduğunu bilmedikleri için çok şaşırmışlardı.
Şaşkınlıkları esnasında bir adam (çocuğun babası) koşarak bana doğru geldi ve 'neden ittin oğlumu havuza' diye bağırarak okkalı bir tokat attı bana. Ve benim zavallı burnum kanamaya başladı.
Anlaşılan, adam, çocuğu benim ittiğimi zannetmişti.
'Ben itmedim, ben itmedim, kendi düştü' diye belirli belirsiz birşeyler geveleyip ağlama dozum artarken de ortalık karıştı!
Adamın en yakınında oturan amcam da ona okkalı bir yumruk attı...
Daha sonraki dakikaları, şok geçirdiğimden, pek iyi hatırlayamıyorum.
Hatırladığım tek şey bir polisin işe müdahale ettiğidir.
Onun gayretiyle, günü daha berbat bir hale sokmamak için, kimsenin birbirinden şikayetçi olmamak şartıyla, durum tatlıya bağlandı.
Ama yine de "doğum günümün" tadı tuzu kaçmıştı...
Büyükler birkaç duble rakı içip kendilerini avutabildiler.
Ben de annemin yayına çöreklendim ve bir daha da yerimden kıpırdamadım.
Her 12 Ağustos günü bu "anı" depreşir...
Yaşamım boyunca da, (Alzheimer hastalığna yakalanmadıkça) bu günü hatırlayacağım.
Nadya Alpkonlar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Temmuz, Ağustos, Eylül... |
|
Yine hazırlıksız yakalanıverdik. Ne zaman bitti bahar ? Ne zaman geldi yaz ? Ne zaman batıyor güneş ve ne zaman görünüyor ay ? Ne çabuk geçiyor zaman. Sanki atlı kovalıyor mevsimlerin, ayların peşinden. Almış eline kırbacı adı üstünde yelkovan, yel kovalar gibi kovalıyor akrebi. Biraz daha yavaş dönemez mi sanki şu dünya ? Bu acele neden ? Bir telaş, pür telaş gidiyoruz. Oysa ben, biraz daha yavaş yaşamak istiyorum. Şöyle aheste beste geçen bir zaman bulunamaz mı şu alemde ? Diyelim kışın vazgeçtim ama şu sıcak yaz mevsiminde yavaş dönsün canım şu kavanoz dipli dünya. Acele işe, şeytan karışır dememişler boşuna. Sanki gaz pedalına bir tuğla bağlanmış gibi hızla eriyor zaman. Yok mu şu koskoca dünyanın küçücük bir freni ? Hayır, ille de ABS, ASR, feşmekan olması gerekmez ama bir fren olsa fena mı olur ? Biraz soluklansak, tatlı tatlı kaşınsak, sallanıp yuvarlansak, boşlasak bazı soruların cevabını, kime ne zararımız olur ki ? Niçin bu kadar koşturuyoruz ? Bu kadar hızlı dönerse olacağı budur işte. Bu hıza yetişeceğiz diye kimbilir neleri ıskalıyor, neleri kaçırıyoruz ?
Benim bu taraftan gördüğüm; sadece keçileri kaçırdığımız şeklinde izah edilebilir, ıskaladıklarımız da cabası. İyi de, neden bu hıza bir radar kontrolu uygulanmaz ? Şöyle sabah sabah uyanıp; esneye gerile afyonu patlatmak dururken neden iki ayağımızı bir pabuca sokmak için mücadele ediyoruz ? Anası da yok ki dünyanın satıverelim babalar gibi ama hiç olmazsa okkalı bir "Heeeeyt be !" diyebilmemiz bile bu kadar zor mu ? Hiç mi meydan okuyamayacağız şu akıp giden zamana sahip dünyaya ? Daha güreşe başlamadan peşin peşin yenilgiyi kabul etmek niye ? Daha fazla zaman gerek velhasılı, daha fazla. Nereden bulsak, acaba uykudan mı çalsak ?
Kimseyi üzmeden yapılacak en iyi yol gibi görünmüyor mu size de ? Örneğin; bir saatini çalsak şu hiç yaşamadığımız uykunun, herhangi bir ücret ödememiz gerekecek mi ? Hayır... Çalalım o zaman. Kuru kuruna çalmakla kalmayıp uyku gerisinde kalan zamana eklememiz gerek elbette. Diyelim ki; telefonla konuşuyoruz bir sevdiğimizle, "Kapatmam gerek" demeye hacet kalmıyor. Nasılsa bir saat daha fazla zamanımız var, birkaç dakikasını feda etsek ne kaybederiz ki ? Hiç... Tamam, buyrun size fazladan bir saat. Aman dikkat edin, har vurup harman savurmak yok, topu topu altmış dakika en nihayetinde. Tersine yabana da atmayın, yirmidört gün sonunda bonus olarak bir kocaman gün daha kazanacaksınız. Dudak büktüğünüzü hissediyorum ama gelin şu hesabı biraz daha açalım. Yirmidört günde bir gün kazanırsak ve biraz da tutumlu olduğumuzu varsayarsak; ikiyüzkırk günde on gün kazanmamız ve üçyüzaltmış günde ( yaklaşık bir yılda ) onbeş gün kazanmamız işten bile değil. Biraz bonkörlük etme zamanı diyerek, bu sürenin altı gününü harcamamız halinde, temiz bir dokuz günümüz var. Yani; önüyle, arkasıyla dolu dolu bir hafta. Kısaca; tepe tepe kullanabileceğimiz bir hafta.
