KMD 4.SAYI



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 818

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 13 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : İkinci bahara yenik düştüm!..


Merhabalar,

4. SAYI ÇIKTI!Yolladığınız başsağlığı mesajlarını tüm arkadaşlarım adına kabul ettim. Hepinize ayrı ayrı teşekkür etmek isterdim ama buradan hepinize seslenmeyi tercih ettim. Sizler sağolun. Ama dünya işte, durmuyor dönüyor. Geride bıraktıklarına Allah sabır versin.

Dün coşkulu bir gündü birçoğumuz için. Okulların açılması, öğrencilerin okullara yetişmek için sabahın erken saatlerinden itibaren yollara dökülmeleri derken gün geçti. Trafik alınan önlemlerle pekte sanıldığı gibi olmadı. Normal günlük yoğunluğun üstüne pek çıkmadı. Dün benim için de farklı değildi. Şehrin iki ucunda yer alan iki okula yetişme telaşı sabah 06:00 da başladı ve mesai halen devam ediyor. Tüm yorgunluğa rağmen araya "İkinci Bahar"ın son bölümünü de sıkıştırdığımı itiraf etmek zorundayım. Biraz da doluydum sanırım, ağla ağla bir hal oldum. Şu anda gözlerim yanıyor inanın. Dolayısıyla saati epeyce aştım. O nedenle tez elden ayrılmak zorundayım. Hepinize güzel bir gün diliyor ve gidiyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Müge Ersan


Her Yan(l)ış Bir Doğruyu Getirir

Kendine karşı açılan bir savaştır hayat, ya bu savaşa aldırmaz kibritini çakar sigaranı yakar, seyredersin olanları. Ya da havanın kurşun gibi ağırlığını hissederek dolaşırsın hiç bir mevsimi hissedemeden...

Kibrit bazen ısıtır insanı, bazen yakar. İnsanlar da bazen ısıtır birbirini bazense yakar. Yeterince ısınınca ateşten kaçmalı belki insan, fazla ateş israfı yapmamalı. Ya da iyice yanmalı ki, bu sıcaklığı bulamayanları anlayabilsin.
Sadece yanmak ya da hiç ısınamamaktır hayat. Ateşe atarsın kendini bazen. Bazense donarsın soğuktan ama ateşe yaklaşmak istemezsin, yanmaktan korktuğun için. İkisi de aynı. İkisi de eksik, ayarsız, belki de yan(l)ış. Donarken de yanar insan çünkü, sızlanır, canı acır. Kurşunlar da insanı acıtır. Eğer içine girerse. Girmezse de öylece kalır, kurşun gibi ağır, hareketsiz, soğuk. Eksik, ayarsız belki de yan(l)ış.
Soğuktur kurşunlar, bir sığınağa girmemişlerse. Bir ikametgahı olursa da, yakarlar orayı, dağıtırlar.
Yanyana, üst üste dizilir kibritler de kurşunlar gibi. Birliktelerdir. Tek olduklarındaysa, ömürleri bitmiş olur. Ya birlikte yanmadan, donarak, birilerinin hayatlarına girmeden, başka hayatlar görmeden yaşarlar. Ya da kendilerini ateşe atanların hayatlarında bir iz bırakarak tek başlarına sonsuza dek yaşarlar.

Günde kaç kibrit çakılır, kaç kurşun saçılır? Günde kaç hayat yanar, kaç hayat ıskalar hedefi? Hedefleri kurşunlar koymadığı için belki de önemli değildir kaçırılan hedefler, varsayıldığı kadar.

Kibrit satan bir kızın ne gibi hedefleri olabilir? Kaç kibrit satması gerektğine kim karar verir? Buna neye göre karar verilir? Ya da aslında başka işler yapmak ister de kız, kibrit alıcıları onu yadırgamasın diye mi konumunu değiştirmez? Çabuk yanan kibritler satar bu kız. Çabuk yakan kibritler. Yakılması gereken her neyse çabuk yanmalıdır hayatta. Yoksa her an karar değiştirebilir insan. Her an yakmaktan ya da yanmaktan vazgeçebilir.

