KMD 4.SAYI



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 816

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 9 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Ah şu iğneyi bir batırabilsek!..


Merhabalar,

4. SAYI ÇIKTI!İki gündür vakit darlığından söyleyemeyip boğazıma düğümlenenleri söyleyeyim bari. Elli yıllık bir ayıbı insan duyarlılığıyla bertaraf edebileceğimiz bir konuma nihayet geldik diye düşünüyordum. Hatta ileri giderek, bunun artık bir ortak tavır olduğundan dem vurmuştum. Yanılmışım. Biz Beyoğlu'nda yürüyüp etrafa taş yerine çiçek atalım derken, bir grup ne idüğü belirsiz adam sergilenen resimlere yumurta atmayı, alaşağı ederek gerçekleri deve kuşu misali sözde saklamayı seçti. Ne idüğü belirsiz diyorum çünkü, kendilerini ülkücü olarak adlandıran hatta ocak başkanı sıfatı kendilerine yakıştırılan saldırganlara başta ülkücüler olmak üzere kimse sahip çıkmadı. Elli yıl sonra halkımıza bir ayıpla yüzleşme şansı veren bu olayı böylesine dinamitleyerek ellerine ne geçti? Hiç, kocaman bir hiç. O resimleri alaşağı ederek 6-7 Eylül'ü tarihten sildik mi? Bu gavur, bu değil diye işaretlediğimiz evleri ertesi gün gelip yağmaladığımızı unuttuk mu? İşte bizim derdimiz bu. Tarihimizi bizden daha iyi analiz edip, açıklarımızı yüzümüze teker teker vuran batıyı hor görüp düşman bellemekten başka birşey gelmiyor elimizden. Çünkü gerçeklerle yüzleşmekten kaçıyoruz her fırsatta.

Milliyetçilik kavramı öyle bir kavram ki, karşı çıktığınız her noktada vatan haini, bağdaştığınızda ise faşist damgası rahatlıkla yiyebiliyorsunuz. Şimdi aranızda bu olanları kabul ya da red edenler olacaktır. Hatta, onca başka sorun varken neden bu? diye soracaklar da çıkacaktır. Ama gelin bu seferlik olayı milliyetçilik gözlüklerinden kurtulmuş sadece bir insan olarak anlamaya çalışalım. Biliyorum güzel memleketimin de dünyada gelişmekte olan milliyetçilik akımından etkilenmemesine imkan yok. Mesela ben bile, bizim nev-i şahsına münhasır bir aşırı milliyetçilik anlayışımız vardır diyerek, Bozüyük'te olanları görmezden gelebilirim. Ya da Diyarbakır'da "Abi yapma ben kürdüm" "Bırak o da kürt" bağrışmaları arasında Türk avına çıkan 15-16 yaşlarındaki yeni yetme kürt milliyetçilerine de diş bileyebilirim. Amma bunların hiçbiri işlediğim bir insanlık suçunu bana unutturamaz, unutturmamalı.

1950'de olan bitenleri pekçoğumuz daha yeni öğrendi. Ben de öğreneli şurada 5-6 yıl ya oldu ya olmadı. Duyduklarımdan, okuduklarımdan epeyce etkilendim. Eksik kalan görüntüleri o sergilenen fotoğraflarla tamamlamayı umuyordum, kısmet değilmiş. Yakın tarihimize ait bu olayları bilmeden, öğrenmeden hatta öğrenmekten kaçarak Avrupa ile ilişkilerimizi yorumlamak ve dahi yargılamak mümkün değil. Atalarımız ne güzel demiş "İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır" diye. Biz elli yıllık bir ayıbı bile kabullenemezken elalemin soykırım iddialarını nasıl anlayabiliriz? Çünkü aksini ispat etmek için önce ne dendiğini iddia edenden daha iyi anlamak gerekir.

Memleketimde görmezden geldiğim bir yabancı düşmanlığı sürüp giderken Fransız'ın beni neden istemediğini anlamaya olanak var mı? Hem bu düşmanlık Helga'ya, Nataşa'ya ya da Corc'a değil de öz be öz Türk vatandaşı ama adı Hristo, Niko ya da Hosrof olana olunca işin rengi değişmiyor mu? Sayılarını indire indire yüzbinin altına indirmişsin, hatta en çok korktuğun o Rum asıllı Türkler topu topu 1400 tane kalmış ama sen hala ayıp etmeye devam ediyorsun. Bunun adına da vatanseverlik diyorsun. Yemezler. Bir de şehir efsanesi yaymışsın ki duyanlar bir yerleriyle gülüyorlar. Parsel parsel memleketi alıp ele geçiriyorlarmış. Geçenlerde bir yerlerde okudum. Tüm memlekette yabancı pasaportlulara ait toprak Heybeliada'dan küçükmüş. Daha da komiği, Bodrum'da arazi almak isteyen İngilizlere İstanköy'ü gören yerlerden arazi alamazsınız deniyormuş. Neden anlamadım, Yunanlılar gelirken fenerle yol gösterirler diye mi korkuyorlar acaba? Komik, ama trajikomik. Eee ne demişler balık baştan kokar. Yönetim cengaverliğe soyunup "Bir koşul daha söylerseniz çekip giderim." derse, yönettiklerini sandıkları neler yapmaz ki?

Romantik bir haftasonu geçirmenizi dileyerek sizlere ortama uygun bir şarkı seçtim. Michel Fugain seslendiriyor, Une belle histoire. Pazartesi görüşmek üzere esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Aynaya bir bakalım

İzmir Fuar' da Erol Evgin ve Adile Naşit'le birlikte onlarca sanatçının rol aldığı 'Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı izleyip eve dönerken, birkaç saat daha gecikirsek geceyi başka yerde geçirebileceğimizi aklımıza getirmemiştik, biz beş arkadaş. Gece yeni güne devretmişti, 12 Eylül 1980'e.

Bugün Türkiye farklı terör tehditleriyle kıvranırken, iki yüz elli milyar dolar dış borçla bağımsızlığını neredeyse tartışılır duruma getirmişken, yirmi beş yıldır büyük bir talan ortamında tıknefes kalmışken, bir avuç zengini ve sadaka bekleyen milyonlarıyla 'ülke ve yurttaş' kavramı büyük yaralar almışken, yaşamsal ödünler vererek Avrupa'ya kapılanmaya çalışırken ve asıl önemlisi kimliğini ve geleceğe olan umutlarını yitirmek üzereyken...

12 Eylül 1980 tarihini nasıl unuturuz?

Bu tarih ertesi gençliğin ve o gençliğin dinamizmi ile üretilecek heyecanların, umutların üzerinden silindirler geçmedi mi?

Bu tarihi izleyen dönemde, ülke ekonomisi ve siyasası dünya egemenlerinin planları doğrultusunda uluslar arası tekellerin, finans güçlerinin rotasına eklemlenmedi mi, onların insafına bırakılacak ortamlar, dikensiz gül bahçeleri hazırlanmadı mı?

Eğitim birliğinin bir daha onarılamayacak yaralar almasını doğuracak, insanların ve gençliğin yalnızca köşe dönmeciliğe koşullandırılmasını sağlayacak düzenlemeler birilerinin eliyle ve destekleriyle bu tarih ertesinden başlayarak hayata geçirilmedi mi?

