|
|
|
26 Ağustos 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Klasiğin yeri başka!.. |
Merhabalar,
Dün epeyce yorucuydu. Nemli hava, koşturmaca derken gün sonunda bitab düştüm. Eve dönüş yolunda elime geçen ilk CD'yi çekip dinlemeye başladım. İki yıl önce klasik eserlerden derlediğim bir CD çıktı karşıma. Albeniz'in Asturias'ı, Mozart'ın 40. Senfonisi, Ravel'in Bolero'su, hatta Mendelssohn'un düğün marşı. Hepsi birbirinden güzel bu eserleri dinlerken, ne son zamanlarda içi boşalan pop müzik, ne Ersoy Baykal meydan muharebesi, ne o, ne bu, hiçbirşey gelmedi aklıma. Yolu bile görmedim. Otomatik pilotta eve nasıl geldiği bile anlamadım. Epeydir dinlemiyordum özlemişim bu klasikleri. Oysa daha 14-15 yaşlarındayken saatlerce dinlediğimi bilirim. Hafta sonları TRT de yayınlanan klasik müzik konserlerini iple çektiğimi, can kulağıyla dinlediğimi hatırlıyorum. Bu zevkimi lise müzik hocama borçluyum. Müzik derslerinde odanın en nadide parçalarından olan Dual pikaba özenle yerleştirdiği plakları bize dinlete dinlete bu kurdu pek çoğumuzun içine soktu sevgili Naci Hocam. Hatta sıkılmayalım diye de orkestrasyonu yapılmış, pop müzik enstrümanları katılmış yorumlarıyla dinletti hepsini. O gün bu gündür nerede bir Frank Pourcel, James Last CD si görsem alırım. Bilirim ki içleri hep doludur. Nereden geldi aklıma şimdi değil mi? Sevgili hocam rahmet istedi belki kimbilir?
Gene saati 3:18 yaptım. İzninizle burada keseyim. Ama aklıma düşenleri sizleri paylaşmak için bizim emektar pikaba bir eşsiz klasiğin değişik bir versiyonunu koyayım dilerseniz. James Last orkestrası eşliğinde Milva Rodrigo'nun Gitar Konçertosunu yorumluyor, Concerto de Aranjuez. Hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın 1922, 27 Ağustos |
|
Büyük Taaruzun ikinci gününde, 1922 yılının yirmi yedi Ağustosunda muharebenin ve belki de ülkenin, ulusun kaderini etkileyecek en önemli adım Çiğiltepe'nin işgalden temizlenmesidir. Bu tepe Sincanlı Ovasından Dumlupınar'a kadar tüm yaşamsal bağlantıların kontrol noktasıdır.
Bu tepenin ele geçirilmesi görevi 57. Alay'a ve onun başında Yarbay rütbesiyle İnönü ve Sakarya Savaşlarında üstün başarılar elde etmiş Reşat Beye, doğrudan Başkomutan Mustafa Kemal tarafından verilir.
Seksen üç yıl öncesinin 27 Ağustos'un da, sabah saat on otuzda, Mustafa Kemal telefonla komutanı arar, cepheden.
- Reşat Bey bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız?
- Komutanım yarım saat sonra alacağız.
- Başarılar diliyorum.
Yalnızca on beş dakika sonrasıdır.
- Halen direnişin sürdüğünü görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.
- Komutanım tepeye bir tümen asker yığmışlar, direniyorlar. Ama alacağız Komutanım,
mutlaka alacağız.
Saat 11 00:
- Reşat Beyi istiyorum.
- Komutanım. Reşat Bey. Komutanım, Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti.
Okuyorum, komutanım.
"Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı, yaşayamam Komutanım..."
Mustafa Kemal'in gözlerinden yaşlar boşanır. "Allah rahmet eylesin" der, "Reşat Bey büyük bir vatanseverdir."
Saat 11 45:
Başkomutanın telefonu çalar.
-Çiğiltepe alınmıştır komutanım. Arz ederim.
"Eğer bir gün yolunuz Sandıklı-Afyon arasına düşerse, lütfen O'nu ziyaret ediniz. Marmaris, Bodrum, Kuşadası, Antalya, Fethiye gibi hemen çoğunluğumuzun yılda en az bir kez tatil için geçtiği yol üzerindedir O. Her gün on binlerce aracın geçtiği yolda, herkes bakar da, O'nu görmez. Daha doğrusu görmezlikten geliriz o küçücük tabelayı! Belli belirsiz şu ibareyi okursunuz. "Albay Reşat Bey-Çiğiltepe Şehitliği 10 km.!"
"10 kilometrelik yolu ancak yarım saatte alırsınız. Aslında yol bile denemez... Tek duyduğunuz, bölgenin en yüksek ve stratejik tepesindeki şiddetli rüzgarın uğultusudur. Başka ne bir ses ne bir nefes... Albay Reşat Bey ve şehitlerimizi elbette duyamazsınız ama tüm benliğinizde iliklerinize kadar hissedersiniz."
Bu satırların yazarı, öneride bulunan Necip Hablemitoğlu. 2002 yılında öldürüldü.
Bugün. Seksen üç yıl sonra...