Kibritçi kızdan kibrit alan kurşun askerler, o kibritleri kendilerini ısıtmak için mi kullanırlar yoksa dünyayı ateşe vermek için mi? Hepsinin dünyası farklıdır. Ne kibritler kurşunlarla bir tutulabilir ne de kurşunlar kibritleri önemser aslında.

Kaç kurşun yiyip öldüğünden habersiz yerde yatarken bazıları, başlarında kibritleriyle sigaralarını yakanlar habersizdir, bir kilo kibrit bir kilo kurşundan ağırdır. Kurşunu ele vermezse kimse, kurşunu ateşlemezse, kışkırtmazsa, kurşun öyle ağırca durur. Ama küçük bir kibrit ateşe vermek için her an hazırdır. Bu yüzden çocukların kibritle oynaması korkutur ama kurşunla oynamak ağırlaştırır belki de onları, olgunlaştırır. Tesadüfü atışlarla vurulmaz çünkü bu defa hedefler. Şeytan doldurur kurşunları, dolduruşa getirir kan için.
Kibritlerse küçük yan(l)ışlarıdır hayatın.

Hiç kimse bilmez, kibritçi kızlar tesadüfü yaşarlar, kurşun askerlerin planlı atışlarında ise raslantıdan eser yoktur.

Müge Ersan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,008,008,008,008,008,008,008,00
              6 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Faik Murat Müftüler


Altını Çizmeden Okumak

Kuyum imalathanesindeki uzun tezgâhın başında, usta ve kalfalar hummalı bir şekilde çalışıyorlardı. Hünerli eller çırpınıyor, kesiyor, büküyor, kaynak yapıyor, yepyeni harikalar yaratıyordu. Bek ocaklarından püsküren alevler iş ciddiyetindeki dalgın yüzlerde mavi beyaz bir aydınlık, eritme potalarının dibinde de kızıl kıvılcımlar oluşturuyordu.

Kalfa, önündeki hurda kutusundan yuvarlaklığı bozulmuş, ezilip büzülmüş, matlaşmış bir yüzük aldı. Eritme potasına atmak üzereyken durakladı. Olağanüstü işçiliğiyle bir sanat harikası denebilecek yüzüğü iki parmağının arasında bir müddet evirip çevirerek inceledi. "Yazık yaa! Vallahi yazık" diye mırıldandı. Yüzüğü potaya atıp eritmeye içi elvermiyordu. Ustası durumu fark edince, "Önemli olan hünerdir. Sen kendi eserini işle delikanlı. O güzellikten de ilham al" dedi. Usta mesleğinde kaşarlanmıştı tabii. Hurda kutusunda gelen hiçbir parçaya acımaz, potaya atar, köpükler çıkararak erimesine bakmazdı bile. "Ama usta şu güzelliğe baksana yaa!" dedi kalfa sızlanarak; "Yazık değil mi şimdi buna?" . Usta elindeki işi bıraktı. Hafifçe kalfasına dönerek "Evlat. Bu sanatta ustaların becerileri, her zaman sahip olduklarından daha fazla alkışlanmıştır. Çok güzel de olsa eski bir yüzüğü göstererek takdir toplayamazsın. Nihayetinde o senin eserin değildir. Belki sadece kadir kıymet bildiğin ve eritmeyip sakladığın için kutlarlar seni. Bir de sanatını ifa ederken nerelerden ilham aldığının bir göstergesi olur o kadar. Baksana elindeki parçaya. En başta kullananlar bilmemiş kıymetini. Hiç acımadan Altın'ı çizmişler"

