|
|
|
7 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Vakit kalmadı... |
Merhabalar,
Bu gece epeyce geciktim. O yüzden sizlerle sohbet etmeye vakit kalmadı. Yarın görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
KahveRengi : Alaattin Bender |
İZLERİN İZİNDE: ZEKİ FAİK İZER
İstanbul denince aklıma önce İstiklal Caddesi geliyor. Sonra yerli yabancı yoğun bir kalabalık. Nihayet bu renkli caddenin rengine ayrı bir renk katan galeriler. Bunların en başında da Kazım Taşkent Sanat Galerisi. Her daim nitelikli sergiler düzenleyen Yapı Kredi'ye ait bu Galeride rahmetli Zeki Faik İzer konuk ediliyordu. Sanatçının 100. doğum yılına rastlayan Serginin hem retrospektif nitelikte olması hem de aynı ressamın objektifinden "Siyah Beyaz İzler" taşıması değerini iki kat daha arttırmıştı. Yine şans yüzümüze gülmüştü ve siz sanat dostlarıma seslenecek bir konu daha bulmuştum. Üstelik yerde ararken gökte. Ankara'dan çok uzakta... İstanbul"da.
İki katlı sergi salonunun alt katında büyük boyutlu soyut resimler yer alırken üst katta ağırlıklı olarak nü resimlerin olduğu figüratif işler sergilenmekte idi. Siyah beyaz fotoğraflar ise başkaca bir salonda sergileniyordu.
Nurullah Berk, Zeki Faik için "memleketimize yaşayan sanat'ı getiren beş-altı ressamdan biridir" diyerek onu modern sanatın klişeleşmiş temsilcilerinden özellikle ayırır. Zeki Faik'i lirik bir ressam olarak tanımlarken ondaki coşkunluğun,fırçanın bu serbest ve çalak gezintisinin şekillerin çerçeve içindeki bütünlüğünü ve leke güzelliğini ortadan kaldırmadığını belirtir. Onda ağır basan renkçilik kaygısını boyanın elastikiyetini ve boya hamurunun parlaklığını bozmamak şeklinde açıklar ve koyu renkler koyu kıymetler donuk sönük valörlerin onun paletinden atıldığını düşünür.
"İzer'de titreyen el de tekniğinin bir gereği gibidir."
Öğrencisi Prof. Dr. Özdemir Altan ondan söz ederken "resme başladı mı elinden renk ve espas akar" deyimini kullanır. "İlk başlangıçtan en sonuna kadar hep aynı organik ve lirik yapı; aynı zamanda hala erişilmesi zor şiddet ve sertlik. ...Bunlar birbiriyle çelişen özellikler. Sonra renk: hep renk. Onu ilk tanıdığımda 1949'da ellerinin fazlaca titrediğini farketmiştim. Evet İzer'de titreyen el de tekniğinin bir gereği gibidir." der.
Yaşamı boyunca izlerin peşinden koşan Zeki Faik İzer 1928 yılında açılan konkuru kazanarak Paris'e gider. Genç Cumhuriyet'in bu genç sanatçısı arkadaşları gibi Dünya sanatının kalbinin attığı bu şehirde Andre Lhote atölyesine devam ederek bir taraftan akademik bilgilerini arttırmış ve desen çalışmış, diğer taraftan müzeleri incelemek suretiyle görsel belleğini zenginleştirmiştir. Türkiye'ye dönüşünden kısa bir süre sonra 1933 yılında Cihangir'deki evinde arkadaşlarıyla birlikte dördüncü sanat topluluğu olan "d" grubunu kurar.
Birara Empresyonistlere yakınlaşmış, sonrasında Kübizmi sevmiş, renk cambazı Matisse'den ve onun motifsel yorumlarından etkilenmiş, 1933 tarihli "İnkilap Yolunda" resmi Delacroix'nın "İnkilaba Rehberlik Eden Hürriyet" isimli resminin kompozisyon şemasını tekrarladığı için eleştirilmiştir. Hem geçmişin hem de günün sanatsal değerlerinin izlerinden gitmiş; ancak bu izlerin sağlıklı bir sentezinden yana olmuştur hep. Dr. Erdoğan Tanaltay'la bir söyleşileri sırasında "zannederim son nefesime kadar, aklım yerinde kaldıkça, kendimi bulmaya uğraşacağım... Zaten yerinde saymak hata olur. Mümkün olduğu kadar ileriye gitmeli... Ve sanatkar ilk reaksiyonu başkasına karşı değil de kendisine karşı vermeli ki resminde esaslı bir ilerleme olabilsin." der.
1942 ve 1956 yıllarındaki Devlet Resim yarışmalarında birincilik kazanır. Londra'da kaldığı zaman diliminde hemen hiç bir bale gösterisini kaçırmamış, hatta kimi zaman ona o yıllarda basın ataşeliğinde görevli Bülent Ecevit de eşlik etmiş; bir dizi balerin deseni yaptıktan sonra ülkeye dönüşünde yaptığı büyük boyutlu müzik ve balerinleri konu alan iki resim 1947 yılından beri Ankara Opera Binası Cumhurbaşkanlığı locası duvarlarını süslemektedir.
1960'da Sevim hanımla evlenmesinin ardından eşinin desteğiyle sanat hayatı daha bir ivme kazanır. Renkleri aydınlanır. Çok sevdiği klasik müziğin ritmi ve sesleri adeta yapıtlarına yansır. 1945'den bu yana Avrupa'da gözlemlediği soyutlama fırtınasının bir yansıması olarak 1960'lardan başlayarak resminde soyutlama görülür. 1961 yılında New York Gougenheim Sergisi'nde "Sultanahmet Camii Camları" adlı resmiyle ödül alır. Kendi kuşağı içinde uluslararası ödüller alan ve yabancı müzelere eserleri giren birkaç sanatçımızdan birisidir.
