|
|
|
22 Ağustos 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Trafiği de halledersek bu iş tamamdır!.. |
İyi haftalar,
Güzel bir haftasonuydu. 11 gündür süregelen bir organizasyonun başarıyla sona ermesi. Yıllardır televizyonlardan gıpta ile izlediğimiz Formula yarışlarının artık memleketimde yapıldığını görmek, üçüncü hafta kör topal aldığımız galibiyet, hepsi çok güzeldi. Artık ne gereksiz yere kendimizi her koşulda yermeli ne de gereğinden fazla övmeliyiz. Eskilerin kompleksli vatandaşı olmaya son vermeli, belki de hiç giremeyeceğimiz AB'ye bile aldırmayıp kendimizi Avrupalı sınıfında saymalıyız. Eleştirmeyi bırakmamalı ama dozu iyi ayarlamalıyız, nereden nereye geldiğimizi iyi bilmeliyiz. Universiade 2005, İzmir ve Türkiye için olağanüstü bir kazanım olmuştur. Kazanılan tesisler iyi kullanıldığı takdirde sporun gelişmesi için itici bir güç olacaktır. Alınan başarılı sonuçlar da hiç yabana atılabilecek gibi değildir. Üniversite oyunları diye küçümsemenin de hiçbir gereği yoktur. Belki birkaç eksiğiyle hemen hemen tüm takımların milli takımlar seviyesinde katıldıkları oyunlarda alınan her madalya değerlidir.
Dünyaya mesaj vermekle falan ilgim yok benim. Ben bu türde organizasyonların asla memleketimde hayal edilmediği, seyir şansı bulunduğunda gıpta ile izlendiği bir neslin çocuğuyum. O nedenle Formula 1 heyecanını yanıbaşımızda yaşayabilmekten bir sporsever olarak sevinç duydum. Mesajı alması gerekenler nasılsa almıştır diye düşünüyorum. Herşeyimizle nereye daha yakın olduğumuz görülmüştür diye umuyorum. Pit alanında arzı endam eden dünyanın en şanslı adamlarından sayın başbakanımızın görüntüsünü bile gülücükle seyredebildim. En şanslı çünkü kazanç hanesine ekleyip caka satabileceği bir güzellik daha ona nasip oldu. Şimdi bir dahaki seçim nutuklarında kalkıp "Bu memlekete Formulayı getiririz dedik, getirdik." dese kim ne diyebilir? Dedik ya bu adam Allahın sevgili kulu, bu kesin. Hay Allah benim müstehakımı versin. Gene bir punduna getirip sayın büyüğüme bir laf ediverdim. Onun da çok umurundadır ya, neyse... Hepinize güzel bir çalışma haftası diliyorum, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
TEYZUŞ : Ferda Önler DÜŞÜNCELER : DEĞİŞİM ve GÖRÜNÜŞE ALDANMAK!.. |
|
Bir bilgeye sormuşlar:
"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?"
"Terzimi severim" diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar :
"Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor?
O da nereden çıktı? Neden terzi?"
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
"Evet dostlarım, ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler."
***
Bir kişi hakkında bir kez peşin hüküm verdikten sonra onu sürekli hep ayni kalıp ve ölçüler dahilinde değerlendirmek, ne dereceye kadar sağlıklı ve doğrudur? İnsan, zaman içerisinde değişemez mi? Yoksa, birinin değişeceğini, farklılıklar göstereceğini ummak, daha baştan bir yanılgı mıdır? Ya da, ufak-tefek değişimler olsa dahi bunlar aslında sanıldığı kadar yüzeysel ve de önemsiz şeyler midir?
Çok iyi tanıdığımızı sandığımız birinin farklı bir davranışı veya bize yabancı gelen tavır ve tutumu karşısında, neden şaşırıp, hayal kırıklığına uğrarız? Ya da değiştiği için neden suçlarız onu? Çok mu zordur yenilikleri sindirmek, adapte olmak?
Acaba bizi şaşırtan, bu kişinin alışık olmadığımız tarzda sergilediği farklı halleri midir? Yoksa, değişime ayak uydurmakta zorlanan, stabilitenin kolaycılığını özümseyip benimseyerek, sonuçta tembelleşmiş olan benliğimiz midir aslında şaşıran? Yani gerçek neden, basit, sıradan bir değişimi bile kabullenmek istemeyen, değişimlerden çekinip korkan ve şiddetle bunlara karşı çıkan kendi benliklerimizde mi gizli?
Alışıla gelinenden vazgeçmek işimize gelmediği için midir ki, ne şartların ne de karşımızdaki kişinin "değişimini" pek de istemez ve çoğunlukla tepki koruz?..
