UNIVERSIADE 2005 İZMİR



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 802

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 19 Ağustos 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Bizim tatil Biiç oldu!..


Merhabalar,

UNIVERSIADE 2005 İZMİRBirkaç gündür terlemekten helak olmaktayım. O ne biçim bir nemdir öyle. Ağustos'un yarısı yaz yarısı kış derler ama kışın gelmeye niyeti yok sanırım. Hoş gelmesin tabi. Oduncu, kömürcü değiliz ki kış gelsin diye dua edelim. Evet hasetlik durumumuz devam ediyor ama vakit ilerledikçe ona da alışıyor insan. Nazar etme ne olur çalış senin de bir Bodrum tatilin olur diyerek kendimi avutuyorum. Bakınız bir yıl boyunca memleketimi gül bahçesine çeviren sayın büyüklerim nasıl tatil yapıyorlar? Yok ama hakettiler. Çok yoruldular çok. Çivi sökerken elleri nasır bağladı. Yeryüzünde ayak basmadık halı, selamlanmadık saygı bölüğü kalmadı. Eee buna can mı dayanır? Önce adada kankanın villasında dinlenme, yetmedi, yedi yıldızlı tatil köyünde cümbür cemaat tatil. Gözü olanın gözü çıksın. Sevgili bir diğer büyüğüm, dış işlerinden sorumlu emanetçi bakanım ise geceliği 2500 dolarlık villa'da kalıyormuş. Kalacak tabi. Kıskananın diyeti hiçbir işe yaramasın, 250 gram vermek nasip olmasın. Utanmaz bir gazeteci ya Allah deyip otelciye sormuş; "Bu fiyatlarla bu amcalar burada nasıl kalıyorlar ayol?" deyivermiş. Otelci yağdanlık şöyle geriye doğru kaykılıp sağ el işaret parmağını şakağına dayayıp, sol eliyle de daireler çizerek, içtenlikle cevap vermiş; "Devlet erkanının otelimizde her zaman hatırı sayılır indirimi vardır. Herkese aynı muameleyi uygularız." İşte gördünüz mü? Kızacak bozulacak ne var? Yağdanlık indiriminden yararlanıp tatil yapıyor bizimkiler. Haa memleketin birinde devlete ait kartın uçuş milini kullandı diye bakan istifa ediyormuş onlara ne? Ya da bir koca ilin valisi arkadaşı iş adamının milinden kilometresinden yararlandı diye zorunlu emekli edilmiş, bize ne? Memlekette böyle yağdanlıklar, böyle midesi geniş büyükler olunca rüşvetin adı indirim olur, alan da veren de mutlu mutlu havuzlu villaya kurulur.

Tamam oralara gitmek hayal, bari yanıbaşımızdaki plajlarda arzı endam edelim değil mi? İyi de burnumuzun dibinde ki komediyi ne yapacağız? Bizim köyün belediye başkanı Selami Bey, Caddebostan'da yarattığı "Biiç klap"a bir yenisini eklemek için epeydir çalışıyordu. Geçen hafta sonu da açtılar Fenerbahçe Biiçini. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. Dün gazetede "Denizi olmayan Biiç" diye başlığı görünce bir tuhaf oldum. Beşyüzbin YTL harcamayla yapılan biiçte denize girmek yasakmış. Sadece güneşlenmeye izin varmış. Serinleme bizim hergün evde yaptığımız gibi duşaltı az şampuanmış. Ey Selami Bey sen bu tongaya nasıl bastın? Biri seni fena oyuna getirmiş anlaşılan. Bir bardak suyu şöyle havaya kaldırıp bakaydın temiz mi pis mi anlardın be başkan. Vah ki vah yani. Durun ben şunu tercüme edip bir yabancı gülmece sitesine yollayayım. Acayip reyting getirir yahu!..

Bugün sizlere memleketimizin unutulmaz klasiklerinden, ağızlara marş olmuş bir güzel şarkıyı dinleteceğim. Hem de ilk orjinal kopyasından. Berkant söylüyor, Samanyolu. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Sağlıcakla kalın olur mu?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  'Aydın' tanımı

Aslında 'aydın tanımı' üzerindeki anlaşmazlıklar, tartışmalar hep var olmuştu.
Ancak, 'Güneydoğu ve Başbakan'ı ziyaret' özelinde alevlenen son güncel olanlarına ipuçları olacak bazı yorumlara aslında günler öncesinden gazete yazıları da yazan iki şair-edebiyatçı Ataol Behramoğlu ve Özdemir İnce tarafından köşelerinde yer verilmişti.
Anımsayalım:

Behramoğlu birkaç ay evvel yeni bir sözcükte üreterek, "Bizde aydın olmanız için önce ve illa 'yurtsevmez' olmanız gerekiyor" dedi. İzleyen bir başka yazısında ise, "On yıllardır Türk Halkı, her halk gibi açmazlarıyla, ümitleriyle, beklentileriyle debelenip duruyor, bu ülkenin sorunu hiç kuşkusuz halkının biçareliğinden kaynaklanmıyor, sorunu sözde aydınlarının çapsızlığı ve ihanetidir aslında." şeklinde özetlenebilecek ' yorumlarda bulundu.

Özdemir İnce ise, en son 6 Ağustos 2005 Hürriyet'teki köşesinde, 'Elit(seçkin) sorunu' başlıklı yazısında; dünya ülkelerinin lümpen, işçi, köylü, küçük burjuva ve burjuva sınıfları arasında politik açıdan ve sol bağlamında 1990'lara kadar var olan sınırlı farkların, son yıllarda hemen tümüyle ortadan kalktığını, farkın sadece elit, seçkinler sınıfında bulunduğunu savlayan satırlara yer verdi. İnce' ye göre tarihin başlangıcından beri hangi ülkenin, hangi eliti, seçkini daha iyi ve daha donanımlıysa, o ülkeler uygarlık alanında gelişim göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğunda azınlık elitleri, Müslüman elitlerinden daha donanımlı oldukları için ülkeyi yönetmişlerdi. Ona göre ABD'yi, Avrupa'yı yapan ve yaşatan bir avuç elitti. Türkiye Cumhuriyeti ise olmayan elitini; parasız yatılı okullar, parasız yüksek öğretim programlarıyla yaratmak istemiş ancak ne yazık ki evrensel düzeyde bir seçkinler ordusu yaratamamış, bunlar yerine başkalarının, egemenlerin düşüncelerine taşeronluk eden tipler üremişti. Süleyman Demirel, Turgut Özal ise bu tuhaflığın yönetici kademesindeki örnekleriydiler. Özdemir İnce yazısında, bütün devrimcilerin elitler içinden çıktığını belirtip soruyordu: "Yoksa islamcı, sağcı, muhafazakar kadrolarda genelde var olan elit nefretini nasıl açıklayabiliriz ki?"

Bu satırların mürekkebi kurumadan, 'aydınlarımızın' bir bölümü "güneydoğuda akan kanlar durdurulsun" özüyle bir metne imza attı; sonra bunlardan on ikisi Sayın Başbakanın huzuruna çıkma bahtiyarlığına erişip, 'aydın' duyarlılıkları ile, 'Kürt Sorununa', 'demokratik açılımlarla' 'sosyal çözümler' üretilmesi yönünde istişarelerde bulundular.

Bunun üzerine kavram tartışması yeniden alevlendi. Bir kısım yazar bu girişimleri; PKK'nın kalkışmalarının ABD'den habersiz ve onun denetimi dışı olamayacağı savıyla, 'silahlar sussun' isteğinin naif, ancak kendini korumaya çalışan devleti, terör örgütüyle pazarlığa oturtmaya itecek, üstelik başka niyetleri olan iktidarca da kullanılan içi boş kavramlarla süslü ancak ve maksatlı adımlar saydı.

Girişimlerde adı geçen bazı 'aydın'lar ise, suçlamaları reddedip, asıl bu duyarlı yaklaşımlara dil uzatanların 'aydın tanımı' nın yakından uzağından geçemeyeceklerini, devletin ve militaristlerin sözcüsü gibi davrananlarla işlerinin olmadığını buyurdular...