"Her Avrupa'ya gidişimde resme yeniden başlarım"
1968 yılında Akademiden emekli olan İzer 1971-1984 yılları arasında uzunca bir süre Fransa'da yaşar. "Her Avrupa'ya gidişimde resme yeniden başlarım" diyen Sanatçı sık sık fırsat buldukça başta Paris olmak üzere Avrupa'ya gitmiş, Avrupa sanatı ile bağını koparmamıştır. 1933 yıllarında "resme bir likör kadehi kadar ehemmiyet verilmesini istiyoruz" diyerek halkın bedava resim, fotoğraf elde ederek duvar süslemesinden yakınıyordu. Kimbilir belki de onun bu ayrılışında sanatçıya hakettiği değerin verilmemiş olmasının payı büyüktü. Bugün bile halkımız orijinal resimler yerine hala takvim yapraklarını, posterleri çerçeveleyip duvara asmakta; ruhlarından arınmış resimlerle avunmakta. Işığın ve rengin peşinde koşan tüm ressamlar gibi Zeki Faik İzer de öncesinde Van Gogh, sonrasında Matisse ve Picasso gibi Güney Fransa'nın yolunu tutmuş; ritmik bir dinamizm ve özgün bir yorumla çok renkli soyut çalışmalar ortaya koymuştur. 1982'de Paris'te izlediği ressam Manessier'in halı sergisinden etkilenir ve bir dizi halı yapar. Bunlardan Halk Bankası kolleksiyonundaki 241x117 cm ölçüsündeki Selçuklu döneminin simgelerinden çift başlı kartal motifinin işlendiği çalışma dikkat çekicidir.
Her daim renkçi bir üslubu benimsemiş, Türk resminin soyut lirik ressamı Zeki Faik İzer resim tarihimizde derin bir "iz" bırakarak İstanbul'a dönüşünden dört yıl sonra 1988 yılında vefat eder.
Sergi gerçekten nefes kesici idi. Akşama doğru Sergi'den ayrılırken, ne tesadüftür ki Akademi'de fotoğraf hocalığı da yapan İzer'in 1930-1940 yılları arasında çektiği fotoğraflarının sergilendiği salonda son günlerin popüler tartışması "Küratörlük" üzerine hararetli bir tartışma yaşanıyordu. Hatırlarsanız Bedri Baykam sanatçıları "koyun" gibi güden "Küratörlük" anlayışına karşı çıkıyor ve AKM salonlarına bir çoban ile koyun sürüsünü getirerek bu anlayışı protesto ediyordu. Paneli dinlemeden edemedim.
Kaynakça: -Enlem 80 yayınları tarafından yayınlanmış Zeki Faik İzer kataloğu.
-Aralık 2000 tarihinde TCMB tarafından düzenlenen sergi kataloğu.
-Dr. Erdoğan Tanaltay'ın 1989 tarihli "Sanat Ustalarıyla Bir Gün" kitabı.
Alaattin Bender www.alaattinbender.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek BAHÇELERDE BÖRÜLCE GEL BİZE BAZI BAZI |
|
Evet! O her şeyin en güzelini, en doğrusunu yazan harikulade yazar benim!
Evet! Bu köşeyi okudukça kara bahtınız çingene pembesine dönüyor ve dahi kör talihinizin gözleri görmeye başlıyor.
Evet! Sayemde, fazla kilolarınızdan değilse bile komplekslerinizden, buhranlarınızdan, kararsızlıklarınızdan, aşk acılarınızdan, regl sancılarınızdan, Pazartesi sendromlarınızdan, kıllarınızdan, tüylerinizden, esteklerinizden ve bilumum kösteklerinizden bir nebze de olsa kurtuluyorsunuz.
Evet! Deniz feneriniz, yaşamın çetrefil yollarında size rotanızı göstermek üzere görev mahallini asla terk etmiyor!
* * *
Buraya kadar her şey çok güzel.. Peki ama neden hala benim okurlarım bile mutsuz, kararsız, mıymıntı, bedbaht, korkak?
Çünkü insanlar yalnızca kendi deneyimlerinden faydalanırlar!
Birinin yaşadığı tecrübe, bir diğerinin işine asla yaramaz.. Birinin bulduğu doğru, bir diğerini asla ikna etmez.. Birinin nasihati, bir diğerinin kulağına asla küpe olmaz!
Eğer nasihat kurumu işlerliği olan bir kurum olsaydı, tarih tekerrürden ibaret olmazdı değil mi? Mesela kimse aşırı dozdan ölmezdi.. Mesela kimse aşırı hızdan trafik kazası yapmazdı.. Efendime söyleyeyim; kimse şofbenden zehirlenerek ölmezdi.. Kimse sigara içmezdi.. Kimse aşk acısı çekmezdi.. Sonracığıma.. KİMSE EVLENMEZDİ! (Mesela dedik yahu!)
Hepsi bir yana; kimse, bir diğer kimsenin yaşantısına o kimse kadar konsantre olamaz!
Tamam, tiksinç bir cümle kurduğumun ben de farkındayım. İki özneli, üç yüklemli, yedi nesneli koca bir paragrafı tek bir cümleye sığdırmaya çalışınca böyle oluyor işte.
Panik yok! Baştan alıyoruz...
Öznelerimizden birisi Yiğit olsun; bir diğeri de Ulaş olsun. (Zikrim, fikrimden dolayı mecbur kalmadıkça 'bağğyan' ismi kullanmıyor ancak Ali, Ahmet, Mehmet isimlerinden de sıkıldım, müsaadenizle!)
Neyse.. Yiğit ile Ulaş pek samimi, pek 'kanka', pek çıtır olsunlar.. (Çıtır olmaları tamamen benim fantezim; konumuzla pek alakalı değil. Kafanızı karıştırmayın.)
Yiğit Tuba'nın eski sevgilisi olsun..
Ulaş da yeni sevgilisi olsun..
İkisi de çok çıtır olsunlar.. Esmer, üçgen vücut, sinek kaydı tıraş, serseri, cool felan olsunlar..
Hali hazırda, ikisi de deli gibi Tuba'ya aşık olsunlar..
Sonra... Iııımmmm...
Ne diyordum ben ya?
(Yoo, yoo aşık olmayacağım hayır.. Yalancı bahara aldanmayacağım!)
Hah!
"Kimse, bir diğer kimsenin yaşantısına o kimse kadar konsantre olamaz!" cümlesinin alt yazısını geçecektim değil mi?
Tamam. Pardon. Konsantrasyonum bozuldu!