Sorular, sorular... Birçoğuna doğru ve samimi yanıtları vermekten kaçındığımız daha nice sorular var ya! Neyse...
"Bilge Kişi"nin yukarıdaki sözlerine dönecek olursak; sebebi her ne olursa olsun, bazı kişileri tanımlamak üzere çizdiğimiz şablonlar vardır kafamızda ve bunun dışına taşmalara ne kendimiz cesaret ederiz, ne de o kişinin taşmasına kolay kolay izin vermeyiz genelde.
Bu kişi bizim için ilk başta ne ise, sonrasında da hep odur veya olmalıdır adeta!
İyi ise, her zaman iyidir. İyi olmak zorundadır(!) daha doğrusu. Kötü demişsek bir kez, o vakit devamlı kötülük umar ve bekleriz. Bir iyiliğini görmüş isek de, hayretler içinde kalırız!
Neşeli, keyifli, deli-dolu biri ise, somurtkanlığı veya kederli halleri yakıştıramayız bir türlü. Sakin, durgun, kendi halinde olan birine de coşkuyu, sevinç gösterilerini, en hafifinden taşkınlıkları bile çok görür, yadırgarız hatta... Acımasızca eleştirdiğimiz de görülür sıklıkla.
Kazara birisini silik ve başarısız olduğu bir döneminde tanımışsak eğer, ondan sonra o kişiden başarı beklemeyi pek düşünmeyiz nedense? Şans tanımadığımız bile olur. Buna karşın, daha çok beceri ve başarılarıyla ön plana çıkmış kişiyi ise, sürekli alkışlamaya hazır vaziyette bekleriz. Aklımıza getirmeyi dahi istemeyiz sanki o kişinin de bir gün hata yapabileceği, kaybedebileceği, bir başkasına yenilebileceği ihtimalini.
Sonuçta gelinen nokta eğer o kişinin başarısızlığı ise, ilk hissettiğimiz yine büyük bir hayal kırıklığı ve içine düştüğümüz şaşkınlıktır. Çünkü çizili şablonun dışına çıkılmıştır da, ondan!
Bir başka örnek daha mesela; sert ve aksi huylarıyla bilinen birinden pek medet ummayız nedense?.. Görünüşüne bakarak, yaklaşmaktan çekinip kaçınırız. Çünkü ona da biçtiğimiz rol, uzak durulması gereken kişi olduğudur. İyi de, yeterince tanıyıp tanımadan, nasıl anlayabiliriz ki o kişinin kimseye bir faydası olup olmayacağını? Nereden bilebiliriz ki, vakt-i zamanı geldiğinde bir dost eli uzatıp uzatmayacağını? Önceden denedik mi hiç?
Ya o sert görünümün altında saklı yatan, son derece sevecen, yumuşak, yardımsever bir yürek var ise?.. Ya o görünüş gerçeği yansıtmıyor ise?..
Bunun adı; "GÖRÜNÜŞE ALDANMAK!" değil ise, peki nedir?..
Kimbilir, ne çok şeyi ıskalayıp geçmişizdir sırf bu şablon saplantılarımız yüzünden?.. Kimbilir, kimlere ne haksızlıklar yapmışızdır? Ya da kendimize yapılmıştır, görünüşe aldanmaktan ötürü!..
***
Gerçi, bir terzi hassasiyetinde ölçüp biçen dost aramak geçmişte pek aklıma gelmediyse de bundan böyle dikkat edineceğim en önemli husus, özellikle de yeni dostlar edinirken, her defasında farklı yönlerimi görüp, olası değişimleri de dikkate alarak beni değerlendirebilecek kişilerden seçmek olacaktır.
Ayrıca, daha önce kafamda kendi kendime yarattığım şablonlara soktuğum kişileri de oralardan çekip çıkartmaya, çizgileri yok etmeye azami gayreti göstereceğim. Belki biraz geç kalmış olmakla birlikte, bundan sonra ben de iyi bir terzi olabilirim... (mi?..)
Çevrenizden ölçüsü ve makası düzgün terziler eksik olmasın!
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
YAŞANMAMIŞ OLANLAR
Onu o şehirde bırakıp buraya geldiğimde, onun beni bir daha aramayacağını biliyordum.
Bu zorunlu sürgün yerinde, yine de herkese o uzak ve büyük şehirde bir sevgilim olduğunu söyledim. Neden mi? Çünkü çok yalnızdım.
Aslı benim için altın dolu toprak bir küptü ve ben hep küpün peşinde oldum. Küpün içindeki altınlara ulaşmak beni hiç alakadar etmedi nedense.
Bize tek tip üniformalar verdiler. Bize olmayan bir düşmanı temsili olarak nasıl öldürebileceğimizi gösterdiler. Bizi olmayan bir tehlikeye karşı eğittiler.
