|
|
|
1 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : SİLAHA HAYIR!.. |
Merhabalar,
Silah dedik, maganda dedik, magandaya tahammülümüz yok vekilini hiç istemeyiz dedik ama olmadı. Gene bir mahalle kavgasında serseri kurşun bir can aldı. Şunu kampanya haline getirmek gerekiyor galiba. Bir yerinden başlamalı. Ben de bundan daha güzel söz olmaz diyerek bir süre sözün özünü "SİLAHA HAYIR"a ayırıyorum. Anlayana tabi.
Irak bir iç savaşa gidiyor. Hiç uğruna 1000 kişi ölmüş diyorlar. Çok acı çok. Ama dünyanın öbür ucunda bir başka felaketle boğuşuyor Amerikalılar. New Orleans tayfuna teslim olmuş. Alışmışız ya herşeyi paraya çevirmeye, ajanslar 26 milyar dolar zarardan söz ediyor. Sanki para bulunursa giden canlar, çöken yuvalar yerine gelecekmiş gibi söylüyorlar. Irak, ABD... Sanki birilerinin ahı tutuyor. Saddam da kanser olmuş galiba. Tesadüf, hepsi birer tesadüf!..
Dergimizin dağıtımı tamamlandı. Abone olan dostların eline geçmiş olmalı. Geçmeyenler sorgulamaya hemen başlamalı. Elimde bir liste var. Elli altmış kişilik bir isim listesi. Kahve Molası Dergisi'nin ilk 3 sayısına abone olup daha sonra aboneliklerini yenilemeyenlerin listesi. Çoğunun karşısında "Ulaşılamıyor" yazıyor. Belki farkında değilsiniz diye hatırlatıyorum. Onlar size ulaşamıyorsa belki siz onlara ulaşmak istersiniz diyorum. Ancak esas üzücü olan 15 kişilik bir grubun karşında "İstemiyor" yazması. Aralarında halen yazıları Kahve Molası'nda yayınlanan arkadaşlarım da var. Amacım sitem etmek ya da sorgulamak değil. Bunun nedenini öğrenmek istiyorum. Neden ilk 3 sayıdan sonra aboneliklerini yenilemediler bu arkadaşlarım? Derginin yetersizliği mi? Ücretin yüksek olması mı? Yoksa bir başka neden mi? buna sebep. Eğer lütfedip birkaç satırla bunu bana açıklayabilirseniz yanlışları giderebilme konusunda çok yardımcı olacağınızı bilmelisiniz. Havanda dövdüğüm suya birkaç ceviz atmaya çalışıyorum, anlıyorsunuz değil mi? Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana Yüreğimden Domaniç Geçerken Hayme, |
|
Hayme,
- Türkmen kızı,Türkmen gelini Hayme
- Senin aklını,anlayışını, güzelliğini anlatmaya övmeye güç yeter mi? Geleceği dünden gören can kadın..
- Asırlardır hayal dünyalarından öteye göç edemedi hasetçiler,kendi vicdanlarında çürümeye devam ettiler dünden bugüne..
- Milat öncesi Hitit’lerden başlamış için için yakıp bölünüp yıkılmaya, Firikya, Lidya, Persler’mi istila etmemiş, Krallıklar, İmparatorluklar mı ilan edilmemiş. Sezar bile gelip işgal etmiş.
- Milat öncesi ve sonrasına ait bilgiler ve sunak Cumhuriyet meydanında anlayana sunulmuş (Anlayana Sivri)
- Savaşların adı Malazgirtle son bulunca Anadolu Türk boyları soluklanmış bu yaylalarda…
- Ertuğrul gazi oğlu Osman, dinlenmede şimdi baba oğul cennet bahçelerinde Söğüt gölgesinde…
- Anayurdumuzun manevi havasından ayrılalı yine yıllar geçti..
- Önünde savrulduğunuz deli rüzgarları şimdi biz arkamıza alıp daha güçlü geleceğiz inşallah güzel anam..
- Beylik otağını kurduğunuz yaylalar nasıl son durağınız konağınız olmuşsa şimdi sonumuz gelmeden bir kez daha başlangıcımız olsun diye ocağına geliyoruz el,etek,yüz sürüp,yüzsüzlüğümüzü gönül gözünle arındırmaya vicdanımızda paklamaya geliyoruz..
- Oğuz yurtlarına diktiğiniz ağaçlar şimdi Dünya da eşi benzeri olmayan eşsiz ağaçların bulunduğu orman olmuş ne mutlu bize ama haberimiz geç oldu bağışla bizi…
- ALLAH korumuş bunca zaman, şimden sonra da korur gözetir inşallah,uzayıp boy versin uzayın derinliklerine boylu boyunca bütün boylarımızla zamanlar diyarından..
- Ak-boz atlar yorgundu gölge dinlenimindeydi ama bembeyaz otobüsümüzde ak-boz renkli at resmedilmişti yelelerinle savrulup,uçuyoruz huzuruna can anam…
- ALLAHIN gözde Melekleriyle yolculuğumuz huzur ve mana yorgunuydu şeyh Edebali, Dursun Fakı ve kutlu türbeleri ziyaret ederken, bizler bedenimizden ayrılıp ruhumuzla buluşmuştuk sana gelirken…
- Gönülleri kocaman yiğitlerin, kızların, gelinlerin hepsi gözyaşlarıyla abdest alıp öyle kanatlanıp geliyoruz özür dilemeye…
- Ellerimizde dua çiçekleri ak yüzlü dedeler ninelerle ektiğiniz helal tohumların yüzü suyu hürmetine yeniden geri dönüyoruz kabul et bizi anam…
- Su mu üste çıkar alev mi?
- Merhamet mi galip gelir gazap mı?
- Gönül’e kilit mi vurulurmuş set mi çekilirmiş?
- Edirne’den Van’dan ta Almanya’dan Ankara’dan marşa basarak, Eskişehir, Sivrihisar, Söğüt, Bilecik geçerek, tozu dumana katarak rüzgarları arkamıza alarak selle yağmurla geçmişi geleceği kucaklayarak Bursa’da buluşarak gece yıldızların koynunda uyuyarak Domaniç yaylasına Melek kuşlarla konmaz mıyız can anam…
- Vicdan Padişahıyla gönüllere taht kuran koskoca Osmanlı imparatorluğumuza baş koyup Nasrettin Hocamızın yergi dili nüktedan sözlerinden oluşturduğumuz sarı kız türküleri söyleyerek, iyimserlik ve merhamet açmış, hoşgörü,dostluk barış adını verdiğimiz dua çiçeklerimizle Cumhuriyet kokan evlatların geliyor
- Güneş görünür yıldızlar yok olurmuş,
- Nur içinde uyuyun...