Amerika'nın ılımlı islam modeli olarak görmek istediği 'bağımsız' ülkemizdeyiz....
Turgut Özakman'ın 'Şu Çılgın Türkler' kitabından:
"İstiklal Savaşı, dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en haklı, en kutsal savaşlardan biridir. Emperyalizmi ve yamaklarını dize getiren, bir enkazdan yepyeni, çağdaş bir devlet kurmayı başaran atalarınızla gurur duyun, şehit ve gazi atalarınızın onurunu yalancılara çiğnetmeyin..."
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ISLAK YAZI |
|
Yağmurlu gecelerde çok güzel uyurum. Yatmadan önce kapının önüne çıkıp yağmur altındaki sokaklara bakarım. Ağaçların yapraklarında ışıldayan, yollarda göllenen sulara düşen damlaları izlerim. Toprak kokusunu ciğerlerime doldurup, bahçe kapısını örten hanımelinin altında soluklanırım. Kaç zamandır yağmurla dansımı uzatmak için kendime çizme almayı istiyorum. Yağmur sokakları yıkayıp, sabahları dupduru bir aydınlığa bırakıp gidince aklımdan çıkıverir. Daha fazla ertelemeden yarın tersaneye inip balıkçı malzemeleri satan dükkanlardan kendime sarı çizmeler ve uzun bir yağmurluk almalıyım.
Ağustos sonlarına doğru yağmur bulutları Karadeniz üzerinde buluştuğunda eski taş ocağı önünden sahile inerim. Yağmur, öfke yüklü yıldırımlarla kuşanmamışsa giysilerimi naylon bir poşete saklayıp denize girerim. Suyun içine uzanıp damlaların denizde söyledikleri o eşsiz senfoniyi dinlerim. Derinlerden denizin usul usul salınan ipekten örtüsü üstünde minicik halkalar yaratan damlalara bakarım.
Yavru balık sürüleri yağmur başlayınca ne yapacakların karar veremezler. Sonra büyük bir kayanın kuytusunda saklanırlar. On, on beş dakika sonra suyun üzerinde çırpınarak, denize karışan damlalara alışırlar. Denizin içinde yağmurla buluşmak, damlaların denize kavuşmasını yaşamak eşsiz bir deneyimdir. Bence her insanın ömrü boyunca birkaç kez yağmuru kendi teninde ve denizin içinde hissetmesi gerekir.
Münir Nurettin Selçuk şarkısında "İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar ." der. Ben bu cümleyi "Yağmuru sevmezse gönül, aşkı ne anlar." diye kendime uyanlarım. Sabahın erken saatlerinden beri göz açtırmayan bir sağanak bazen öğle üzeri çekilip dağlara gider. Bize pırıl pırıl yıkanmış sokaklar ile dupduru bir aydınlık bırakır. Şehir kulübünün bahçesindeki ulu çınarlarda birden bire sanki sabaha yeni uyanmış gibi coşkuyla kuşlar ötmeye başlar. Bütün yaz parkın girişinde bekleyen satıcının közlenmiş mısır kokuları sokaklarda toprak kokusuyla buluşur. Ben, işte tam o zaman yeniden küçük bir çocuk olurum. Mutlaka sevdiğim bir şarkının nakaratı gelip dilime yapışır. Dilimdeki nakaratın canından bezdiğinin farkına bile varmadan boydan boya bütün sahili birkaç kez dolaşırım.
Yağmur her zaman dizginleri elimizde doru bir at gibi koşarak çıkıp gelmez. Bazen de ansızın azgın bir boğa gibi yolumuza dikiliverir. Bizi en çaresiz, en zavallı halimizle önüne katıp kovalamaya başlar. Üstelik ne kadar hızlı koşarsanız koşun, kurtulamazsınız. Kaçak, sığınacak hiçbir güvenli yer bulamazsınız.
Yaz ortasında, Gediz Ovasının her şeyi cayır cayır yakıp kurutan sıcağında pamuk setlerini onarıyordum. Güneşin bulutların arkasında kaybolduğunu bile anlayamadan deli bir sağanak başladı. Ekmek sepetimi alıp kanal boyundaki dut ağacının altına doğru koşmaya başladım. Dut ağacına varamadan yıldırımlar topçu bataryası gibi ovayı dövmeye başladı. Ağacın altına saklanmanın tehlikeli olduğunu anlayınca korkuyla olduğum yere çöktüm. Birkaç dakika içinde tarlalar çamura, yollar ırmağa dönüştü. Gidecek hiçbir yerim, saklanacak küçücük bir kovuk bile yoktu.
Yaz yağmurudur, yağıp geçer diye düşündüm ama geçmedi. Gök gürültüsü dinince oturduğum yerden kalkıp kasabanın yolunu tuttum. Ben yürüdüm o inadına yağmaya devam etti. Kolumdaki saati çıkardım. Islanmaktan koruyabilmek için avucumun içinde iyice sıkıp yürüdüm. Tarladan eve ulaşmam deli bir yağmur altında tam bir buçuk saat sürdü. Yağmurun başlamasının ardından ilk on dakikayı ıslanmaktan korunmak için panikle çareler arayarak harcadım. Sonra her şeyi kendi haline bıraktım. Yollardaki su birikintilerinden ayakkabılarım su dolacak kaygısı olmadan geçmek, ıslanacağım derdine düşmeden yürümek hoşuma gitmeye başladı. Yıldırımlardan duyduğum korkuyu ve paniği bir kenara atacak olursak, yağmuru kendi çılgınlığı ve gerçekliğinin bu en yalın haliyle hissetmek beni sarhoş etmişti.