Tüm bunları öğrenirken, aklımda hep Aslı vardı. Burada olması gerekenin ben değil o
olduğunu düşünüyordum çünkü o olmayan şeyleri bulmayı ve onları yok etmeyi çok severdi. O, yok etmeyi çok severdi.
Onu buradan -binlerce ayrı insanın aynı şeyleri yapmaya mecbur olduğu bu "Toplu Eğitim Kampı"ndan- ilk aradığımda tek hissettiğim şey pişmanlık oldu.
- Merhaba Aslı , Selçuk ben.
- Hala bitmedi di mi koyunluk?
- Hala bitmedi. Ruhumu kaybettim artık,ma bitmedi.
- Senin traş makinenle traş olan birileri var Selçuk.
- Aslı, sana ihtiyacım var, seni seviyorum ben.
- Bunları sen dönünce konuşuruz. Telefonda bunları konuşmamız iyi değil.
- Sensizlik te iyi değil,Aslı.Yüreğim üşüyor sensiz.
- O zaman sıkı giyin.Hoşçakal .
Aslı gitmişti. Telefon sıram gitmişti. Benliğim benimle küsmüştü. Çok kötü sıçmıştım.
Bu konuşmadan sonraki ilk onbeş gün, sürekli intihar etmeyi düşündüm. Kasaturamla gırtlağımı kesmeyi, jiletle şahdamarımı doğramayı ve bir sürü çeşitli ölüm biçimiyle kendimi yok edebilmeyi kurguladım aklımda. Ama yapmadım çünkü buna cesaret etmeye çalışacak kadar bile gücüm kalmamıştı.
Sonra, hep yaşanmamış olanları düşündüm. Yaşadıklarımız hiç aklıma bile gelmiyordu. Yaşayamadıklarımızı birer birer aklımda kurguluyor ve yargılıyordum.
Belki de yaşanamayanlar yaşanmış olsaydı, Aslı beni bu şekilde kendi kaderime terk etmezdi.
Evet, bunu asla yapmazdı.
Tam üç ay, 4 gün, 11 saat sonra, onu bir kez daha aradım.
Soğuk bir ekim günüydü ve dolu yağıyordu
- Yakında bitiyor Aslı. Az kaldı.
- Seni özlemedim diyemem Selçuk ama geldiğinde sanırım kapsamlı bir şekilde konuşmamız gerekecek.
- Hala konuşacak bir şeylerimizin olması bile güzel.
- Yaşanmışlıklar ve korkular varsa, konuşacak şeyler hiçbirzaman bitmez.
- Seni kaybettiğimi biliyorum ben. Bunu buraya zorla gönderildiğimde de biliyordum. Sana sadece hiç yaşanmamışlıklar verebilirim, yaşanmamış olanları sunabilirim. Hiç şansım yok mu dersin?
- Ordaki arkadaşlarına beni anlattın mı hiç?
- Sen benim sevgilimsin Aslı.
- Bir yerlerde birileri çok zalim gerçekler biliyor.
- O birileri seni gerçekten kendine aşık etmiş, Aslı.
- İstanbul'a döndüğünde beni ara. Konuşmamız lazım.
- Ararım.
- Ayaklarını üşütme.
- Artık çok geç.
- Hoşça kal
- Mümkün değil, Aslı. Sensiz bu mümkün değil.
Manhattan'da yaşarken, Barbara adlı bir kız arkadaşım vardı ve benden ona sürekli pembe giysiler almamı isterdi. Onunla ayrıldığımızda, ona pembe bir ayı almıştım.
O pembe ayı o an bendim ve bu çorak şehir Manhattan'a hiç benzemiyordu.
Ve Barbara, çok büyük bir ihtimalle, başka bir adamdan ona pembe bir şeyler almasını istiyordu ya da kendi çocuklarına pembe kıyafetler seçmekle meşguldü .
Yine de Aslı'nın benimle konuşmuş olması beni mutlu etmişti. Bunu düşünmek çocukluktu ya da düpedüz ahmaklıktı ama öyle düşünüyordum işte.
Yapacak çok fazla bir şey yoktu.
Yapacak bir şey yoktu.
Oraya dönecektim ve Aslı yeniden benim olacaktı.
Bunu yapabilmek benim için çok mümkün görünmüyordu çünkü ben kendi dötünden bile korkan biri olarak yetiştirilmiştim.
Ben bunları düşündüm.
Bizi o gün tam 9 kez saydılar.
Cenk Bölük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
YARIM KİLO SOĞAN
Tarlabaşı Bulvarı'nın -istimlakten evvel- en darlaştığı yerde sağa açılan, geniş, önce dümdüz ve gittikçe dikleşen yokuşun adı Kalyoncukulluk'tur. Köşesindeki karakolun iki katlı ahşap bir binadan, betonarmeye terfii edişi istimlakden eskidir. Karakolun önünden geçerken, kapının önünde oturan tonton polise selam verirdik, o da gülümserdi bize. Polisten korkmayı sonradan öğrendik.