(Nasıl bozulmasın? Yiğit de Ulaş da, yeme de yanında yat..... Neyse..)
Baştan alalım...
Diyelim ki Yiğit şey olsun..
Ulaş daha da şey olsun..
Olur mu? Olmaz tabii!
E olmayınca, nasıl olacak bu işler?
Olur.. Olur..
?!?
Yaa işte cümlenin meali buna benzer bir şeydi sanırım!
(Evet.. evet.. İkisinin de meyli var bana.. Ama fekat hangisini seçmeliyim?)
Tamam.. Son kez deniyorum:
"Kimse, bir diğer kimsenin yaşantısına o kimse kadar konsantre olamaz! Bu yüzden kimsenin nasihati, kimsenin işini görmez. Ya da el elin eşeğini türkü çığırarak arar..."
(Ooooo portakalı soydum.. Başucuma koydum.. Ben bir yalan uydurdum.. Duma duma dum.. Kırmızı mum.. Ben ikisine de aaaa şııııık ooooooool duuuuum!)
* * *
Yahu sallayın! Sanki dediğimi anlasanız, ne işinize yarayacak?
Siz en iyisi içinizdeki çocuğun sesini dinleyin!
(Hah, battıkça batıyorum! İyisi mi, konuyu değiştirip karambole getirmek galiba!)
Sizin içinizde de bir çocuk var değil mi 'sevgili' okur? İç çocuk!
Daha önce de yazmıştım.. Neydi bu 'iç çocuk' masalının meali?
"Böyle bencil, üçkağıtçı, dalkavuk, asabi, adi, kaba, rezil birisi olduğuma bakma. Aslında içimde masum bir 'ben' daha var da kimseye göstermiyorum. Kırılıp incinmesinden korkuyorum."
İyi halt ediyorsun! Biraz sirke ile bi tutam da tuz koyup turşusunu kur bari.. Kuru fasulyenin yanında iyi gider, iç çocuk turşusu.. Hıyar seni!
Yahu içinde sakladığın, kamu yararına sunmadığın, gün ışığına çıkarmadığın, teoride ballandıra ballandıra anlatıp da pratikte kullanmadığın masum yanının sana, bana, ona, buna; Hale ve Jale'ye, aşağı mahalleden Gaye'ye ne faydası var, bana bir söyler misin?
Değil mi ki bu velet masumiyeti temsil ediyor; iyi niyetli, saf, temiz ve hümanist.. E neden o zaman içinde saklıyorsun da insanlığın kullanımına sunmuyorsun, cimri köpek?
Milletçe pek severiz böyle tumturaklı benzetmeleri, duygulu fenomenleri ve içli trendleri.
"İçinizdeki çocuğu koruyun. İçinizdeki çocuk hiç büyümesin. İçinizdeki çocuğu dinleyin. İçinizdeki çocuğu sevin. İçinizdeki çocuğa şefkat gösterin..."
Sana ne ulan hisli budala! İçimdeki çocuğun dadısı mısın?
Haydi içimdeki çocuğun kapalı mekan korkusu (claustrophobia) varsa? Haydi içimdeki çocuk zıpçıktı, asi, baş belası, hiperaktif felansa? Ve hatta içimde hiç çocuk mocuk yoksa?
Hayır, çocukluk denilen nane matah bir şey olsa amenna. Çocuk dediğin salaktır. Dahası, eblehtir. Olmamıştır. Masumiyeti de oradan gelir zaten. Kafası basmaz pisliğe. Altına etmekten başka bir boka yaramaz. Tek başına gazını bile çıkaramaz yahu.. Neyine özenirler bilmem ki?
* * *
Şefkat budalasıdır insan evladı. Erkeklerin anneleri gibi bir kadına; kadınlarınsa babaları gibi bir erkeğe tav olmaları hep bundandır. İçerdeki o ebleh veledi, ebeveyn kılıklı bir yavuklunun şefkatine emanet etme telaşından.. Eh, bu durum yavuklunun da işine gelir tabii:
"Ben senin içindeki çocuğu sevdim sevgilim!"
('İçindeki o salak çocuğu kandırmak, seni kandırmaktan daha kolay yavruuu!' demeye getiriyor.)
Hal böyle olunca, herkes çocukluğunu özlüyor; herkesin hayalinde bir çocukluğa dönüş projesi yeşeriyor. Gerekçe olarak da çocuk masumiyeti, koşulsuz sevgiler, çocukça mutluluklar felan öne sürülüyor..
Hadi biraz gerçekçi olalım!
Ekmek elden, su gölden; çikolata dededen, süt anneden; azık babadan, şefkat anneanneden olan günleri özlüyoruz. Başının çaresine bakabilen bir yetişkin olmak, bir başka deyişle kendi gazını kendi çıkarabilen bir birey olmak zor geliyor.
Tıpkı çocuklar gibi, saçma salak oyunlar oynayarak vakit geçirmek, hayat gailesinden bihaber olmak, ufacık şeylerden mutlu olmak, birilerinin kanatları altında siftinmek istiyoruz..
Sonra da yok masumiyet, yok safiyet, yok ıvır, yok kıvır...
Hiç boşuna kıvırmayın!
İçinizdeki 'veled-i zina'ya da söyleyin patırtı yapmasın. Kafamız şişti be, cık cık cık..
* * *
ANONS: Yiğit ile Ulaş adında iki adet çıtır tanıyanlar.. ÇITIR yaz 0539 252 25 25 numaralı telefona SMS at, hayır duası kazan!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
İLKÖĞRETİM OKULLARI VE 100 TEMEL ESER
Son yıllarda kitap okuma alışkanlığımızda gözle görülür bir azalma olduğu inkâr edilemez. Gerçi ülkemizde böyle bir alışkanlık olup olmadığı da tartışma konusudur. Buna daha gerçekçi bir ifadeyle kitap okumama alışkanlığı da diyebiliriz. Kitle iletişim araçlarındaki hızlı değişim ve artış kitabın pabucunu dama atmak üzeredir. Televizyon ve internet, kitabın en büyük alternatifleri veya daha değişik bir tabirle düşmanları olarak ilk sıraları alıyor.