Özel Teşekkür: Domaniç Belediye Başkanı Yakup Yardımcı Beyefendiye,
Sivrihisar Belediye Başkanı Yaşar Yurtdaş Beyefendiye,
Padişah Gönüllü Ömer Ekinci Micingirt Beyefendi ve Kıymetli Ailesine,
Sayın Sadi Yılmaz Beyefendiye,
Sevgili Sevim Tezel Hanımefendiye (Tekrar geçmiş olsun dileklerimle)
Anlayana Sivri Grubumuzun Sayın Başkanı Hünkar Dağlı Beyefendiye,
Domaniç gezisine katılan ve emeği geçen herkese, otobüsü kullanan kaptanımızdan en arka koltuğuna dek, yolculuk eden yediden yetmişe büyük küçük kadın erkek hepinize siz yüreği şairlere teşekkür ederim…
ALLAH hepinizden razı olsun, hakkınızı helal eder misiniz?
‘’ Melekler yüreğinizden öpsün ‘’
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Mantık Oyunları |
|
"İnsan düşünen bir hayvan mıdır?" Sorduğu sorusunun ardından bir kaç dakika süren sessizlik sonrasında çalan zilin sesiyle sınıfı terk eden biyoloji hacasının bu sorusu o gün bu gündür beynimde bir uğltu halinde kendi kendisini tekrarlar durur. Sahi neydi insanı diğer canlılardan ayıran özellikler; sadece mantık mı, düşünce gücü mü? İnsan sadece mantığıyla mı hakim olmuştur yeryüzüne, ya da diğer bütün özelliklerimiz "hayvani" miydi?
Peki mantık neydi? İki kere ikinin dört edeceğini bilmek kadar basit, yüzlerce ton ağırlığındaki bir uçağı gökyüzünde kuş gibi uçurtacak kadar karmaşık mıydı?
Mantık yalnız insanlara mahsussa, arının bal yapmak için izlediği olağanüstü disiplinin mantıkla bir ilgisi yok muydu?
Sorulacak o kadar çok soru vardı ki, bazen mantığın bile mantıksal bir açıklaması yapılamıyordu...
"Dediğime geldin mi Alper" derken Sami abinin gözlerindeki parıltıyı görecektiniz... Evet, duyguların da mantığı yoktu, hele hele "aşk" ın hiç yoktu!!! Sami abi bu acı itirafımın ardından gazetedeki bir kaç arkadaşa "sevdiği kızdan tekme yemiş herhalde" yorumunu yaparken eminim gözleri aynı parıltıyı taşıyordu. Belki hatırlayanlarınız vardır, kendisiyle "aşkın felsefesi" ni irdelemiştik. Akıl ve mantığı kullanarak bir "travma!" olan aşkı somutlaştırmaya çalışmak gerçekten aşkın insanı ne kadar körleştirdiğinin bir kanıtıydı. Ben de tezimi karşı tarafa kabul ettirseydim, sanırım Sami abi gibi aynı coşkuyu yaşardım.
Kendimi o küçük tartışmanın açık bir mağlubu olarak ilan ederken bu seferde çözemediğim "mantık oyunlarının" içerisine dalıyordum...
Akşam, Gaziantep'li, altmış, altmışbeş yaşlarında kendisine has şivesiyle sempatik mi sempatik bir misafirimiz vardı. Gençlik zamanlarından dem vururken, başladı hoş bir anısını anlatmaya:
"Yaş yirmidört, bilemedin yirmibeş, mahallede bir komşu kızına vurgunum, kızda binbir naz, binbir cilve, aşk yiyor, bitiriyor, pörçük pörçük yapıyor yüreğimi. Dayanamadım, birgün aldım elime tüfeği, tuttum kızın elinden sürükleye sürükleye götürdüm terminale. Kızın abileri haber almış gelmişler. Havada kurşunlar uçuşuyor, ben onlara sıkıyorum, onlar bana sıkıyor, ortalık savaş alanı. Nihayetinde kaçırmayı başardım kızı. Şimdi düşünüyomda değmezmiş be evlat, değmezmişde o zaman gelde anlat bunu aha şuruya (Kalbime)...
Sonra canı pahasına kaçırdığı kızı bir kaç ay sonra terketmiş bizim Antep'li amcamız. "Aşkta yalan, sevda da yalan" derken, bana da kimseye aşık olmamamı nasihat etmekten geri kalmıyordu.
Şimdi aklıma ister istemez şöyle garip bir soru geliyor. Aşkta mantık yoksa, biz insanları da hayvanlardan ayıran en belirgin özellik mantık kavramıysa, en insani duygu sandığımız aşk, aslında hayvansal bir içgüdünün ürünü mü?
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Afet Sertaç Gerçek |
SELVİ GİBİ UMUTLAR DÖNDÜ BİRER İĞDEYE
GEÇTİ BOR'UN PAZARI SÜR EŞEĞİNİ NİĞDE'YE
Neden bazı insanlar hayatımıza tutunamazlar? Diğerleri gibi tüm bir ömür boyu yanımızda, dost meclisimizde yer alamazlar? Neden hayatlarından teğet geçeriz?
Aileyi seçme şansımız yoktur; leylek hangi bacadan bırakırsa o ev yuvamız, o evde yaşayanlar canımız ciğerimiz olur. Ne yaparsak yapalım, ne yaparsa yapsınlar biliriz ki vazgeçilmeyiz ve vazgeçmeyiz. Aile fertleri ölene kadar hatta öldükten sonra da hep bizimledir. Et tırnaktan ayrılmaz durumu…
'' Özel insan '' grubumuz ise bizim seçtiğimiz, yanlarında mutluluk ve huzur duyduğumuz, saatlerce senelerce konuşmaktan bıkmadığımız, vakit geçirmekten keyif aldığımız, konuşmadan birbirimizi anladığımız, bir bakıştan ne düşündüğümüzü bilen yada ne düşündüğünü bildiğimiz, sadakatleri zaman tarafından sınanmış, her ihtiyaç duyulduğunda omuz omuza olunan gruptur.
Bazı insanlar '' Tanıdık '' diye adlandırdığımız gruptadır. Bu insanlar ne arkadaşımız, ne dostumuz, ne sevgilimiz ne de bizi sinirlendiren insanlardır. Yani hiçbir duyguyu paylaşmadığımız grubun dahilindedirler. Onlarla sadece tanışıklığımız vardır.
Diğer bir grubun üyeleri ise '' Özel insan grubuna dahil olabilir mi acaba '' diye düşündüğümüz kişilerdir. Bu insanlar tesadüf eseri veya kader öyle istediğinden veyahut da kaza sonucu yolunu şaşırıp sizin kulvarınıza girenlerdir. Aynı kulvarda yüzmeyi başarırsanız o da özel insanlar hanenize +1 olarak eklenir. Fakat aynı kulvarda yüzerken onun yüzme stili bir zaman sonra size kramplar girmesine sebep oluyorsa sonun başlangıcındasınız demektir. Tek çözüm kulvarları ayırmaktır.
Birilerinin hayatına misafir olurken birilerine de arkadaş, dost, sevgili vs. adı altında '' Hayatıma hoş geldin '' deriz. Hoş geldin demek kolaydır da '' Güle güle '' demek zordur. Hoşgörü ve tolerans girdabında bir zaman birlikte döner dururuz. Bu arada da çeşitli bahaneler bize yardımcı olur.