Tam bir kavram kargaşası. Bu girişimcilerin ve onlara arka çıkanların en azından bir grubunun sırtında; ABD'nin Irak işgaline arka çıkmaktan, iktidar, medya patronlarıyla yakınlıklarına, ihale pazarlıkları yürütmelerinden, milyon dolarlık maaşlarına kadar bir sürü sepet yük var. Eğer onları aydın sayacaksak, her halde bu tanımla dünya litaratürüne yeni katkılarda bulunmuş olacağız! Yok onların dudak büküp tu kaka ettikleri değerleri ve özellikleri aydın tarifine almazsak; başta Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı'nın başağrısından öldüklerini düşüneceğiz.

Bu nasıl devlet taraflılığıdır ki bedeli hep canla ödenmektedir, bu nasıl egemenle, dayatılanla zıtlamadır ki, iktidarların, zenginlerin kucaklarından inilmemektedir.

Aslında ülkenin ve üniversitelerin durumuna baktıkça, 'aydınlarımızın' hali, ne yapıp ne yapamadıkları konusunda daha iyi bir fikir sahibi olabiliriz.

Aydın dedikçe. Aklıma kim geldi? En iyisini Mehmet Barlas ağabeyim yapmış. Bodrum'da kendisine tanrının nasip ettiği, yeni satın aldığı villasında bir kokteyl vermiş. Köfteleri İbrahim Tatlıses pişirmiş; Nilüfer Göle, Semiramis Pekkan'ın da içinde bulunduğu nice sanatçı ve entelektüel yazın sıcağını, viski ve İbo'nun köftesinin lezzetiyle unutmaya çalışmış.

Bu dur!

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,838,838,838,838,838,838,838,838,83
              12 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  DELİ SÜLO

Aylardır kendi kendime yaz artık diyorum. Yaz artık, başla işte. Ne için bekliyorsun? Aylardır üzerime çullanmış bu miskinliğin, bu ölü toprağının ne bana ne de vatana, millete bir faydası var. Çık artık şu dipsiz kuyudan, üzerindeki ölü toprağından silkinip kurtul. Miskinlik ne biçim bir illetmiş. İnsanın yattıkça yatası geliyor. Günlerdir kendimi motive etmeye çalışıyorum.

Ne bekliyorsun, artık yazsana… İnsanlar bana öykücü dediği için utanmalıyım. Kendimden, aylardır aklımda dolaşıp durduğu halde yazmadığım öykülerden utanmalıyım. Televizyon karşısında kaybettiğim bu güzel zamanları daha sonraki yıllarda besbelli ki mumla arayacağım. Üstelik anlatan ben olmasam bile biri çıkıp bu sokakların ayak seslerini başkalarına anlatmalı. Sokakların çığlıklarını, şarkılarını, kahkahalarını hatta küfürlerini bile yazmalı. Gidenlerin bir iki sayfa ile anlatılacak kadar da mı hatırı yoktu. Madem bana öykücü diyorlar bir adım öne çıkıp onları anlatmalıyım.

Deli Süleyman, namı diyar Deli Sülo ayık kafa ile de anlatılmazdı. Yazmaya başlamadan önce oturup içtim. Zil zurna sarhoş olmadım ama adam akıllı denilecek kadar da içtim.

Siz şimdi, adama sokakların sesi, çığlığı gibi ağdalı sıfatlar yakıştırdığım için bıyık altından gülüyorsunuzdur. İnanın bu sıfatlar ağdalı, abartılı falan değil. Deli Sülo o küçük can sıkıcı kasabanın en büyük eğlencesiydi. Diğer kasabaların ve sokakların delileriyle onu kıyaslamaya yarayacak kriterlerim olmadığı için çok ısrarcı davranmayacağım. Ama en eğlencelisi, en yeteneklisi, bütün deliler içinde en uçuğu kesinlikle bizimkisiydi.

Her kentin, kasabaların hatta sokakların mutlaka çok ünlü bir delisi vardır. Onu yediden yetmişe herkes tanır. İzlenme oranı öylesine yüksektir ki kıskanmamak elde değildir. Bu adamların (ki sokakların en ünlü delileri genelde erkektir.) çoğunun azcık ermiş, saf ve temiz yürekli gibi mistik motiflerle ilişkilendirilmiş bir kimlikleri vardır. Kasabalılar onlardan hem çekinir, hem de kendi halinde yaşamalarına izin vermezler. Ahı tutar diye çekinirken sokakları küfürlerle doldursunlar diye yapılmadık puştluk bırakmazlar.

Puştluk elbette düzeysiz, argo ve kaba bir tanımlama, farkındayım. Yazarken ana avrat sövülemeyeceği için bildiğim en kaba tanımı bilinçli olarak kullandım. Çünkü ben küçük bir köyde herkesin deli olarak kabul ettiği bir adamın kahvede ceketinin alttan tutuşturulduğunu gördüm. Kahve tıklım tıklım insan doluyken bir kişi bile çıkıp yapmayın, etmeyin, ayıptır, günahtır demedi. Az kalsın adamcağız herkesin gözü önünde canlı canlı yanacaktı. Sırtındaki ceket söndürülünceye kadar neredeyse omuzlarına kadar yandı. Kahve dumanla dolduğu için herkes kendini sokağa attı. Şimdi sadede gelelim. Bu kadar acımasız bir şakayı siz hangi terbiyeli kelimeyle tanımlarsınız? Haydi söyleyin bakalım…

Neyse anlatacaklarımı bu kadar kişiselleştirmeyeyim. Sosyal cinnetin peşine takılıp bu kişilerin psikolojik, sosyal yada duygusal sorunlarını irdelemeden kendimizi sokakların genel çalkantısının içine bırakalım. Benim onu tanıdığım zamanlar Sülo, altmışına yakın ufak tefek, beyaz tenli bir adamdı. Herkesin bakıp bakıp güldüğü o adamın yüzünde komik bir mimik, ifade veya imge yoktu. Beyaz sakalları en fazla bir haftalık uzar, elma gibi kırmızı yanakları kar gibi beyaz yüzünün ortasında sokaklara gülümserdi. Sonra yine yüzünü sakallar kaplar, birkaç gün pejmürde dolaşırdı.

Sonradan öğrendiğime göre kasabadaki berberin biri onu her hafta sevabına tıraş eder, saçını yıkar onu kaymak gibi yapıp sokağa salarmış. Tıraşa başlamadan önce de mutlaka çayını söylermiş. Sülo'yu berber dükkanında paşalar gibi ağırlayıp gönlünü edermiş. Beyaz kar gibi saçları da her zaman kısa olurdu. Alnından başının ortasına kadarki ön kısımda hiç saçı yoktu. Yan taraftaki saçlar uzayınca kirpi dikeni gibi saç tellerinin arasında orman yolu gibi açılmış bu boşluk ona sinirli bir insan görüntüsü verirdi. Ben ona her baktığımda Sülo'nun başının önden başlayarak ortasına kadar usturayla özel olarak kazınmış olduğunu düşünürdüm.

Sülo'yla ilk kez saat sabahın beş buçuğunda garajda karşılaştım. Uyku gözlerimden akıyordu ve otobüsün bagajından aldığım çantamı omzuma asmış sarhoş gibi yürüyordum. Yanından geçerken adamın biri bana dönüp "Hoş geldin enişte."dedi. "Hoş bulduk."deyip yoluma devam ettim. Dönüp uykulu gözlerle yeniden baktım ama adamı tanımıyordum. Burası eşimin doğduğu, büyüdüğü küçük bir sahil kasabasıydı. Biz evleneli en fazla altı ay olmuştu. Benim ise bu kasabaya sadece ikinci gelişimdi. Daha sonraki günlerde sokakta karşılaştığımızda o adamı gösterip eşime kim olduğunu sordum. "Deli Sülo, bizim aşağımızdaki sokakta oturur."demişti.