Yine kantarın topuzunu kaçırdım gibi geldi ama sizlere zaman kazandırdığım için ayrıca mutlu olmadım değil. En iyisi huzurlarınızdan ufak ufak uzaklaşmak ve epeyce saatini çaldığım uykuma geçmek istiyorum müsaadenizle. İyi de, neden gökyüzü aydınlanmaya başlamış ? Ne zaman geçti koskoca gece ? İnanmıyorum... Hatta; çıldıracağım, yine başa döndüm. Dörtnala koşuyor hayat dörtnala. Dün henüz bayat hale gelmeden yarın tazeliğini yitiriyor. Yok mu şu zamanın küçük vitesi ?
Lafı ve zamanı fazla uzatmadan en iyisi başlıktaki şarkıyı mırıldanmak...
Her mevsimde durma gül,
Hayat inan çok kısa...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Sibel (2.Bölüm) |
|
Ertesi gün Beşiktaş iskelesinde, akşam güneşinin kızıla boyadığı masa örtüsü üzerinde, ellerindeki birer bardak çay eşliğinde konuşmaya başladılar. Sibel bitkin görünüyordu. Günlerdir doğru düzgün yemek yemediği belliydi, yüzü süzülmüştü, üzerindeki etek düşecek gibi iğreti duruyordu.
'Kötü görünüyorsun' dedi Feray.
Feray, Sibel'in en güvendiği dostuydu. O da iki çocuk annesiydi. Dışarıdan mutlu görünen bir evliliği vardı. 'Dışarıdan mutlu görünmek'. Düşündüklerine gülümsedi Sibel. Derin bir nefes alıp, söze girdi. Her ne kadar tüm heyecanı ile kekelese de, söyledikleri bir defa da anlaşılacak kadar netti.
-Ben aşık oldum Feray!
Paldır, küldür, damdan düşer gibi... Feray afalladı.
-Ne?
-Doğru işittin, bakma öyle yüzüme. Adamın biri... Adamın birine işte! Aklımı, benliğimi, ruhumu; her şeyimi aldı. Düşünmeden edemiyorum. Kendime hakim olamıyorum. Hiçbir şeyin önüne geçemiyorum, engel olamıyorum. Tarif edilmez acılar çekiyorum.
Feray yutkundu. Yüzünü toparlamaya çalıştı.
-Ona olan aşkından haberi var mı?
-Sanmıyorum... Sanıyorum... Sanmıyorum... Bilmiyorum Feray. Hiçbir şey konuşmadık. Sadece gözlerini biliyorum. Gözlerini soruyorsan, evet, o da bana aşık.
-Tanrım! Sen ne yaptın, canım ya?
-Oldu bir kere işte. Ben bu aşka 'gel' demedim. Nasıl girdi içeriye bilmiyorum, kapıyı bile çalmadı, karşıma çıkmadı, ruhuma çarptı, evet ruhuma çarptı. Onun gözlerini görmeden önceki kendimi o anın içinde kaybettim. Alıp, fırlattı eski beni. Artık başkasını düşünen bir benliğim var. Kontrolümü kaybettim. Günlerdir ne yapacağımı düşünüyorum.
Sustu, derin derin nefes alarak çayından bir yudum daha aldı. Çantasından bir mendil çıkarıp, nemlenen gözlerini sildi.
-Çocukların, Yusuf'un yüzüne bakamaz oldum. Onlarlayken tarifsiz bir utanca kapılıyorum. Yalnız kaldığımda kurduğum hayaller ise daha da utanç verici. Keşke bir şekilde atabilseydim içimden. Atmaya çok çabaladım. Haftalar oldu. Giderek daha da büyüyor.
-Utanç mı duyuyorsun?
-Ben ahlaksız kadının tekiyim. Kendimden utanıyorum. Oyun bozanın biriyim.
-Onunla yattın mı? Öptün mü onu? Veya elini tuttun mu?
-Hayır tabii ki. Neler söylüyorsun sen.
Garson yanlarına bir kez daha gelip, taze çay isteyip, istemediklerini sordu. Uzun süre sessiz kaldılar.
-Bak hayatım. Şu an hissettiklerin sadece duygudan ibaret. İstemek ile yapmak arasındaki farkı bilmez gibisin.
-Anlamadım.
-Zengin olmayı istemek günah değildir; bu uğurda hırsızlık yapmak günahtır. Sevişmeyi istemek günah değildir; zina günahtır. Birini öldürmeyi istemek öldürmekle eş değer değildir; elini kana bulamak günahtır. Eğer günaha girmediysen neden utanasın ki?
-Günah da, utanç da çok yakın.