Ülkenin daha fazla ekonomik sefilliğe, değişik terör bataklarına sürüklenmesinde kendi çıkarları doğrultusunda büyük devletler rol oynarken; 'bizimkiler' onları ve planlarını 'küreselleşme masallarıyla' içeri almak için kapıları sonuna kadar açmadı mı?

Ancak yine de ben.

12 Eylül Cuntası ve onların yol açtığı siyaset ve siyasetçiler haklı olarak eleştirilirken hep bir yönün eksik bırakıldığını ya da yeterince değerlendirilmediğini düşünürüm. Komplo teorilerine de kulak asmamaya çalışırım.

Kuşkusuz bindokuzyüz kırklardan bu yana izlenen siyasetler ve verilen ödünlerle ülke, kurumlarıyla her türlü etkilenmeye ve dışardan müdahalelere uygun ortamlar yaratılmıştı. Kuşkusuz örneğin özellikle on iki eylül ertesi tüm olayların bıçak gibi kesilmesi çok manidardı.

Ancak.

Bu özel tarih ve öncesi konuşulurken. Bay Süleyman Demirel başta olmak üzere ülkeyi yönetmeye talip olmuş ve yönetmiş 'sivillerin', 'politikacıların' ufuksuzluklarını, yanlışlıklarını nasıl unuturuz?

Oluşan kaotik ortamın, çözümsüzlüğün mayasında onların 'çapsızlıkları', inatları, önyargıları, ve elbet fikir ve tutumları harmanlanmamış mıdır?

Bu ülke Mustafa Kemal'in binde biri kadar yürekli, ondaki ülke ve insan sevgisinin milyonda birine sahip, kendine ve insanına güvenen, azimli yöneticileri bunca yıldır yetiştirip, yönetime getiremediyse. Eğer varsa, onların arkasında duramadıysa.

Herkesin boy aynasında önce kendisine bakması gerekmez mi?

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
47 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  İBRAHİM USTA

- Hocam, sana zahmet şu bizim çaycıya sesleniver. Üç tane çay getirsin. Hem yandan çarklı, hem de mavi demlikten çeksin.
- Hayda! Hem de benim mekanımda, oldu mu ya şimdi? Yakışık almaz, siz gelin oturun bakalım önce şöyle.
- Bu sefer bizi kırma ustam, bu akşam çaylar bizden olsun.
- Yok, olmaz öyle şey canım. Kırk yılda bir geliyorsunuz. Son zamanlarda zaten ayağınız iyice kesildi. Arayıp sormaz oldunuz.. Gelin, gelin, ha şöyle elektrik sobasının yanına oturun.
- Bak İbrahim Hoca, her seferinde çayları sen ısmarlayınca olmuyor ama. Kendimizi beleşçi gibi hissediyoruz.
- Boş verin şimdi çay parasını, geçin, geçin şöyle oturun.
- Hocam sen ayakta kaldın ama.
- Yok yok, niye ayakta kalacakmışım. Ben şimdi bir şeyler bulurum.

İbrahim ustanın mekanına düştüğümüz her gece üç aşağı beş yukarı aramızda böyle bir muhabbet geçer. Daha kapıdan adımımızı bile atmadan bize ne içeceğimizi sorup, bir koşuda köşedeki kahveye çaylarımız ısmarlayıp geri gelir. Mevsimler değişir ama bu ilk diyaloglar hep aynı kalır. Çaylar içilirken bir yandan hasbıhal edilir, arkasından İbrahim Usta uğramadığımızdan yakınan birkaç sitem yüklü cümle söyler, sonrasında ise zaman ezgilerin bazen kahırlı, bazen neşeli ama hep kıvrımlı sokakları arasında dolaşmaya başlar.

Ben Usta'nın mekanında pek rahat durmam. Bazen elime bir tahta parçası, yarım kalmış bir ud, bir darbuka, yada tamir için gelen çalgılardan birini alıp oyalanırım. O akşam Şükrü zaten uduyla geldi. Hepimize sandalye yetmediği için küçük bir boya kutsunu tabure gibi kullanıp üstüne oturdu. Hemen yanı başında yerde duran darbukayı yokladı.

- Ustam çıtayı yine atmış bu. dedi.

İbrahim usta darbukayı aldı. Vidaları gevşetti. Filmin kenarlarını çıta etrafına yeniden sardı.
Sesi kenardan başlayarak küçük vuruşlarla yokladı. Tamam anlamına gelen bir gülümsemeyle küçük plastik sehpanın üzerine koydu. Dışarıda sicim gibi bir yağmur yağıyordu. Çaycı Fikri boşları alıp saçak altından koşarak kahveye döndü.

İbrahim Usta'nın dükkanından içeri ilk girdiğinizde önce bir hurdalığa girdiğiniz hissine kapılırsınız. Kapıdan adımınızı attığınızda yerler ve bütün eşyaları kaplayan koyu bir talaş kokusu duyarsınız. Yerde çamaşır makinesinden bozma basit bir torna, boya için kullanılan küçük bir kompresör, ve kocaman tambur şeklinde bir ağaç zımparalama makinesi vardır. Karşıki duvarda takım askıları, ve tezgahın üzerinde de birbiriyle alakasız bir sürü alet, eşya, ıvır zıvır doludur. Tezgahın önünde duvarın kıyısında kemik tutkalı kaynatılan, her zaman üzerine oturtulmuş üç kiloluk bir boya kutusu olan piknik tüpü yer almaktadır. Duvarlarda üzeri talaşla kaplanmış ud gövde kalıpları ve bir iki de kalıp şeması vardır. Kapının yanında biçilmek için zamanının bekleyen Akçaağaç, ceviz ve kavlağan (çınar) tomrukları dizilidir. Onların üzerinde de kırık bir kanun, keman kalıbı, belki lazım olur diye kenara kaldırılıp konulmuş yarısı oyulmuş bir bağlama teknesi ve saymakla tükenmeyecek daha bir sürü gıldır gıcık eşya vardır. Atölyeden büro alarak kullanılan temiz ve daha düzenli olan öteki bölüme geçilir. Burada her zaman sipariş olarak getirtilmiş gitar, keman, fülüt, ney, enstrüman telleri, udlar ve bağlamalar bulunur. Bir çoğu duvarlara düzenli olarak asılmış, yere doğru sarkmaktadır. Ama her zaman aslı olanlar dışında yerde duvarlara dayanmış birkaç enstrüman daha vardır. Özetle söylenecek olursa bu mekan her zaman ceviz, çam, akçağaç, kavlağan, maun ve gül ağacı kokar . Baktığınız her yerde gözünüze bir enstrümanın ince, parlak ve cilalı ince işçiliğin yarattığı sanatsal kıvrımlar dokunur.

Ustamın yani Hocamın mekanında her şey konuşulur ama aşk, sevda konuşulmaz. Orada bütün sohbetler eninde sonunda müziğin olduğu sokağa çıkar. Şiirler şarkı olup ezgilerle kucaklaşır ve hepimizi alıp zaman ve mekan ötesi başka bir dünyaya götürür. Zaten aşktan, sevdadan söz etmenin gereği de yoktur. Sevda, ayrılık, özlem, kavuşma, hatta gizli gizli tenhalarda buluşma burada namelerin eteklerinden ellerimize, yüzlerimize, yüreğimize dökülür. Bizim sözcüklerimize gereksinim duymadan telden tele yürekten sele dönüşüp coşarak konuşur.