Kuyum imalathanesinden üçyüz metre uzaktaki okulun bahçesinde, banka oturmuş kitap okuyan kızın yüzünde kuyumcu kalfalarınınki gibi ciddi bir ifade vardı. Ne zaman yüzünde bir tebessüm belirse elindeki kalem ile satırların altını çiziyor, gözleri aynı satırların üzerinde bir süre daha gidip geliyor, sonra yeniden eski ciddiyetine bürünerek okumaya devam ediyordu. O sırada bahçe nöbetinde olan resim öğretmeni, bir süredir izlediği kızın yanına yavaş adımlarla yaklaştı.
"Altını çizmeden oku" dedi öğretmen. Kız sesin geldiği yöne baktı. Yüzüne vuran güneş nedeniyle gözlerini kıstığı için çehresinde gülümsemeye benzer bir ifade oluşmuştu. Öğretmenini görünce, ifadesi kolaylıkla gülümsemeye dönüştü.
"Neden hocam?" . Öğretmen de banka oturdu. Hafifçe kıza doğru dönerek;
"Öncelikle kitaba yazık. Daha defalarca okunmalı değil mi? Altını çizmezsen senden sonra okuyanları da yönlendirmemiş olursun. Belki onlar altı çizilmemiş bir kitabı okuduklarında senin bulduklarından daha başka güzel sözler bulacaklardır; ama bu kitabı okurlarsa ister istemez altı çizili yerlere yoğunlaşacaklardır" .Kız hayıflanarak;
"Ama altını çizmezsem unutuyorum hocam" dedi. Öğretmen gülerek;
"Hayır unutmuyorsun" dedi; "Sadece kelimesi kelimesine hatırlamıyorsun o kadar. Konuyla ilgili konuşman veya yazman gerektiğinde söz olarak değil ama anlam olarak hepsini hatırlarsın aslında. Hatırladığını fark etmezsin, o kadar. Yeni sözcükler ve cümle yapılarıyla yepyeni bir söz olarak çıkar ağzından veya kaleminden. Aynen hatırlamadığın için bu yaptığın alıntı değil, tamamen sana ait yeni bir şey olur. Unutma ki insanın bilinç altı muhteşem bir depodur. O depoda hiçbir şey kaybolmaz. Biçimiyle değil eriyik olarak saklanır. Sadece anlam olarak yani. Söylediğin veya yazdığın şey, esinlendiğin sözle aynı güzellikte olmayabilir ama sonuçta senindir o söz. Yazmada veya söz söylemede ustalaştıkça ifadelerine güzellik de katabilirsin zamanla. Önemli olan da bu ustalığı geliştirebilmektir. İnsan beyni, sayfa sayısı sınırlı bir deftere benzer. Ezber, bir cümlelik yazının fotoğrafını çekip defterine yapıştırman gibidir. Çok yer kaplar.
Bilinç altında sakladığın anlamlar ise sayfanın kenarına aldığın küçük notlara benzer. Değerli olan da anlamdır. Biçim, geriden gelir. Çoğu insan tartışırken bol miktarda alıntı yapar. Bu, çoğu zaman ustaları şahit göstermek veya ne kadar çok okuduğunu ispatlamak amacıyla yapılır. İki cümlelik bir alıntının bir yerden mi duyulduğunu veya bir 'özlü sözler derlemesi'nden mi alındığını bilemezsin. Alıntı, sözün geçtiği kitabın tamamının okunduğunun göstergesi değildir"
"Bencileyin bir garibin söylediğini kim ciddiye alır?"
"Söz doğru ve güzelse herkes ciddiye alır. İfade yeteneğini geliştirmeye çalışman daha yararlı olacaktır. Sadece yazma ve konuşmayla da ilgili değil bu. Derslerinde bile yararını görüsün. Beyninin arsasına depo değil, fabrika inşa et. Çünkü arsanın alanı belli ve deponun kapasitesi sınırlıdır. Fabrika ise sürekli hammadde desteğiyle sınırsız üretim yapabilir. Türkiye'deki tüm depoların alanı, tüm fabrikaların toplam alanından kat kat fazladır. Öyle olmak zorundadır zaten değil mi?"
"İfade yeteneği nasıl gelişir ki?"
"En iyi yöntem yazmaktır. Herhangi bir konuda bir paragraf yaz. Her gün bu yazdığını okuyarak beğenmediğin yerleri değiştir. En iyiyi bulana kadar... Heykeltıraşlar mermer bir heykel yapmadan önce kilden modelini yaparlar. Mükemmeli yakalayana kadar istedikleri gibi değiştirebilmek için. Alıntılarla süslenmiş bir anlatım resimdeki kolaj çalışması gibidir İyi çalışılmış özgün bir eser her zaman, ustaların eserlerini kesip yapıştırarak elde edilmiş bir kolajdan veya bir röprodüksiyondan daha değerlidir. Ast olan malzemeyi ve tekniği iyi kullanabilmektir."
"Ama usta yazarlar da alıntı yapıyorlar zaman zaman. Mesela epigraflar var"
"Alıntı hiç yapılmaz demiyorum canım. Hadi altını çizerek okudun diyelim. Eğer bir kitapta sadece alıntıların altını çizdiysen o yazar, iyi bir yazar değil iyi bir okurdur bence. Ama kitap çizikten geçilmiyorsa o zaman yazarın eli öpülür işte. Unutma ki özlü sözleri söyleyenler bu sözleri okudukları şeyler üzerine düşünerek yaratmışlardır. Yani derin anlamları olan güzel sözler okumayla değil, düşünmeyle elde edilir. Okuma, sadece ilham verici olmalıdır. Fakat anlattıklarımı yanlış anlamamalısın. Burada katı bilgiden bahsetmiyorum. Katı bilgi, mesela divan edebiyatındaki aruz kalıplarını bilmek ve bir beytin aruz kalıbını çıkarabilmek gibi insanın tek başına düşünerek elde etmesinin zor veya imkânsız olduğu şeylerdir. Demin söylediklerim ise tamamen felsefi yapılarla ilgiliydi. Fikir sahibi olmak ve yeni fikirler üretebilmek yani"