-Eğer Yusuf'u aldatırsan günaha girersin. Yeni aşkın için eşinden ayrılmayı göze alabiliyor musun?
-Bilmiyorum. Kendimle savaşıyorum günlerdir. Mükemmel bir evliliğim ve harika çocuklarım var. Evliliğin durağan geçtiği dönemlerde eşlerden biri ya da her ikisi de zayıflayabilir. Kedime sorgularım hep bu yönde oldu. Zayıfladığım için mi başkasının gözlerinde kaybolmuştum. Yoksa, o gözlerin sahibine miydi aşkım? Kararımı verdim; o gözlerin sahibine aşığım ben. Ben bir anneyim, sadık da bir eştim - şimdiye kadar. Öncelikle 'bunu nasıl yaparım' larla savaştım. Her zaman yadırgadığım, zayıf olarak gördüğüm o kadınlardan biri mi olmuştum. Adı 'aşk' mıydı, yaşadığımın. Evet, adı 'aşk'tı. Bundan artık eminim. Ah, deli gönlüm, peki şimdi ne halt yiyeceksin? Mutlu görünen yuvamı terk edip, nerelere uçacağım? Ve sonunun da nereye varacağı belli olmayan bir aşk için, tüm bunları yapabilecek miyim? Değer mi tüm bunlara. Şu an bile nasıl acı çekiyorum. Ya sonra. Hep kendimi suçlayacağım. Yuvayı bozan ben olacağım, oyunu bozan ben olacağım. Çocuklarım suçlamayacak mı beni. Bir gün karşıma geçip, senin yüzünden oldu, demeyecekler mi? Hem de bir çift göz için, sonunun nereye varacağı belirsiz bir aşk için, tüm bunlar değer mi?
-Bak canım. Kendini suçlayıp durma. Aşk ısmarlama gelmez. Canın istediği zaman aşık olamazsın. Aşkı değerli kılan da budur. Hatta değerli değil; paha biçilmez kılan. Ama en kötüsü, bu durumlarda sadece iki kişinin gözünde değerli olması… Sevdiğin adam ve sen… Başkalarının gözünde ise beş para etmez bir şey. Şimdi sen; içinde kopan fırtınaları sevdiğin adamdan başka kime anlatabilirsin ki? Eşin, çocukların, anne ve baban, kayınvaliden, kayınpederin… Onların gözünde hislerinin üç kuruşluk değeri olmayacaktır; ama bu, aşkının değersiz olduğu anlamına gelmez. Değer biçmek bir mutabakattan ibarettir. Bir altın gerdanlığın herkesin gözünde değerli olmasıyla, çeyiz sandığındaki, anneannenin annesinden kalma uyduruk bir yemeninin, senin için değerli olması arasındaki farkı düşünsene. Onun gibi bir şey işte. Evliliğin altın bir gerdanlık gibi… Çevrende kime sorarsan sor tartışılmaz bir değeri vardır. O yıpranmış yemeni ise sadece senin için değerlidir. Gün gelir en güzel ve alımlı gerdanlığa bile değişmezsin onu. Sevginin neresi kirli?
-Ne kadar net konuşuyorsun. Nedir seni bu kadar seni kararlı kılan? 'Ne yapayım' diye sana sorsam, 'Yusuf'tan ayrıl' diyecek gibisin. Şaşkınım, çok şaşkınım.
O Pazar günü küçük kızı ile yaptığı keki anımsayıp, olanları anlattı.
-Yumurtanın yere düşüp, kırılmasına izin vermedim. Ben anneyim, olacak olanları daha önceden kestirebilmeli, çocuklarımın geleceklerini korumalıyım. Gerekirse ilk hamleyi ben yapmalıyım. Buraya gelirken aşkımı öldürmeme yardım edeceğine inandırmıştım kendimi. Senin sihirli sözcüklerinden güç bulacak ve aşkımı yok edecektim.
-Aşkını öldürmek mi? Komik olma. Bunu bir kez daha yapar mıyım, bunu bir kez daha önerir miyim sanıyorsun?
-Nasıl?
-Anladığın gibi.
-İnanmıyorum.
-Evet... Şimdi daha fazla bir şey sorma. Benimkisi çok çok uzun bir hikaye. Sana bir gün tüm detaylarıyla anlatacağım. Aşkımı öldürürken, bu cenazenin ardından ruhumun her gün öleceğini bilmiyordum. O gittiğinden beri hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ama hiçbir şey... Ben de onu çağırmamıştım. Nasıl suçlamıştım kendimi. Oysa şimdi anlıyorum ki; bir ilişki bitmeden, yeni bir ilişki doğmazmış. Çiftler bunun tam adını henüz koymamış olsa da, bitmeyen bir evliliğin içine yeni bir aşk girmezmiş. Evlilik bittiği için, o derin boşluğu bir başkası gelip, doldururmuş.
-Kurtarılamaz mı?
-Kurtardıklarını söyleyenler var. Ama gazozun gazı bir kez kaçınca, tadı bir daha asla eskisi gibi olmuyor.
-Delireceğim. Ben ne yapayım?