Hepimizin anımsadığı hüzün yada sevinç yüklü yağmurlar vardır. On altı yaşımın yazında nasıl olduysa zar zor bir kız ayarttım. Aşk, meşk edebiyatı yaptığımız yok ama birlikte gezip dolaşmaktan geberircesine de keyif alıyoruz. Onu kültürparktaki menekşe çay bahçesine götürdüm. Üstelik mangır durumum da oldukça kesat. Gülüşüp, konuşarak birer çay içtik. Delikanlılık yerlere serilmesin diye kıza param yok falan da diyemiyorum. Nerden çıktıysa baş belası bir garson geldi. Boşları alırken kıza dönüp "Çok güzel meyveli dondurmam var abla, istersen getireyim."demez mi? Abla dediği kızdan nerden baksan en az on yaş büyüktür. Düzenbaz, üçkağıtçı ve de aşağılık herif. Kızın gözlerinin içine bakıyorum ama ne çare. Durumu hiç halden anlar gibi değil. "Getir."dedi. Boğazında kalasıca… "Eyvah!" dedim, "İşte şimdi buranın bulaşıkçı kadrosuna yazıldım gitti." Oturduğumuz her dakika bana zehir zıkkım oldu. Neyse, kalkarken korktuğum başıma gelmedi. Cebimdeki para ucu ucuna hesabı ödemeye yetti. Ama cebimde minibüs parası bile kalmadı.
Oradan kalkınca ben bir rahatladım, bir ferahladım anlatılır gibi değil. Sanki üzerimden tonlarca yük kalktı. Gülüp, konuşarak (ama kesinlikle koklaşmıyoruz.) Çankaya'dan Konak'a doğru yürüdük. Tam tekel mağazasının önüne gelmiştik ki birden bire deli bir yağmur başladı. Hemen geniş ve tenekeden bir şaçak altına sığındık. Yağmurla beraber dolu da gelince teneke saçağın feryatları geniş cadede yankılanıyordu. İşportacıların, ağaçların altında minibüs bekleyenlerin, sokaktan gelip geçenlerin yağmurdan kaçma telaşı bizi gülmekten kırıp geçirdi. Zaten on altı yaşındaysanız ve yanınızda da bir kız varsa ota moka gülersiniz. Her şey olduğundan milyon kere daha gülünçtür. O gün yaşadıklarım anılarımda hayatımın en eğlenceli, en komik yağmuru olarak kaldı.
Bu kentte sokaklar, yağmurun geceye söylediği şarkıları dinleyerek uyurlar. Yağmur sabahın perdesini araladığında motor sesleri Varilci Sokağında yankılanır. Tersanede palamut, kıraça ve çinakop kasaları yaldızlanır. Sinsi bir ahmak ıslatan saçlarımızdan yanağımıza süzülürken ellerimiz deniz kokar. Bu kentte yolu düşenleri deniz kucaklar, yağmurlar koynuna alır. Ve bir daha o büyüden kurtulup asla başka bir kente gidemezler.
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 15 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kirli |
|
Çıkmıyordu kiri, çıkmıyordu bir türlü. Ne yapacağını şaşırmıştı. Tekrar yıkamaya başladı. Bu kez arap sabunu kullanacaktı. Daha önce normal sabun ve şampuan kullanmış ama istediği sonucu bir türlü elde edememişti. Ne zaman onu yıkamaya çalışsa, bir yaramazlık yapıp elinden kaçıveriyordu. Oysa; sudan korkması teorik olarak mümkün değildi. Amma velakin, bu kirlilikten adeta zevk alıyordu. Ele avuca sığmayan haşarı çocuklar gibiydi. Bazen bir punduna getirip kirliliğini unutturmak için çabalıyor, bazen bir parmak bal misali küçük mutluluklar yaşatıyordu. Amacı belliydi sonuçta ve bu amaç için çoğu zaman bir şaklabanlık yapıp ne kadar kirli olduğunu sözüm ona unutturmaya çalışıyordu. Biraz fazla üstüne çullanmaya kalkınca da kızıp meydan okuyordu ki; işte, en kötüsü bu durumdu. Zira; yıkasan da fayda etmiyordu, yine kirli, hatta eskisinden de kirli kalıyordu.