İşte bu geniş sokak üzerinde yanyana küçük dükkanlarda envai türde esnaf, cumbalı evlerde çeşit çeşit insan yaşardı. "Tiyatoracı"ların -Pera'ya yakınlığından olsa gerek- rağbet ettiği nezih bir mesken yeriydi. Sokak aralarında çiroz dalları olurdu çamaşır ipleri yerine. Paskalya'da sakızlı çörek kokuları taşardı dantel perdeli mutfak camlarından. iftar zamanlarında kilise de çanlarını öttürürdü, ezanla birlikte.
Hemen girişte sağdaki küçük dükkanda rum bakkal Lambo, az ilerde -Hikmet Karagöz'ün oturduğu sokağın başında- kasap Mösyö Koço, solda tabutçu Dikran, sokaktan aklıma yazılanlar. Yokuşun sonu "yenişehir" denilen yere bağlanırdı. Orada da "Alibelendi Çadırı" yani cambazhane vardı. Önce top sahası oldu. Şimdi yerinde ne var bilmiyorum ama sonradan büyük bir matbaa olan binanın karşısındaki kilise hala duruyor. Lambo'nun dükkanı da açık, çırağı Hüseyin'e devredip, Yunanistan'a gitti dedilerdi. Mösyö Koço ölmüş müdür, Hikmet Hanım şimdi hangi çocuğu götürüyordur piyeslerine, kimbilir?
Karlı zamanlarda yokuş aşağı hızla uçardık, babamın yedeğinde bindiğim kızakla. 6-7 eylül günü o yokuştan aşağıya neşeli çocuk sesleri yerine, kaçışan insanların ayak sesleri, kan ve dinmez bir acı indi, ipekli kumaş topları ve zeytinyağları eşliğinde derler.
Sakinleri yavaş yavaş yokuşu sonra da istanbul'u terkedince yerine meyhane, müzikhol, "kötü ev" ve kapkaç yerleşti dediler:
"Mösyö lambooo miso kilo soğanii.."
Rana Denizer
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Anneler ve hiç büyümeyen çocukları
Ünlü tasarımcı Cemil İpekçi'nin uzun zaman önce kaybettiği annesinin adını verdiği 'Sahire' defilesini izlediniz mi? Ben izledim...
Uyumsuz gibi görünen renklerin ahenkli birlikteliği karşısında şaşkınlık ile karışık hayranlık içindeydim. Onca rengin, desenin, boncuğun, kristal taşın birarada oluşu, öyle özenle, öyle zekice planlanmıştı ki, o renk ve malzeme cümbüşü, bir bütün olarak algılanıyordu. Hani anlatılamaz, görülmesi gerekir denir ya, Sahire işte öyle bir defileydi...
Ancak o gece defilenin dışında beni yakalayan bir başka şey daha vardı. 50'li yaşlarda bir adamın, küçük bir çocuk gibi başını duvara yaslayıp izlediği defilesinde, ruhundan yayılan hüzün...
Arasıra elini çenesine götürüp dalıp gitti dj kabininde, arasıra kızaran gözlerinden akan ince yaşları sildi. Cemil İpekçi'yi böyle görünce gülümsedim. "Anneler ve hiç büyümeyen çocukları" diye düşündüm. Belki de onca pırıltı, desen, boncuk, coşkulu kırmızı, parlak siyah, masal renkleri uçuk mavi, pembe, beyaz, Sahire'nin ruhunun renkleriydi. Annesini anlatıyordu Cemil İpekçi. O'nun hiç büyümeyen çocuğu olarak...
Ya siz?
Siz annenizin gözünde büyüdünüz mü? Eşinize, çocuklarınıza, kırlaşan saçlarınıza, derinleşen yüz çizgilerinize rağmen büyüdüğünüzü kabul ettirebildiniz mi annenize?
Ben başaramadım!
'Küçük kız'lıktan yetişkin kadınlığa terfi edemedim!
Kariyerin, prensibin, kuralın işlemediği tek makan 'anne' makamı!
Sorulan yanıtlara yanıt verilmesi, tembihlere koşulsuz boyun eğilmesi, okyanus aşırı memleketlerde telefonun asla kapatılmaması, en derin uykudan "Seni gördüm rüyamda. İyimisin?" diye uyandırılmanın çaresizliği sadece anne makamının yaptırabileceği şeyler.
Anne makamının doğruları kesin doğrulardır üstelik!