-Yusuf'tan ayrıl.
-Hı, yapamam.
-Niye yapamayacakmışsın? Yarın akşamüzeri iş dönüşü Yusuf'un TEM otoyolunda aptalca bir trafik kazasında ölmeyeceğini kendine garanti edebiliyor musun?
-Allah korusun. O nasıl söz? Hiçbirimizin garantisi yok tabii ki; ama ölüm ve dirim ihtimalleri üzerine kararlar almak sorumsuzluktan başka bir şey değil.
-Hayatım. Bir örnekle sana açıklayayım. En basit ticari girişimlerde bile olumlu ihtimallerin en az iki katı olumsuz ihtimal türeten insanlar, hayat gibi çok önemli bir varlığın değerlendirilmesinde kullanılacak bütün kararlarını tek olumlu ihtimal olan 'Ortalama 70'ine kadar yaşama ihtimali' üzerine kuruyorlar. İşte bu nedenle ticarette en az yüzde elli kazancı 'Buna da şükür' diye karşılarken, daha azını zarar gibi görürken, hayattaki kaçınılmaz zararları görmezden gelme gibi bir kanserin pençesinde kıvranıyorlar. Sen de o kansere mi kapılacaksın?
-Tut ki o kansere kapılmadım. Yusuf'tan ayrıldım. Ya mutsuz olursam? Çocuklarımın mutsuz olacağı zaten neredeyse kaçınılmaz. Bir de Yusuf.
-Yusuf'u da mı seviyorsun?
-Tabii ki seviyorum. Aşık değilim ama seviyorum. Biz onunla büyüdük. Çocuklarımız. Emekleri... Didiştiğimiz dönemler tabii ki oldu. Ama yaşam bizi öyle sarmaladı ki, bazen ikimizi dört kollu, dört bacaklı canlılar gibi görüyorum. Bacaklarımız dolaşmış, ellerimiz karışmış, ama tüm yaşamı birlikte omuzlayan, üç çocuğu birlikte büyüten iki girift canlı. Birimiz göz, birimiz kulağız, birimiz beyin, birimiz yürek... Bir yanda bunlar varken sonu belirsiz bir ilişki, bir macera. 'Ya mutsuz olursam?' Ve geride bırakacaklarıma bakılırsa mutlu olma ihtimalim o kadar az ki. Dört kişiye karşı bir kişi…
-'Ya mutsuz olursam' diyerek kendini yalanlıyorsun. Mutsuz olacağın kesin değil. Sen bile bu sözü söylerken mutlu olabileceğin ihtimalini göz ardı etmiyorsun.
-Ben bir anneyim. Bu düşündüklerimiz bile bir delilik. Sadece ihtimalden ibaret olan bir şeyin ardından koşmak ne kadar mantıklı olur?
-Sadece ihtimal değil. Bu gün sahip olduğun varlıklarını hediye paketi içinde almadın. Mevcut koşullar içinde en iyisini geliştirerek kendin yarattın. Eğer koşullarında köklü bir değişiklik yaparsan, yine o koşullar içinde en iyisini yaratabileceğinden şüphem yok. Neden şüphe duymuyorum biliyor musun? Çünkü mutlu olmaya çalışmaktan başka çaren kalmayacak.
-Bu bahsettiğin de yeni bir çaresizlik. Mutlu olmaya çalışmak istemiyorum, mutlu olmak istiyorum.
-Anlamadın sanırım. Yusuf'la mutlu olduğun zamanları düşün. O mutluluğu kim sağladı size? Kapının eşiğine sepet içerisinde bırakılmadı ya. Tek başına Yusuf mu yarattı tüm o mutlu günleri? Hayır. Siz yaptınız bunu. Hatta ikinizi de iyi tanıdığım için söyleyebilirim ki o zamanlardaki mutluluğunuzu büyük ölçüde sen kurmuştun. Çünkü koşullar ne olursa olsun kendini ve çevrendekileri mutlu kılma yeteneği var sende. Bu yeteneğini yeni ilişkinde de kullanacaksın. Başaracaksın. Üstelik şimdi, eskiye göre daha tecrübelisin.
-Ya çocuklar?
-Senin annen eşinden boşansaydı ondan nefret eder miydin?
-Tabii ki hayır, ama…
-Şule'yi düşün; ondan nasıl tiksindiğimizi. İğrenç bir kadın; defolu üretim… Tövbe Ya Rabbi.
-Onun bu konuyla ne ilgisi var şimdi?
-Bir de Şule'nin çocuklarını düşün. Annelerine nasıl taptıklarını, aralarındaki inanılmaz sevgi bağını. Eğer Şule gerçekten de iğrenç bir insansa çocuklarının da ondan nefret etmesi gerekirdi değil mi? Oysa öyle olmuyor. Sen ne yaparsan yap senin çocukların da seni sevmeye devam edecek. Ufak tefek suçlamaları olabilir zaman zaman. Zaten bu kaçınılmaz; ama seni sevmekten vazgeçmeyecekler. Her zaman yanında olacaklar. Eğer sen iyi bir anneysen onları ayrılığının etkilerinden korumak için daha büyük bir sevgi ve ilgiyle sarılacaksın çocuklarına. Daha yaşları küçük. Ayrılığınız onlar için bir yaşam tarzı olacak. Buna alışacaklar. Öyle kabullenecekler.