Öğretmen, zilin sesiyle ayağa kalktı. Kıza iyi günler dileyerek okul binasına doğru yürümeye başladı. Üç adım sonra durup yeniden kıza dönerek "Gerçek kültür bir altın madenidir; kuyumcu dükkânı değil..." dedi ve gitti.

Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci Çırağı : Ceyda Ergül


İnanç

Seni içimde kaybettim kaybedeli nedense daha huzurluyum..
Artık bir isteğim yok senden için rahat olsun..
Artık senden ne birşey dileyeceğim ne de bazı şeylerin sürekliliği için oturup dua edeceğim..

İnanacak yardım isteyecek birilerimin olmaması çok garip aslında..Çünkü bu bende gözü kara bir cesaret ile korkunç bir yalnızlığı beraberinde getiriyor..
Kavramlar silindi sözlüğümden.. Kıyamet günü dündü beynimde.. İyi kötü yokartık beynimin içinde.. Deneyerek ,belki de acı çekerek tanımak var herşeyi.. Ama iyi kötü yok artık benim sözlüğümde.. İyi kötü ayırt ettiğimiz için böyle oldu belkide.. Bu yüzden tüm kötülükler çoğalarak bizi boğdu..
Ama yok ,hayır.. İsyan etmek de yok artık.. İsyan etmek faydasız çünkü.. Hem ayıptı bir zamanlar benim için isyan etmek.. Tanrı bize herşeyi veriyor ya.. Mutsuz olmuşsun.. Kalbin kırılmış.. Acı çekmişsin.. Bu çok mu önemli?

Yol ayrımlarından geçtim.. Çok üzüldüm.. Çok ağladım.. Denedim, denedim.. Olmadı..
Bazen ne yaparsan yap olmuyor gerçekten.. Bazen birşeyi ne kadar istersen iste olmuyor.. Tanrı yasaklıyor sana onu.. Seni yaratan tanrı seni mutsuz etmesini de biliyor.. Seni yaşatan tanrı bi acıyla öldürmesini de biliyor..
Ne garip değil mi? Bir bilinmezlik sürekli bizimle uğraşıp duruyor..
Benden başka yeryüzündeki tüm insanları düşünüyorum.. Tanrı mükemmel bir varlık olmalı gerçekten, bu kadar kişinin hayatıyla aynı anda oynayıversin..