Mesela dünyanın en akıllı, en zeki, en güzel-yakışıklı, en zarif-nazik kızı ya da erkeği olduğunuz söylenmişse bir kere, bu kesinlikle tartışılmayacak bir konudur. Bir sanatçının yarattığı eseri hayranlıkla izlemesi gibi bir şeydir bu. "Amma yaptın anne" şeklinde bir yanılgı içinde cevap verirseniz, bir güzel paylanırsınız!
Anne makamı hayatımızın bitimine kadar etkisini gösteren bir tek makamdır. Sevgi, sabır, saygı ve hoşgörünün çok iyi harmanlandığı bir makam...
Bunu anladığımda anneannemin artık yılı, mekanı, kişileri karıştırdığı yaşamının son günleriydi. Torunlarının isimlerini ve kimliklerini karıştıran anneannem sadece annemi hiç unutmadı. Eli hep kızının elini aradı. Gözleri kızının gözlerinde, kimsenin dahil olamadığı tılsımlı bir iletişimdi bu.
Ölümünden kısa bir süre önce birgün kızına dedi ki; "Benimle gel". Anlamadı kızı. Güllü tekrarladı, "Birlikte gidelim". Kızı ağlamaya başladı, "Ama benim yapacaklarım bitmedi ki. Seninle gelemem".
Güllü başını salladı sadece. Yorgun yaşlı ellerini 'hiç büyümeyen kızı'nın saçlarında gezdirdi.
İşte o an 'küçük kız'lıktan 'annelik' makamına terfi etmeyi öyle çok istedim ki...
Ceren Keskin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Derya Taktak Aşk Eve Dönüş Yolunu Buluyor, Bekleyeni Olmasa da... |
|
1980'ların sonuydu. Kıbrıs, yıllar boyu yaşadığı çatışma sahnelerini unutmaya yüz tutmuş, sokaklardaki asker yoğunluğu yerini devletler arası söz düellorına ve sivil hayat kargaşasına bırakmaya başlamıştı. Mark, 1960'larin başında görevli olarak Kıbrıs'a gönderilmiş ve günden sonra Kıbrıs'ı kendisine vatan edinmiş bir İngiliz gazeteciydi. Lefkoşe yakınlarında iki katlı ahşap, büyük bir bahçesi olan eski ama görkemli bir kasaba evinde yaşıyordu.
İlkbaharın ilk günleriydi. Mark erkenden kalkmış ve radyosunu açmış, bir yandan son gelişmeleri dinlerken bir yandan da çalışma masasını düzenlemekteydi. Daktilosuna yeni kağıdını koydu. Tam yazmaya başlamak üzereydi ki, bu sırada kapı çaldı. Mark, bu saatte birini beklemediği için şaşırmıştı. Sonra köylülerden birinin birşey istemek için geldiğini düşünerek, tereddüt etmeden kapıya yöneldi. Karşısında zenginliği her halinden belli, koyu gri ve seyrek saçlı, kalın siyah çerçeveli gözlüklü, ilerlemiş yaşına rağmen oldukça dinç duran uzun boylu bir adam durmaktaydı. Mark, ilk görüşte ilginç bir yakınlık duyduğu adama gülümseyerek "Buyrun, size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu. Yaşlı adam biraz tereddütlü ama centilmen bir tavır içerisinde "Delikanlı" dedi, "İçeri girebilirmiyim, çok uzun bir yoldan geldim". Mark biran için duraksadı. Ancak yaşlı adamın ona bir zararı olamayacağını düşünerek onu içeri davet etti. Adam yavaş tavırlar içerisinde, attığı her adımı sindirircesine evi seyrederek içeri yöneldi. Mark arkasında kalmış, yaşlı adamın tavırlarını izlemekteydi. Adam bir kaç adım daha attıktan sonra duruverdi. Mark arkadan ona bakarken dalmış, yaşlı adamın ilginç ama tanıdık olduğunu düşünmekteydi. Adam arkasına dönüp ona baktığında Mark bir anda kendine gelip,
"Kusura bakmayın, şöyle buyrun lütfen" diye yolu gösterdi.
Birlikte masaya oturdular. Mark yaşlı adamın neden geldiğini hala bilmemesine rağmen sormak için de acele etmiyordu. Ona birşeyler ikram edebilmek için mutfağa yönelmişti. Bu arada yaşlı adam masanın yanındaki iskemleye oturmuş, bir yandan soluklanırken bir yandan da etrafını derin bakışlarla gözlemlemekteydi. Mark elinde bir bardak su ile dönmüştü.
"Hala kokusunu alabiliyorum" dedi yaşlı adam.
Mark neden bahsettiğini anlayamamıştı.