-Ama yine de ideal olan durumdan sapacağız değil mi?
-İdeal gibi görülen koşullar içinde bir tane mutsuz insan varsa, buna ideal koşul denemez.
-Ben kendimi feda etmeye hazırım.
-Bu gün hazırsın. Kendini suçladığın için şimdi kolay geliyor sana. Bu gün ayrılmadığın için on yıl sonra pişmanlık duymayacağının da bir garantisi yok. O gün geldiğinde feda edilmiş bir on yıl olacak elinde. Tut ki bu aşkı içinden atmayı becerdin. Tamamen unutabildin diyelim. İki yıl sonra başka biri ve yeni bir aşk olmayacağı ne malum? Hem biliyor musun en onurlusu şimdi çekip, gitmek; ihanetin boyutu büyümeden. Sadece gözlerle ihanet etmişken.
Sibel'in elini sıkıca kavrayarak konuşmasını sürdürdü.
-Canımcığım. Sen duygusal eksikliklerin üzerinde duran bir hayatı yaşıyorsun. Evliliklerimizi duygularımızın üzerine kurarız. Ancak duygu çok gevşek bir malzemedir. Zamanla varlıklarımızın altındaki bu malzeme oyulmaya başlar. Temel zayıflar. Yıkılmaya yüz tutar. O zaman da o yapıyı daha sağlam bir temelin üzerine aktarmamız gerekir. Tabii ancak yapıyı parçalayarak yapabiliriz bunu. Her parçanın sağlam kalması için bütünlükten fedakârlık etmektir bu… Eğer böyle devam edersen duygusal eksikliklerin ömrünün sonuna kadar sana böyle sürprizler hazırlamaya devam edecektir. Her seferinde daha da artan bir acıyla…
-Biliyorum. Biliyorum ama düşünmek istemiyorum. Düşündükçe bu batağa daha fazla saplandığımı hissediyorum. Hiçbir düşünce evliliğimin lehinde olamıyor. İyice bencilleştim ve nasıl bu kadar bencil olabildiğime aklım ermiyor. Annelik de bir yere kadar. Mutsuzluğum arttıkça çocuklarıma karşı da bir düşmanlık oluşturmaktan korkuyorum. Yusuf'u bırakıp gidemememin sorumlusu olarak onları görmeye başlayacağım sonunda. Aklımı kaçırıyorum galiba. Bu söylediklerimi başka biri duysa herhalde tiksinirdi benden. Aynı benim şimdi kendimden tiksindiğim gibi.
-Bunları düşünen ve yaşayan sadece sen değilsin. Öyle çok kadın var ki senin durumunda. Sadece gerekli cesareti gösterip hayatlarının çizgisini değiştiremedikleri için düşüncelerini kendilerine saklayıp ahlak abidesi kesiliyorlar. Senin durumunu kınayarak ardına gizlendikleri bir perde oluşturuyorlar. Lütfen sen akıllıca davran.
-Akıllıca mı, mantıklı mı?
-Böyle durumlarda işlettiğimiz mantığı yine akıllar yarattı güzelim. Çoğunluğu senden daha az akıllı olan bir insan topluluğunun yarattığı mantığa hayatını emanet etmeyeceğini umuyorum.
Tepelerinden çığlık çığlığa geçen bir martıya takıldı gözleri. Bir an için sessizleştiler. Denizin üzerinden süzülerek uzaklaşan martının bakışında, giderek küçülen, ayrıntılarını yitiren bir resim gibi kaldılar. Çevrelerindeki masalardan ve o masalarda yaşanan, yıkılıp tekrar kurulan hayatlardan soyutlanmış iki yürek konuşmaya devam ediyordu. Birer elleri birleşmiş, diğer ellerinde yaş mendiller sonsuz durağanlığa mahkum edilmiş beyaz güvercinler gibi parmaklarının arasından kanatlarını acıyla uzatıyorlardı. Martı iki kadını tamamen gözden kaybettiğinde...
...
....Adliye Sarayının çatı saçaklarındaki yuvasına kondu. Beş ay sonra Sibel'i eşi ile Adliye merdivenlerinden çıkarken gördüğünde tabii ki hatırlamayacaktı; ama Sibel martıyı tanıdı. Tam orta yerinden kırılmış alt gagasıyla bir parça simidi taşımaya çalışan, beş ay önceki aynı martıydı o. Acı bir gülümseme ile sessiz şahidine el salladı. Kırılmış gagasına rağmen simit peşinde uçuşan hayvancağızın yaşama mecburiyetine saygıyla 'Her şeye rağmen' diye fısıldadı. Her şeye rağmen mutlu olmayı deneyecekti.
...