Belki; o da sütten çıkmış ak kaşık değildi ama hiç olmazsa üstüne başına biraz daha dikkat ediyor, çevresine biraz olsun saygı göstermeye gayret ediyordu. Çok zor değildi ki zaten, yeterliydi biraz özen, biraz çekidüzen. Öyle titiz biri sayılmazdı kendisi ama onun kirliliği artık canına tak etmişti. Belki; elinden gelenin daha fazlasını yapması, daha çok konunun üzerine gitmesi gerekiyordu. Belki de; profesyonel yardım alması, organize olması ve azimle mücadele etmesi gerekiyordu. Ama ne yazık, tarih boyunca bu konuda başarılı bir birliktelik gerçekleştirilememişti. Zira; kimilerinin de bu durumdan rahatsız olmaları söz konusu olacaktı. Yani; bu kirlilikten hoşlananlar olabilirdi. Üstelik bu durum günümüzde; azınlık haklarının ön planda tutulmasıyla moda bile olmuştu. Ne yazık ki onlar azınlığı, kendisi gibi düşünenler ise çoğunluğu oluşturuyordu. Çoğunluk temizlikten yanaydı. İyi de; bu gidişle azınlık konumuna düşmeleri nasıl mümkün olacaktı ?
Hiç olmazsa; hayallerini bir nebze olsun gidermek istiyordu. Hırsla daldırdı elindekini arap sabunu ile harmanladığı suya. Hoyratça davranmak geliyordu içinden. Sabunlu bezi, özellikle en kirli gördüğü bölüme sürtmeye başladı sertçe. Bulaşık teli gibi daha sert birşey almayı geçirmedi değil aklından. Arasıra kayıp gidiyordu ellerinin arasından, üstelik iğrenmeye başladı yıkamaya çalıştığının karasından. Ve hatta; söylenmeye başladı yüreğinin yarasından :
"Geberesice seni.. Seni pislik seni... Elimden kaçarsın ha ..!"
Gitgide hışmını arttırıyordu. Tıpkı boks maçında yumruk yemiş gibi hissediyordu kendisini. Ve hissettiği her yumruk darbesinin acısıyla daha hızlı sürtüyordu sabunlu bezi. Ter içinde kalmıştı. Nefes nefese kalmıştı. İşine öylesine dalmıştı ki; kapı çalmıştı ama duymamıştı. Anahtarıyla kapıyı açan adam gördüğü manzara karşısında heykel gibi donakalmıştı. Kadın; önüne getirdiği leğenin içinden temizlemeye çalıştığı şeyi, öfkesinden kudurmuş halde fırlatıp attığında bile henüz görememişti adamı. Adam; yuvarlana yuvarlana ayaklarının ucuna kadar gelen şeyi aldı eline, usulca yürüdü kadına. Hafif bir gülümseme ile sevgi dolu mırıldandı :
"Sana mı kaldı be tatlım, şu koca dünyanın kirini temizlemek ? ... Ah be güzelim ..!"
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız PİRAYE |
|
Pötükare iş elbisemin kollarını sıvadım. Muşambadan yapılmış önlüğümün askısını boynuma geçirip, arka bağcıklarını bağladım. Ellerimi su dolu leğenin içine sokup, içindeki çay kaşıklarını dairesel hareketlerle karıştırdım. Ellerimin üzeri çatlaktı ve çamaşır suyu katılmış bu su, canımı acıtmaya başlamıştı. İrkilerek, ince, tiz bir çığlık attım. Parmaklarımı musluktan akan suya tuttum. Leğenin içinden bir tane kaşığı göz hizama kaldırıp, sağ yanımdaki pencereden gelen güneş ışığına tuttum. Yeterince temizlenmişti. Her gece kaşıkları ağarmaları için bekletiyordum.
Kaşıkları alıp, eviyenin içindeki diğer leğene aktardım. Tezgahın kenarında duran cam bardakları da ıslattım. Musluğu açtım, çay kaşıklarının üzerlerindeki çamaşır suyu arınıncaya kadar, defalarca duruladım. Musluk suyu elimdeki sızıyı biraz olsun azaltmıştı.
Dışardan telaşlı sesler gelmeye başlamıştı. Arkama dönüp, tezgahın arkasındaki duvarda asılı saate baktım. Saat, tam sekize beş vardı. Tek bir gün bile geç kaldığını görmemiştim. Bazen yarım saat, bazen beş - on dakika erken gelirdi ama asla geç kalmazdı.
'Bir gün geç kalsan; senin de bizler gibi bir insan evladı olduğuna inanacağım.' diyerek, kendi kendime mırıldandım.
Pencereye yaklaşıp, şoförünün arabadan inişini, arabanın etrafında panikle dolanışını, onun oturduğu sağ arka taraftaki kapıyı açışını izledim. Ne derisi olduğunu bilmediğim, asla da bilemeyeceğim şık ayakkabıları çıktı arabadan önce. Sivri topuklarıyla otopark zeminine kuvvetlice bastı. Etek boyu diz altında olan turkuvaz mavisi bir döpiyes giymişti. Boynuna ipek olduğunu düşündüğüm bir şal dolamıştı. Şalından yansıyan güneş ışınları, pahalı bir markanın reklam panosundaki neon ışıkları gibi yanıp, sönüyordu. Saçları dalgalı olarak fönlenmişti.
Duvardaki aynama bir kez daha baktım. Ellerimi eteğime kurulayıp, iş önlüğümün yakasını düzelttim. Saçlarımın üzerinde parmaklarımı tarak gibi gezdirdim, başımı biraz yukarı kaldırdım. Onun giydiği kıyafetler bende nasıl dururdu acaba.