"Bu ev" dedi adam, "Ben, burada büyüdüm, babam ayakkabı üreticisiydi. Bahçedeki kulübe onun atölyesiydi. Bende onun yanında onun işlerine yardım ederek büyüdüm. Evin içerisinde hala o derilerin, yeni ayakkabının kokusunu alabiliyorum."
Mark, hikayesini anlatmaya başlayan adamın karşısında oturmuş, sadece gülümseyerek dinlemekte, ancak henüz hiçbir anlam verememekteydi.
Adam devam ediyordu: "O zamanlar tahta topuklu kadın ayakkabıları üretiyorduk, ayakkabı tasarımı konusunda kendi özgün stilimi bayağı geliştirmiştim, 1950'lerin sonunda ilk kez tahta topuğa alüminyum çubuk geçirerek sivri topuklu kadın ayakkabısını ürettim. Ancak Kıbrıs'taki çatışmalar ve gergin ortam benim bu sanatımın değerlendirilmesine olanak vermiyordu. Daha sonra ailemizin tanıdığı bir İngiliz büyükelçisi bendeki yeteneği gördü ve onun yardımıyla İngiltere'ye göç ettim."
Mark nazikçe gülümseyerek anlatılanları ilgiyle dinliyor, ancak hala bir anlam veremiyordu. Kimdi bu yaşlı adam daha ismini bile bilmiyordu. Bu hikayeyi niye anlatıyordu ve buraya onu ziyarete niye gelmişti.
Yaşlı adam Mark'ın aklından geçenleri okumuş gibi "Kusura bakma delikanlı, kendimi tanıtmama izin ver. İsmim Mehmet Akif Bostan, 'Shoe-Boss' ayakkabılarının kurucusu, dünyanın ilk sivri topuklu ayakkabısının mucidiyim".
Mark bu ismi tanır gibi oldu, ama yine de dünyanın en ünlü markası da olsa ayakkabı endüstrisi onu hiç ilgilendirmiyordu. Yaşlı adamın ismini kesinlikle burdan duymuş olamazdı. Başka bir şey olmalı diye düşündü.
Yaşlı adam Mark'ın şaşırmış ve anlamsız bakan gözlerinden yola çıkarak "Biliyorum delikanlı" dedi, "Çok zengin oldum, herşeyim var, İngiltere'de lüks bir evim, hizmetçilerim, son model arabalarım, kahyalarim var, niye burda olduğumu merak ediyorsun."
Mark o ana kadar ismini nerden hatırlamaya çalıştığını düşünsene, adamın söylediği şeye de ilgisiz kalmamıştı." Evet" dedi, " Neden burdasınız?"
Yaşlı adam derin bir iç çekti. "Çünkü hayatta herşeye sahip oldum ama bir şeyim hep burada kaldı, artık yaşım ilerledi ve onu saklandığını yerden çıkartmanın zamanı geldi."
Mark telaşlanmıştı, neden bahsettiğini anlayamadığı için şaşkın gözlerle bakmaya devam etti. Yaşlı adam sakindi, anlatmaya devam etti: "18 yaşlarındaydım, neredeyse birlikte büyüdüğümüz bir kız arkadaşım vardı. En iyi dostumdu aynı zamanda, işimden koşa koşa çıkar onunla gizlice buluşurdum, aşıktım ona, hergün yaptığım yeni ayakkabıdan bir tane de ona verirdim, babam buna çok kızardı ama o çok severdi, evlenme teklifi edecektim yakında, bir gün Rumların yaptığı bir baskın sırasında Serap'ı ve ailesini götürdüler. O günden beri hiç haber alamadım" Yaşlı adamın konuşmalarının hızı iyice yavaşlamıştı, her kelimesinde ona olan aşkı yeniden canlanıyor, her canlanışında da bir o kadar acı çekiyordu. "Onu hiç unutmadım" dedi, "O olaydan 3 yıl sonra İngiltereye göç ettim, o üç yıl boyunca ona hergün mektup yazdım, ama nerede olduğunu bilemediğim için gönderemedim. Buradan göç ederken, herkes bana onun öldüğünü, kendime artık yeni bir hayat kurmam gerektiğini söylüyordu. Ben de İngiltere'ye gitme kararını aldım. Yola çıkmadan önceki son gece bütün mektupları bahçedeki limon ağacının altına gömdüm."
Mark şaşırmıştı. "Benim bahçemdeki limon ağacının altına mı?".
"Evet, onları alıp, ait olduğu yere göndermeye karar verdim" dedi yaşlı adam.
Mark yaşlı adamın heyecanını ve kararlığını anlamaya başlamıştı. Fazla vakit kaybetmeden, bahçedeki kulübeden küçük bir kürek alıp ağacın yanına doğru gittiler. Yaşlı adamın gözleri dolmuştu, hayatının dönüm noktası olan ana geri dönmüştü. Anılarını gömdüğü ve ülkesini terk ettiği ana.