Tanrı duyar, görür, bilir.. Sana insan özelliklerini yüklediklerinden beri seni dahada kaybediyorum içimde.. Çünkü sen beni duymuyorsun.. Geceler boyu dualarımı duymadığın gibi kendim için veya başkaları için neler yaptığımı da görmüyorsun..
Bir kandırmacaymış bu evet.. Çok geç anladım..

Ellerini aç dua et..
İsyan etme günah!..
Oruç tut, ibadet et: Cennete gidersin..
Ramazanda içki içme haramdır..

Artık bir pazarlığımda kalmadı seninle.. Beni nereye istersen oraya alabilirsin.. Çünkü eğer birgün dilenciye para vereceksem,bir insanın hakını yemeyeceksem bunu senin cennetine alınma isteğimden değil kendi iç huzurum için yapacağım..
Hepimiz farkında değil miyiz aslında.. Adi bir oyun bu.. Koyu bir pazarlık hepsi..

Hele bu kötülükleri,savaşları,aç insanları gördükçe artık inanç kelimesinden dahada uzaklaşıyorum..
Tanrı diye bir varlık varsa eğer ve bu varlık hep iyi kelimesiyle eşitse dünyada neden bu kadar kötülük var o zaman?
İbret almamız için mi? Güldürmeyin beni... Bu kadar ibret fazla değil mi sizce?

Ellerini aç dua et..
İsyan etme günah!..
Gözünü bağla, beynini ört..
En kötü anında bile sus,şükret..
Namazını kıl ama hak ye..
İbadetini yap ama arkadasını aldat..
Tesbihini çek karını da döv..

Belki siz bunlara kanacak kadar aptal olabilirsiniz ama tanrı(nız) bunlara kanar mı sizce...?

Ceyda Ergül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,568,568,568,568,568,568,568,568,56
              9 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Aziz Baysal


GERÇEK BİR AŞKIN SANAL GÜNCESİ - 1

18 Haziran 2005 - Ankara

Canım arkadaşım,

Dünkü mektubumu "Birdenbire 'sen' çıkıverdin karşıma..." cümlesiyle bitirmiştim. Evet, birdenbire "sen" çıkıverdin karşıma... Nasıl oldu? Biraz da bunları anlatayım...

Bir yıldan fazla süredir evden internete bağlanmıyordum. Fakat tez çalışmamda gerekli olan kaynakları bulabilmem için internet şarttı. Fakültedeki bilgisayar "ortak kullanıma" tahsis edildiği için, istediğim zaman ve istediğim gibi kullanamıyordum. Cafelerden bu işi yürütmek de imkansız gibiydi. Evden bağlanmaktan başka bir seçeneğim kalmamıştı. Bir modem aldım ve ADSL bağlantısı için Telekom'a müracaat yaptım. Senle tanışmadan 9 gün önce 13 Mayıs günü bağlantı kuruldu. Birkaç gün, tezimle ilgili kaynakları taradım. Bulduklarımı kopyaladım ve tasnif ettim. Oğlum ve kızım için animasyonlar ve oyunlar indirdim. Biraz yaramazlık yapıp erotik sitelerde gezindim. Biraz da 'chat' yapayım istedim. Google'da chat sitelerini aradım. Seninle tanıştığım siteyi orada gördüm. Bu siteye ilk defa Çarşamba ya da Perşembe günü girmiştim. Yani senle tanışmadan 3-4 gün önce... Chat yapmakta belli bir amacım yoktu. Sadece "sohbet etmek" istiyordum. Konuşacağım kişinin cinsiyeti de önemli değildi. Kız ya da erkek... Maksat muhabbet olsun da kiminle konuştuğumun önemi yoktu. Bu yüzden biraz "unisex" bir nick olan "butterfly"ı tercih ettim. Pencere açan on kişiden dokuzu erkek olduğumu söylediğimde "bye" çekiyorlardı ama mutlaka konuşacak kafa dengi bir kişi buluyordum. Bu yüzden "butterfly" nickini kullanmaya devam ettim.