Ustayla aramızda hiç konuşmadan vardığımız gizli bir anlaşma vardır. Biraz sohbet ettikten sonra bana mutlaka ney üfler. Bitirince "Ağzına, nefesine, yüreğine sağlık hocam."derim. Usta o zaman "Segahtan girip, hicaz yaptım, hüzzamın ardından rast ile de bitirdim."benzeri benim hiç anlamadığım bir açıklama yapar. Sevdiğim ezgiler hakkında bana bir şeyler öğretmeye çalışır. Eğer gündüz vakti uğramışsam ve çayımı da bitirmişsem izin isteyip çıkıp giderim. Hocam biraz daha oturmam için ısrar eder ama bunun bir işe yaramayacağını o da bilir. Hiç bir söz beni kulağımdaki ney nağmeleri ile sokaklar arasında kaybolmaktan alı koyamaz.

O akşam diğer akşamlardan biraz daha kalabalıktık. Çaydan sonra yeni bir sigara yaktım. Sohbet durup dururken kesildi. Dükkana derin sessizlik çöktü. Yağmur sesi saçaklardan dükkanın içine kadar taşıyordu. Bu suskunluk yeni bir başlangıcın habercisiydi. Meşk etmenin vakti saati gelip çatmıştı. Şükrü duvara dayayıp bıraktığı udu kılıfından çıkarıp eline aldı. Akordunu kontrol etti. Bir iki küçük tın tın sonrası akordun tamam olduğunu birbirlerine bakarak onayladılar. İbrahim usta boğazını temizledi. Neyi eline alıp hafif yan dönerek oturuşunu ayarladı. Dudak neye yapışırken sarı bıyıklar eğrildiler. Tam bu sırada aklıma İbrahim Hoca'nın ney üflemenin püf noktasını anlatan sözleri geldi. Hocam,. "Ney üflemenin bir kıvamı vardır. Senden yarım metre ilerideki bir muma üfler gibi üfleyeceksin. Ama mumu söndürmeyeceksin. Sadece mumun şulesi dalgalanacak. Ne sert, ne daha yumuşak."derdi.

İbrahim Hoca gözlerini yumdu, neyi üflemeye başladı. Şükrü'nün parmakları da udun tellerdeki yumuşak dokunuşlarla peşine takılıp ardı sıra yürümeye başladı. Neyin sesi küçük odayı doldurdu. Şimdi işte, tam şimdi bütün sohbetlerden daha tatlı bir başka konuşma başladı. Başımı öne eğip gözlerimi kapadım. Aklımı, bedenimi ve yüreğimi neyin sufi namelerinin arasına bıraktım.

Denizin, Sinop Kalesi bedenini döven dalgaları yollara taşıyordu. Gece yagmurlu ve zindan gibi karanlıktı. Aslanbey Konağında bir gelin ağlıyordu. Elinin kınası bile solmadan, daha üç aylık evliyken Kocası Batum'da kalmıştı. Böyle bir ağlamak hiç görülmemişti. Sokaklara taşan beyaz köpükler gibi göz yaşı döküyordu. Elimi uzatsam, nağmelerin perdesini aralayabilsem göz yaşlarına dokunabilirdim. O tazeyi koca konağın ıssızlığında gözlerinden kanlı yaşlar akarken bırakıp müziğin sonsuz dünyasında yürümeye devam ettim.

Tam burada, sesin tizden kademe kademe aşağılara kaydığı yerde Dursun'ların Recep'e rastladım. İki tarafı açlarla kuşatılmış yoldan iki atın çektiği bir yaylıda Dıranaza doğru gidiyordu. Sinop Maphushenesinden evine doğru yola çıkalı iki saat kadar olmuştu. Tam on sekiz senedir Sinop Damı'nda yatıyordu. Son mektupta "Gel artık, çocukların boyunu geçti."demişlerdi. Demişlerdi demesine ama vakti, zamanı gelmeden buradan da çıkılmazdı. Dursun Emmi adadığı, görür görmez şeytan savsın diye kanını akıtacağı sakız koçla tam üç gündür yolunu gözlüyordu. Yüreği can evine sığmıyor, kafesinden uçup gitmek isteyen iskete gibi pır pır ediyordu. Ben sakız koçu, adamın Kolaz'daki evini hiç görmedim. Neyin sesi titrediğinde sadece bir an için gözümde canlandı. Sonra da silinip kayboldu.

Sular durulup, dalgalar denize çekilirken kargıyı inleten nefes yavaş yavaş sükunete doğru ilerliyordu. Beyaz etekleri savrulan kır bıyıklı bir derviş semah dönüyordu. Ayağının altına bulutları sermişlerdi. Dalgalar sıra sıra kumsala yatıyordu. Sonra denizin üzerinde kocaman bir ay yüksedi. Sular çekildi ve ezginin beni içine aldığı rüya sona erdi.

İbrahim Usta'ya "Yapma be usta., zaten sigaradan kalbura dönmüş ciğerimizi söküp çıkardın. Yeter artık, şimdi biraz neşelenelim."dedim. Şükrü Hoca Darbukayı, İbrahim Usta Udu eline aldı. Sonrası malum, ben bile karga sesimle onlara katıldım.
Başladık ;

Tersaneden çıktı efe alayı.
Millet bahçesinde verdik molayı.
Aman Hakkı Reis nedir kolayı
Bu sene balıkçılık ta
Pek yaman kaçtı.
Şımbırlaka lak lak.
Çek mostarı çek.

Seyfullah Çalışkan
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,179,179,179,179,179,179,179,179,17
              6 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Filiz Mercanköşk

 Şair Kahveci : Filiz Mercanköşk


  SON KAZAK

İnce bir dokunuşun, derin izleri duruyordu orada. Bir tarih, bir kart ve bir sevgi mesajı. Zamansızlık duygusu yaratıyordu baktıkça ve anladıkça.

Sustuk birlikte, son ördüğü kazağın, aslında başına ördüğü en büyük dert olduğunu söylediğinde. Kazağı alıp kokladı ve katlayarak sepete yerleştirdi. Kollarını sıvadıktan sonra bulaşıkları yıkamaya koyuldu. Bir yandan da türkü mırıldanıyordu. Salına da salına da gel, güzel yarim, dön dolaş yine bana gel. Sanırım türkünün sadece bu kısmını biliyordu.

Kulpları gül motifli gümüş tepsiye fincanları önceden hazırlamıştı. İşini bitirmiş olmanın rahatlığıyla iç çekti. Çayları doldurup yanıma oturdu. Tüm bunlar olurken, ben onu, ellerini, bulaşıkları nasıl yıkadığını, mutfağın dekorunu, duvarlara asılı duran her şeyi ve pek tabi ki o malum kartı gözden geçiriyordum.