-- Böyle dedi ama yok canım, ben biliyorum aslında öyle demek istemedi…
-- Bunu yaptı ama istemeden yaptı…
-- Hayatta inanmam, hem yalan söylemesi için bir sebep yok ki…
Derken bu tanrı kulunu kendinize ve çevrenize karşı savunur durumda bulursunuz kendinizi sık sık… Yaptığınız fedakarlıklar artık göreviniz haline gelmiştir. Alıcı ayarı bozulmuş, hep bana hep bana diyen bu arızalı insanlara bir an gelir tahammül edemezsiniz. 75 sene ömrünüz varsa bu sözde arkadaş, sözde sevgili, sözde dost sayesinde 35 senede bu dünyadan göçeceğinizi birden fark edersiniz. Bu tipler ömür törpüsüdür. Halbuki sizin törpüye ihtiyacınız yoktur. Kavga etmediğiniz, bağırmadığınız için nazik uyarılarınızın ciddi olduğunu bir an bile düşünmez; düşünemez. Çünkü beyni kuyruk sokumunu mesken tuttuğundan esas işlevini yitirmiştir. Şekeri alınmış çocuk misali mızıldanır. Hep sizi suçlar çünkü bu en kolay ve tek bildiği yoldur. Uzun süredir verilen şansları görmez, görmezden gelir. Neden? İşine öyle gelir de ondan. Kendisi ile öyle meşguldür ki '' Saygınızın sonsuz, sabrınızın sınırlı '' olduğunu fark etmediğinden kredisini çoktan tükettiğini de anlamaz.
Ta ki kalkıp, şöyle bir silkelendiğinizde sizin ayakta, kendisinin de düşen diğer safralar arasında olduğunu görene kadar…
İşte o zaman nedense bu insanların yüzünde hep aynı ifade olur; Hayatınıza girdiği kapıdaki '' DİKKAT KÖPEK VAR '' yazısını geç fark etmişlerin yüz ifadesi…
Sonuç mu? Bakınıııız: Yazının başlığı…
Afet Sertaç Gerçek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
SIVACI (4)
Hallo yanında yorgan ve döşeğini de getirmişti. Bir çuvala doldurduğu döşek ve yorganı pek ağır olmasa da bir hayli hacimliydi. Çuvalın hacmi altında Hallo'nun sıska bedeni silikleşmişti. Boyun boşluğuna aldığı çuvalın altında yürürken ter içinde kalmıştı. Çünkü yürüdükçe yoruluyor yoruldukça da çuvalın ağırlığı daha bir artıyordu.
"Hallo terlemişsin, ver çuvalı biraz da ben yorulayım." Dedi.
"Yorulsam sana söyleyecağım. Zateni sana hep yük olmişım. Çuvalı da sana yükliyem he. Hele dur daha o kadar insafsızlaşmamişım" diye karşılık verdi.
"Yav Hallo nasıl konuşuyorsun öyle. Bana ne zaman yük oldun. Paranı kendi emeğinle kazandın. İşlerini kendin gördün. Yediğimizde - içtiğimizde benim harcadığım para kadar sen de harcadın. Ee, iş için diyorsan işçiye ihtiyaç vardı seni çağırdım. Allah'ını seversen yük dediğin bu mu yani." Diye tatlı sert Hallo'ya söylendi.
"Hele sen konuşme şımdi Allah biler benım sana nasıl yük olduğumi." Dedi ve, minibus durağlarına dahe ne kader var sen oni söyle bena." Diye ekledi.
"Az kaldı Hallo az kaldı. Bir on on beş dakika daha yürümemiz gerekiyor."
İyice bitkin düşen Hallo, çuvalı kah sol omzundan sağ omzuna, kah sağ omuzdan sol omzuna alarak rahatlamaya çalışıyordu. Çuvalı, yüklü omuzun koluyla kavrarken diğer eliyle gözlerine gelmemesi için anlının kıvrımlarında-buruşuklarında biriken teri siliyordu. Hallo'ya yardım etmek istiyordu, fakat Hallo'nun yeni bir retle karşılık vereceğini bildiği için sadece bir dilek olarak kalıyordu içindeki bu yardım etme isteği.
Hallo yardım almama konusunda çok inatçı davranıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen yapılan bir iyilik karşısında misliyle iyilik yapmayıncaya kadar hep ezik büzük hissederdi kendini. Gururu onu ateşe sürükleyecek kadar güçlüydü. Yüreği ise bir çocuğunki kadar kandırılmaya müsait saflıktaydı. Bir selamın bir tebessümün iyi bir sözün Hallo nezdindeki yeri büyüktü. Çayını ekmeğini paylaştığı biriyle canını paylaşacak kadar sadık olabilen biriydi...
Hallo'nun bu özelliğini bildiği için melek yüzlü iblislerin şerrinden hep korurdu onu. Hallo onu sever ve dinlerdi. Sözüne güvenir, dürüstlüğüne en ufak bir şüphe duymazdı. O da Hallo'yu sayar tavsiyelerini onu rencide etmeden verirdi. Sözünü dinleyen Hallo'ya yaşamın mayınlı tarlasında yürürken rehberlik yapıyordu.
"Hallo, şu ileriki kavşaktan döndük mü terminale giden minibüslerin durağına gelmiş olacağız." Dedi.
"Tamam kurban." Diyebildi ancak. Konuşmaya mecali kalmamıştı yorgunluktan.
Neyse ki durağa gelmeleri bir iki dakikayı almıştı. Hallo omuzundaki çuvalı yere indirir indirmez duraktaki bankın üstüne yayıldı. Oduncu gömleğinin boğaz altı düğmesini açtı. Ensesine doğru iki eliyle gömlek yakasını genişletti. Cebinden mendilini çıkardı yüzünü, boğaz altından göğüs kıllarına inen teri ve ellerini sildi. Kalın kaşları altından zeytin siyahı gözlerini ona dikerek, "kurban hele bıze bir su bul" dedi.
"Tamam Hallo" dedi ve durağa yakın olan büfeden suyu alıp geldi. Bir litrelik kaynak suyunu lokur lokur içmeye başladı Hallo. Suyu içerken ağzının iki kenarından sular çenesinden süzülerek göğsüne dökülüyordu. Suyla ayinsel bir bulaşma içine girmişte sanki. Bir dikişte suyu içti. Derin bir oh çekti ardında. Sağ elin dışıyla ağzını sildikten sonra, "Allah razi olsun kurban. Ha bu su da olmase var ya halımız per perişandır. " dedi.