Adam iyi ki deliydi. Ya akıllı olsaydı halimiz nice olurdu. Adam, benim gibi arada sırada gelen yabancılar dahil kasabada yaşayan herkesi tanıyordu.

Deli Sülo bütün sokakların tartışmasız tek sahibi olmasına rağmen asıl muhiti garajdı. Onu ikinci kez gördüğümde yine sabahın körüydü. Ankara otobüsünden inecek bir misafiri karşılamaya garaja gitmiştim. Garajın karşısındaki kahvenin kaldırımına çıkarılmış en kenardaki masalarından birinde yayılmış çay içiyordu. Oturmuş demiyorum, çünkü ayaklarını önüne çektiği başka bir sandalyeye kanepede oturur gibi uzatmış, vücudunun bir kısmını da masaya dayamıştı. Sekiz köyün ağası gibi keyifle çayını içiyordu. Çayını bitirince kalktı. Sonra bakkalın önünden bir tane boş domates kasası aldı. Yolun ortasına atıp üzerine çıktı.

"Sevgili …liler, sevgili hemşerilerim, Bana ve arkadaşlarıma darbeci general diyorlarmış. Ben darbeci general değilim. Sokakları kan gölüne çevirenlere dur demek için yönetime mecburen el koyduk. Her gün sokaklarda kardeş kanı dökülüyordu. Meclis görevini yerine getiremiyordu. İç ve dış mihraklar el ele verip cumhuriyetimizi ve devletimizi yıkacaklardı. Buna göz yumamazdık. Sadece bir günde sokaklardaki yangını söndürdük. Kuyrukları kaldırdık. Daha bir sene önce bu meydanlarda tüp, şeker, çay, sigara hatta yağ kuyrukları vardı. Ülkeye huzur ve bolluk getirdik. Sevgili hemşerilerim, nitekim biz kendimiz için askeri rejim ilan etmedik. Ülkemizde demokrasi tıkır tıkır işlemektedir. Kurucu meclis demokrasinin gereklerini yerine getirmektedir. Sanayiye dayalı kalkınma çabalarımız sürmektedir. Enflasyon yakında iki haneli rakamlara inecektir."üslubunda bir nutuk attı.

Konuşmasını bitirdikten sonra da söylediklerimin hepsini ittir edin der gibi şapkasını şeyinin önünden salladı. Domates kasası kürsüden inip vatandaşlara el salladı. Garajda Sülo'nun konuşmasını dinleyenlerden bazıları onu alkışlayıp ıslık çaldılar. Ben ne olduğunu anlayamadan Sülo ana avrat küfüre başladı.

Deli Sülo küfür sağanağını arttırdıkça ıslıklar ve alkışlar da güçlendi. Sülo yerlerde taş aramaya, sağa sola koşmaya başladı. Islık çalanlar da kahveye ve otobüs yazıhanesine saklandılar. Meğerse onun konuşması bittiğinde fazla tezahürat yapılmayacakmış. Her gün garajda sabah ritüeli mutlaka kısa bir nutukla başlarmış. Sonrası hep aynı, harala, gürele ile sürermiş. Kızdırıldığında taş atıp kendisiyle alay eden, hatta o anda sokaktan geçen bir çok insanın canını da yakmış. Delidir diye kimse şikayetçi olmamış. Şikayet edip delinin ipiyle kuyuya inecek değiller ya…

Sülo zaten deli, hadi ne yapsa yeri… Deli olmak ona sabahın ayazında garaja gitme, domates kasasından kürsüsüne çıkma, Marmarisli Ressam Paşa tarzında nutuk atma hakkını veriyor. Peki öteki akıllılara ne oluyor? Size kim gelin de, sabahın köründe daha karga kahvaltısını bile etmeden süloylu dalga geçin, adamı çileden çıkarın dedi? Bir büyüğüm derdi de inanmazdım. "Oğlum bu memlekette deli çok. Şükür ki herkesin evi ayrı da onun için bilinmiyor." derdi. Yerden göğe kadar haklıymış.

Her sabah garaja gitmediğim için ben daha çok Sülo'yu sabahleyin saat sekiz gibi sokaktan geçerken görürdüm. Genellikle o saatte çarşıdan evine dönüyor olurdu. Kucağında her zaman meyve, sebze, makarna, yağ, şeker, sabun türünden bir şeyler olurdu. Esnaf sabah siftahını yapmadan Sülo'ya gönlünden ne koparsa verir bunu da dükkanının bereketi sayarmış. Günü Sülo ile açan dükkan sahibi o gün işlerin iyi gideceğine inanırmış. Kısacası onu kızdırarak eğlenen, çileden çıkartıp delirten esnaf aynı zamanda ekmeğini de veriyormuş. Sülo'nun bir de akşamcılığı varmış. Arkadaşlar anlatmışlar, "Oooo Sülo mu? Çok pis içer, sünger gibi çeker namussuz."demişlerdi. Ben onu hiç sarhoş görmedim. Sülo'yu dalgaya alma, makaraya sarma işi anlaşılan yirmi dört saat sürüyormuş.

Sülo'da para pul ne gezer. Bizimki akşam olunca balık pazarının aşağısındaki meyhaneler sokağına iner, bütün mekanları gezip kendisine içki ısmarlayan olursa içermiş. Sap saman ayırımı yapmadan ama, ne verilirse… Hiçbir meyhaneden de eli boş dönmezmiş. Bazen ne kadar içki varsa karıştırıp Sülo'nun önüne koyuyorlarmış. Birinci, ikinci, üçüncü meyhane derken bütün mekanları turlayamadan bizimki yerlere seriliyormuş. Eğlence olsun diye adamı sarhoş edenler Sülo kafayı bulduğunda üzerine gitmeye çekiniyor, sadece uzaktan izleyip gülüyormuşlar. Çünkü eline ne geçerse kendisiyle alay edenlerin üzerine fırlatıyor, meyhanelerin kapısını, penceresini de aşağıya indiriyormuş.

Sülo öldüğünde ben o küçük kasabada değildim. Yaz tatili için eşimin ailesinin yanına geldiğimizde adamcağızın öbür dünyaya göçüp gittiğini öğrendim. Anlatılanlara göre bütün kasaba halkı, yedisinden yetmişine cenazesine katılmış. Caminin avlusunda ve mezarlıkta bu güne kadar bu kasabanın hiç görmediği büyüklükte bir insan seli oluşmuş. Belki kasabalılar ona hayattayken yaptıkları eziyetten dolayı af dilemeye gelmiştir. Bizim için ölenler her zaman yaşayanlardan daha değerli olmuştur.

Seyfullah Çalışkan
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,939,939,939,939,939,939,939,939,939,93
              15 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


  CİCİ KIZ TATİLDE

Ah şu sivri dilim yok mu?

Pabuç kadar üstelik beynime direk bağlı. Ortadaki süzgeç de kısa devre yapıyor sürekli. Yazı yazamadığım zamanlarda sesli düşünmeye başlıyorum. Çok tehlikeli. İkisinden birisi illa ki çalışacak. Ya çene ya kalem yani.Dangalaklık ile doğallık arasında seyreden bir çizgide ilerliyorken itelene kakalana doğallığa meyilleniyorum. Yaşın ve yaşananların doğal seyrinde bana getirdiği hediyeleri toplayıp sağa sola teşekkür ederek kendimce yaşamaya devam ediyorum.

Eee? Yani?

Sonra susmalara durmaya başladığımı fark ediyorum. Daha çok dinlemeyi becerip, insanların lafını daha az keser hallere bürünüyorum. Ben yapmıyorum. Olmaya başlıyor. Oldukça ben de şaşırıyorum. Haksızlıklara, zorlantılara, sahteciliğe, müdahil tavırlara hala tepkiselliğim devam etse bile daha mı huzurluyum ne? Dinledikçe daha zenginleştiğimi, zenginleştikçe daha çok sustuğumu fark ediyorum. Ağzımı açtığımda söyleyeceklerimin hala bir çırpıda dökülmeye devam ettiğini ama kendimi daha net ifade ettiğimi görüyorum.