İnternet, hayatımızın bir parçası oldu çıktı. Hani internette faydalı işlerle meşgul olsak diyeceğim yok. Teknolojinin son büyük nimeti olarak yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan internette oyun oynayarak vakit geçiriyoruz. Kültür, sanat ve edebiyatla ilgilenenler devede kulak kabilinden…
Böyle bir ortamda yeni neslimize sahip çıkmanın, onların elinden tutup doğrulara yönlendirmenin önemi daha da belirgin bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor. Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı kitapla barıştırmalıyız. Hiçbir iletişim vasıtası kitabın alternatifi olamaz. Kitabın sıcaklığını ve samimi havasını hiçbir bilgi kaynağında bulamayız.
Bunları göz önünde bulunduran Millî Eğitim Bakanlığı ilköğretim çocuklarına yönelik “100 Temel Eser” listesi hazırlayarak eğitim camiasına ve ebeveynlere sundu. Daha evvel orta öğretim öğrencileri için buna benzer bir okuma listesi hazırlanmıştı.İlköğretim öğrencilerine yönelik listede, Mevlâna’dan Yunus Emre’ye kadar çok sayıda yazarın eserine yer veriliyor.
Fakat ilköğretim öğrencilerine yönelik listede yer alan eserlerin yazarlarının hiçbiri yaşamıyor. Bakanlık polemiklere mahal vermemek için böyle bir uygulamayı daha doğru bulmuş.Bu konu basında tartışılıyor. “Yazar kabul edilmek ve de bu gibi listelere girmek için ille de ölmüş olmak mı gerekiyor” diyorlar.
Milli Eğitim Bakanlığı bu eleştirileri olağan karşılıyor. Yazarlar açısından haklı da buluyor. Bunun ticarî boyutu olacağından, rant temin edildiği eleştirisine muhatap olmak istemediklerini belirtiyorlar.Ancak hayattaki yazarların eserlerinin zaten piyasada olduğunu ve ilgi gördüğünü kaydederek, amaçlarının 13. yüzyıldan itibaren ülkenin kültürel birikimini aktarmak olduğunu söylüyorlar.
Nasreddin Hoca misali bence bakanlık da haklı… Dedikodunun ayyuka çıktığı, herkesin herkesi eleştirme yarışı içerisinde olduğu bir ülkede iş yapmak eleştiri oklarını üzerine çekmekten farksızdır.Bu listede yer alan kitapların satışı doğal olarak artacak hatta fırlayacaktır. Hangi yayınevi istemez kendi yazarının eserlerinin çok satmasını? Yaşayanlardan birini listeye dahil etseniz,listeye giremeyenler feryat ü figan koparacaktır. Bu sefer de benim yazarım iyi, seninki kötü kısır tartışması alevlenecektir.
Listede öğrencilere masal, türkü, mani, bilmece ve şiiri sevdirecek eserler de yer alıyor. Listedeki bazı kitapların piyasada olmadığı belirtiliyor.Fakat bu aşılabilecek,ayrıntı kabilinden bir meseledir.Onun dışında listede yer alan Rakım Çalapala’nın “87 Oğuz” adlı kitabının hiçbir kitaplıkta, Milli Kütüphane dahil hiçbir devlet kütüphanesinde olmadığı iddia ediliyor.Hatta 1960'lı yıllarda eserin yazarı Rakım Çalapala bu kitabını torununun okuması için yeniden yayınlamak istemiş fakat hiçbir devlet kütüphanesinde bulamamıştır. Bu listeyi hazırlayanlar herhalde uzaydan gelmedi ya... Bir bildikleri var.
Listede her görüşten yazara ait eser bulunuyor. Peyami Safa’dan Nazım Hikmet’e kadar geniş bir yelpaze esas alınmış.Mehmet Akif ve Necip Fazıl Kısakürek’in listeye alınmayışına kızanlar var.Ben bunları haklı bulmuyorum. Çünkü ne Mehmet Akif’in, ne de Necip Fazıl’ın çocuklara yönelik bir eseri vardır.Bu liste dörtten sekizinci sınıflara kadar olan öğrenci kesimine hitap ediyor. Bu yaştaki çocuklar “Çile” veya “Bülbül” şiirlerinden ne anlayabilir? Hadiseye ideolojik bakmak doğru değil. Pedagojik açıdan yaklaşmak daha sağlıklı olsa gerek.
Okuma listesinde otuz tane Batı klasiği var. Bunu doğru bulmuyorum. Yüz kitabın otuzu bize ait değil. Bu sömürge mantığıdır.. Hem o klasik diye nitelendirilen kitaplar kültürümüz için tehlikeler saçıyor. Neslimizi dejenere ediyor. Korsanlık, mafya, savaşlar, Hıristiyanlık propagandası ne ararsan bu eserlerde… Hem Türkçe’nin ruhundan uzak tercümeler bunlar… Dil zevkini körelten bu tarz tercüme eserlerin çocuklarımıza müspet şeyler kazandıracağına inanmıyorum. Buram buram Anadolu ve memleket kokan millî ve yerli eserler dururken listeyi ecnebilere ait bu tarz kitaplarla şişirmek sağlıklı bir yaklaşım değil.
Fransız yazarı Antonie de Saint Exupery'nin Türkçe’mize ondan fazla çevirisi yapılan Küçük Prens adlı eserinde baş kahraman olan Küçük Prens’in zikrettiği Türk diktatörden bahsediliyor. Kimdir bu diktatör?Bu eserin tercümesinde örtbas ediliyor. Ancak orijinalini okuyanlar bu sırra vakıf olabilir.
Bu ifadelerimden başka mânâlar çıkarmaya gerek yok. Batı’ya sırt çevirelim demiyorum. Fakat ölçüyü de kaçırmayalım. Dünya ülkelerinden hangisi böyle bir liste hazırlasa içine bizim klasiklerimizden birini koyar? Başımıza ne geldiyse Batı hayranlığından geldi. Fakat hâlâ aynı kafadayız. Değişen sadece zaman… Bu tarz listeler kimseyi tatmin etmez. Çünkü yetmiş milyonluk bir ülkede herkesin farklı düşünmesi doğaldır. Fakat asgari müştereklerde birleşmek de esas olmalıdır. Bu gibi okuma listeleri biraz da semboliktir. Yani ille de bu yüz kitabı okuyacaksın diye bir şart yok. Bunlar okumayı teşvik için bir vasıtadır. Onun için konuyu uzatıp sulandırmak faydadan çok zarar getirir. Listenin okumama hastalığımıza bir nebze de olsa derman olmasını diliyorum.