"Haklısın Hallo. Su varoluşun başat unsurudur. O olmadan yaşam bir hiçtir. Ben, sen diğerleri bir hiç olurduk. Bunun sebebi nedir biliyor musun Hallo? Yaratılışımızın kökünde suyun olmasıdır. Bu içtiğin sudan daha hakir olan bir sudan yaratıldığımızı düşünürsen suyun bizim için mucizeviliğinin varlığımızla ilgili olduğunu bilirsin. Ve varlığımızın hakir bir suyun aşama kaydetmesinden başka bir şey olmadığını ve her insanın yaşam içinde yaratılış aşamalarına endeksli olarak ihtiyaçlar içinde olduğunu görürsün." Diye Hallo için karmaşık olan şeyler söyledi.
"Vallah kurban bilmerım buni ama su çok guzeldi. Allah razi olsın senden" diye asıl ilgisini gösteren bir dille karşılık verdi...
"Terminal yolcusu kalmasın." Diye bağıran muavinin uyarısıyla çuvalı bagaja attırarak minibüse bindiler. Yarım saat içinde terminale geldiler. Minibüsten iner inmez simsarların akınına uğradılar.
"Gel abi nereye Bingöl'e, Muş'a Van'a... birinci sınıf ulaşım burada" diye doğu yolcusu oldukları alınlarında yazıyormuşçasına simsarların kendilerini çağırmasını hayretle karşıladı Hallo. "Yav kurban bunlar nerden biler bızım doguya gidecağımızı." Diye bu hayretini yansıttı.
"Hallo buradaki simsarlar insan kurdu olmuşlar. Günde yüzlerce insan gelip gidiyor. Sezgileri, bakış tarzları, tespit yetileri öyle gelişmiş ki bu simsarların, insanları yürüyüşünden yüz ve bakışlarından bile nereli olduklarını anlıyorlar." Diye Hallo'nun merakını gidermeye çalıştı. Hallo'yla konuşurken bir anda kollarına giren simsarla birlikte kendilerini bilet yazıhanesinde gördüler.
"Van arabasına bugün için yer var mı?" diye sordu.
"Var abi akşam saat 18:30 arabasına 17, 18 numaralarını verebilirim size." Dedi biletçi.
"Ne kadar biletler." Diye sordu.
"İkisi yetmiş milyon lira. Keseyim mi abi? Dedi biletçi.
"İyi kes biletleri." Dedi. Biletlerini aldılar. Saatine baktı. Otobüsün kalkma saatine yaklaşık üç saat vardı.
"Karnın aç mı Hallo." Dedi
"Yok kurban aç deglım." Diye yanıtladı Hallo.
"O halde gel otogarın diğer uçunda kalan bir kahve biliyorum oraya gidip çay içelim. Yorgunluğumuzu çaya sigaraya boca edelim." Dedi.
"Sen nasil istersin ole olsin." Diye karşılık verdi Hallo.
Kahve kapısından içeri girerken sigara dumanı karşıladı onları. Ardından dem, sigara külü ve dumanın oluşturduğu kesif ve genzi yakan bir koku duyumsadılar. Alışık oldukları bir ortam olduğu için memnunluk içeren bir edayla boş olan bir masaya gidip oturdular. Garsondan çay isteyip sigaralarını yaktılar.
Bir nefes sigara çektikten hemen sonra bir yudum çayla sigara dumanını afiyetle ciğerlere gönderiyorlardı. Çektikleri sigara dumanı ciğerlerin filtresinden geçtikten sonra çok azı temizlenmiş olarak dışarıya üfürülüyordu. Çay ve sigaralarını tüketinceye kadar tek kelime etmediler.
Bir müddet sonra masanın altındaki el çantasını alıp masanın üstüne koydu. Fermuarını açarak içinden ince, kapak rengi krem olan bir kitap çıkardı. Kitabın üst kısmında, "Batı Klasikleri" alt bölümünde ise "Dostluk" yazıyordu. Yazar ismi Cicero olarak geçiyordu.
Bir on dakika kadar sayfalar arasında dolaştı. "Hallo" dedi ansızın. "He kurban de." Diye aynı refleksle yanıtladı Hallo.
"Bak Hallo dostluk konusunda Cicero ne diyor: " Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının esiri olduğu ihtirasları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti sevecekler, birbirleri için her şeyi yapacaklar, ama birbirlerinden şerefli ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnız sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak. Çünkü dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur..." Hallo Cicero iyi söylemiş değil mi?" diye Hallo'nun olumlamasını bekledi.
"Eyi demiş eyi" dedi ve ardından, " Cicero dedın aklıme geldi. Bızım orade Çiço diye çağırdıgımız bir çoban vardi. Bir keresinde bana dedi ki, " İnsanoğlinin olduği her yerde muhakak bir bozulma olmiştir. Kardaşlığ, dostluğ hepsi dilde kalmiştır. Kaç kişi kendi için istedığıni yanındaki için istemiştır. İnsanoğlinin mayasinda hem iyiliğ hem kötuluğ vardir. Kötuluğ hep kolay tarafta kalmiştır, iyiliğte hep zor tarafta kalmiştır. İnsan de hep kolaya gittıgi için kötuluğ her tarafi doldırmiştır. Kendi eseri olan bir duzende iyilıği ozler olmiştır. İyilığ duzenini kurmaya nefsi izın vermegınce iyilığ, dostluğ ve kardaşlığ hep şiirlerde, mesellerde, kitaplarda kalmiştir." Sen o ki Cicero dedin ya aklıme hemen bızım çoban Çiço'nun bu söyledığleri geldi.
Ağzı açık Hallo'nun anlattıklarına pür dikkat kesilmişti. "Vay be! Hallo senin Vanlı Çiço'nun yanında Romalı Cicero halt yemiş yav" diye spontane söylendi.
Kitabın sayfalarını kapadı. Ve çantasına koydu. İnsanın kendi içindeki o yalın bilgi kaynaklarını düşündü. Gönlün, gözün, kulağın ve aklın kazanımlarını işleyebilen-kullanabilen bir insanın mekan, zaman ve eğitim koşuluna bağlı kalmaksızın gerçeği, doğruyu bulabileceğini yeniden ama daha bir pekişmiş olarak aklına düşürürken, "Hallo memlekete gidince çoban Çiço'yla beni buluştur" dedi ve, "hadi Hallo kalk. Gitme vaktimiz geldi." Diyerek çay paralarını ödeyip otobüslerine yetişmek için kahveden ayrıldılar...
Nihat Turan nihat_turan@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Meriç Boulet |
MODERN ÇAĞIN JULIET'İ
Hayatta hiçbir şey imkânsız değildir. Bunu bir kez daha onların hikâyesini dinlediğimde anladım.
Tanıdığım en mükemmel insanlardan biridir Meriç. Ve bendeki yeri bir çok arkadaşımdan daha farklı, biraz daha özeldir. Çünkü olduğu gibidir. Çünkü kendisiyle, kompleksleriyle barışık; hayata gülerek, gülümseyerek bakabilen, her daim her koşulda yaşama sevinciyle dolu ender kişilerden biridir. Ve gülmek kadar güldürebilmeyi de yaşam felsefesi içine almış, o özel yaradılıştaki "seçilmişler" sınıfındandır.