Mark, derin bir iç çekişiyle küreği savurup, toprağa ilk darbeyi attı ve kazmaya başladı. Yaşlı adam başında heyecanla bekliyordu. Toprak derinleştikçe kalbinde gömülü kalmış duygular da yüzeye çıkıyordu. Mark'ın ardı ardına savurduğu kürek niyahet sert bir şeye çarptı. Küreğin sesiyle her ikisi de bir süre duraklayıp, birbirlerine bakakaldılar.
Mark önce davrandı ve elindeki küreği yere bıraktı. Küreğin yere düşmesiyle ikinci kez çıkan ses, yaşlı adamında dalgınlığını bozuverdi. Her ikisine heyecanla diz çöküp toprağı elleriyle eşelemeye başladılar. Üzerindeki toprak azaldıkça, ahşap bir kutu belirginleşmeye başlamıştı. Mark bunun Mehmet Bey'ın mektuplarını gömdüğü kutu olduğunu anlamıştı. Kutuyu nazik hareketlerle çıkartıp, kenara koydular. Mehmet bey kutuyu kucağına alıp, üzerindeki toprağı temizledi ve yavaş hareketlerle açtı. Kutunun en üstünde Serap'ın çok eski bir fotoğrafı vardı. Mehmet Bey uzun yıllardan sonra ilk kez Serap'ın yüzünü görüyordu. Mark fotoğraftaki kadını görmek için bir hamle yaptı. Birden garip bir şekilde kadının yüzünün çok tanıdık olduğunu düşündü. Beyninde şimşekler çakmış gibi oldu. Yüzündeki ifade Mehmet Bey'i ürkütmüştü.
"Onu tanıyormusun?" diye telaşlı bir ses tonuyla sordu yaşlı adam.
Mark bir an için sessizliğini bozamadı.
Yaşlı adam, "Delikanlı, lütfen onu bulmam için bana yardım et, onu tanıyormusun, lütfen söyle" diye haykırmaya başladı.
Mark birden irkilmişti. Ama yine de durgun bir ses tonuyla cevap verdi. "Evet, onu çok iyi tanıyorum, iki sokak aşağıda yaşıyordu, sanırım benimle aynı zamanda taşınmıştı buralara".
Mehmet bey'in içi sızlamıştı, tam onun İngiltere'ye göç ettiği zamandı.
Mark devam etti: "Tek başına yaşardı, küçük bir fırını vardı. Her sabah ondan ekmek almaya giderdim, ayak üstü konuşurduk hep. Yüzünde hep sevecen ama buruk bir ifadesi vardı. Hikayesini hep merak ederdim. Bir kaç kere bana sıcak turta yapıp getirmişti. Bir keresinde içeri girmişti. Bana kaybettiği eski aşkını anlatmıştı. Ama hiç bu evle ilgili birşey söylememişti. Bana karşı hep garip bir yakınlık içerisindeydi, evde gezinip etrafa bakınırken gözleri dalardı. Şimdi anlıyorum!"
Yaşlı adam Mark'ın sözlerini bitirdiği anda ayaklanmış, kutuyu kolunun altına almış, bahçenin dış kapısına doğru yürümeye başlamıştı. "Hikayesini kendim dinlemeye gidiyorum" dedi sevinç göşyaşları içinde. İngiltere'ye göçtükten hemen sonra Rumların elinden kurtulmuş ve köyüne dönebilmişti Serap, Ancak Mehmet yoktu orda. Demek bunca zaman onu beklemiş diye düşündü Mehmet bey.
Kapıya doğru yaklaşırken Mark arkada huzursuz olmaya başlamıştı. Gitmesini engellemesi, gerçeği ona söylemesi gerekiyordu. Bir an için belkide gidip gerçeği yerinde öğrenmesinin daha doğru olacağını düşündü. Fakat bunca yıldır yaşlı adamın içinde büyüttüğü umudunun ona daha fazla acı vermeden durdurulması gerekiyordu. Beyni düşünmeyi bitirmeden ağzı sesleniverdi, "Serap iki hafta önce vefat etti, kimsesi olmadığı için kasaba halkı toplanıp ona bir cenaze yaptık ve köyün girişindeki mezarlığa gömüldü."