Sibel, baharın ilk işaretlerini verdiği serin ama güneşli mart akşamında yine Beşiktaş vapur iskelesindeki aynı masada oturuyordu. Feray ile sohbet ettikleri günden beri bir yıldır, haftada en az üç kez burada çay içmeyi bir ritüel haline getirmişti. Yedi ay önce, boşanma davasının görüldüğü adliye salonu kadar önemi vardı bu masanın. Son bir yılını burada düşünmüş ve yine bu masada yazmıştı. Şimdi yine aynı yerde yeni bir başlangıç için kendini zorluyordu.
Her ay birkaç kez iş gereği, oldukça resmi bir havada görüştüğü, sevdiği adamın telefon numarası cep telefonunun ekranında sarsılıyordu. Sarsılan görüntü değildi. Sibel'in telefonu tutan eli kontrolden çıkmış gibi titriyordu. Ekranın sağ alt köşesinde 'Gönder' diğer köşede ise 'Sil' yazıyordu. 'Gönder' yazısının altındaki tuşun üzerinde duran başparmağı beyninden ve kalbinden gelecek son komutu sabırsızlıkla bekliyordu. Terden şakağına yapışmış bir tutam perçemi diğer elinin işaret parmağıyla şakağından alıp, kulağının arkasına sıkıştırdı. Aynı parmağıyla dudağının üstündeki terleri ve gözlerinin altındaki yaşları sildi.
'besiktas iskelesindeyim… hadi gelin size de çay ısmarlayayim. sohbet ederiz'
'Gönder' tuşuna basar basmaz, telefonu sanki kor halindeki bir demirmiş de elini yakıyormuş gibi masanın üzerine fırlattı. Artık tüm bedeni sarsılıyordu. Gözlerini telefondan ayıramıyordu.
'1 Yeni mesaj alindi' yirmi saniye sonra yeniden
'1 Yeni mesaj alindi'
Titreyen elleriyle telefonun mesaj haznesine girdi. İlki mesaj iletim raporuydu "İletildi" yazıyordu. İkinci mesajı açtı.
"onbes dk ya kadar oradayim"
Bitti...
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 36 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak Şirin Pancaroğlu'ndan "Barokarp"ı ardından Sally Potter'ın "Evet" filmini ve son olarak televizyon röportajında rakipsiz bir isim olan Sedef Kabaş'ın "Zamanı Dize Getirenler" kitabını paylaşacağım.
BAROKARP / ŞİRİN PANCAROĞLU :
Türkiye'de arp denince akla gelen ilk isim olan Şirin Pancaroğlu'nun üçüncü albümü "Barokarp" Triolila Müzik tarafından yayınlandı.
Washington Post'un milli servet olarak nitelendirdiği Pancaroğlu, enstrümanın ilk kez ön plana çıktığı Barok dönemin ezgilerini arpıyla seslendiriyor.
İlk albümü "Hasret Bağı"nı Kanada'da, ikinci albümü "Kuyruklu Yıldız Altında"yı ise kemancı Ignace Jang ile birlikte yapan Şirin Pancaroğlu, ilk kez bir albümünü sadece Türkiye'nin olanaklarıyla gerçekleştirdi.
Tamamen barok dönemin eserlerinden oluşan albüm, 16. yüzyılın önde gelen lavtacılarından Francisque'in "Pavan" ve "Bransles"adlı parçalarıyla başlıyor.
Bach'ın ikinci oğlu Carl Philipp Emanuel Bach'ın orijinal olarak arp için bestelediği "Sol Majör Sonat"ın yer aldığı albümde, "Greensleeves", "Conventry Carol" gibi bilindik Noel şarkıları da bulunmakta.
"Barokarp" albümü, arpı seven, klasik müziğe meraklı müzikseverlerin kaçırmamaları gereken bir albüm.
EVET (YES) :
Kültürel farklılıklar son yıllarda Hollywood'da dahil bütün dünya sinemalarının başlıca temalarından biri haline geldi. Pek çok film çekildi bu konuyla ilgili; hala da çekiliyor. İşte bu filmlerden biri ile karşı karşıyayız. Özellikle 11 Eylül olaylarının ardından daha da keskinleşen ya da keskinleştirilen kültürel farklılıklara aşık insanların gözünden bakmaya çalışan bir film "Evet".
Londra'da yaşayan İrlanda kökenli bir bilim kadınının hayatına misafir oluyoruz. Mesafeli, sıkıcı üstelik aldatan politikacı bir kocaya sahip. Çiftin parasal açıdan hiçbir sorunları yok ama tekdüze, insanı boğan yaşamları var. Kadın ise bu durumdan kurtulmak istemektedir. Ve mutluluğu şık bir restoranda şef olarak çalışan Lübnanlı'da yakalayacaktır. Adam ülkesindeki savaş nedeniyle İngiltere'ye göç etmeden önce başarılı bir cerrahtır. Ancak göç etmenin zorluklarını hala yaşamakta, yabancılık çekmekte, farklı kültüre ayak uydurmaya çalışmaktadır. Herkes ona yabancı olduğunu hissettirmektedir.