Dikdörtgen şeklindeki dar ve uzun kart, gümüş rengiydi. Üzerine düşen ışıklar farklı tonlar olarak yansıyordu, tıpkı gökkuşağı gibi. Küçük ve sevimli bir erkek çocuğu, iki eliyle kavradığı şemsiye ile gövdesi arasında, bir buket gül tutuyordu. Kıvrılmış paçaları, çıplak ayakları, yüzündeki tatlı ve mutlu gülümseyişiyle. Sağanak yağmur, oluşturduğu su tabakasıyla sokağı yıkıyor, küçücük dalgacıklar titreşip dururken, oradan buradan sızarak güllerin üstüne düşmeyi başarmış bazı su damlacıkları, billur gibi muhteşem görünüyordu. Yanında pötükareli, etek boyu diz altı olan bol elbiseli, sarı saçları omuzlarında, tatlı bir kız çocuğu; çenesine değen güllere gülerek bakıyor ve onları koklamaya çalışıyordu. Onun da ayakları çıplaktı. Arkalarında kalan evler ise net görülemiyordu. Resmin en tatlı yanlarından biri ise her ikisinin etrafında onları kuşatmış olan, kabartıldıkları için anlamları daha da güçlenmiş fuşya rengi kalplerdi.

Aynısını olabildiğince taklit etmeye çalıştığım bu sözler, resmin tepesindeydi. Kartın içine şu not iliştirilmişti. Telaşlanma, sadece Valentina'yı yalnız bırakmak istemedim. Sevgililer günün mutlu olsun.

-O gün ben ona ellerimle ördüğüm bu kazağı hediye etmiştim. Sonraki buluşmamıza üzerinde kazakla ve elinde güllerle geldi. Hemen orada bana evlilik teklif ettiğinde hava karttaki kadar yağmurluydu. Bir ayaklarımız çıplak değildi. Kabul ettim. Son ördüğüm kazak o olurken, başıma aldığım en büğük dert de evet dediğim o adam oldu. Şimdiki günlerimi o tatlı derdimi bunca yıla rağmen sevmekle geçiriyorum. Sevmek bazen zordur ama güzeldir kızım.

Teşekkürler Aynur teyze. Yıllara rağmen sadece kağıt üstünde değil, gönlünde tuttuğun sevginle içimi aydınlattığın için. Ne yaparsak doğru, ne yaparsak yanlış olur? Aşkımız öyle mi uzun ömürlü olur, yoksa böyle mi bir çırpıda biter? Ya ondan bıkarsam? Benden bıkıp bırakırsa? İlişki monotonlaşıp aldatırsa, aldatırsam? Susmalı mıyım, konuşmalı mı? Galiba ayaklarımın üstüne sağlam basmalıyım vb. nice iç hesaplaşmalarıyla içimizi kemiriyoruz. Sağlıklı ilişki yöntemleri öneren kitaplarda yemek tarifi verilir gibi verilen ilişki tanımlarıyla, inşa edilmeye ya da kurtarılmaya çalışılan birlikteliklerin hat safhaya ulaştığı bir zamandayız. Boşa koyuyoruz dolmuyor, doluya koyuyoruz almıyor. Çoğumuz ya medeni hal olarak yalnızlığı seçip üç-beş günlük ilişkilerle tatmin olmakta, ya da evlilik kurumunda aynı yatakta yattığımız halde, acı dolu yalnızlıklarımızı hafifletebilmenin çarelerini hoş veya nahoş yollarlarda bulmaya çabalamaktayız. Bazen ne yazık ki elimizdeki güzellikleri görememekte, öte yandan çok çabuk tüketip, çabuk bıkmaktayız. Sonra nerede bu gerçek sevgiler diye yakınmakta, sessiz çığlıklar atmakta, deniz fenerlerinin bizi aydınlatmasını ummakta ama buna bir türlü inanamamaktayız.Güvensizlikler, kaygılarla, tadını çıkaramadığımız aşklar ve evlilikler arasında sıkışıp mutsuzlaştık. Belki çabalıyor, sabrediyor, hatta ilişkiyi kurtarmak için yıpranıyor, olmayınca tükenip, bu akamayan derenin durağan akışına, ne olacaksa olsun umarsızlığıyla teslim oluyoruz. Bazen geniş gönüllü ve kendine güvenen yanımızla kendimize hayatın kısalığını, her zaman sevgiyi bulamayacağmızı, bu yüzden onu hissettiğimizde hesaplaşlamaları bırakıp, doya doya, içimizden geldiğince yaşamamız gerektiğini söylüyoruz. Acı varsa sonunda çekeriz, mutluluk varsa güleriz deyip cesaretleniyoruz. An geliyor, doğallığın ellerine bıraktıgımız ilişkilerimiz nasıl oluyorsa bir yerlere kancayı takıp bizi acıtmaya başlıyor. Aynanın karşısına geçip kendi kulağına küpeyi takan yine bizler oluyor; ne yapacağımızı bilmez, kararsız ve güvensiz insanlara dönüyoruz. Ne olur her şey bu kadar gerçek olmasa, ya da gerçekler farklılaşsa. Gerçekleri yaratanların bizler olduğumuzu görebilsek ve sayılı günlerimizi huzurla geçirebilsek. Yaşamın diğer yüzünde sizler gibilerini her gördüğümde yüreğime su serpiliyor Aynur teyze. Umut veriyorsunuz. Yok olmamışları gösteriyor ve yok olmayacakları müjdeliyorsunuz sanki. Temiz ve adam gibi sevgileri, hep naftalin kokulu sandıkların içinde, geçmişte değil, geleceğe hazırlanmış çeyizler gibi olan çocuklarımızın bohçalarında -yarınlarında- görebilmeyi ne çok isterdim oysa. Ütopyası gerçekleşenler vardı değil mi bu dünyada?

Filiz Mercanköşk
fmercankosk@yahoo.com.au
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Türlü

Ne kadar çabuk geliyor şu Perşembe anlamadım gitti. Ne zaman kendi kendime söz versem, hatta; "Ne yap ne et, bu hafta KM yazını Perşembe gününe bırakma, son güne kadar bekleyip iki ayağını bir pabuca tıkma, son dakika yazdığın yazılarla KM okurlarının haybeye canını sıkma" diye kendimi şartlandırsam, olmuyor işte, olmuyor bir türlü...

Sorup duruyorum kendime; "Neyi bekliyorsun ? Edi gibi güncel haberler de yazmıyorsun, öyleyse neden bekliyorsun ? Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan hatta hafta başından belli değil mi ? Üstelik; ilham perisinin sana; "Her Perşembe gelirim" dediği de yok, eee ?". "Tamam ya, üstüme varma" diyen klavye tutan yanım her seferinde baskın çıkıyor ve allem edip kallem edip bu tatlı uğraşı Perşembe'ye ertelemek için türlü türlü neden bulabiliyor.