M.Nihat Malkoç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Deniz Kılıç Taze demlenmiş acılar |
|
Bıraktıkların daha fazla
gelirken getirip, giderken aldıklarından
Senden kalanlarla şiirler yazıyorum
sakın ha, yanlış anlama!
aşk değil anlattığım,
bak ;
ayrılık var satırlarımda
cesaretsizliğine rağmen yalnızlığımı savuruyorum
sağa, sola ve ortalara...
Daha neler çıkar senin terkedip gittiklerinden,
kaç mısra düşer dilime de,
okusan seni anlatır
okuman beni kanatır
iyisi mi sen bu mısralara hiç uğrama...
Sana mutluluk demleyecektim,
aşk kaynamadan kaçtın
Ben de rafa kaldırdığım hüzünlerimi salladım
koyu kan rengi acılar demledim ruhumda
kalsaydın sana sevgilerimi sunacaktım
yürek, yürek... içini açacaktım.
kalmadın
içime kapandım...
Yüreğime örttüm aşkı, üşümesin.
Sende kalan anılar var mı?
düşüm ıslandı da biraz, kurulayacağım.
Bırak onları ve çık lütfen
gözüme hasret kaçtı da,
ağlayacağım...
Deniz Kılıç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Petunya : Öykü Özü YAŞAMA DAİR NOTLAR 2 |
|
Konuşurken yüzüne bakılmayacaklar,
susarken, dinlenilecekler…
Severken incitilecekler,
sahte inceliklere sarılıp
paketlenip
bir başkasına
gönderilecekler…
Aranıp
özür dilenecekler
ve 'yesterday' eşliğinde
bir bardak soğuk su misali
geçmişin üstüne
içilecekler…
ya da
telgrafın tellerinde
hep bekletilmiş olanlar,
beklemeye devam edecekler…
Kendinden kaçmak için
her gün biraz daha sevilecekler;
biraz daha yaklaşmak için kendine,
biraz daha nefret edilecekler,
nefret edilecekler…
Resim yaparken düşünülecekler,
fotoğrafına bakarken yüzüne tükürülecekler;
hatırlanınca dalga geçilecekler,
hatırlamadan bile güldürecekler…
Düşününce içine su serpenler,
unutunca peşinde sürükleyenler;
İşine gelince
gelenler,
işine gelmeyince
gelmeyecekler…
Öykü Özü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Özhan Bilgin çingenenin aşkı |
|
yüzünde bir baharsız yol , bir çigan..
hüznünü ellerinde saklayan..
ellerinin karası,
tutunur türlü sokaklarda..
yorgun,
vah !.. vah ki,
anımsayıp durur sevi soluğu..
gönlünden bitap
düşerken..
uzaklar,
seherlerdir yol gözlerken,
yolların yüreğinde..
durur..
o durur..
bohçasından,
aşkına gem vuran etinden,
soyunur..
diriltir otağında çıplak tenini,
kanıyorken..
o sevişince rüzgarlar sevişir..
aşkı sığmaz uğultulara..
sesinde bir uzun yol, bir çigan..
sustukça uzayan..
hiç ölesi olmaz , yoktur..
aşkından ölürken..
işi
göç kadar güç..
yalnızlığı yürür,
çağı kuşanır , öylesi bürünen çağı..
başında bir apansız yol , bir çigan..
bir gidip, bir gelen..
uzanır özge sapağa.. yürüdüğü yolları
özlerken..
Özhan Bilgin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Faik Murat Müftüler |
LORAINIEN'lerin GİZİ -2-
Nihayet oturmuşlardı. Peter'in en baştaki tebessümünün yerini endişeli bir ifade almıştı. Bu ifade fazlasıyla Burak'ın yüz hatlarına yansıyor, on gündür biriken korkularını canlandırıyordu. Peter kısa bir solukla içini çekip söze girdi.
"Bu, altıyüz yıllık bir efsane. Şansın varmış ki bana rastladın. Anlatacaklarımı dinle. Tedbirli davranırsan, hayatını kurtarabilirsin" Peter'in bu sözleri Burak'ı dehşete düşürmüştü.
"Ne efsanesi? Ne ölümü? Neden?"
"Tamam. Sabret. Anlatıyorum. 15. Yüzyılda, İtalya'da, Montecassino manastırında yaşayan yirmi yaşında bir rahibin hikâyesi bu. Trajik bir hikâye. Rahibin adı Roberto Massimo. Yirmi yaşına bastığı yılın Temmuz ayında birden aklını kaçırmış. Daha doğrusu delirdiği zannedilmiş. Bir ayin sırasında Arapça, Latince ve İtalyanca olarak "Allah birdir ve Muhammed onun elçisidir. İsa Mesih Muhammed'i müjdeler" diye bağırmaya başlamış. Tabii söyledikleri bununla da kalmamış. Apar topar kiliseden çıkarılırken Kuran'dan ayetleri haykırıyormuş ve kapatıldığı hücrede uykusuzluktan sızana kadar bir an olsun susmamış. Manastır yöneticileri çocuğun içine şeytan girdiğine karar vermişler ve önce kırbaç cezasına çarptırmışlar. Ertesi gün sabah ayinden önce, tüm manastır ahalisinin gözü önünde ceza uygulanmaya başlamış. Roberto hala ayetler haykırmaktaymış. Efsane bu ya; cellat kırbacı vurdukça Roberto'nun sırtında yazılar belirmeye başlamış. Sağ kürek kemiğinin üzerinde Arapça "Allah" , sol kürek kemiğinin üzerinde de "Muhammed" yazılarıymış bunlar. Sırtı kesinlikle kanamıyor, kırbaç şakladıkça yazılar daha da netleşiyormuş. Papazlar hemen cezalandırmayı kesip Roberto'yu hücresine kapatmışlar. Tabii olayı neredeyse ikibin kişi gözleriyle görmüş. Görenlerin en az beşyüz kişisi de Arapça metinleri okuyabilen rahiplermiş. Bir sonraki gün manastırın avlusuna yığılan odunların üzerindeki çarmıha bağlayarak Roberto'yu yakmışlar. Manastır yöneticileri, olayın Vatikan'a yansıması halinde bir sansasyon yaratabileceğini ve bu durumun, manastırlarının saygınlığına gölge düşüreceğini belirtmişler. Bu nedenle de tüm keşiş ve rahiplerden bu olayı unutmalarını ve hiçbir şekilde hiçbir yerde bahsetmemelerini istemişler. Tabii bir gün önceki olay kesinlikle unutulmamış. Bir çok rahip o günden sonra el yazması Kuran'ları okumaya başlamış. Bunu fark eden manastır yöneticileri tüm Kuran'ları toplatarak kütüphanenin odalarından birine kilitlemiş ve Kuran okunmasını yasaklamış.