Birbirinden bu kadar farklı hayatlara sahip bu ikilinin yolları bir davette kesişir. İkisinin de problemlerle örülü geçmişleri, arkalarında bırakamadıkları sorunları vardır. Ve bu sorunlar geleceklerini de etkileyebilecek düzeydedir.
Peki birbirine aşık bu kadın ile adam aralarındaki kültürel farklılıklara, geçmişten gelen sorunlara rağmen aşka "evet" diyebilecekler midir?
Filmin ilgi çekici yanı, diyaloglarının Shakespeare'vari bir kafiye ile yazılışı. Eğer filmin bir Sally Potter filmi olduğunu bilmiyorsanız diyaloglar itibariyle bir Shakespeare uyarlaması izlediğinizi zannedebilirsiniz.
Filmin bir başka özelliği karakterlerin isimlerini öğrenemeyişimiz ve karakterlerin birbirinden çok farklı gözükseler de aslında benzerliklerini gözler önüne sermesi. Sadece "she-kadın" olarak belirtilen karakter geçmişinde pek çok acı ve çatışma yaşamış. Bununla birlikte filmde "he-adam" olarak geçen erkek karakter de kadın gibi sorunlar yaşamış. Yani aslında birbirinden o kadar da farklı olmayan bir çift.
Duygusal filmlere ve kültürel çatışmalara ilgi duyanların, Londra, Toronto, Telluride, Berlin ve İstanbul Film Festivallerinde gösterilen "Evet" filmini kaçırmamaları gerekir.
ZAMANI DİZE GETİRENLER / SEDEF KABAŞ :
Röportaj dünyasının duayenlerinden, televizyon röportajı kulvarında rakipsiz bir isim olan Sedef Kabaş, iki sene önce Doğan Kitap'tan çıkarttığı "Sesli Düşünenler"den sonra şimdi de ikinci kitabı "Zamanı Dize Getirenler" ile okuyucularıyla buluşuyor.
Röportajlar, iletişim dünyasının vazgeçilmezleri arasındadır. Yurtdışında büyük önem verilen, prime time'da yayınlanan, gündemi takip etmenin yanı sıra gündemi belirleyen söyleşiler, Türkiye'de ne yazık ki hakettiği yerde değil. Ülkemizde Larry King gibi röportörler, "Hard Talk", "60 Minutes" gibi programlar yok denecek kadar az. Yurtdışındaki bu örnekler, yıllar boyunca aynı kanalda aynı saat diliminde yayınlanma avantajıyla izleyicinin takibini kolaylaştırıyor ve marka haline geliyorlar. Bu tür programları Türkiye'de yapmaya çalışanlara ise çeşitli zorluklar çıkartılıyor kanal yöneticileri tarafından. Yeni yönetimler, yeni formatlar ile geliyor televizyon kanallarına ve kendi imzalarını gösterebilmek için kimi zaman kanalın kimliği ile örtüşen programları bile bir kalemde feda edebiliyorlar. Sonuçta televizyon röportajı dalında öne çıkacak isim kalmıyor.
Söyleşi ancak ehil insanların elinde yetişebilen, çok zor korunan bir iletişim ürünüdür. Günümüz Türk televizyonlarında, çıtır her kızımız biraz da yönetimin kendilerini beğenmelerinden dolayı atıveriyorlar kendilerini ekranın önüne. Alıyorlar karşılarına Türkiye'nin önde gelen isimlerini ve röportör oluveriyorlar. Halbuki televizyonda röportaj yapmak, tecrübeye ve her konuda geniş bir altyapıya, genel kültüre sahip olmayı gerektirir. Karşınıza ekonomist, sanatçı, tarihçi, siyasetçi, sporcu da gelse aynı düzeyde yönetebilmelisiniz söyleşiyi. İşte bunu başaran ender isimlerden biri de Sedef Kabaş.
Röportaj ustası kitabında yaş alan ama ihtiyarlamayan, deneyimlerini paylaşan, hala üreten insanları konu alıyor. Onlar karşılarında zamana diz çöktüren, boyun eğdiren insanlar. Yaşamlarına ne kadar çok şey katarlarsa o kadar uzun yaşayacaklarına inanıyorlar. Bazıları şu anda aramızda değiller ancak Türkiye'ye kattığı değerler ile aslında "ölümsüz"ler. Onlar zamanı dize getirenler.
Eskiden yaşlılık, bilgelik kabul edilirdi. Saygı duyulur, toplumlar onların tecrübelerinden sonuna kadar faydalanırlardı. Ancak günümüzde, toplumun yaşlanan bireylere bakışı değişti. Artık güzelliğe, gençliğe değer verir, bilgiye, bilgeliğe ve yaşa saygı duymaz hale geldik. Önemli olan insanların dış görünüşü oluverdi. Kim kaç yaşında, kaç kilo, boyu ne kadar bunlarla uğraşır olduk. Önemli olanın kişinin birikimleri, bilgisi oluğunu unutuverdik. Artık toplum, çocuklarını arkadaşlarıyla fiziksel özellikleri nedeniyle alay ettikleri için azarlayamayacak, onlara etik ve estetik değerleri aşılayamayacak bir duruma geliyor çünkü kendini yetiştirmemiş "yetişkinler" de aynı şeyi yapıyorlar. Fiziksel olana, görünür olana önem veriyor, görünmeyeni aramıyor, aramaya da çalışmıyorlar. Günümüzde önemli olan görünüş, çekicilik hatta cinsellik oluverdi. Bu da popüler kültürü hayatımızın ortasına yerleştiriverdi. İşte Sedef Kabaş, popüler kültürün çarkları altında ezilen, genç neslin tanımadığı bazı isimlerin de aralarında olduğu kitabıyla bu isimlere boyun borcumuzu ödüyor adeta.