Şiir yazmak istiyor canım mesela; hemen öbür yanım araya giriyor, başlıyoruz kafa kol güreşmeye. "Eskiden yazardım, yine yazabilirim" diyorum, iplemiyor; "Bari, eski şiirlerimi paylaşmama izin ver" diyorum, tınmıyor. Ne yapacağım bu baş belası ile bir türlü bilemiyorum. Elimden bir kaza çıkacak, söylemedi demeyin.Edi desen hepten alem adam; "Politik yazılar olmaz, ben gerektiğinde yazıyorum" diyor, "Aşk yazıları senin neyine be ihtiyar !" diye söyleniyor, elim kolum bağlı beklerim elbette Perşembe'yi. Bekle bekle, sabahtan beri; gelemedi gitti şu kör olmayasıca peri. Böyle olmayacak canım, ne yapıp edip şu Edi ile konu konusunda özgürlüğümden asla taviz vermeyeceğimi; altı çizili, üstü bold olarak ( üstüne üstlük italik olarak yazsam daha mı etkili olur bilemedim, sonra düşüneyim bunu ) belirtmeliyim. Hatta; "Şiirlerimi de ne yapıp edip; KM Dergi'de yayınlayacaksın, işte o kadar !" diye posta koyup delirtmeliyim. "Köle miyim yahu, aklıma ne eserse, rüzgar nereden yellerse" diyebilmeliyim bir türlü.

Bugüne dek; türlü anılarımı paylaştım sizlerle. Her türlü fedakarlıkta bulundum, günü günüsüne yazılarımı yollamaya gayret ettim. Hatta birgün ( tahmininiz üzere Perşembe ) mesai biterken yolladım postamı. Kurt düştü içime 24:00 sularında Edi'yi aradım. E-posta, bana da posta koymuş ve yazım kendisine ulaşmamış. Sorumlu yazarınız olarak; bu soruna pabuç bırakamazdım. Çizgili pijamalarımın üzerine pantolonu çekmemle kalkıp işyerine gitmem bir oldu ( Gece bekçisinin; "Hayrola Abi ?" sorusuna bile aldırmadım ). O posta hesabından göndermeyi dene, olmadı, şu posta hesabını dene, bir türlü rastlamadım gidene. Ne demişler; "Azimle postasını yollamak isteyen Edi'nin hesabına bile girermiş". Sağolsun, afrayı tafrayı bırakıp şifreyi verdi. Sevgili Cuma yazısı da türlü badirelerden sonra muradına erdi ( Anti parantez; Edi'ye ilk ve son kez posta koyuşum da budur en nihayetinde ! ).

Öyle böyle derken, bu Cuma günüsü de sizlerle beraber olabilmeyi başarabildim bir türlü. Önümüzdeki Perşembe'ye kadar türlü türlü bahane üretmeyeceğime huzurlarınızda söz veriyorum. Aşk da yazsam, şiir de yazsam bir türlü beceririm diyorum kendi kendime. Yeter ki; davranayım erken, böyle Perşembe'ye sıkıştırayım derken akşam oluvermiş bile.
Ben hesabı isterken; siz uslu uslu oturun :

Bizim borcumuz neydi garson kardeş ?
.......
Bu ne yahu ? 14 adet türlü mü ?
.......
15 mi oldu ? Daha neler ? Başlığı da say öyleyse 16 olsun. Yok yok sayma, 15 kalsın, üstü senin bahşişin olsun.

En önemlisi; hepimizin haftasonu türlü türlü neşeyle dolsun...

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              11 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Sevgi (1.Bölüm)

Gerçek bir yaşam öyküsüdür...

İki elini belinin arkasında birleştirip, pencereye biraz daha yaklaştı. Bir operatör; iş makinesini park etmeye çalışıyordu. Geri geri giden araç, kesintili, tiz bir ıslık sesi çıkarıyordu. Bu gün de diğer kış günlerinden farklı değildi; puslu, gri bir hava şehrin üzerine minik kar taneleri ile birlikte kasvet yağdırıyordu. Etrafını yüksekçe dağlar saran, topoğrafik yapısı ile derin bir hamam tasını andıran bu küçük Anadolu şehrinin üzerini; bacalardan yükselen gri dumanlarla oynaşan, karanlık, yarı uykulu, yüklü bulutlar sarmıştı.



Bakışları; meydanın ortasındaki Atatürk heykeline yöneldi. Meydana dik bağlanan yolların üstünü; çukurlaşmış lastik izleri olan, cıvık, çamurlu bir kar tabakası kaplamıştı. Kaldırım kenarlarına; egzoz gazları ile daha da kirlenmiş, ziftli karlar yığılmıştı. Tek tük araç geçiyor, meydanın etrafında manevra yapıp, yön değiştiriyorlardı.

Sadece heykelin üzeri ve fıskiyeli havuzun içi; bembeyaz karlarla kaplıydı. Renkli atkılarına sarınmış birkaç çocuk, burada kar topu oynuyor, minik ama temiz ayak izleri ile kar tabakası üzerinde haritaya benzer kabartılar oluşturuyorlardı. 'Çocukların ayak izlerinden oluşan bir harita'. Bu fikri ile yüzü aydınlandı, bir gülümseme dudaklarından başlayıp, dalga dalga gözlerine doğru yayıldı.

Bir örnek gibi duran gri-siyah tonlarındaki paltolar giyinmiş adamların sarındıkları kaşkolların ardından ancak göz kısımları seçilebiliyordu. Dikkatli adımlarla sağa sola koşuşturuyorlardı.

O esnada çalan telefonun sesiyle irkilip, masasına geri döndü. Arayan Fen İşleri Müdürüydü. Ekibi toplamasını ve araçların başına gitmelerini emrediyordu. Bir köy yolu kapanmıştı, iş makineleri ile bu yolu en kısa zamanda açmaları gerekiyordu. Çay bardağında kalan soğumuş çayının son yudumunu kafasına dikti. Elindeki sigarasını kül tablasında ezdi.

Az sonra, iş elbiseleri üzerine geçirdikleri kalın paltolarına sıkıca sarınmış bir grup insan, Belediye Binasının önünde koyu renkte bir öbek oluşturdu. Marşına basılan her aracın motor sesi; şehrin bölünmüş gündüz uykusunu açmaya çalışan homurtulu esneme seslerini andırıyordu. Egzozlardan çiğ, ziftli gazlar püskürdü. Büyük gürültülerle birbirlerini takip eden rehavetli bir konvoy oluştu.

.....

Görevlerini tamamlayıp, geri döndüklerinde yaklaşık dört saat geçmişti. Belediye personeli çoktan paydos etmiş, bu kısa kış gününde akşam erkenden olmuş, meydan daha bir ıssızlaşmış, sokak lambalarının sarı ışıkları yolları aydınlatmaya başlamıştı.

Aracını teslim eden Ahmet de, diğer arkadaşlarıyla vedalaşarak, evinin yolunu tuttu. Meydandan uzaklaştıkça yerlerdeki kar kalınlığı artıyor, yürümesi güçleşiyordu. Omuzlarına günün yorgunluğu çökmüş, sırtı biraz daha eğrilmişti. Dik bir yokuş olan sokaklarının köşe başındaki bakkala uğradı.

-Ustam, üç ekmek, yarım kilo peynir, on yumurta, bir de.....

Sustu. Sabah evden çıkarken karısı bir şeyler istemişti. Çiçek yağı mıydı? Yoksa bir kilo salça mı? Anımsayamadı.

-Sen bunları ver de, olmazsa oğlanı yine yollarım.

Eldivenin tekini dişlerinin yardımıyla çıkarıp, paltosunun cebine yerleştirdi. Çıkardığı birkaç kağıt ve bozuk parayı bakkalın eline tutuşturdu. Çıplak elini paltosunun cebine sokup, diğer eliyle poşeti sıkıca tuttu.