Benim cici egom.

Sonra bir gün diyorum ki…
"Böyle de güzel birisin be kızım. Kal, neysen o ol…"
Her düşündüğünü söylemekte ısrarcı olmadığına göre düşündüklerini seçerek konuşmaya başladığın için al sana ödül. Kendin olma ödülü! Kendini yaşayabilmek ve kendini sevmek ödülü. Doyasıya kullan çünkü aslın budur.

Hımmm…

Gelen eleştirilerin pek çoğunu zamanında kendi kendine pişirip yemiş, doygun ve kendinden emin Cyrano havasında göğüslerken karşımdakilerin şaşkınlığına şahit olmaya başlıyorum. Etrafımda herkes çocuğunu özgüven sahibi, ayaklarını yere sağlam basabilen kişilikli insanlar olarak yetiştirmeye çalışırken mevzu bahis olan özgüven, doğallık ve eyvallahsızlık karşısında dehşete düştüklerini görüyorum. İyi niyet, açık sözlülük, doğallık bir de bağımsızlık ile harmanlanınca çevremdeki bu insanların da şaşkınlık içinde gelip gidiş ve dalgalanışını izliyorum. Zamanla çevremde oluşan bu Med Cezir hareketlerine de alışmaya başlıyorum.

Gel zaman git zaman.

Kimi en baştan bu doğallıktan rahatsız olup "deli bu be" diyerek kaçarak uzaklaşıyor ve kendilerini benden mahrum bırakıyorlar. Kimileri bir süre izlemede kalıyor. Uzaktan yalınayak ve ortalıkta kafasına geçirdiği bir kalemle saçlarını toplamış fütursuzca gezinen tipin ne derece gerçek olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Bir kısmı doğallık ve sevecenlik ile olanca ısınmış bu geniş ve hoşgörülü kucağa kendilerini bir çırpıda attıktan sonra ortaya söylediğim net bir cümlenin sivriliğinden huzursuz oluyorlar. Hayal kırıklıklarını ifade ettiklerinde koca sıcak kucağımda onları degajeme basıp bu hatayı telafi edeceğimi hayal ediyorlar. Lakin "Bu sözüm seni rahatsız ettiyse üzgünüm ama böyle düşünüyorum, bundan rahatsız isen ayrı masalarda yemek yiyebiliriz?" cümlem ile üç adım geri kaçıyorlar. Halbuki ne var ki bunda? Nasıl yani? Yoksa sen de sürekli gerçek olmayan iltifatlar ve jestler ile seni kandıracağıma ara sıra gelecek okkalı ve gerçek bir iltifatı yeğlemeyenlerden misin? Vıııııınnnnnnnnnnn…
Kardan adamlar soba kadın öpmeyi sevmemeli.

Doğallığı kim sevmez ama çoğu zaman o çok sevdiğimiz şeylerden bir yandan da nefret de etmez miyiz? Filmin esas oğlanı olan içine kapalı, sakin, az konuşan kardan adam için şu cıvıltılı neşeli dışa dönük ateşli soba kadın ne kadar da caziptir. Kendinde olmayanı arar. Eksik kaldığını hissettiğini tamamlamaya eğilim gösterir. Ama bununla yaşamak karılması zor bir harçtır. Filmin esas soba kızının bu ateşli tarzı kardan adamımızı yorup, yıpratabilir. Öpmeyi hesaba katmıyorum bile. Dudaklarını sobaya ya yanaştırmaya yada ayırmaya fırsatı olmaz.

Bana ne?

Attığım adımları neredeyse milimetrik vicdan ölçerimde enine boyuna yatırıp tarttığım için huzur içinde yaşadığım bu rahatlığımın kimi rahatsız edeceğini pek hesaplamıyorum açıkçası. Elim göğsümde ve vicdan kısmında hiçbir acı sızı yok. Herkesin beni sevmesinin hepten patolojik olacağını idrak edeli yıllar olduğu için çizgimde ilerlemeye devam ediyorum. Sivri dilim, pembe panter ve ben çok mutluyuz. Keza benim de herkesle aynı samimiyette olmamın beklenmesi gaf olmaz mı?

Cici kızı tatilde kaybettik, acımız yok.

Hele ki sevilmek uğruna her zaman "toplumsal onay görecek doğru adımların atılması gerektiği" konusunu nereden çıkardınız? O cici kız ben değilim. (Biiiiiiip… Cici kızınız şu anda bu yazıda yer almamaktadır. Yorum panosuna hayallerinizi mesaj olarak bırakıverin ama ölsem iletmem). Hani kişisel farklılıklar ve zenginlik? Hani toplumsal renklilik? Mayamda alev alev yanan Ege ve Akdeniz'liliği ve doğu kültürünün sıcak insancıllığını rafa kaldırıp soğuk, tek tip ve "elimdeki mantar tıpayı yutmamam gerektiğini" 20 punto ile yazıp şişenin yanında avucuma sıkıştıran, güvenmemek üzerine kurulu sakınan, korkan ve gelişemeyen moron bir kültüre mi indirgeyeceksiniz beni?

Nanik…

Yeri, zamanı, ortamı ayarlayamayacak kadar cahil miyim sanırsınız? Nereye ne zaman gidileceğini, nerede nasıl giyineceğimi, oturup kalkarken nasıl davranacağımı kestiremem mi size göre? (Siz beni bir nöbetçiyken bir de Ters Köşe'min evindeyken görün). Doğallık hayata ve topluma uyum için bir handikap mı olur sanırsınız? Masadan küçük bir çığlık atıp kalktığımda kocaman bir gülümseme ile "biraz da büro jimnastiği" yapmaya başladığımda mevcut düzenin bütün "dur, sus, otur, yapma" larını alt ediyorsam bundan kime ne?

Ben kasılmış vücudumu esnetiyorum.

Tarz ve üslup yerli yerindeyse…

Sana ne?

Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 6,046,046,046,046,046,04
              51 Kahveci oy vermiş.
38 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Bahriye ile Bahri

Uyuz uyuz oturuyorsun Bahri Bey, ömrümü tükettin billahi..
- Yahu muhterem, yine ne istiyorsun ? Keyifli keyifli Pazar gazetelerimizi kıraat ediyoruz, bitmedi gitti bunca senedir isteklerin..
Sadece Pazar günü değil Bahri Bey, her gün okuyorsun şu mereti. Yetmiyor bir de ajans saatlerinde televizyondan izliyorsun, hatim ediyorsun ama nerede kıssadan hisse ? Nerede okuduklarından çıkardığın anlamlar ?
- Bahriye Hanım, Bahriye Hanım, attırma tepemin tasını..! Ne diyeceksen açık seçik söyle !
Söyler misin bana aylardan ne ?
- Ağustos...
Nasıl bir ay bu Ağustos ?
- Ee, yaz ayı. Ne oluyor Bahriye Hanım, uzmanlık sınav sorusu mu ?
Değil efendim, uzmanlık felan değil. Yaz bitiyor muhterem, yaz bitiyor. Yazın insanlar ne yapar efendim ? Nerelere gider ? Şehir dışında bir tatil yaparlar mı ? Örneğin; bu tatil bir deniz olabilir mi ? Bir düşün bakalım.. Şayet denize nazır bir yere giderlerse zevcelerini de götürürler mi ? Hele saçını süpürge yapmış zevceleri bir düşün mesela. Şöyle; kemiklerimin iliklerine kadar ısınacağım bir yere götürsen, fena mı olur ?
- Götüremem efendim, bu emekli maaşı ile deniz, tatil yeri gibi şeyleri unut. Kır kıçını, otur evinde serin serin. Bunaldınsa gir küvete.