Olaydan iki ay sonra manastıra, Vatikan'dan kitap getiren bir kuryenin teslim ettiği eşyalar arasında birkaç tane de yağlı boya tablo varmış. Kitap ve tabloları teslim almakla sorumlu kütüphane yöneticisi Peder Lorraine tablolardan birinin ambalajını açtığında gözlerine inanamamış. Olağanüstü güzellikteki bu tabloda iki ay önce öldürülen Roberto ile kendisinin resmi varmış. Tablonun adı "İdamlık azizin kutsanması" imiş. Tabloda Lorraine, Roberto'nun ardında durmuş, elini omzuna koymuş, kulağına fısıldayarak genç rahibi kutsamaktaymış. İkisinin de yüzü oldukça netmiş ve tablodakilerin Lorraine ve Roberto olduğu şüphe götürmüyormuş. Tablonun arkasına atılan tarihten resmin bir yıl önce yapıldığını öğrenmesi ise Lorraine'i iyice hayrete düşürmüş. Yani Roberto'nun başına gelenlerden on ay önce. Resim imzasızmış ve kuryenin verdiği teslimat fişindeki listede de böyle bir tablonun adı veya özellikleri yazlı değilmiş. Hemen tabloyu bildiği en ücra köşeye saklamış.
Lorraine iki ay önce olanlardan en çok etkilenenlerden biriymiş. Tabloda kendi resminin olmasını, kendisine verilmeye çalışılan bir işaret olarak algılamış. Kütüphane sorumlusu olduğu için ortalıktan kaldırılan Kuran'lara ulaşması çok kolaymış ve o da öyle yapmış. Sonraki aylarda çoğu zamanını gizli gizli Kuran okuyarak geçirmiş. Okuduklarını Latince'ye çeviriyormuş. Bir süre sonra çevresinde, Roberto'nun trajik ölümüne şahit olan ve olaydan etkilenen genç rahiplerden bir kitle oluşmaya başlamış. Roberto'nun başına gelenlerin içinde mistik bir yan bulan ve olayın gizemine inanan bu rahipler birkaç yıl içinde Lorraine'in liderliğinde "Lorrainien Tarikatı" adında gizli bir örgüt haline gelmişler. Gizemi çözmeye ant içmişler ve olanlardan Papa'yı haberdar etmişler. Manastır yönetimi, Vatikan tarafından gönderilen teftiş heyetini, olayın 'Basit bir meczup hareketi' olduğu yönünde ikna edebilmiş.
İki yıl sonra bir muhbir Lorrainien'leri ve çalışmalarını manastır yönetimine ispiyonlamış. Lorrain'i hapsetmişler ve akıl almaz işkencelere maruz bırakarak tarikattaki diğer genç rahiplerin isimlerini öğrenmeye çalışmışlar ama tabii ki yaşlı kütüphaneci tek bir isim bile vermemiş. Boynundaki zinciri hücresinin tavanındaki bir çıkıntıya bağlayarak kendini asmış. Lorraine'in mahkûm edilmesinin ardından kütüphane sorumlusu olarak yerine yeni bir rahip atanmış. Onsekiz yıl sonra depoların temizlenmesi sırasında tablo ortaya çıkmış. Roberto'nun ve Lorraine'in yüzünü çoktan unutan manastır yöneticileri tabloyu Baş rahibin odasına asmışlar.
Manastırda esas şok Roberto'nun ölümünün yirminci yılında yaşanmış. Bir haziran sabahı Rahip olma niyetiyle manastıra gelen yirmi yaşında Andronikos adında Yunanistanlı bir genç, bir süredir gördüğü bir rüyadan esinlenerek bu kararı aldığını oda arkadaşlarına anlatmış. Diğer genç rahip adayları rüyayı yorumlaması için Andronikos'u baş rahibin yanına yollamışlar. Zavallım gördüğü rüyayı olduğu gibi baş rahibe anlatmış. Baş rahibin ise rüyayı dinlerken gözü sürekli odasının duvarında asılı duran tablodaymış. Tablodaki genç aziz, Andronikos'a olağanüstü benzemekteymiş. İşte o an baş rahip resimdekilerin Roberto ve Lorraine olduğunu fark etmiş. Andronikos ertesi gün manastır banyosunda ölü bulunmuş. Sırtında çok eskiden kalma kırbaç izleri varmış. Baş rahip aynı gün Roberto'nun küllerinin gömülü olduğu mezarı kazdırtmış. Kül vazosu yerinde yokmuş.
O zamandan beri her yirmi yılda bir yeni bir Roberto ortaya çıkıyormuş. Reenkarnasyon olayına benziyor. Ölen Roberto'nun yerine hemen bir yenisi doğuyor gibi. Bu nedenle de periyotlar hep yirmişer yıl.