Sert bir ifadeyle etrafında biriken kalabalığa bir şeyler söyledi. Yanındaki güvenlik görevlilerinden biri hızlıca başka bir yöne doğru koşar adımlarla gitti. Bir şeyler sipariş ettiğini düşündüm. Kapıdaki görevliler ve diğer güvenlik elemanları onun etrafında bir kortej oluşturarak yürümeye başladılar. En önde giden oydu.
Ayakkabısının sivri topuğunu sert bir şekilde vurarak yürüyordu. Kafası; diğer insanların tuttukları açıdan daha yukarı doğruydu. Gözlerini yine kısarak ufaltmıştı ve her zamanki gibi öfkeli görünüyordu. Bunu hep yapıyordu, bu bir meydan okumaydı. Herkes fark etmeliydi; o gelmişti.
Topuklarını hızlıca yere vururken, tepesindeki saçları bir horoz ibiği gibi yukarı, aşağı sallanıyordu.
'Tıpkı bir horoz ibiği gibi' dedim, sonra bu düşünceme kıkırdadım.
Az sonra mutfağın önünden geçecekti ve beni her sabah kapının önünde görmek istiyordu. Bu başkaldırmış gülümsemeyi fark etmemesi için, alt dudağımı dişlerimin arasına alıp, ısırdım. Kendimi sıkıp, suratımı toparlamaya çalıştım. Uğraştıkça daha fazla kıkırdıyordum, içimden yineliyordum; 'Horoz ibiği gibi'.
Önlüğümü çıkardım. Elbisemin eteğini sağa sola çekip, üzerime yerleştirdim. Kapının önüne çıktım. Bakışlarımı her zamanki gibi yer döşemesine doğru yöneltip, kollarımı hazır ol vaziyetinde iki yanıma sallandırdım.
'Günaydın' dedi sertçe, önümden geçerken. 'Günaydın efendim.' dedim.
'Bana limonlu bir çay getir.'
'Peki efendim.'
Az sonra limonlu çayını hazırlamıştım. Kuru bir bezle bardağının dışını defalarca parlattım. Çay tabağını hohlayarak kuruladım. En güzel tepsinin ortasına yerleştirdim.
Kapısını iki kez tıklatıp, beni içeriye çağırmasını bekledim. Her zamanki sert ses tonuyla 'Gel!' dedi. İçeri girdiğimde masasında oturuyordu, bakışları, önündeki ajandasına dönüktü ve elinde bir dolmakalem tutuyordu. Saçları yine horoz ibiği gibiydi. Dudaklarımı bu sefer kanatırcasına ısırdım.
Kafasını kaldırıp, gözlüklerinin üstünden yüzüme doğru baktı.
'Sehpaya koy.' dedi.
Sehpaya yöneldim. Beni izliyordu ve üzerime diktiği bakışları beni huzursuz etmişti. Tüm vücudumdan sıcak bir terin boşaldığını hissettim. Tabii bu sırada tepsiyi titrettim, ve çayın bir kısmını döktüm.Bunu gördüğünü fark ettiğimde ellerim daha da fazla titredi. Cebimden bir peçete çıkarıp, altlığı kurulamaya çalıştım. Bana bağırdı:
'Değiştir o çayı.'
Sırtımı ona dönüp çıkmamı istemezdi. Yan adımlar atıp, kapıya ulaşmaya çalışırken kendimi kumsalda kaçmaya çalışan bir yengece benzettim.
O da horoz gibiydi.
Öfkeli bir sesle beni durdurdu. 'Bugünlerde halinizi hiç beğenmiyorum. Kim temizledi odamı? Çabuk kolonya getir ve masayı yeniden sil.'
Masayı ben silmemiştim ama arkadaşımı da şikayet edemezdim. Sesimi çıkarmadım. O ise daha da fazla bağırmaya başladı; 'Söyle tüm hizmetli personele tam bir saat sonra toplantı odasında olsunlar. Hepinize söyleyeceklerim var.'
Sesi otoriter ve çok kızgındı. Bir an onu, evinde kocasıyla konuşurken düşündüm. Ona da böyle bağırıyor muydu? Kapıdan çıktığımda. Derin bir soluk alıp, verdim.
Çarçabuk herkese; bizi istediğini haber verdim. Hepsinin suratı asılmıştı. Bu bir işkenceydi. Bizi toplantı odasına asker gibi diziyor, oturmamıza asla izin vermiyor, odanın en baş köşesine geçip, hepimizi azarlıyordu. Öyle az buz değil, hakarete varan cümleler sarf ediyordu. Hadi ben alışmıştım. Fakat aramızda çoluk çocuk sahibi koca koca adamlar vardı. Onların bazen ağlayacak gibi olduklarını görüyordum. Başka bir yerde olsa ve ekmek paraları tehlikede olmasa, onu evire çevire döverlerdi. Bundan emindim.
Bazıları ise çok kaypaktı. Tüm buldukları fırsatlarda ona itaatkar cümleler söylüyorlar, sahte, yılışık gülümsemeleriyle ona iltifatlar yağdırıyorlardı. Bir poposunu yalamadıkları kalıyordu. Ama olmadığı zamanlarda da küfre varan cümlelerle birbirlerine onu anlatıyor, hiç ağza alınmayacak argo kelimelerle ona isimler takıyorlardı. Onları iki yüzlü buluyordum ve sevmiyordum. Ama o, onları seviyordu.