"Zamanı Dize Getirenler"de farklı statülerden, farklı alanlardan gelen 50'den fazla kişi bulunuyor. Hepsi o noktaya nasıl geldiklerini, hayat tecrübelerini bütün sansürlerden arınarak açık yüreklilikle anlatıyorlar Kabaş'a.
Televizyon alanında profesyonel meslek yaşamına CNN International'da başlayarak, kanalın ilk Türk kadrolu çalışanı olan Sedef Kabaş, sonrasında Türkiye'ye dönerek sırasıyla NTV'de "Portreler", ATV'de "Dönence" ve TV8'de "Sesli Düşünenler" programlarını yaptı. Şu anda SKY Turk'te röportajlarına devam ettiği "Sedef Kabaş ile Haber Ötesi" programını hazırlayıp sunmakta. Kendisinin son kitabı "Zamanı Dize Getirenler"den önceki kitabı Tv8'deki programı ile aynı ismi taşıyan "Sesli Düşünenler" de şu anda 3. baskısı ile bütün kitabevlerinde bulunmakta.
Arşivlik bir çalışma yaratan Sedef Kabaş'ın "Zamanı Dize Getirenler" kitabı, hem iletişim sektöründe çalışanlar hem de portre okumaya ilgi duyanların okumaya doyamayacağı bir kitap.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Göktuğ Okan Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.031 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
çingenenin aşkı
yüzünde bir baharsız yol , bir çigan..
hüznünü ellerinde saklayan..
ellerinin karası,
tutunur türlü sokaklarda..
yorgun,
vah !.. vah ki,
anımsayıp durur sevi soluğu..
gönlünden bitap
düşerken..
uzaklar,
seherlerdir yol gözlerken,
yolların yüreğinde..
durur..
o durur..
bohçasından,
aşkına gem vuran etinden,
soyunur..
diriltir otağında çıplak tenini,
kanıyorken..
o sevişince rüzgarlar sevişir..
aşkı sığmaz uğultulara..
sesinde bir uzun yol, bir çigan..
sustukça uzayan..
hiç ölesi olmaz , yoktur..
aşkından ölürken..
işi
göç kadar güç..
yalnızlığı yürür,
çağı kuşanır , öylesi bürünen çağı..
başında bir apansız yol , bir çigan..
bir gidip, bir gelen..
uzanır özge sapağa.. yürüdüğü yolları
özlerken..
Özhan Bilgin
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Telgrafın tellerine konan kuşlar gitar çalıp şarkı söylemeye başlarsa ne olur? http://www.irlmeier.de/bird.swf Kısayoluna tıklarsanız neler olacağını görürsünüz. Kuşun sevimliliğine güvenip sesini sonuna kadar açmayınız. Rezil olursanız ben karışmam.
Peki çiftlikteki atlar koro kurup orijinal sesleriyle vokal yapmaya başlarlarsa ne olur http://svt.se/hogafflahage/hogafflaHage_site/Kor/hestekor.swf aha da işte bu olur. Sevimli atların üzerine sırasıyla tıkladığınız takdirde, duygu yüklü bestelerini dinleyebilirsiniz. Sesini istediğiniz kadar açabilirsiniz. Hatta üzerine söz yazmanız bile mümkün.
Flash animasyonlarla başladığımıza göre, aynı şekilde devam edelim. http://193.151.73.87/games/bubbels.swf kısayolunda baloncuklarla oynanan şirin ve basit bir oyun var. Vakit geçirmek için birebir.
İşte size uçuk bir oyun. Amacını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. http://www.albinoblacksheep.com/flash/planarity web sayfasına girince ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Karmaşık şeyleri seven ya da arkadaşlarına şaka yapmak isteyenler için birebir.
Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Internet Download Accelerator 4.2 [2.3 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme (24.95$)
http://www.westbyte.com/ida/download/idasetup.exe Şu ana kadar kullandığım en kullanışlı, en hızlı ve en randımanlı download hızlandırıcısı. Özellikle ADSL kullanıpta tam randıman alamayanlara şiddetle tavsiye ederim. Tarayıcı ile entegrasyonu, arama bulma fonksiyonları programa ayrı bir güzellik katıyor. Eğer sık sık bilgisayarınıza birşeyler yüklemeye çalışıyorsanız bu programı mutlaka denemelisiniz. Ful fonksiyona ulaşmak 24.95$, ama ne demiş atalarımız; "Benim memurum işini bilir.":-))
Yukarı
|
|
|
|
|
|