-Geciktim bugün. Semih uğradı mı?

-Yok, görmedim. Arada buraya da cigara almaya gelir... Kapanan yol var mı?

-Açtık bir ikisini. Sağ olasın. Hadi bana eyvallah, evli evine, köylü köyüne...

Kaya kaya yokuşu tırmanmaya başladı. Hiçbir iş makinesinin giremediği bu dar sokakta biriken karları komşularla birlikte imece usulü kazma kürekle temizliyorlardı. Karların çok yoğun biriktiği, bir metre yüksekliği aştığı günlerde, çocukların okullarına gitmeleri için, tünele benzer bir yol kazmaları gerekiyordu.

Derme çatma kalaslardan yapılmış bahçe kapısını, gıcırdatarak açtı. Bahçeye adımını atar atmaz sarı tüylü, kara gözlü bir köpek bacaklarına dolandı. Eğilip, köpeğin kafasını okşadı. Şımaran köpek, yılışık hareketlerle sırtını karlara yaslayıp, ayaklarını havaya kaldırıp, debelendi. En son karnı da okşandıktan sonra, mırıltılı sesler çıkarıp, karşılama törenini tamamladı.

Kapıdan içeri girdiği anda, evdeki herkes onu görünce ayağa kalktı. Biri paltosuna çıkarmasına yardım etti, biri ayağına bir terlik tutuşturdu, biri elindekileri aldı. Kızının parlak siyah saçlarına bir öpücük kondurdu, ufak oğlanı yanağından öptü.

O ellerini yıkmaya giderken, 'Hemen sofrayı kuralım kızım.' dedi evin annesi, adı gibi Sevgi'yle...

Yere pötikareli bir sofra bezi yayıldı, büyükçe bir kasnak bezin tam ortasına yerleştirildi. Mutfakta kısmen hazırlanmış sininin üzerine, limonu sıkılan salata da koyulup, o da kasnağın üzerine bırakıldı. Bakır sininin kalay zamanı gelmişti, rengi koyulaşmıştı. Şöyle güzel bir kalayla gıcır gıcır, sanki dün alınmış gibi olmaz mıydı.

Bağdaş kurup, yere çöktüler. Çocuklar neşeyle gün içinde neler yaptıklarını anlatıyordu. O ise az yorgun ama evinde olmaktan mutlu, iç ısıtan sıcak havayı ve sıcak çorbasını yudumluyordu.

Oğlan için; 'iştahsız bu günlerde' dedi karısı. Çocuğun yüzüne baktı. Eliyle yanaklarından tutup, yüzünü kendine doğru biraz yaklaştırdı; rengi soluktu gerçekten. İşi olmadığında Belediye doktorunun yanına çıkar, ona arada yardım ederdi. Tıpkı onun yaptığı gibi, parmaklarıyla çocuğun gözlerinin alt kirpiklerini tutup, araladı. Buradaki doku; cansız, soluk renkteydi. 'Kansız bu' diye mırıldandı. 'İştahsızlığı ondandır, yarın şurup yazdırayım.'

-Semih gelmedi mi daha?

-Aman, daha gelmesin Bey. Zaten geç kaldın, iki lokma bir şey ye. Sana bir de güzel kahve yapayım, şöyle bir ayaklarını uzat, az dinlen hele.

İti an çomağı hazırla, yok yok iyi insan lafının üzerine gelir; tam bu sırada kapı çalındı. Gelen Semih'ti. Taksiyi yine aşağıdaki yola bırakmış, anahtarı teslim etmek için gelmişti. Doğan bir taksisi vardı Semih'in. Gündüzleri kendisi kullanıyor, geceleri ise Ahmet'in işe çıkması için ona getiriyordu. Sabaha doğru yine anahtar el değiştiriyor, Ahmet ancak birkaç saat uyuyup, gündüzleri çalıştığı resmi işine gidiyordu.

Zor bir hayattı Ahmet'inkisi... Daha otuz beşindeki bu adamın saçlarına aklar düşmeye başlamıştı bile. İki çocuğunu okutmaya ant içmişti. Gerekirse büyük şehre göç edecek ama bu iki pırlanta çocuğu mutlaka okutacaktı. Birini avukat yapmak istiyordu, diğerini doktor. Hep takılıyordu; kızını beyaz önlüklerle Doktor Hanım olarak hayal ediyor, oğlunu cübbeli bir avukat olarak düşlüyordu. Çocuklar okula başladığından beri de, bu fikri onlara da aşılıyordu.

Belediyenin doktorunun yanına kaç kez minik kızını götürmüştü. Kız da havaya girmiş, kurduğu tüm evcilik oyunlarında 'doktor' rolünü çoktan üstlenmişti. Oğlan avukatlığın ne olduğunu tam olarak anlamasa da, babasına itiraz etmiyordu. O avukat olacaktı. Hayran olduğu bu adam öyle istiyordu, o da olsundu.

Semih için de sofraya tabak çıkarıldı; kaşık, çatal. O da ortadaki büyük salatadan onlarla birlikte kaşık, kaşık yedi. Bakır cezvede pişirilmiş kahvelerini yudumlarken, birer cigara tüttürdüler. Ahmet, çocuklar sigara dumanından rahatsız olmasın diye, ahşap doğramalı pencereyi araladı.

Sofra ortadan çoktan kalkmış, sobanın iki yanındaki kilimlerin üzerine ufaklıklar yüzüstü uzanmış, bir ellerini çenelerine dayayıp, diğer ellerinde kalem, defterlerine bir şeyler karalıyorlardı. Özellikle babalarının yanında ders çalışıyorlardı. Babaları onları izledikçe, onlarla gurur duyuyor, övgü dolu bir şeyler söylüyor, onlar da bundan keyif alıyor, ders çalışmalarını aynı zamanda bir gösteriye dönüştürüyorlardı. Biliyorlardı ki, sınavlardan yüksek not alana bu evde mutlaka küçük de olsa bir hediye verilirdi. Bu; tek bir çikolata da olsa, onlara bayram günü yaşatmaya yeterdi.

Oğlan bir bisiklet hayali kuruyordu. Kız ise, sınıf arkadaşının bir gün okula getirerek gösterdiği, o altın sarısı saçlı bebek ve evinden istiyordu. Ahmet onlara söz vermişti. Karnelerinin hepsi beş olursa, ne yapıp edip onlara istediklerini alacaktı.

.....

Meydana yakın bir yerde müşteri bekleyip, lastiklerin zincirini kontrol ederken bir yandan bunları düşünüyordu; kızına alacağı bebeği, oğluna alacağı bisikleti, bir de taksicilikten artırıp, gelecekte bir gün onu ev sahibi yapması için gıdım gıdım biriktirdiği bankada duran üç beş bin lirasını. Çarpıp, böldü, hesapladı.

İki adam yaklaştı yanına.

-Ortaklılar köyüne gideceğiz, kaç paraya çekersin?

Gülümsedi Ahmet, bugün yolunu açtıkları köyden bahsediyorlardı. Bir süre düşünüp, bir hesap yaptı. Şu kadar, diye yanıt verdi. Adamlardan biri yanına otururken 'Yol açıktır inşallah' dedi.