Bahri Bey, bak allasen, isilik mi şunlar ? Terlemekten helak oldum. Bak ahım tutacak, söylemedi deme.
- İlahi Bahriye Hanım, gittiklerinize sayınız efendim, gittiklerinize.. Adalar'ı, Süreyya'yı, Caddebostan'ı, Celaliye'yi, Kumburgaz'ı bir hatırlasanıza.. Ne çabuk unuttunuz. Daha şehir dışına gittiğimiz yerleri saymadım bile.
Caddebostan Plajı'nın açıldığını okumadın mı ? Ya da pek sevdiğin ajanslardan dinlemedin mi ? Neden, "Haydi karıcığım, bu haftasonu plaja gidelim" demiyorsun ?
- Anlaşıldı Hanım, anlaşıldı derdiniz. Demek Caddebostan Plajı ha ? Şu gazeteyi bırakayım bir kenara da anlatayım efendim neden gitmediğimizi. Bak bilirsin babam denize düşkünmüş, pek severmiş.
Biliyoruz efendim, biliyoruz. İsminizi denize olan tutkusundan koymuş, geçin bunları, sadete geliniz efendim.
- Kendisi Bahriye Zabiti olamayınca bendenizin ismini Bahri, kızkardeşimin ismini ise Bahriye koymuş nur içinde yatasıca.
Üstüne üstlük gelini de Bahriye. Tesadüfün böylesi olur yani. Dört tarafı denizlerle çevrili, ada mübarek ada.

- Tamam sulandırma Bahriye. Ben de severim bilirsin denizi. Diyelim; Caddebostan Plajı'na gittik. Eski Caddebostan'dan eser var mı ortada ? Diyelim pek güzel yapmışlar, tesis vs.vs. şahane. İnsanlar aynı insanlar mı Bahriye ? Yanındaki hırtaboz "Dale don Dale" müziği eşliğinde donla denize girerse, ne yapacaksın söyler misin ?
Sen zahmet etme, ben söyleyeyim : "Beyefendi, rica etsem, lutfedip şu tumanınızı mayo ile değiştirseniz daha münasip olmaz mı ?" diyeceksin. En hafifinden "Hööng !" diyecektir sualinize vereceği cevap. Ya; "Ama olur mu ? Burası plaj değil mi ?" gibilerinden biraz üstelemeye kalksan, "Rahatsız mı oldun cicim ?" derse, senin vereceğin başka cevap kalacak mı Bahriye Hanım ? Peki, ben ne yapacağım ? Ayol, olur mu öyle şey ? Hiç kimse senin dediğin gibi don, tuman denize girmez. Ne kadar pimpiriklisin Bahri, sırf beni plaja götürmemek için ne senaryolar yazıyorsun, pes doğrusu. Haydi miskinliği bırak, ya şehir dışında bir tatile götür, ya da Caddebostan Plajı'na...
- Senin dırdırın bitmeyecek anlaşılan, haydi toparlan, plaja gidelim en yakınından...

Kollarım koptu Bahri Bey, biraz sırtüstü yatıp dinlensek
- Sen kaşındın Bahriye Hanım, hiç söylenme.
Tamam da, mecbur muydun kafa atmaya, etin ne butun ne ?
- Konuşma, nefesini boşa harcama. Duymadın mı dallamanın neler söylediğini ?
Duydum, duydum ama ben cevap vermedim ki ? Sen neden susmadın sanki ?
- Neden susayım yahu ? Pascal Nouma gibi hareket çektiği yetmez gibi; "Sening moruk mayosuna neym sığdırabülü Apla'cım, ya ben nideyimg, bağsana !" derse, susar mıyım ? Yapıştırdım tabi kafayı böğrüne..
Gene kibar adammış ayol, bir fiske vurmadı ..!
- Vurmadı da, şambriyeline bağlayıp neredeyse Adalar'ın önüne bırakıverdi işte. Hiç nefesini tüketme sahile daha çok var, yüzmeye devam Bahriye Hanım, yüzmeye devam.. Beni de sen çekeceksin elbette, hiç sızlanma...

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              13 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Tülay

Solgun görünüyordu. Saçlarını doğru dürüst kurutmadan çıkmıştı, ensesinde topladığı kısımları, ipek gömleği üzerinde uzun çizgiler halinde su lekeleri oluşturmuştu. Birkaç gündür iyi görünmüyordu, dalgındı. Epeydir belirginleşen göz altı halkalarının renkleri bu sabah daha da koyulaşmıştı. Huzursuz bir gece geçirdiği belliydi. Kahvaltımı alıp, onun masasına oturdum.

-Günaydın...

Bir süre suskun kaldık.

-İyi görünmüyorsun. Bir sorun mu var?

-Yok... Yani sanırım yok. Bir şeyler yolunda gitmiyor, henüz ne olduğunu ben de bilmiyorum. Epeydir yoğun bir uykusuzluk ve tuhaf bir huzursuzluk çekiyorum, dün gece bir rüya gördüm, sonrasında ise hiç uyku tutmadı. Yorgunum... Bay Walter'la görüşüp, beni geri göndermesini isteyeceğim, bir an önce eve dönmek istiyorum. Son sunumumu benim yerime sen yapabilir misin? Yardımına ihtiyacım var.

Şaşırmıştım. İşlerini çok önemserdi, tam bir profesyoneldi. Yaklaşık beş yıllık dostum ve mesai arkadaşımdı. İlk kez kendine verilen görevi tamamlamadan bıraktığını görüyordum. Her zaman kontrollüydü, duygularını gizlemeyi iyi bilirdi. Mesai sırasında asla özel konulardan bahsetmezdi. Birkaç gündür ise, kendisine dönmüştü; dışarıdan nasıl göründüğünü umursamıyordu, iyi değildi.

-Raporların hazır değil, nasıl yetiştireceğiz?

-Epey çalıştım, çok az kaldı, bugün on yedi uçağıyla Türkiye'ye geri dönmek istiyorum. Birkaç gün içinde son halini mail olarak sana göndereceğim. Gözden geçirirsen sevinirim, eksikler çıkabilir. Sana ihtiyacım var, lütfen bunu benim için yap.

Sözleri gibi, gözleri de yardım diliyordu. Keşke ona daha çok yardım edebilseydim.

-Bay Walter sorun çıkarmazsa, elimden geleni yaparım. Senin kadar başarılı olamayacağımı biliyorum, konunu senin kadar iyi sunmam mümkün değil. Yine de deneyeceğim... Senin için endişeliyim, yapabileceğim bir şey var mı?

Minik bir tebessüm yüzünü biraz olsun aydınlattı. Hayır anlamında başını sağa sola çevirerek, teşekkür etti. Sustu. Artık yanımda değildi. Çatalını kendi gözleri gibi soluk renkli bir zeytinin üzerinde uzun süre çevirdi. Tabağına dalgın dalgın baktı. Ağzında bir lokma varmış da, onu yutamıyormuş gibi yutkundu.

Onu rahatsız etmemek için, masaya oturan başka bir mesai arkadaşımızla sohbete başladım, tüm gözleri onun üzerinden uzaklaştırmak için abartılı espriler yaptığımı fark etsem de, onun kaçırdığı bakışlarını biraz daha derine gömüp, saklamasına yardım etmek istiyordum. Arkadaşımın zayıf halinin üzerini örtmek istiyordum. Ona dikkatle bakan herkes anlayabilirdi; 'Dağılmış' görünüyordu...

Aklım onda kalarak, o akşam onu uğurladım. Ondan ayrı olduğumuz zaman süresince, iki kez sesini işitebildim. Birinde; raporları gönderdiğini söylüyordu. Diğerinde ise ben aramıştım; tüm kelimeleri kırık bir vazonun dağılan parçaları gibiydi. Ne zaman döneceğimizi sordu sadece, yarım ağızla iyi olduğunu söyledi. Onun için daha da endişelenmiştim.

.....

Yurda dönüp, şirkete gittiğimiz ilk günümüzde onu yerinde bulamadım; izin alıp, tatile çıktığını söylediler. Birkaç kez evinden ve cep telefonundan aramama rağmen ulaşamadım. Eşini ve annesini de aradım, telefonlara kimse yanıt vermiyordu.