Bense artık umursamamayı öğrenmiştim. Susuyordum ve onu yok farz ediyordum. Yaklaşık dört yıldır onunla çalışıyordum. İlk günler davranışlarına çok şaşırsam, ondan çok korksam da, zamanla onu kurmalı, öfkeli bir oyuncağa benzetmiş ve eğlenmeye başlamıştım. Bir tür oyun oynuyordum onunla. Bu beni rahatlatıyordu. Örneğin bugün horoz olmuştu.
Mutfaktaki bardakları raflara yerleştirirken, içeriye işe yeni başlayan temizlikçi kız girdi.
'Sorun ben miyim?' dedi, telaşla.
'Hayır' dedim, 'Sen değilsin'.
İnanmamış gibi yüzüme baktı.
'Yaptığım temizliği beğenmedi, değil mi?'
'O hiçbir şeyi beğenmez' dedim. 'Mutlaka bir kulp bulur.'
Kızın yüzüne dikkatlice baktım, sararmıştı ve korkuyordu. 'Sen merak etme, bağıracak, çağıracak, ağzından köpükler saçacak, ve sonra hepimiz oradan kuzu sürüsü gibi dağılacağız.'
Bu sözlerim onu biraz rahatlatmıştı.
Yeni işe girmişti. Çok genç olmasına rağmen iki çocuğu vardı. Kısa zamanda birbirimize alışmıştık. Sıkıntılarını benimle paylaşmaya başlamıştı.
'Önceleri temizliğe gidiyordum, ama bu düzenli bir iş değildi. Zor geçiniyorduk. Bazı geceler aç yattığımız oluyordu. Bir sabah evini temizlemeye götürmek için beni evimin kapısından almaya gelen hanımıma nefesim açlık kokarak şöyle demiştim: ücretimin bir kısmını akşam değil de, şimdi alabilir miyim? Size doğruyu söylemeliyim; iki gündür çocuklarım hiçbir şey yemedi. Ufak oğlan dün gece açlıktan uyuyamadı. Şerbet yapıp, içirdim. Eğer bir miktar paramı avans olarak verirseniz bakkaldan peynir ve ekmek alıp, çocuklara bırakmak istiyorum.' Böyle zor günler yaşamıştı. 'Bu iş sigortalı.' demişti, 'Kaybetmek istemiyorum.'
Çalışkan bir kızdı. İlk başlarda ofislerin düzeni ve büro temizliği ona zor gelse de çabuk alışmıştı.
'O hep böyledir.' dedim. 'Aldırma... Ne yaparsan yap ona yaranamazsın. Bulunduğu her yere zehir götüren birisi o. Zehrini alır ve ortalığa saçar. Artık her yer bulanmıştır ve çekilmez haldedir. Kitabında hoşgörü ve sevgi kelimeleri yoktur. Dört yıldır onunla çalışırım. O; iş üretmek için burada değil, sağa sola sataşmak, varlığını ispat etmek ve ona itaat edilmesi için buradadır. Kendi kardeşleri ve yakın akrabaları bile sevmez onu. Onunla olmayı hiç istemezler.'
'Nasıl?'
'Onun olmadığı bir zaman Yönetim Kurulu toplantısında konuşurlarken duydum. Babası ısrar ettiği için Genel Müdür olarak tutuyorlarmış. Aslında şirket her yıl zarar ediyormuş. Baş belası olarak kabul ediyorlar. Bir an önce kurtulmak istiyorlar ama babası ölmeden de koltuğundan oynatamıyorlar. Ona katlanmak zorundayız. Benim yaptığımı yap; sus ve yanıt verme.'
Başını eğerek, 'Elimden geldiğince yapmaya çalışacağım.' dedi.
'Bu senin için en doğru olanı. Buradan kaç kişiyi gözümüzün önünde kovdu biliyor musun. Kaç kişiyi ekmeğinden etti. Gözünün yaşına bakmaz, asla acımaz. Kızı öldüğünde bile ağlamadı.'
'Nasıl?'
'Basbayağı! Kızı öldü ve ağlamadı. Sadece cenazeye gitti ve ertesi gün masasının başındaydı.'
'Gizlice ağlıyordur. Size güçsüz olduğunu göstermek istemiyordur.'
'Hayır, hayır, artık eminim. O, pek insan oğluna benzemiyor. Bunu sadece ben değil, tüm ailesi söylüyor. Onu seven tek kişiye rastlanılmamış bugüne değin.'
'Ya kocası?'
'Onu bilmiyorum. Belki seviyordur. Ama ondan hep kaçtığını görüyorum. Evlilikleri bir tür antlaşma sanki.'
.....
Ve o gün de hepimizi bir güzel kalayladı. En çok da zavallı Hatice'ye bağırdı. O azarladıkça kızcağız avuçlarını sıkıyor, dudaklarını kemiriyor ama tek kelime etmiyordu. Yine hakarete varan cümleler sarf etti. Bizler alışmıştık, çıkarken birbirimize gülümseyip, şakalaştık. Ama Hatice çok yeniydi. Onun mutfakta gizlice ağladığını işittim. Ses çıkarmadım.