'Açık sanırım' dedi mırıltıyla. Dilinin ucuna gelse de, o yolu bugün nasıl açtıklarını hararetle anlatmayıp, kendisini tuttu. Yabancıların onun bir kamu görevlisi olduğunu bilmelerini istemiyordu. Zaten bu küçük şehrin çoğu tanıdıktı, onun ek iş yaptığını bilmeyen yok gibiydi. Yabancılar bilmese de olurdu.

Bir süre hareket etmeyip, motorun ısınmasını beklediler. Adamlardan biri sigara çıkarıp, Ahmet'e de tuttu. Az sonra şehrin ışıklarını arkalarında bıraktıklarında, arabanın farıyla aydınlanan karlı yollardan başka hiçbir şeyi gözleri seçemez olmuştu. Adamlar kendi aralarında konuşuyorlar, Ahmet'se kafasında bambaşka düşüncelerle anlatılanlara kenarından kulak misafiri oluyordu.

İnin, cinin bir olup, kar topu oynadığı bu kış gününde, güvendiği tek şey; şu altlarındaki arabaydı. Alimallah bir arıza verse; yakın bir köye yürüyerek ulaşıncaya dek, ya kurtlara yem olurlar ya da soğuktan donarlardı.

Adamlar bir süre sustular. Daha esmer olanı, arkasındakine doğru döndü yüzünü. Sonra Ahmet'e baktı. 'Şu yola gir!' dedi, emir veren bir sesle. Ahmet şaşırdı, 'Nasıl?' dedi. Adam homurdandı, 'Küçük abdestimi yapacağım, şuraya gir, sağa çek.'

Söyleneni hemen yaptı Ahmet. Yan yola girdi ve motoru durdu. Adamların aşağıya inmesini bekliyordu. Ama düşündüğü gibi olmadı. Birden boynuna doğru dolanan bir şeyi fark etti. Ne olduğunu anlamak için ellerini boğazına yaklaştırdı. Fakat arkasındaki el öyle çabuktu ki, daha o neler olup bittiğini anlayamadan boğazı bir sicimle sıkılmaya başlandı.

Canı yanıyordu, nefessiz kaldığını hissediyordu. İki eliyle, boğazındaki şeyi aralamaya çalışıp, debeleniyordu. Kesik kesik çığlıklar atıyor, bacaklarından birini ön cama doğru kaldırıp, sağa sola tekme atmaya çalışıyordu. Sağ yanındaki adam ise; bir bıçak çıkarıp, kolunu kaldırdı. Tam bu esnada içeride bulunanların yüzlerini ve sivri bıçağı başka bir arabanın farı aydınlattı.

Devam edecek...

Leyla Ayyıldız
layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,788,788,788,788,788,788,788,788,78
              23 Kahveci oy vermiş.
21 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Bugün sizlerle ilk olarak genç yaşta kaybettiğimiz Vedat Kosal'ın arşiv serisinin ilk albümünü, ardından müziğin bir adamın yaşamını değiştirişini konu alan "Cennetin Müziği"ni ve son olarak Akbank yayınlarından çıkan "Antikçağ'da Anadolu Takıları"nı sizlerle paylaşacağım.

VEDAT KOSAL ARŞİV SERİSİ 1 :

2000 yılında 44 yaşındayken kaybettiğimiz ünlü piyanist Vedat Kosal'ın kayıtlarından oluşan arşiv serisinin ilki, Trio Lila Müzik tarafından yayınlandı.

2001 yılında İngiltere'de, Cambridge Biographical Centre tarafından "20. Yüzyılın Olağanüstü 2000 Müzisyeni" arasına seçilen Kosal, Chopin, Shubert, Schumann ve Liszt'in önemli yorumcularındandı.

On yaşında Cemal Reşit Rey'den piyano ve kompozisyon dersleri alan, ilk konserini 1972'de Bach konçertosu ile veren Vedat Kosal, 1975'te İstanbul Filarmoni Ödülü'nü kazandı. Carnegie Hall, Herkulessaal ve Gasteig gibi salonlarda çalan Kosal, baroktan modern müziğe kadar geniş bir repertuvara sahipti.

1988'de New York Carnegie Hall'de beşyüzbininci Steinway Kuyruklu Piyanosu'na imza atmış olan Kosal, firmanın 135. kuruluş yıldönümü etkinliklerinde Türkiye'den Güher - Seher Pekinel ve İdil Biret ile birlikte yer alarak 1000 Steinway Sanatçısı arasına seçilmişti.

Vedat Kosal Arşiv Serisi'nin ilk albümü, klasik müzik severlerince kaçırılmaması gereken bir eser.

CENNETİN MÜZİĞİ (SA SOM I HIMMELEN) :

Hepimizin hayatında tıkanmalar, sonlar ve başlangıçlar vardır. Bunların çoğu kendimizin de bildiği gibi gelip geçici dönemlerdir. Hayatta bunlarla pek çok kere karşılaşmış, öyle ya da böyle üstesinden gelmişizdir. Ancak bir de kendimizi bitmiş, hayatı tüketmiş olduğumuzu düşündüğümüz zamanlar vardır. Bunlar çok sık da olmazlar zaten. Ama çıkış yolunu bulmakta hep zorlanırız. Aslında bizi çıkışa götürecek olanın hayatımızı adadığımız değerler, idealler olduğunu unutarak... "Cennetin Müziği" de bir orkestra şefinin böyle bir döneminde, hayatını adadığı müzik ile tekrar yaşamaya başlamasının hikayesini sunuyor bize.

Film ilk olarak kahramanımız Dareus'un çocukluk yılları ile başlıyor. Kırsal kesimde bu çocukla tanışıyoruz. Elinde kemanı ile akranları tarafından dövülen ve sonunda annesi tarafından kurtarılan bir çocuk. Arkadaşları ile ilişkisi pek parlak olmayan çocuğun erken yaşta yitirdiği annesi de ona karşı sevgi ve şefkat göstermekte cimri davranıyor.

7 yaşındayken köyden ayrılan Dareus, müziğe olan yeteneği ile ünlü bir şef oluyor. Çok stresli bir hayatı var. Çalıştığı insanlara tam anlamıyla kök söktürüyor. Ve kalbi bu tempoya ayak uyduramayarak yorgun düşüyor. Modern şehir yaşantısının en büyük tehdidi kalp krizi ile tanışıyor. Doktorlar onu uzun süre dinlenmesi gerektiği konusunda uyarıyorlar. Şehir hayatının bütün stresini üzerinden atmak zorunda kaldığı için doğduğu köye dönüyor Dareus. Köyde sessiz sakin yaşayacağını zannederken hayatının o dönemini aydınlatacak bir teklif alıyor. Papazın nezaretindeki bir avuç gönüllüden oluşan amatör kilise korosunu yönetmesi isteniyor. Ünlü şef önceleri bu işe çok sıcak bakmasa da bunun hayatına tekrar anlam kazandıracak tek şey olduğunu anlıyor ve kabul ediyor.

Geçen yıl "En İyi Yabancı Film" dalında Oscar adayı olan ancak "İçimdeki Deniz" filmine yenilen bu filmin, Fransız "Koro" filmi ile benzerliği gözden kaçmıyor.