Yaklaşık yirmi gün sonra elime bir mektup ulaştı. Ondan geliyordu:

.....

Merhaba,

Çok uzaklarda, bir arkadaşımın dağ evinde, tek başınayım. Nerede olduğumu sadece annem biliyor. Evet, tahmin ettiğin gibi hiç, ama hiç iyi değilim. Buralar bu kış gününde benim iç mevsimim gibi çok soğuk. Yakın bir köyden gelip, evle ilgilenen yaşlı amca ve teyzeden başka günlerdir hiç kimseyle karşılaşmadım.

Bugün yine çok kasvetli bir hava var, boğuk, basık gökyüzü koyu gri. Gölün rengi de öyle. Fırtına büyük gürültülü ıslıklar çalıyor. Doğa da tıpkı benim gibi kendisiyle savaşıyor.

Buraya geldiğimden beri kendimden başka kimseyle konuşmadım. Köyden ekmek ve yiyecek bir şeyler getiren amcaya bile siparişlerimi listeleyip, eline tutuşturuyorum. Bazen sadece gözlerimle teşekkür ediyorum. Arada sesim hala çıkıyor mu diye, kontrol etmek için kendi kendimle konuştuğum oluyor.

Kalın hüzünlerle bir kabuk ördüm kendime, cenin pozisyonunda bu kabuğun içine girdim, tüm pencerelerimi kepenkleriyle birlikte içeriden sımsıkı kapattım, sancılı günler geçiriyorum; doğum ya da ölümün orta yerine sıkışmış gibiyim; kendimi bekliyorum, kendimden haber bekliyorum.

Günlerdir sadece deliler gibi yazıyorum; neye ulaşacağımı bilmeden. Kaybettiklerimi sözcüklerde arıyorum. Sözcükleri yitirdiklerime şahit tutuyorum. Yazdıklarımın içlerinden birkaç cümlenin gelip beni kurtaracağına inanarak, durmadan yazıyorum.


O sabah uyandığımda da bunu hissetmiştim. Bedenimi kavrayan tüm sıcak duygular, bir başkası tarafından uykuda çekilen yorgan misali başka bir yere gitmişti. Hemen ülkeme dönmek, eve ulaşmak istiyordum. Bir gece önce gördüğüm rüyada benzer sıkıntılar yaşamıştım. Benden bir şeyler kopuyordu, hem haberim yoktu, hem vardı. Sanki deprem öncesi titreşimler benliğimi yokluyordu. Ani bir his olarak gelip, tüm benliğimi kaplamıştı bu kopuş. Görünürde ters giden hiçbir şey yoktu oysa. Dipsiz bir kuyu beni aşağıya doğru çekiyordu. Düşerken sağa sola çarpan bedenimden parçalar kopuyordu. Hiç birini henüz elime alıp, göremesem de, hangi uzuvlarım olduklarını bilemesem de, kopuşun acısını çok net hissedebiliyordum.

Bir şeyler lime lime elimden kayıp, gidiyordu.

Uçakla gelirken boşluğa düşmüş gibiydim. Pencere kenarına oturdum, uzun uzun aşağılara baktım ve küçücük dünyayı izledim. Yukardan bakıldığında her şey ne kadar ufak. Keşke hep bu gözle izleyebilsek her şeyi; içine girmeden, kuşbakışı bakar gibi. İçindeyken nasıl da kendi boyutumuzda ve baş edilemez görünüyor. Oysa ne çok açısı vardı ve ne çok boyutu yaşamın. Her açıdan görme şansına sahip olmak istiyordum.

Aşağıda yaşarken görüş alanımız ne kadar dar. Tüm evren kendi boyutlarımızla orantılı, sıkıntılarımız da, karşımıza çıkan güçlükler de. Mücadele eden benliğimiz de o oranda güçsüz.

.....

Eve ulaşmak için havaalanından bir taksiye atladığımda yıllardır yaşadığım kent bana ilk kez bu kadar yabancı geldi. Boğulacak gibi oldum. Her yanımı bir yalnızlık, yabancılık duygusu sarmıştı. Yol boyunca sokakları ilk kez görüyormuş gibi izledim. Neden bu kadar başkalaşmıştı her şey. Bu şehir bana ne zaman yabancı düşmüştü? Ya ben bu şehre?

.....

Tüm beni sarmalayan bu belirsiz duygulara, garip önsezilerime rağmen, yine de anahtarı çevirirken beni yepyeni bir hayatın beklediğinden habersizdim. Anahtar kilidin içinde dönerken, artık bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı hissi tüm benliğimi kapladı. Ellerim titredi.

İçeri girdiğim anda yabancı bir hava vurdu yüzüme, tanımadığım bir hava. Daha ayakkabılarımı portmantoya sıkıştırırken, çok şeyin başkalaştığını fark ettim. Doğru salona girdim, tüm perdeleri araladım, pencereleri sonuna kadar açtım. Oynak ve sırıtkan bir güneş doldu evin içine. Yerden kalkan tozlarla yılışık, yılışık dans etmeye başladı. Odaya dolan bu ani güneş gözümü aldı, gerçekleri görmemi istemez gibiydi.

Kendi evimde ilk kez parmak uçlarımda yürüyordum. Yere bırakılmış bir iki çorabı, ellerimle dokunmadan, ayak baş parmağım ve işaret parmağımın arasına sıkıştırıp, çamaşır sepetinin içine attım. Her yer nasıl dağılmıştı.

Valizimi alıp, yeniden banyoya geçtim. İçinden kirli çamaşırlarımı ayırıp, çamaşır sepetine tıkıştırdım. Henüz giymediklerimi elime alıp, dolaba asmak üzere yatak odasına yöneldim.

İçerisi darmadağınıktı, yatağım kullanılmış ve düzeltilmemişti. Ağır, yabancı bir koku sinmişti tüm eve, yatak odama, yatağıma, benim evime, benim olan çok şeye. Bu ev benim eski evim değildi. Bıraktığım hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Duraksadım. Gözlerimle uzun uzun odayı inceledim. Hiç bilmediğim, bana ait olmayan kadın çamaşırları orta yere saçılmış, öylece duruyordu. Kocamın kirli bir gömleği yere düşmüştü. Makyaj masamın üzerinde bana ait olmayan makyaj malzemeleri duruyordu.

Duvara dayanıp, derin bir nefes aldım. Bir film sahnesi izler gibiydim. Kadın eve erken gelir ve kocasını birinin koynunda yakalar; hani şu bildik sahne. Hani; izleye izleye artık umursamadığımız o bayağı sahnelerden biri. Hani hiç başımıza gelmeyecek gibi seyredip, yanımızda oturan adamın elini sıkıca tuttuğumuz, izlerken 'Daha neler, bana mı?' dediğimiz sahne.

Tüm odayı tıpkı uçakta yaptığım gibi yukardan izlemek istiyordum bu sefer. Kendi ölçeğimden değil, başka bir boyuttan. Olanları her açıdan algılamak istiyordum. Yapamadım. Buna gücüm yetmedi. Görebildiğim oda; kendi bakış açım kadardı.

Bu odada, benim yatağımda başka biriyle sevişilmişti.

Derin derin nefes aldım. Sendeleyerek pencereye ulaştım. Hemen kanadı sonuna kadar açtım. Yarı belime kadar aşağıya sarktım. Derin derin temiz havadan soludum. Birkaç kez öğürdüm, kusmak, içimi dışına çıkarmak istiyordum. Ne varsa her şeyi boşaltmak istiyordum. Gözlerimden gelen yaşları elimle silip, yatak odama yeniden baktım.

Kirli çarşafa takıldı gözüm. Giderken serdiğim çarşafa... Her şey midemi bulandırıyordu. Ellerim titriyordu. Banyoya koştum. Banyo dolabından yeni bir sabun çıkarıp, defalarca ellerimi yıkadım. Kirlenmiştim. Her yer, her şey kirlenmişti. Aynadaki yüzüm tanınmaz haldeydi. Ellerimin üzerini kazır gibi yıkıyordum. Kendimden tiksiniyordum. Dakikalarca yıkadım, dakikalarca, dakikalarca. Her şeyi, tüm geçmişi içimden çıkartmak isteğiyle defalarca kustum.