.....
Günler hep benzer geçiyordu.
Bir gün odasında çığlık çığlığa bağırdığını duyduk. Hepimiz elimizdeki işleri bırakıp, sesin geldiği tarafa doğru koştuk. Odasının kapısı aralıktı ve içeride Hatice vardı, onun masasının karşısında ayakta dikiliyordu.
'Sen aldın biliyorum.' diyordu. 'Buraya koymuştum... Ne yaptın onu? Nereye gizledin?'
Çantasından cüzdanı çalınmıştı ve bunu Hatice'nin yaptığına inanıyordu. Oysa kızcağız o sabah çocuğunu doktora götürmek için izin almış ve yeni gelmişti. O ise hep odasındaydı, Hatice'nin ondan habersiz odasına girmesi mümkün değildi. Ben emindim ki; Hatice çalmamıştı. İşe geldiği saatlerde biri almış olmalıydı. Ama kim? Bilmiyordum. Belki de yolda çalınmıştı, ya da düşürmüştü.
Öne fırlayıp, kapıyı araladım.
'Efendim' dedim, titrek bir sesle, 'O yapmış olamaz. Çünkü....'
Sesini olabildiğince yükseltti. Hepimize 'Kesin, kesin!' diye bağırdı. Artık göz yaşlarımı tutamıyor, ağlıyordum. 'Gidecek, gidecek. Personel Şefliğine söyleyin ilişiği kesilsin!' diyordu. 'Dua etsin polise haber vermiyorum. Onu hapishanelerde süründürmek vardı da!'
Hatice bayılacak gibiydi. Birkaç kez olduğu yerde sendeledi ve sustu. Tıpkı ona öğrettiğim gibi; hep sustu.
O gün işten atıldı. Sorgusuz, sualsiz...
Giderken mutfağa, yanıma uğradı. İş elbisesini üzerinden çıkardı, katlayıp bir köşeye koydu, yüzüme baktı; ' Ben almadım.' dedi.
'Biliyorum' dedim, 'Biliyorum, sen almadın.'
Gözlerine dikkatlice baktım. İşten kovulduğu için değil, hırsız olarak adlandırıldığı için üzülüyordu. İçim bir kez daha titredi.
Yapabileceğim bir şey yoktu. Hiçbir şey... Çekip gitmek istiyordum, onunla birlikte işi bırakmak istiyordum. Gitmeden önce odasına dalıp, suratına her şeyi haykırmak istiyordum. Ona; 'Lanet olsun sana be kadın, lanet olsun. Hepimiz bıktık senden. Git polis çağır; parmak izi mi alacaklar, ne yapacaklarsa yapsınlar. Şu zavallı kızcağızı zan altında bırakma. Bırak ekmeğinden olmasını, kapkara bir sicille, yokluğa, açlığa, hiçliğe gönderme. Artık tüm kapılar ona kapanacak. Kimse ona referans vermeyecek!'
Yapamadım. Hiçbir şey yapamadım. Yaşlı annem ve babamı düşündüm. İşimi kaybedemezdim. Hatice'nin yüzüne baktım ve 'Hadi git.' dedim. 'Uğrayacağım sana.'. 'Ona hakkımı helal etmeyeceğim Hatice' dedim sessizce. 'Etmeyeceğim.'
Etmedim de. Hatice'nin evine elimden geldiğince sık sık uğradım. Yine temizliğe gitmeye başlamıştı. Giderken çocuklarına bir şeyler alıp, götürüyordum. Onun temizliğe gidebileceği başka evler ayarlamaya çalışıyordum.
.....
O ise; bir gün hiç beklemediği bir anda babasını kaybetti. Yasın sona erdiği günlerde yapılan ilk Yönetim Kurulu toplantısında emekliliğine karar verildi. Giderken şaşkındı. Suratı; attan düşmüş, bunu hiç hesaplamamış gibiydi. Varlığının önemli olduğuna inanıyordu. Önemsiz olduğu ihtimali üzerinde bugüne değin hiç durmamıştı. Hep burada kalacağını ve egosunu hep burada doyuracağını sanıyordu; kan emerek.
Kızı öldüğünde ağlamamıştı. Ama giderken dudakları titriyordu. 'İlk defa ağlayacak' diye içimden geçirdim, bu beklentiyle dikkatle yüzüne baktım; dişlerini sıktı, yine ağlamadı. Başıyla bana da selam verdi. Gözlerimin içine bakıyordu. Düşündüklerimi okumak ister gibiydi. Hafifçe başımı eğdim ve kayıtsız davrandım. Dünya kimseye kalmamıştı; ona da.
O gittikten sonra şirkette her şey değişti. Yeni Genel Müdürümüz bizleri insan yerine koyuyordu. Bizim fikrimizin ne faydası olur ama yine de gönlümüzü hoş tutmak için bizi ilgilendiren bir konu olduğunda bize danışıyordu. Sorunları tatlılıkla ve hoşgörüyle çözmeye çalışıyordu. Bu davranışları bizi asla gevşetmedi. Onu tanımış olmak, o kadar sıkıntı çekmiş olmak, ağır bir yaşam dersi olsa da, sonunda düz yola çıkabilmiştik. Bunun kıymetini bilmeliydik.