Her neyse. İslamiyet'le Hıristiyanlık arasında, her iki din açısından da sapkınlık sayılabilecek, kendilerine özgü bir öğreti yaratan Lorainien'ler manastırdan ayrılmışlar; Roberto, Andriakos ve Lorain'in öcünü almaya yemin etmişler ve yüzyıllar boyu varlıklarını sürdürmüşler; ama bir kez olsun yeni gelen Roberto'ya Manastır yönetiminden önce ulaşamamışlar. Tüm Roberto'ların sonu da hazin bir ölüm olmuş. Bir çoğunun sırtında Roberto'nunkine benzeyen Arapça yazılar veya Andronikos'unki gibi kırbaç izleri varmış. Bu şekilde bir belirti taşımayanları da var. Özellikle de son Roberto'lar… Ama tümünün ortak özelliği, Roberto'ya çok benziyor olmaları. Eminim ki senin sırtında da Arapça yazılar veya eski kırbaç izleri yoktur"
"Uzun bir süredir sırtıma bakmadım" dedi Burak. "Belki de vardır"
"Boşuna zahmet etme. Dedim ya; bu sadece bir efsane"
"Rüyamda gördüğüm yaşlı adam Lorraine'di o zaman değil mi?"
"Evet. Bulmanı istediği resim de bahsettiğim tablo. Koridorun sonundaki aydınlık kapı ise Lorraine'in tabloyu sakladığı odanın kapısı"
"Rüyamı biliyorsun"
"Evet. Hem de her detayına kadar. Lorrainiyen'ler de rüyayı daha yeni öğrendi. Senden üç ya da dört önceki Roberto'dan"
"Onları manastır yönetiminden önce önce bulamadıklarını söylemiştin"
"Onu da bulamamışlardı ama çocuk günlük tutuyormuş. Başına gelenleri aydınlatabilmek amacıyla Montecassino'ya gitmeden önce rüyasını günlüğüne yazmış. Lorrainiyen'ler ilk birkaç Roberto'dan sonra olayın yirmi yılda bir hep temmuz ayında gerçekleştiğini fark edince takip etmeye başlamışlardı. Manastır infazları büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirdiğinden yeni Roberto'ların kimliklerini 20. yüzyılın başına kadar belirleyememişlerdi. O seferinde ise bir rastlantı veya bir istihbarat sonucu yeni Roberto'nun kimliğini ve adresini öğrenebilmişler. Evine gidip annesiyle konuşmuş ve benim şimdi sana anlattıklarımı kadına aynen anlatmışlar. Kadın da onlara çocuğun günlüğünü vermiş"
Peter fincanındaki son yudum kahveyi içip ayağa kalktı. "Hadi benimle gel" dedi. Hesabı ödeyip birlikte pastaneden çıktılar. Yola konuşmaya devam ediyorlardı. Burak merakla sordu:
"O zaman ben de yeni bir Roberto muyum?"
"Evet. Sanırım. Bu sabah kilisenin avlusunda seni tanımamın nedeni de bu. Eğitimim sırasında bu olayı işitmiştim. Özel bir ilgi duydum. Kulaktan dolma bilgilerle bir şeyler öğrenebildim. Lorrainien'lerin hala var olduklarını biliyorum ama daha bu tarikatın herhangi bir üyesiyle karşılaşmış değilim. Asıl önemli kazanımım, meşhur tablonun bir fotoğrafını elde edebilmiş olmamdır. Mesajını gizliden gizliye de olsa iletmek isteyen bir Lorrainien'in hazırladığı bir internet sitesinde var. Altıyüz yıl önceki Roberto'nun hatırlanabilmesini ve sonradan gelen benzerlerinin tanınabilmesini sağlayan tek delil olarak manastırda saklanan tablonun fotoğrafını çekebilme fırsatını bir şekilde bulabilmişler. Şimdi ona bakmaya gidiyoruz"
"Ama ben Hıristiyan değilim. Nasıl olur da bu olayın bir parçası olabilirim?"
"Hıristiyan olman şart değil. Az sonra bakacağımız internet sitesinde yazdığına göre Roberto'lar çok çeşitli milletlerden ve dinlerden olabiliyormuş. Ortak yönleri ise birbirlerine çok benzemeleriymiş. Lorainien'lerin iddiasına göre hep aynı kişiymiş"
"Bu durumda ben yaklaşık otuzuncu Roberto oluyorum değil mi?"
"Evet sanırım. O civarda. Yirmi yılda bir geldiğine göre her asırda beş, altı asırda otuz Roberto eder"
"Lorainien'ler intikam yemini etmişler dedin ya. Nasıl alıyorlarmış intikamlarını?"
"Esas amaçları herhangi bir Roberto'yu sağ kurtarıp öğretilerini dünyaya yaymakmış. Efsane de bu amaçlarına yardımcı olacakmış ama başaramamışlar. Her Roberto cinayetinden Vatikan'ı haberdar ederek manastır yönetimine rahatsızlık vermek, bazılarını yerlerinden etmek de bir nevi intikam olmuş onlar için"
"Vatikan madem soruşturma yapıp bazı yöneticileri cezalandırıyormuş da neden herhangi bir Roberto'yu sağ olarak isteyip kendileri sorgulamamışlar?"
"İşte işin en çetrefilli yanı da bu. Bunu da denemişler; ama tüm Roberto'lar Manastır'a girdiklerinin ertesi günü hücrelerinde ölü bulunmuşlar. Yöneticilerin, öldürmediklerine dair yemin billah etmesi işe yaramamış. Vatikan, her seferinde manastır yöneticilerinin emirlere itaatsizlik ettiklerini ve bir suçu gizlediklerini düşünmüş. Manastır yöneticileri ise manastırın içinde bir Anti-Lorainien hareketinden şüphelenmişler ama faillerini kesinlikle bulamamışlar"
Yürüyüşleri bir internet cafede son buldu. Peter Internet Explorer'i çalıştırarak adres çubuğuna bir URL yazdı. Birkaç saniye içinde açılan sayfada gördüğü resim Burak'ın ayak tırnaklarına kadar ürpermesine yol açtı. Kendisine çok benzeyen bir genç ve arkasında duran, rüyasındaki adam alabildiğine canlılığıyla rüyasını hatırlatıyordu. Burak'ın konuşacak hali kalmamıştı. Peter teskin edici bir sesle Burak'ı yatıştırmaya çalıştı.
"Korkma. Bunu erken fark etmiş olman senin için bir avantaj. Kurtulan ilk Roberto olacaksın. Eğer yeni Roberto'nun beklendiği tarihte ortaya çıkmazsan Manastır yönetimi de Lorrainien'ler de efsanenin son bulduğunu düşüneceklerdir. Ama bu yeni bir paniğin başlangıcı olacaktır" Burak kendini toparlayarak sordu. Sesi gırtlağından güçlükle çıkabilmişti.