Meriç ve Daniel; beş yıl boyunca Kanada - Türkiye arasında yaşanan 'imkânsız' bir aşka ilk adımı attıklarında bir çoğumuzdan yürekliydi. Hem de bu ilk adım hangi yolla atıldı biliyor musunuz? Şu an elinizin altındaki farenin bir "tık"ıyla, dünyanın öbür ucuna gidebildiğiniz, yani bu satırları okuduğunuz yoldan.
Ey Aşk, nelere kâdirsin! Eros, bu iki insana oklarını fırlattığında onlar henüz birbirlerini görmemiş ve gözlerinin içine bakmamışlardı.
İnternet dünya üzerinde ilk yaygın hale geldiğinde şüphesiz bunun bir çok örneği yaşandı/yaşanmaya devam ediyor. Ama kaç aşk mesafelere, fikir, dil, din, ırk ayrımına dayanabildi ve kaçı beraberliklerini "hastalıkta ve sağlıkta / ölüm bizi ayırıncaya kadar" diyerek bir imzayla sonlandırabildi?
İşte Daniel ve Meriç aşkın gücünü bize ispatlayan o azınlıktan bir çift kalp atışı yalnızca... ve beşinci yılda aşklarını Türkiye'de resmiyete çevirmeyi başardılar. Son üç yıldır da Daniel'in ailesi ve kedileri Zenci ile birlikte Kanada'da mutlu mesut yaşıyorlar (aman nazar değmesin!).
Geçenlerde, bana evlenmeden önceki yol maceralarından birini elektronik-postayla yolladığında, dakikalarca ekran karşısında güldüğümü ve aşklarına bir kez daha gıpta ve içtenlikle baktığımı söyleyebilirim.
Kendileri biraz üşengeç olduklarından, e biraz da meşguliyetlerinden ancak konuşma dilini kullanarak yakın dostlarıyla anılarını, yaşamını paylaşabiliyor. İçimdeki önlenemez dürtü ile dayanamayıp "ne olur izin ver, bizim Kahve Molası ailesi de, hiç değilse bir defalığına senin kelimelerinle seni tanısın," dediğimde sağ olsun beni kırmadı. Dilerim ileride kendi kalemiyle bizlerle buluşur.
Bana Modern Çağın Juliet'ini, aslında ona taktığım isimle "Karlar Ülkesinin Kraliçesi"ni sizlerle tanıştırma fırsatını verdiği için ayrıca editörümüz Sayın Cem Özbatur'a teşekkürlerimi sunuyorum.
Neyse efendim, bu kadar fasıldan sonra yüksek müsaadelerinizle huzurlarınızdan çekilip sizi Meriç'le başbaşa bırakıyorum...
Elif Eser
Beni uzun suredir tanıyanlar bilirler: Daniel'le tanıştığımdan beri hayatım, havaalanlarında ağlayarak geçti. O beni görmeye gelirken sevinçten, giderken üzüntüden. Ben onu ziyaret için okyanusu aşarken heyecandan, dönerken depresyondan.
Malum, Montreal'e direkt uçak yok. Yani bu demektir ki, ben bu ilişkinin hayatı boyunca ona kavuşabilmek için çeşitli havayollarıyla çeşitli aktarmalar yaptım. Yani bu da demektir ki, ben bu beş sene boyunca, pek çok değişik ülkenin havaalanlarında, farklı cinsiyetlerden, farklı boy, kilo ve dilden insanlar tarafindan teselli edildim. En az 5 değişik güvenlik görevlisi, benim aşk hikayemi dinledi, bana mendil getirdi ve başını anlayışla salladı. En az 150 kişi, ben mini eteğime aldırmadan bacaklarımı havaalanı zeminine uzatıp hıçkıra hıçkıra ağlarken, halime acıyarak baktı. Ve en az 20 kişi yanıma gelip bana makyajımın aktığını söyledi. 2 kişi de bir ihtimal sirkte ya da lunaparkın korku tünelinde çalıştığım ihtimalini göz önüne alarak bu uyarıyı yapmaktan vazgeçti.
İnsanın havaalanında ağlamaktan yorgun düştüğü bir an var: İşte o zaman insan havalaanında uğruna ağladığı kişiyle evleniyor. Tecrübeyle sabit.
Bu yıl İstanbul'dan Montreal'e dönüş yolunda işte bunları düşünüyordum. İlk kez, Montreal ile İstanbul arasındaki bu upuzun yolculuğu Daniel'le beraber yapıyoruz. Ve ben zaman tünelinden içeri dalıyorum...
O yıl Montreal'e tatile giderken bu yolculuğu yapmak güzeldi aslında. Uçağın tuvaletinde kilitli kaldığım zaman dışında tabii.
E canım aylardır Daniel'i görmemişim, yüreğim kıpır kıpır. İçmişim azıcık uçakta, keyfim yerinde. Çok uzun zamandır sabırsızlıkla beklediğin insana kavuşmadan önceki son birkaç saat, çoğu zaman kavuştuğun andan bile keyifli oluyor. Çalıştığım şirketin menşei Çinlilerin, Japonların da canı cehenneme, işin gücün de… Ben gidiyorum ve kurtuluyorum hepsinden. En azından o an, öyle geliyor insana. Sanki iki haftalık tatil, bin yıl sürecek gibi.
Güzel olmak istiyorum, uçaktan indiğimde, o kapıdan çıktığımda Daniel beni görsün ve bana tekrar aşık olsun istiyorum. Karşıladığı kişi ben olduğum için gurur duysun istiyorum.
Ama uçak yolculukları yorucu, uçak yolculukları insanın canını çıkarıyor. Dünyanın en güzel insanı da olsan, uçaktan indiğinde makyajın akmış, kıyafetlerin buruşmuş, saçların koltukta değişik değişik pozisyonlarda uyumaya çalışmaktan karman çorman olmuş vaziyettesindir mutlaka. Ama ben Daniel'in aylar sonra beni ilk kez gördüğünde kalbi bir an için dursun istiyorum. Bana baktığında, benim gibi biriyle beraber olduğu için kendini şanslı hissetsin. "Bir önceki hayatımda birine çok büyük bir iyilik yapmış olmalıyım, böyle ödüllendirildiğime göre" diye düşünsün istiyorum. Haliyle, çok gerçekçi bir istek değil bu. Yani bindiğim uçak KLM ekonomi sınıfı bir uçak. Alaaddin'in sihirli halısı değil. Zaten o hali bile Alaaddin'i dayanılmaz güzellikte bir hatun haline getirmiyordu, sadece ordan oraya uçuruyordu.