Mehmet Bey, yıkılmıştı. Yıllar sonra hayatında tek eksik kalan şeyi tamamlamaya gelmişti ve tam onu bulduğu anda yeniden kaybetmişti. Ayakları son bir güç toplamış ve yürümeye başlamıştı. Kapıdan çıkıp, hızlanan adımlarla köyün girişine dogru yol alıyordu. Her adımda ona ulaştığını bildiği icin, gözlerindeki damlaların sebebi acıdan cok heyecana dönüşüyordu. Yorulmaya başladığı için adımlarını yavaşlattı. Adımları yavaşladıkça düşünceleri derin bir hal alıyordu. Anılarını düşünmeye başladı, tüm yaşananlar her adımda yeniden canlanıyordu. Yaşananların en sonuna geldiğinde bunca yıldır ne kadar büyük bir sevgiyi yüreğine gömdüğünü farketti. Artık saklı değildi. Anılarını gömülüğü yerden çıkarmıştı. Şimdi ait olduğu yere gömmeğe gidiyordu. Aşkın kaybolsa da yıllar sonra bile eve dönüş yolunu bulabildiğini görmüştü, evde bekleyen olmasa da. Gözyaşları arasında beliren buruk bir tebessümle yürümeye devam etti...
Derya Taktak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Fatma Gök ( Kıyıköy ) <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.085 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Bulutlar
Ne zaman gökyüzünün derinliklerine baksam,
İlk önce onlarla karşılaşıyorum.
Gökyüzünün pamuk tarlalarıyla
Hep değişik şekilde karşıma çıkıyorlar.
Kimisinde yaşlı bir adam
Bastonu elinde, o anlamlı gözleriyle ufka dalmış
Geçmişte yaşadığı anılarıyla yaşamakta...
Kimisinde genç bir kız,
Gözleri ağlamaklı
Ardına bakmadan giden o sevgili için...
Kimisinde bir garip asker,
Elinde silahı nöbet tutmakta
Vatanı uğruna...
Kimisinde bir çocuk,
Kırlarda oynamakta şen kahkahalar atarak...
Kimisinde vahşi bir at,
Pervasızca koşmakta sonsuza uzanan bozkırlarda....
Kimisinde küçük bir kedi,
Annesinden süt emmekte umarsızca...
Kimisinde bir yaban ördeği,
Uçmakta bulutların arasında dahada özgürcesine...
Kimisinde bir yunus,
Öldürülme korkusu olmadan yüzmekte engin denizlerde...
Kimisinde sevgiyi anlatan küçük bir kalp,
Sevdiğine sevgisini anlatamayanlar için...
En güzeli ise gökyüzünün ressamlarıdır onlar
En ulaşılmak istenenlerin resimlerini yaparlar
Gökyüzünün maviliklerini hiç kirletmeden...
Zümrüt BATUR
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.elliotinthemorning.com/games/miniputt.swf kısayolunda basit ama eğlencelik bir mini golf oyunu var. Boş vaktiniz varsa eğlenerek değerlendirmek için iyi bir fırsat. Hatta arkadaşlarınızla aranızda turnuva düzenlemeniz bile mümkün.
Gizemli bir araştırma yapmaya ne dersiniz. Diyelimki birden uyanıyorsunuz ve bilmediğiniz bir odadasınız. Oraya ne zaman geldiğinizi, neden geldiğinizi ve ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. http://alt.tnt.tv/games/thedoors/thedoors.swf kısayolundaki bu gizemli dünyaya bir tıklayın isterseniz. Gizli ipuçlarını bularak aramaya başlayabilirsiniz.
Bol bol gülmek isteyenlere komik resimler ve komik fotoromanlar http://www.komikler.com/komikresim/kategori.php?catid=33
...Manga kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770'li yıllara dayanmaktadır. 19. yüzyıl boyunca manga kelimesi özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan odun bloklarını (Hyakumenso), özellikle de Hokusai Katsushika'nın(1760-1849) 1819'da yayınlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için kendisinin çizdiği skeç, çizim ve karikatürlerini adlandırmakta kullanılmıştır. Hokusai çizdiği skeçleri iki Çince karakterin ["man" (rasgele) ve "ga"(resim)] birleşiminden oluşan Manga kelimesiyle tanımlamıştır... Manga'yı ve tarihçesini merak edenlere http://www.anime.gen.tr/tarih_manga1.html
http://www.ganoswine.com/tr/index.htm
Şöyle keyif vericilere dönmekde fayda var... hafiften şaraplasak diyorum, bağbozumuna gitsek, yan gelip yatsak bağlarda tanrı/tanrıçalara nispet yaparcasına!!
Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
FreeTetris 2.2 [3.99 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme 12.95$
http://www.one.com.ua/ftetris/download/FTETRIS.EXE Bir tetris sever olarak sizlere bu oyun programını tavsiye etmek zorundayım. Klasik versiyıonların yanında farklı alternatifler de mevcut. İşyerinde de rahatça oynayabilirsiniz. Zira Esc tuşuyla hemen görev çubuğuna düşürebiliyorsunuz. Eh bu kıyağımı da unutmayın artık:-))
Yukarı
|
|
|
|
|
|