Soyunup, küvete girdim. Musluğu iğrenerek çevirdim. Suyu sonuna kadar açtım. Akan su önce başıma çarpıp, tüm vücuduma dağılıyor, göz yaşlarıma karışıyor, bedenimden aşağı doğru süzülüyordu. Dakikalarca yıkandım.

Sarhoş gibiydim. Birkaç kez kendimden geçer gibi oldum. Düşmemek için duvara yaslandım. Tüm sevişmelerimiz gözümün önünden şerit gibi geçiyordu. Tenimde dokunmadığı tek bir noktanın kalmadığını fark ettim.

Tüm vücudumu yıkamak istiyordum, ruhumun üzerinde bıraktığı tüm izler silinsin istiyordum. Bir zamanlar sevdiğim, şimdi ise sadece bu olayın baş kahramanı olarak görebildiğim adamın bende kalan tüm izlerini temizlemek, yok etmek istiyordum. Derimi yırtarcasına, tırnaklarımla kazırcasına ovaladım. Arada suyun tazyiki ve hıçkırıklarımla boğulacak gibi oluyor, kendimi tutamıyor, küvetin içine yeniden kusuyordum. Ayaklarımın arasından türlü türlü sıvılar, dönerek yok oluyordu. Her şey iğrençti.

Üzerimden çıkardığım kıyafetleri yeniden giydim. Bu evde hiçbir şeye dokunmak istemiyordum. Oradan hemen uzaklaşmak, kaybolmak, yok olmak istiyordum. O ev artık benim evim değildi. Yatak benim yatağım değildi. Benim olan hiçbir şey yoktu artık. Hepsi bitmişti.

Kaçarcasına çıkarken, koridor duvarındaki siyah beyaz fotoğraflara takıldı gözlerim, durakladım. Bir tanesinde elini omzuma atmıştı, bir tanesinde elimi tutuyordu, birinde yan yana oturuyorduk, yüzlerimiz en son attığımız kahkahaların ışıltısı ile aydınlıktı. Tüm fotoğraflarda benim halimle alay eden bir mutluluk vardı. Gözleri fotoğraf karesinden bana doğru bakıyordu. İçimin titrediğini hissettim.

Artık her şey geride kalmıştı. Her şey temelinden sarsılmıştı.

Darmadağın bir ruh haliyle, önsezilerimi doğrulamış olmanın yıkıntısıyla dışarı çıktım. Apartman boşluğundan nasıl indiğimi anımsamıyorum. Adımımı atacak gücüm kalmamıştı. Olduğum yere yığılıp, kalmaktan korkuyor ama yine de yürümek istiyordum; koşarcasına yürümek ve mümkün olduğunca uzaklaşmak.

Yüzümü rüzgara verip, başımı kaldırdım. Kimseyi önemsemiyordum artık. Göz yaşlarımı kim görmüş, kim merak etmiş, kim benim bir deli olduğumu düşünmüş umurumda bile değildi. Artık yeterdi, herkesin bir kırılma noktası vardı. Yeryüzü bir kez de benim zayıflığıma şahit olsundu. Okkalı bir küfür savurdum; kimin işittiğini umursamadan.

Ne kadar yürüdüğümü anımsamıyorum.

Kendimde bir parça güç bulduğumda, onu aradım.

'Eve geldim.' Dedim. Uzun süre ses çıkarmadı. 'Bitti' dedim. Sadece; 'Bitti'.

Sustu... Kapattık telefonu.

Öyle işte.

Bitti!

Avukatım işlemlere başladı. Onunla görüşüldü. Boşanmayı kabul etti. Sanırım tek celsede bitecek.

Çoğu kişinin atladığı bir sözü vermiştik biz: 'Mutsuz olan her zaman için gidebilirdi'. Neden gitmek yerine, kalıp ihanet etmeyi seçmişti? Oysa gitmeye izni her zaman vardı. Hem bende, bizde, bizim evimizde kalmayı tercih etmiş, hem onun olmuştu.

Günlerdir kabuğumun içinde debeleniyorum. Güvensizlik hissi tüm benliğimi kapladı. Derin bir darbe aldım. Derin sancılar çekiyorum.

Kendinden yeni bir ben doğurdun mu hiç? Sıfır, taptaze, el değmemiş... Yepyeni bir ben... Ayıklayabildin mi tüm hatalarını, bakabildin mi en tepeden? Olanı biteni en adil gözlerle görmeye çalıştın mı?

İşte ben şimdi bunu yapmaya çalışıyorum.

Yeniden doğup, aranıza geleceğim. (Yani; umarım)

Tülay

Leyla Ayyıldız
layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,188,188,188,188,188,188,188,18
              49 Kahveci oy vermiş.
27 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Bugün sizlerle ilk olarak Aşkın Arsunan'ın "One A Day" albümünü, ardından Japon sinemasından dramatik bir örnek olan "Tony Takitani"yi ve son olarak Julia Navarro'dan "Kutsal Kefen"i sizlerle paylaşacağım.

ONE A DAY / AŞKIN ARSUNAN :

Müzikseverler için yeni bir isim olmasına rağmen aslında müzik çevrelerinde iyi tanınan Aşkın Arsunan "One a Day" albümünü çıkarttı.

Arsunan'ın geniş kitlelerce tanınmamasının nedeni, müzik kariyerinin büyük bölümünü yurtdışında geçirmesi ve çoğunlukla işin mutfağında yer alması.

İstanbul'lu cazseverler Aşkın Arsunan'ı ilk kez 2000 yılında İstanbul Caz Festivali'nde ardından Babylon'da verdiği Ethno Karma Project konserlerinden tanıdılar. Bu konserlerde Şenova Ülker, Levent Altındağ, Eylem Pelit gibi pek çok ünlü müzisyen Arsunan'a eşlik etti.

Aura Records'tan çıkarttığı "One a Day" albümünde Aşkın Arsunan, tenor ve soprano saksofonda Levent Altındağ, trompette Şenova Ülker, trombonda Aycan Teztel, kontrbasta Volkan Hürsever, bas gitarda Eylem Pelit, davulda Volkan Öktem ve bir parçada vokalde Sibel Gürsoy ile çalıştı.

"One a Day"de Paul Desmond bestesi "Take Five" ve Paul Simon bestesi "Bridge Over Troubled Water" hariç tüm aranjmanlar Arsunan'a ait.

İşin mutfağından gelmenin getirdiği avantajla albümün aranjesini üstlenen, besteci kimliğini de ön plana çıkaran Aşkın Arsunan, "One a Day" albümünde cazdan avant-garde'a kadar geniş bir yelpazeden bizlere sesleniyor.

Sibel Gürsoy ile düet yaptığı albümün tek vokalli parçası "One Day", Şenova Ülker'in trompet solosu "New Wave Of 212" ve Levent Altındağ'ın soprano solosu "Ethno Karma" albümün öne çıkan parçaları.

Farklı renkleri bir araya getiren, çeşitli türler arasında sizi gezintiye çıkaran, tekdüzelikten uzak "One a Day", caz severler için "günde bir kere" dinlenmesi gereken bir albüm.

TONY TAKİTANİ :

Günümüzün egemen sinema anlayışı, sinemanın etkileyiciliğinden onu yedinci sanat haline getiren gücünden bihaber bir şekilde yoluna devam ediyor. İnsan temasından uzak, bilgisayar efektli filmler var artık vizyonda. Ancak tek tük de olsa hümanist, insana yönelik filmler bulabiliyoruz. İşte onlardan bir tanesi, daha çok ünlü korku filmleri ile tanıdığımız Japon sinemasından geliyor: "Tony Takitani".