Demek istediğim uçtuğum şey; KLM bilmem ne sefer sayılı uçağı değil de, Alaaddin'in uçan halısı dahi olsa; olsa olsa 650 dolar daha zengin olurdum, daha güzel değil. Çok fazla Amerikan filmi izlemiş olmalıyım.Ya da çocukluğum çirkin ördeklerin zarif ve güzel kuğulara dönüştüğü masallar dinleyerek geçti. Hala böyle şeylere inandığıma göre. Sebep her ne olursa olsun, uçaktan indiğimde, en azından hayal kırıklığına uğramasın istiyorum, çok mu? Hazırlıklıyım o yüzden:
Üstümde paspal bir eşofman takımı rahat rahat oturuyorum. Yüzümde bir gram makyaj yok. Yanımdaki çantada ise, Daniel'in beni gördüğünde üstümde olmasını istediğim kıyafet var. Eğer o kıyafeti uçakta giymeye kalksam, her tarafımın kasılacağı kesin. Çünkü o kıyafetin kırışmasındansa geçici felç durumu geçirmeyi tercih ederim. Zarif topuklu ayakkabılarım bir torbada güzelce sarılı. Makyaj çantam ve saç firçam da yanımda.
Fakat korkunç birşey oluyor ve ben içkinin etkisiyle uyuyakalıyorum! "Ding" diye bir ses duyuyorum ve duyduğum ses, pilotun birazdan inişe geçeceğimize dair anonsu! Zıpkın gibi fırlıyorum, çantam yanımda, kendimi tuvalete atıyorum. Üstümü değiştirmem, saçlarımı ve dişlerimi firçalamam, makyaj yapmam gerek! Uçakların tuvaletlerinin ne kadar küçük olduğunu işte o gün, bir daha unutmayacak kadar net öğrenmiş bulunuyorum. Özellikle eğer saniyeler içinde üstünüzü değiştirmek ve kendinizi gözleri şiş, saçları karmaşık, yüzünde yastık izi olan eşofmanlı bir ördekten; mini etekli, mükemmel saçlı, bakımlı ve yüzünde tam dozunda makyaj olan bir kuğuya çevirmeye çalışıyorsanız.
Alelacele giyiniyorum. İnce külotlu çorabım bir dakika içinde en az on kere kaçma tehlikesi geçiriyor. Saçlarımı fırçalıyorum, dişlerimi fırçalıyorum ve "ding" sesini bir kez daha duyuyorum. Uçak sallanmaya başlıyor. İnişe geçiyoruz! Ben makyaj çantam elimde, minnacık tuvalette ayakkabılarımı giymeye çalışıyorum, iki yana sallanıyorum. Gözlerime kalem çekeceğim, uçak bir hava boşluğuna giriyor, ben 'küt!' diye yana yıkılıyorum, panik içinde tekrar kalkıyorum.
Panik? Uçak korkusundan değil, her geçen saniyenin beni kuğuluktan uzaklaştırdığını dehşetle fark etmekten! O sallantıya ve aceleye rağmen, gözlerime kalemi yüzüme gözüme bulaştırmadan bir seferde çekebildiğim an Tanrı'ya inancım kuvvetleniyor. Beni yukardan gözleyen ve kollayan ilahi bir güç olmalı. Ve o ilahi gücün, o sırada gerçekten yapacak başka hiçbir şeyi olmamalı. Dudaklarıma bir parlatıcı sürüyorum, çantamda allığımı bulamadığımdan eski usülle yanaklarımı şöyle bir çimdiriyorum. Kulaklarımın arkasına, bileklerimin içine bir lokma parfüm sıkıyorum. Bir de havaya püskürtüyorum azıcık ve o havanın içinde şöyle bir dönüyorum. Ah eğer uçaklarda tuvalet içinde kamera olsaydı, birileri ne çok gülerdi bu halime.
Eşofmanlarımı, spor ayakkabılarımı ve ortaya saçtığım makyaj malzemelerini çantaya dolduruyorum ve sonunda bu küçücük hapishaneden çıkmak için kapıya yüzümü dönüp hamlede bulunuyorum.
O da ne? Kapı açılmıyor! O an aklımdan geçenleri burada yazmaya ne benim enerjim var, ne de sizin okumaya, emin olun. Kapıyı zorluyorum, zorluyorum, yok! Bu arada sarsılıyoruz hala. Kulaklarım uğulduyor, kaşınıyor, ne yapmam gerektiğine karar veremiyorum. Sonunda kapıya vurmaya başlıyorum. Önce çekingence, sonra hızlıca ama tedirginlikle. Malum, içinde bulunduğum durum oldukça utanç verici.
Normal insanlar iniş sırasında emniyet kemerlerini bağlamış, uslu uslu oturuyorlar. Asırlar gibi gelen bir sürenin sonunda bir hostes geliyor ve 'tekrar deneyin' diyor. Kapıyı itiyorum ve biraz önce kolu çekip tüm vücudumla ittiğimde bile tık demeyen kapı klik edip açılıyor. Ben çıkarken hostes yorgun bir ifadeyle bakıyor bana; "Lütfen yerinize geçip, kemerlerinizi bağlayın, şu anda iniş halindeyiz' diyor, sanki bunu fark etmemek mümkünmüş gibi.
Azarlanmış küçük çocuk gibi dudağım sarkık yerime ilerlerken herkes bana bakıyor. Ben de başımı önüme eğip suçlu suçlu yerime oturuyorum. Umarım bana ters ters bakan bu kişiler beni tuvalete girerken fark etmemislerdir.
İnsanların iniş sırasında tuvalete koşan ve sonra deliler gibi kapıya vuran birine tepkisi; tuvalete ne kadar önlenemez bir ihtiyaç için gidildiğiyle alakâlı ne de olsa. Bütün bu krizi, aniden ishal olduğum için yarattığımı düşündüklerinde başını anlayışla sallayacak yolcular; tuvalete süslenmek için girdiğimi anlasalar eminim o kadar anlayışlı olmayacaklar. Hepsi bana sanki uçak düşüyormuş da, sebebi benmişim gibi bakıyor. Demek ishal olamayacak kadar sağlıklı görünüyorum?!
Onlara aylardır görmediğim erkek arkadaşımı görmek için Kanada'ya geldiğimi söylemek istiyorum. Onunla yaşadığımız inanılması güç, mucizevi aşka saygımdan ona güzel görünmek istediğimi, Allahın cezası tuvalette süslenmemin sebebinin ona aşkım olduğunu anlatmak istiyorum. Ancak uçak sallanmaya devam ediyor ve ben uçağın önüne geçip herkese bağıra bağıra bunları anlatmanın insanların bana daha da tuhaf bakmasıyla sonuçlanacağını hissediyorum. Üstelik daha lafımın başında ne dediğimi anlamayan yabancılar bir anda beni uçağı kaçıracak bir terörist sanabilir! Hostes arkamdan gelip kafama bir tepsiyle vurup beni bayıltabilir. Uyandığımda ellerim kelepçeli, bana haklarımı okuyan silahli polislerle çevrili olabilirim.