"Ne paniği?"
"Roberto, İsa Mesih'in Muhammed'i müjdelediğini haykırmıştı. Dolayısıyla yirmi yılda bir gelen tüm Roberto'ların misyonu da buydu. Bu misyon ancak bir şekilde sona erebilir" Sözü Burak tamamladı.
"İsa Mesih'in kendisinin gelmesi halinde"
"Evet! Tam isabet. Bu nedenle de sen güvencede olabileceksin"
Peter'in bir linke tıklamasıyla siyah beyaz bir fotoğraf açıldı. Bu da kendisinden dört önceki Roberto'nun resmiydi. Çocuğun annesi günlükle birlikte fotoğrafı da Lorrainien'lere vermişti. Fotoğraftaki kişi de Burak'la ve tablodaki genç rahiple inanılmaz bir benzerlikteydi. Sitede, geçmişteki tüm Roberto'ların olası kimlik bilgileri için ayrılmış birer sayfa vardı. Tabii son dördünün fotoğrafları da... Her Roberto'nun ölümü Lorrainien'ler tarafından duyuruluyordu. Ancak küçük ve özensiz bir internet sitesi çok da etkin bir propaganda aracı değildi. Diğer fotoğraflara da baktılar. Hepsi de Roberto'ya da Burak'a da şaşılacak derecede benziyordu.
Arkası yarın
Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Erhan Eraslan (Müküs Deresi) <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.158 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Kırmızı rujlu hayat
Kırmızı rujlu, file çoraplı
Dolarlık bir fahişeydin sen hayat!
Gecenin onikisinden sonra yamyamların ziyaret ettiği
Buruşmuş göğüslü, tombul göbekli, varoş kadını Haticeydin sen !
Nice ayıpların sularını emdiğin,
Ucuz sigaralar, buruk şaraplar içtiğin
Nefesi genelev müşterilerinin nefesi kokan
Tadınla,
nice bakirelerin kanını emen
Bir yamyamdın sen hayat!
Çamurlara basmaktan usanıp
Topuklu ayakkabılarınla parkelerde tık tık gezmeye özendin.
Badanalı evlerde boğuldun,
Ve gittin çiçekli duvar kağıdı olan evlere.
Oysa,
Luks yatlara bekaretini vermemiş bir tazeyken
Daha güzeldin sen.
Ben seni basmadan yapılmış donlarınla secmiştim,
Bembeyaz kalçalarını dantelli donlara sokmamış halinle,
Oysa sen gittin,
Sattın bekaretimizi,
Cafcaflı,
Gürültülü
Ortamlara...
Tahta oyuncaklar atölyesinde saklarken
Çocukluğumu
Sen paslı bir kerpetenle söktün tüm çivileri...
Ve kırık dökük oyun parkında sallanırken
Zincirleri kırık bir salıncakta,
Sen yaşlı bekçiler gönderip kapattırdın
Yalnız parklarımı.
Taze kadınlığımı Kimse almayacaktı ,
sen alamayacaktın,
Böyleydi ağlarken geldiğim dünyaya verdiğim sözde
Hesapsızca..
Ben aşk masallarının renkli ciltlerine saklamışken
Ve bembeyaz gelinliği giymişken
Tüm masumiyetimle,
Sen geldin
Hiç çıkmayacak boyalar sürdün
Masum yüzüme..
Şimdi benden hiç utanmadan
İstiyorsun değil mi
Bu yaşamın bedelini
Git şimdi,
kendi çirkefine dön
devam et gece mesailerine..
Keşke sürmeseydin o kırmızı ruju be hayat!
Ayşe Kardeşoğlu
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
6 aylık erkek dalmaçyalı, sağlıklı ve çok hareketli, bütün aşıları tamam, bahçeli bir evde yaşayan ve ona iyi bakabilecek yeni sahibini arıyor! Aykut Özman aozman@egegaz.com.tr
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Have you been thinking about putting yourself up for sale lately? Ever wonder how much money you could get on the open human market? HumanForSale.com will attempt to place a value on your life using a variety of criteria in 4 basic facets of life (physical,mental,lifestyle,personality)... http://www.humanforsale.com/ İnsana nasıl değer biçildiğini merak edenlere.
Toplam 2712 kişi ile ilgili detaylı bilgileri bulabileceğiniz ve hatta mutlaka yer almalı dediğiniz önemli kişileri de ekleyebileceğiniz sağlam bir biyografi sitesi http://www.kimkimdir.gen.tr/ Mutlaka inceleyin.
Asp konusunda ne kadar iyisiniz? Bu soruyu okuyan bir çok kahvedaşımızın ha? ne? nasıl yani? ya da nereden çıktı bu soru? dediğini duyar gibiyim. Heyecean yapmaya gerek yok. http://www.maxiasp.net/ kısayoluna giriyor ve ayrıntılı bilgileri alıyorsunuz. Ve hatta sıkı bir eğitimle ustalaşıyorsunuz bile.
...Hırtaboz Kimir? diye soran hiperaktif ( ! ) arkadaşlara çözüm yolu : Arıza olma durumudur. 30 gün deneme süresi ile ( Trial Version ) dünyaya gelen çok değerli arkadaşlarımıza " Hırtaboz " denir. Ve işte size Bir kaç Hırtaboz replikleri... http://www.mizahturk.com/hirtabozlar.asp
Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
PhotoFiltre 6.1.3 [1,40 MB] Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe Photoshop ayarında diyeceğim müdavimleri kızacak biliyorum ama bu işi profesyonelce yapmayanlar için biçilmiş kaftan. Harika ve kullanışlı bir resim editörü. Hem de bedava. Yapabildiklerini gördükçe şaşıracaksınız. Plug-in ler sayesinde benzersiz bir programa dönüştürmek olası. İlla Türkçe olsun diyenler için Türkçe dil seçeneği bile mevcut. Uzun süredir kullanıyorum, yeni versiyonu çıkınca sizinle tekrar paylaşayım istedim. İstisnasız herkese tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
|
|
|
|
|