II. Dünya Savaşı'nın sonunda Japonya'da dünyaya gelir Takitani. Annesi onun doğumu sırasında yaşamını yitirir. Caz müzisyeni babası ona bir Amerikalı'nın adını verir: Tony. Hayatı boyunca hep yalnız kalan Tony Takitani, adının Amerikan olmasının sıkıntısını yaşadığı topluma yabancılaşarak ödemektedir. Resme olan yeteneğinden dolayı tasarımcı olur. Ve günün birinde Tony bir kadına aşık olur. Mükemmel gibi görünen bir kadına. Evlenirler. Güzel giyimli, zarif eşinin bir kusuru vardır. Modern zamanın hastalığına, alışveriş çılgınlığına tutulmuştur. Hayatın anlamını alışveriş yapmakta bulan bir kadına aşık olmuştur Tony. Ve kadının bu tutkusu onun hayatına mal olur. Tony yine yalnız kalmıştır ancak bu yalnızlığı uzun sürmeyecektir. Eşini kaybetmenin acısını ona çok benzeyen bir başka kadın ile hafifletmeye çalışır. Ancak bu ne kadar sürecektir?

Haruki Murakami'nin bir hikayesinden uyarlanan filmdeki her karakter Japon toplumunun bir kesimini işaret etmekte. Tony'nin babası, savaş dönemindeki insanları, Tony savaş sonrası dönemde ülkenin tekrar ayağa kalkmasını sağlayanları, alışveriş çılgını eşi ise tüketim toplumunu simgelemekte.

Japonların minimalist bakış açısı sinmiş filmin üstüne. 75 dakikalık kısacık bir film. Olabildiğince yalın bir anlatımı var. Çok az konuşma içermesine karşılık etkileyici bir film "Tony Takitani". Sinemanın bütün gücünü iliklerinize kadar hissettirmeyi başarıyor.

Patlamış mısır tadındaki filmler artık tat vermiyorsa "Tony Takitani" size müthiş bir ziyafet hazırlıyor.

KUTSAL KEFEN / JULIA NAVARRO :

Dan Brown'un "Da Vinci'nin Şifresi" kitabının dünyada yarattığı etki hepimizin malumu. Her nedense bu kitap edebi olarak büyük nimetler sunmasa da ve pek çoğumuzun dini bilgilerinin yetersiz kaldığı konulara değinse de büyük yankı yaratmıştı geçen yaz ülkemizde. Madem ki Hristiyan temalı macera romanları okumayı seviyoruz işte o zaman bu konuyu işin erbabından, araştırmacı gazeteci bir İspanyol'dan okumamız daha yerinde olur diye düşüyorum.

Kitap, bizleri Urfa'dan daha doğrusu Edessa'dan alıyor, İsa döneminin Kudüsü'ne götürüyor, Bizans'ın Konstantinopolis'ini gezdiriyor ve ardından günümüz İtalya'sına bırakıveriyor.

"Kutsal Kefen"in öyküsü ilgi çekici ve güncel bir konu. Birkaç yıl önce Ölüdeniz Yazmaları ve kutsal kefen üzerine bir tartışma yaşanmıştı. Bu iki kutsal emanetin hangisinin gerçek, hangisinin sahte olup olmadığı bilinemiyordu. Vatikan, Ölüdeniz Tomarları'nı yalanlıyor ancak Kutsal Kefen'in gerçek olduğu üzerinde duruyordu. Kefende İsa'nın silüeti görünüyordu. Dönemin cenaze ritüeline göre gözlerine para konmuş, başında dikenli tacı ile kanlar içinde İsa görüntüsü bulunuyordu. Ancak Karbon 14 testi Ölüdeniz Tomarları'nın gerçek, kutsal kefenin ise İsa'dan yüzyıllar sonrasına ait olduğunu ortaya koydu. Hikayemiz işte bu kutsal kefeni tarihi bir anlatım içinde, "Agion Mandilion" inancı üzerinden roman kurgusu ile bizlere sunuyor.

Kitap "Da Vinci'nin Şifresi" gibi Katolik karşıtı bir roman değil yani Hristiyanlığın önemli dogmalarına saldırmıyor. Ancak "Da Vinci'nin Şifresi"den çok daha zengin bir tarihi perspektif sunuyor.

Romanda ilgi çekici pek çok detay bulunmakta. Mesela ihanet eden, entrika çeviren, para için kutsal eşyaları bile satabilen Bizanslılar'a karşın Müslümanlar dinlerini kuran peygamber olmasa da kutsal emanetlere değer veren insanlar.

"Kutsal Kefen" dini arka planlı macera romanlarını sevenler için bu yaz mutlaka okunması gereken bir kitap.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              9 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.060 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


EN MAVİSİ ŞİİRLERİN

CAMLARA VURURDU UYKUSUNU
BİR SIR VERİR GİBİ RÜZGARI DİNLEYEN
VE EN SARHOŞ AŞIĞI ŞİİRLERİN
VE EN MAVİ GÖZLÜSÜ SEVDALARIMIN

MERDİVENLERDEN YUVARLARDI SEVDASINI
İÇİME PALDIR KÜLDÜR DÖKÜLEN
VE EN HIZLI AŞIĞI HİKAYELERİN
VE EN MAVİ GÖZLÜSÜ(UZUN KİRPİKLİSİ) SEVDALARIMIN

GÖKYÜZÜNE VURURDU GÖZLERİNİ
MASMAVİ BİR RESİM ÇİZEN ÇOCUK
VE EN ÖZGÜR AŞIĞI EVRENİN
VE EN MAVİ GÖZLÜSÜ SEVDALARIMIN

C.ERAY ELDEMİR

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.elliotinthemorning.com/games/miniputt.swf kısayolunda basit ama eğlencelik bir mini golf oyunu var. Boş vaktiniz varsa eğlenerek değerlendirmek için iyi bir fırsat. Hatta arkadaşlarınızla aranızda turnuva düzenlemeniz bile mümkün.

Gizemli bir araştırma yapmaya ne dersiniz. Diyelimki birden uyanıyorsunuz ve bilmediğiniz bir odadasınız. Oraya ne zaman geldiğinizi, neden geldiğinizi ve ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. http://alt.tnt.tv/games/thedoors/thedoors.swf kısayolundaki bu gizemli dünyaya bir tıklayın isterseniz. Gizli ipuçlarını bularak aramaya başlayabilirsiniz.

Bol bol gülmek isteyenlere komik resimler ve komik fotoromanlar http://www.komikler.com/komikresim/kategori.php?catid=33

...Manga kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770'li yıllara dayanmaktadır. 19. yüzyıl boyunca manga kelimesi özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan odun bloklarını (Hyakumenso), özellikle de Hokusai Katsushika'nın(1760-1849) 1819'da yayınlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için kendisinin çizdiği skeç, çizim ve karikatürlerini adlandırmakta kullanılmıştır. Hokusai çizdiği skeçleri iki Çince karakterin ["man" (rasgele) ve "ga"(resim)] birleşiminden oluşan Manga kelimesiyle tanımlamıştır... Manga'yı ve tarihçesini merak edenlere http://www.anime.gen.tr/tarih_manga1.html

http://www.ganoswine.com/tr/index.htm
Şöyle keyif vericilere dönmekde fayda var... hafiften şaraplasak diyorum, bağbozumuna gitsek, yan gelip yatsak bağlarda tanrı/tanrıçalara nispet yaparcasına!!

Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


SoftPerfect Personal Firewall 1.4.1 [0.9 MB] 98/ME/NT/2000/XP Free
http://www.softperfect.com/download/firewall_setup.exe
Bilgisayar güvenliğinin önemli programlarından biri de firewall diye tanımlanan engelleyici programlar biliyorsunuz. Genellikle ücretli olan bu programlara, ücretsiz mükemmel bir alternatif. Evet biraz konuya aşina olmanız gerekiyor ama ne yaptığınızı ve neye ihtiyacınız olduğunu biliyorsanız işinize çok yarayacağını söyleyebilirim. Küçük ama çok kullanışlı akıllı bir program.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050819.asp
ISSN: 1303-8923
19 Ağustos 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com