Beni ayıplayan insanların sempatisini kazanmak, açıklama yapayım derken terörist damgası yeme riskine değer mi? Vazgeçiyorum. Allahtan, yerime oturduktan hemen sonra uçağın tekerlekleri yere değiyor ve insanlar tek tük alkışlamaya başlıyorlar da, ben de suçluluğun etkisiyle deliler gibi alkışlıyorum. Alkışladıkça sanki ben de tekrar uçak ahalisinin bir parçası oluyorum ve tuvalette kapalı kalmayan uçağın tüm diğer yolcularıyla aramdaki psikolojik bariyer kalkıyor.
Ta ki herkes alkışlamayı kesip, ben büyük bir coşkuyla bir süre daha devam edene kadar. İnsanlar akıl hastası ya da sarhoş olduğumu düşünmüş olmalılar. Neyse kemer ışıkları sönüyor ve herkes ayaklanıyor. Bana ayıplayıcı bakışlarla bakmaktan daha önemli işleri var herkesin. Bir an önce bu uçaktan çıkmak gerek. Pasaport kontrölünden geçiyorum. Topuklarımın üstünde tıkır da tıkır yürüyerek bavullarımı almaya gidiyorum.
Hayatta gerçekten çok özendiğim birkaç tip kadın var:
Güzel yemek pişiren kadınlar, güzel araba kullanan kadınlar ve seyahatlerine minnacık bir çantayla (bir kot, üç tişört, bir kazak, bir kitap) çıkabilen kadınlar. Lakin ben kendimi tanımıyorum. Değil iki hafta boyunca, iki gün boyunca bile halet-i ruhiyemi tahmin edemiyorum. O nedenle benim bavulumda her halet-i ruhiyeme göre bir şeyler bulunmalı. Kendimi hasta hissettiğimde solgun yüzümü renklendirecek bir şeyler. Kendimi şişman hissettiğimde beni zayıf gösterecek bir dolu başka şeyler. Üşüdüğüm günler için kalın şeyler. Isındığım günler için ince şeyler. Kendimi seksi hissettiğim günler için kısa ve ince askılı bir şeyler. Kendimi atletik hissettiğim pek nadir günler için sportif bir şeyler..
E iki hafta içinde bu halet-i ruhiyeyi birden fazla hissedebileceğimi düşünerek her birinden en az ikişer takım. Bunun ayakkabısı, kemeri, tokası, kremi, makyaj malzemesi, saçları parlatan şampuanı, Daniel'e götürülecek hediyesi, orada boş kalınacak vakitlerde okunacak kitabıi, fotoğraf makinesi, gösterilecek fotoğrafları, CD çaları, CD'leri var. Var da var! E bir de gece işten geç gelmişim, banyo yapayım, yemek yiyeyim derken gece saat onbir olmuş, e herşeyi son dakikaya bırakan ben, bavul toplama işini de son dakikaya bırakmışım. Gardroba bakıp, yukarıdaki çeşitli alternatifleri düşünerek, bazı kıyafetleri deneyerek, neleri götüreceğime karar vermektense, insan içine çıkılabilecek neyim var, neyim yoksa bavula tıkmanın daha kolay bir alternatif olduğuna karar verdim.
Eee KLM ile uçuyorum, otuz iki kiloluk iki bavul, yirmi kiloluk bir el bagajı hakkım var. Madem o kadar para ödüyorum, ziyan olmasın. Babamın iki hafta geçireceğim Kanada için hazırladığım o bavulları gördüğündeki yüz ifadesini hiç unutamıyorum. Bunca yıllık pilot olan babamın, yıllar içinde ne kadar çok bavul görmüş olduğunu düşünürsek, bavullarımı gördüğünde yüzünde ciddi bir şok ifadesi yaratmayı becermenin ne kayda değer bir başarı olduğunu takdir edersiniz. "Meriç, sen Kanada'ya yerleşmeye mi gidiyorsun?" dedi sadece.
Allah söyletmiş olmalı. O sabah değilse bile, ondan tam on üç ay sonra Kanada'ya gerçekten de yerleşmeye gittim. Ve şaşırtıcı şekilde, Kanada'ya yerleşmeye giderkenki bavullarımla, iki hafta tatile giderkenki bavullarımın ölçüsü arasında öyle pek ahım şahım bir fark yoktu. Ağırlıkları arasında da.
Tuvalette kapalı kalma faciamın ardından kendimi; yorgun, uykusuz, bıkkın bir sürü yolcunun arasında, dönen bagajlara gözlerim sabitlenmiş buldum. Yorgun, uykusuz, ama heyecanlı. Ve kıyafetleri hepsinden daha az kırışıklı. Yüzü hepsinden daha az solgun, neredeyse ışıltılı. Kalbi, ciddi kalp yetmezliği olanların dışındaki herkesten daha hızlı atıyor. Birkaç dakika sonra devanası bavullarım gelecek ve ben işte şu ilerideki kapıdan çıkıp Daniel'e kavuşacağım. Kendimi kısacık eteğim, topuklu ayakkabılarım ve daha yarım saat önce yüzüme kondurduğum makyajımla, 'Küçükhanım Avrupa Seyahatinde' filmindeki küçükhanım gibi hissediyorum. Etrafimdaki 'Nasıl bir insan bir uçak seyahatine kısa etek ve topuklu ayakkabı ile çıkar?' sorusu yüzünde şekillenmiş insanlara, aynı küçükhanım edamla gülümsüyorum.
Dünyayla barışık, sevgi dolu, aşk doluyum ben. Tek sorun var; topuklu ayakkabılar, kısa etek ve devanası bavullar. Aynı cümle içinde geçebiliyorlarsa da, aynı kişinin ayak, bacak ve ellerinde bulunamıyorlar. Koca bavulları olan kadınlar, normal ölçülerde etek ve ayakkabı giymeli. Aksi takdirde dünya kendi dengesini kendi kuruyor. Şöyle ki;
Kısa etek ve topuklu kadın bavulu kaldırıyor, etek, göstermesi gerekenden çok şey gösteriyor. Topuk ise basınca dayanamayıp kırılıyor ve topuklardan en azından biri, bavul taşımak için uygun boyuta ulaşıyor. Ne feci!
Bense uçakta geçirdiğim bunca maceradan sonra o kapıdan topallayarak çıkmak istemiyorum. Allahtan bavullarım geldiğinde, yanımdaki genç çocuk yardım ediyor da, iki bavulum mucizevi şekilde dönen banttan, bagaj arabama yerleşiveriyor. Teşekkür ediyorum gülümseyerek ve bagaj arabamın ardından tıkır tıkır (diğer yolcular gibi oflaya puflaya, asık suratla bagaj arabamı iterek değil), omuzlarım geride, gözlerim ışıltılı, acele etmeden, sakin ve mutlu, tüm vücudum salınarak, o kapıya varan yolu katetmenin tadına vararak yürüyorum.