"Cennetin Müziği" hümanist bir film. Öylesine insan temalı ki insandan uzaklaşan her türlü inanca karşı eleştiri oklarını yöneltiyor. Kilisenin günah ve bağışlanma örgüsü içerisinde halkın üzerinde kurduğu otoriteyi sorguluyor. Film daha pek çok soruna aynı eleştirel bakışla yöneliyor.

Bizim gibi Akdenizlilerde kuzey ülkelerinde yaşayanlar için onların soğuk olduklarına dair bir düşünce vardır. Bu kanı bir yere kadar doğru ve tıbben ispat edilmiş bile olsa bu İsveç filmi öylesine içten ve sıcak ki önyargınızı zorlayabilir.

Etkileyici finali ile ne kadar anlatılsa da izlediğinizde tadına varılabilecek, koro müziğini sevenler için kaçırılmayacak bir film.

ANTİKÇAĞ'DA ANADOLU TAKILARI / YILDIZ AKYAY MERİÇBOYU :

Türkiye dünya tarihi içindeki öncelikli yerini eşsiz coğrafi konumuna borçludur. Bu coğrafya kimi zaman medeniyetleri birbirinden ayıran bir sınır olmuş, kimi zamansa bağlamıştır. Güç dengesi ister doğuda ister batıda olsun her zaman önemini korumuş, her iki medeniyetin de kültürlerini sentezlemiştir. Doğu ile Batı bu topraklarda birbirine karışmış, neyin doğulu neyin batılı olduğu unutulmuş, birbirinin içinde erimiştir. İ.Ö. 400 binlerde Afrika'dan gelen insanların İstanbul Boğazı'nı geçerek Avrupa'ya geçmiş olabilecekleri savını destekleyen Yarımburgaz Mağarası ile de Anadolu'nun medeniyetlerin kavşağı olma özelliğini çok eski zamanlarda kazandığı anlaşılmaktadır.

Türkiye'nin kendi içindeki kültürel zenginliği, barındırdığı halkların çeşitliliği kadar coğrafi yapısı nedeniyledir. Karadeniz kıyıları Karadeniz kültürünün, Akdeniz kıyıları Doğu Akdeniz kültürünün, Ege kıyıları Ege kültürünün, iç bölgeler ise Anadolu'nun özgün karma kültürünün egemenliğindedir. Akdeniz ve Karadeniz kültürleri iki bölgenin de kıyıya paralel sıradağları nedeniyle sadece kıyı şeridinde etkili olmuş iç kesimleri etkileyememişken, Ege kültürü Batı Anadolu'nun iç kesimlerine kadar yayılma imkanı bulmuştur. Bütün bu kültürel zenginlikler günümüze büyük bir miras olarak gelmiştir. "Antikçağ'da Anadolu Takıları" kitabı bu büyük kültürel mirasın bir kısmını oldukça doyurucu bir şekilde bizlerle paylaşıyor. İon/Lydia'dan Anadolu/Pers mirasına, Helenistik dönemden Roma dönemine Antikçağ Anadolu'sunun takılarını ve kuyumculuğunu bulabilirsiniz.

"Antikçağ'da Anadolu Takıları" takı tasarımı ve Anadolu kültürleri ile ilgilenenlerin başvurması gereken bir kitap.

serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Su Burcu Ozan

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.178 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Çağırma Beni

Yıkılmış viranlardan,
Köhnemiş düşüncelerden,
Diyar diyar gün sürmelerden,
Dönüp ardına ansızın,
Çağırma beni.

Yokluğun varlığından,
Susuzluğun çağlayanından,
Açlığın kör tokluğundan,
Yutkunup boşluğuna,
Çağırma beni.

Alın üstüne mor sarandan,
Gül yüzünden dem tutandan,
Vuslat vuslat diye yanmalardan,
Düşüp önüme ansızın,
Çağırma beni.

Aşk derdinde sürünmelerden,
Hasret yangınında tutuşmalardan,
Sıyrılıp koynunda uyutmalardan,
Yar yar diyip yanına,
Çağırma beni.

Yıllar yılı naçar aşkından yüreğim,
Bir selamına bakar oldu gözlerim,
Aşk sayıp gözü aç yangınını,
Kanarken çıkmazında bileklerim,
Göz süzüp süzüp zayıflığıma,
Çağırma beni.

"Tam öldün derken doğuşlarında, ben tekrar öldüm varlığında...
Bırak da artık sevdamı; hortlatma..!"

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.portbodrum.com
Bodrum Yalıkavak'ta harika bir koyda "Sadece Marina Değil, Bir Yaşam Biçimi" sloganıyla özdeşleşen, hem tekneler hem de ziyaretçiler için muhteşem bir yaşama alanı. İtiraf ediyorum, bu siteyi de ben yaptım. Doğal olarak reklamı haketti:-)) Hamili site bizdendir yani. Severek çalıştığım sitelerden biri. İnşaatı halen sürse de bu haliyle bile fena olmadı. Haydi girin bir bakın.

...Have you been thinking about putting yourself up for sale lately? Ever wonder how much money you could get on the open human market? HumanForSale.com will attempt to place a value on your life using a variety of criteria in 4 basic facets of life (physical,mental,lifestyle,personality)... http://www.humanforsale.com/ İnsana nasıl değer biçildiğini merak edenlere.

Toplam 2712 kişi ile ilgili detaylı bilgileri bulabileceğiniz ve hatta mutlaka yer almalı dediğiniz önemli kişileri de ekleyebileceğiniz sağlam bir biyografi sitesi http://www.kimkimdir.gen.tr/ Mutlaka inceleyin.

Asp konusunda ne kadar iyisiniz? Bu soruyu okuyan bir çok kahvedaşımızın ha? ne? nasıl yani? ya da nereden çıktı bu soru? dediğini duyar gibiyim. Heyecean yapmaya gerek yok. http://www.maxiasp.net/ kısayoluna giriyor ve ayrıntılı bilgileri alıyorsunuz. Ve hatta sıkı bir eğitimle ustalaşıyorsunuz bile.

...Hırtaboz Kimir? diye soran hiperaktif ( ! ) arkadaşlara çözüm yolu : Arıza olma durumudur. 30 gün deneme süresi ile ( Trial Version ) dünyaya gelen çok değerli arkadaşlarımıza " Hırtaboz " denir. Ve işte size Bir kaç Hırtaboz replikleri... http://www.mizahturk.com/hirtabozlar.asp

Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


PhotoFiltre 6.1.3 [1,40 MB] Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe
Photoshop ayarında diyeceğim müdavimleri kızacak biliyorum ama bu işi profesyonelce yapmayanlar için biçilmiş kaftan. Harika ve kullanışlı bir resim editörü. Hem de bedava. Yapabildiklerini gördükçe şaşıracaksınız. Plug-in ler sayesinde benzersiz bir programa dönüştürmek olası. İlla Türkçe olsun diyenler için Türkçe dil seçeneği bile mevcut. Uzun süredir kullanıyorum, yeni versiyonu çıkınca sizinle tekrar paylaşayım istedim. İstisnasız herkese tavsiye ediyorum.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050909.asp
ISSN: 1303-8923
9 Eylül 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com