.....
Ondan ise arada sırada haber alıyorduk. Bir kez sokakta karşılaştık. Vitrinlere bakıyordum, dükkanları rengarenk yaz kıyafetleri süslemişti. Dalgın dalgın bakındığım vitrine yansıyan bir yüz seçtim; onun yüzüydü, arkamda duruyordu. Göz göze gelmek istemeyerek, dönüp, bakmadım. Biraz uzaklaştıktan sonra başımı çevirdim. Çökmüştü. Omuzları aşağı doğru inmiş, o hep yukarda olan kafası omuzlarının arasından sarkmıştı. Bir gözü ufalmıştı ve etrafına normal bakmıyordu. İrkildim.
.....
Sonradan kocasını da kaybettiğini işittim; evde yapayalnız kaldığını, kapısını kimsenin çalmadığını söylüyorlardı. Ve bir gün 'Delirdi' dediler. İnanmadım.
Taa ki onu çöp varilinin içini karıştırıp, yiyecek bir şeyler ararken görünceye dek. Üzerinde parçalanmış yırtık bir kürk ve sağ omzunda bir kedi vardı.
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 39 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.085 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
BÜYÜME ÇOCUK!..
Sevgi bahçeleri barut kokuyor
Nefretin saçını yolalım çocuk
Her gelen dostluğa çomak sokuyor
Dünyaya muhabbet salalım çocuk!...
Câniler ülkeme kurarken pusu
Ölüm mümin için olur bengisu
Haram olsun bize gece uykusu
Mevzilerde bir bir solalım çocuk!...
Olmasın cihanda kolunu büken
Pamuk ellerine batmasın diken
Henüz açılmamış gonca gül iken
Yunus sevgisiyle dolalım çocuk!...
O temiz elini sürme harama
Merhem olur musun yürek yarama?
Hakikati yanlış yerde arama
Aşkın deryasına dalalım çocuk!...
Türk’ün kitabında yazar mı hile?
Hükmünde adil ol, zalime bile
Çalışmak panzehir,bal olsun çile
Gece gündüz hep yol alalım çocuk!...
Mefkûre ölümsüz, dünya fânidir
Çalar kapımızı, ölüm ânidir
Bu millete kuyu kazan cânidir
Viran bağlarda gül olalım çocuk!...
İnsan bir kez doğar,şerefle yaşar
Tarihten hız alır, hedefe koşar
Hissiyat kabarır, yürekler coşar
Aşkın kapısını çalalım çocuk!...
Dünya ne güzeldir çocuk gözüyle
Büyüler, kandırır, tatlı sözüyle
Gün gelir görünür çirkef yüzüyle
Büyüme hep böyle kalalım çocuk!...
18 Temmuz 2005/TRABZON
M.NİHAT MALKOÇ
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.elliotinthemorning.com/games/miniputt.swf kısayolunda basit ama eğlencelik bir mini golf oyunu var. Boş vaktiniz varsa eğlenerek değerlendirmek için iyi bir fırsat. Hatta arkadaşlarınızla aranızda turnuva düzenlemeniz bile mümkün.
Gizemli bir araştırma yapmaya ne dersiniz. Diyelimki birden uyanıyorsunuz ve bilmediğiniz bir odadasınız. Oraya ne zaman geldiğinizi, neden geldiğinizi ve ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. http://alt.tnt.tv/games/thedoors/thedoors.swf kısayolundaki bu gizemli dünyaya bir tıklayın isterseniz. Gizli ipuçlarını bularak aramaya başlayabilirsiniz.
Bol bol gülmek isteyenlere komik resimler ve komik fotoromanlar http://www.komikler.com/komikresim/kategori.php?catid=33
...Manga kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770'li yıllara dayanmaktadır. 19. yüzyıl boyunca manga kelimesi özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan odun bloklarını (Hyakumenso), özellikle de Hokusai Katsushika'nın(1760-1849) 1819'da yayınlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için kendisinin çizdiği skeç, çizim ve karikatürlerini adlandırmakta kullanılmıştır. Hokusai çizdiği skeçleri iki Çince karakterin ["man" (rasgele) ve "ga"(resim)] birleşiminden oluşan Manga kelimesiyle tanımlamıştır... Manga'yı ve tarihçesini merak edenlere http://www.anime.gen.tr/tarih_manga1.html
Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Google Talk [900 KB] 98/ME/NT/2000/XP Free
http://www.google.com/talk/ Google yaptı mı yapıyor. Bunların önüne geçmeye imkan yok anlaşıldı. Henüz beta sürümü olmasına rağmen mükemmel çalışan bir messenger. İster mail, ister messenger, isterseniz telefon olarak kullanın. Sesin mükemmeliğini gördüğünüzde şaşıracaksınız. Tek şartı bir Google mail hesabına sahip olmak. Bu da son derece kolay. Mutlaka yükleyin ve kullanın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|