Otomatik kapı açılıyor ve birlikte yürüdüğüm yolcularla o kapıdan çıktığımda onlarca insan el sallıyor, sesleniyor, ellerindeki isim kartlarını işaret ediyor. Gözlerim kalabalığı şöyle bir geziyor. Sonra… Daniel'i görüyorum. Gülümsüyor. Bana sarılıyor. Kalbinin atışını duyuyorum, benimkinden bile hızlı. Gözlerine bakıyorum. Ve bir anda, son bir günde yaşadığım tüm koşuşturmaca ve heyecanı görüyorum gözlerinde. 'Değdi' diyorum. 'Değdi…'
Meriç Boulet
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Bringing Out The Dead ( Yaşamın Kıyısında)
Yüzyılın yaşayan en iyi yönetmenlerinden biri olan Martin Scorsese'in 1999 yapımı olan Bringing Out The Dead (Yaşamın Kıyısında) isimli filmi geçtiğimiz akşam Atv ekranlarında sinema severlerle buluştu. Ne yalan söyleyeyim boş boş kanallar arasında zap yaparken böyle bir filmle karşılaşmak benim için açıkçası sürpriz gibi bir şey oldu. Gerek filmi daha önce izlememiş olmam gerekse de konuyu merak ettiğimden olsa gerek televizyonun başına çakılıp kaldım…
Her zaman görmeye alışkın olduğumuz New York'un o büyüleyici güzellikteki ışıltılı caddeleri ne yazık ki bu sefer yoktu. Scorsese kamerasını bu sefer yön değiştirerek New York'un ışıksız ve tıkalı caddelerine yönelterek burada yaşayan insanların yaşamlarını gözler önüne sermeye çalışmış.
Filmin konusuna genel bir bakış attığımızda Frank Pierce'in, New York'un en belalı bölgesindeki bir ambulansta çalışan sağlık görevlisi olduğunu ve 6 ay önce hayatını kurtaramadığı kız hakkında sürekli karabasanlar görmekte olduğunu görürüz. Buna rağmen Pierce, gene de 3 farklı ekiple işine devam ederek New York sokaklarında acil yardım çağrılarını yanıtlamaya çalışır. Ekip arkadaşları da değişik nitelikte karakterlere sahiptir. Kimisi yalnızca yemek yemeği düşünür, kimisi çok dindar, kimisi de dayak atmaktan hoşlanan sadist kişilerdir. Frank ise kendisini bir türlü işten attıramadığı gibi, bu ucu bucağı görülmeyen karanlık şehirde kabuslarının bitmesini beklemektedir.
Bringing Out The Dead isimli filmde, Scorsese'in diğer filmlerine oranla şiddet temasına hemen hemen hiç yer vermezken, karakter konulu bir tema işlediğine bu filminde de şahit oluyoruz. Frank'in yaşadığı fiziksel ve ruhsal yorgunluklarından dolayı yardıma ihtiyacı vardır. İşine o denli bağlıdır ki olay yerine gittiği zamanlarda insanları kurtaramadıkça kendisi batağa saplanmaktadır.
Filmde birde Mary karakteri bulunmakta… Frank ile Mary, Mary'nin babası kalp krizi geçirince tanışıyorlar. Klasik bir aşkın doğuşu olarak düşünmeyin bu tanışma sahnesini sakın. Doğrusunu söylemek gerekirse eğer; açıkçası bu sahne benim en hoşuma giden sahnelerden birisiydi. Hani Frank'in, Mary'nin babasını hayata döndürmek için çaba sarf ederken, sevdiği bir müziği çalmaları durumunda inatçı ihtiyara yardımcı olacaklarını söylediği sahne… Hoş millet şaşkınlık içinde ne oluyor falan diye birbirlerine bakarlarken gene de sağlık görevlisinin bu isteğine ses çıkarmayarak arka fonda Frank Sinetra çalmaya başlıyorlar…
Bana göre Scorsese'nin yönetmenliğini üstlendiği bu filmde, Nicolas Cage Frank Pierce karakteriyle kariyerinin en iyi oyununu sergilemiş. Sonrasında zaten yetenekli oyuncuyla ilgili ekstra bir şey söylemeye gerek yok. Yaptığı filmler ortada. Görünen köy kılavuz istemez diye boş yere söylememişler değil mi ama?
İnsanların ölümle yaşam arasında gidip geldiği o küçük çizgiyi sizde merak ediyorsanız eğer mutlaka bu filmin DVD'sini alıp izleyin… Emin olun bu tercihinizden dolayı pişmanlık duymayacaksınız… Hepinize şimdiden iyi seyirler:))
Ebru Altın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Ayşe Ay <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.120 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Yarına çok var
Akşam,
alacası mor kesmiş dört yan
Sırılsıklam bir bulutun aklığından aksam
Aklansam.
Hey sen!
Düşlerimin ihanet perisi!
Hangi yamaca takıldı da
yırtıldı pelerinin?
Nedir bu halin?
Bana sorma!
Akrep kadar korksam da ateşten
akrep gibi akıtırım zehrimi
Hayınlık dolanır etrafımda
Kararır içim.
Bana sorma!
Gamsızım, bilemem geleceği
Bu günden habersiz yaşar giderim.
Akşam,
gökkuzgun salınır üstüme üstüme
efkâr!
kesilirim...
Durmaz akşam yerinde, birazdan
gece başlar hükümsüz, seyreyle
bitmez gece...
gafilim...
Kül rengi hüzünlenir
Puhu öter, demlenirim.
Ve avazım çıktığı kadar isyan!
Haykırır sesim;
Yarına çok var!
Düşünme yarınları!
Ağlarım için için
Ay, hilal harelenir
Gel, sineme düşür başını da
Umut, mapus biriktireyim
Yarına çok var!
Yarınlar uzak!
Akşam,
doğacak mı tekrar gün ne bilesin
bir alay saklı ki bakışlarında, titrerim.
Hey sen!
Kesik düşlerimin efendisi!
Yaralıyım yâre...
Yarını sorma,
Yarına çok var!
Yarına hicaz..
Düş gözümden bir çiğdem de
soluğun tüttüreyim.
Akşam,
Piç gecelere gebe, dolanı dolanıverir
üstüme,
Anlamaz!
Yarına çok var!
Yarın bugünden ırak!
Hani ya çağırsam varırdın koşarak
Hey sen!
Seherimin mahur bestesi!
Sözlerin ezberimde
Gülüşün çıban çıban
Gel de perçemin devşireyim
Akşam,
alacası kangren ciğerimde
Yarına çok var!
Yarına hasret
taşımam!
Kadersizim...
Elif Eser
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
PhotoFiltre 6.1.3 [1,40 MB] Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe Photoshop ayarında diyeceğim müdavimleri kızacak biliyorum ama bu işi profesyonelce yapmayanlar için biçilmiş kaftan. Harika ve kullanışlı bir resim editörü. Hem de bedava. Yapabildiklerini gördükçe şaşıracaksınız. Plug-in ler sayesinde benzersiz bir programa dönüştürmek olası. İlla Türkçe olsun diyenler için Türkçe dil seçeneği bile mevcut. Uzun süredir kullanıyorum, yeni versiyonu çıkınca sizinle tekrar paylaşayım istedim. İstisnasız herkese tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
|
|
|
|
|