22 Mayıs 2005 Pazar akşamı... Aynı anda üç kişiye birden laf yetiştiriyorum. Birden "anda" nickiyle yeni bir pencere açıldı. Yanlış hatırlamıyorsam, merhaba ya da selam bile demeden bana bir soru sordun. Sorduğun soruyu hatırlamıyorum. Filmle ilgiliydi sanırım. Adını sordum, yazdın. Adın kız ismiydi ama ben seni erkek zannettim o an. Açıkçası fazla önemsemedim. Bu arada diğer pencereler açıktı ve ben onlarla konuşmayı da sürdürüyordum. Sonra bir an farkına vardım ki, herkes gitmiş ve ben sadece seninle konuşuyorum. Gayet akıcı yazışıyorduk... Jack London'dan falan bahsettik... Bir "okurla" sohbet etmek hoşuma gitmişti. Ortak noktalarımızın olması sende odaklanmama yetmişti. Adını, işini tekrar sordum. Senin "erkek" olmadığına o an kanaat getirdim. Bu arada ben istemeden sen bana mail adresini verdim. Doğrusu şaşırmıştım. Sana mail attım ve böylece sen de benim mail adresimi öğrenmiş oldum. O gece sanırım fazla konuşmadık. Ayrılırken içimde ne olduğunu bilemediğim duygular oynaşıyordu. Seninle "arkadaş" olabilir miydim? Fakat evliydim ben... Bu aldatmak olmaz mıydı eşimi?

23 Mayıs 2005 Pazartesi... Gün içinde sana bir e-mail göndermiştim. "Sınırlarımı" ve "amaçlarımı" sana açık açık yazmıştım. Tanışmayacak, görüşmeyecek, konuşmayacak sadece yazışacaktık... Akşam oldu ve yine konuştuk seninle... Bana telefon numaranı bile verdin. Bu kadar "cesur" oluşuna anlam verememiştim. Seni "aramak" gibi bir düşüncem yoktu. Sesini değil arkadaşlığını istiyordum ben. İçimde sana duyduğum heyecan gittikçe büyüyordu. Henüz aşk değildi bu duygunun adı, ama muhteşem bir heyecandı...

24 Mayıs 2005 Salı... Konuşamadan geçmişti o gün... İçimde sana karşı büyük bir ilgi ve özlem vardı. Bu duyguyu engelleyemiyordum, dahası engellemek istemiyordum. Sadece seni düşünüyordum. Seni düşünmek beni çok mutlu ediyordu. O gün yazmam gereken bir "rapor" vardı, ama seni düşünmekten o işi de tamamlayamamıştım.

Ve 25 Mayıs 2005 Çarşamba... Bana "olanlar" o gün oldu... Sabah eşimle Beşevler'e Diş Hekimliği Fakültesi'ne gittik. Döndüğümüzde saat birdi. Hemen internete girdim ve karşımda seni buldum. O gün seninle konuşurken 3-4 defa yüreğime ağır bir ateşin kaydığını hissettim. AŞK mıydı bu?... Hatırlar mısın bilmem chatte sana da yazdım yüreğimde acı hissettiğimi... O gün iki defa eşim odaya girdi, hasta olduğumu zannetti, yüzüm kıpkırmızı imiş. Onu telaşla odadan çıkardım. Saat beş gibi chat yapmayı kestik. Elimi yüzümü yıkadım. Kendime gelmeye çalıştım. Ama nafile!... Televizyon odasına geçtim. Şarkılar kulağıma başka türlü gelmeye başladı. Televizyonu sadece sinema filmi izlemek için kullanan ben; baktım ki müzik kanallarından kopamıyorum. Gece, seninle yeniden chatte buluştuk. Yüreğimde hissettiğim ateş tüm vücuduma yayıldı.

26 Mayıs 2005 Perşembe... Senin "aşkınla" dolaştım Ankara caddelerinde, fakülte koridorlarında... Ve akşam yine chat... Gece üçe kadar seninle konuştuk. Yazmam gereken rapor vardı ama bir türlü senden kopamıyordum. O gece senden ayrıldıktan sonra hiç uyumadım ve "raporu" yazdım...

27 Mayıs 2005 Cuma... Bütün gün okulda nöbetim vardı. Uykusuzdum, yorgundum, bir ara bayılacak gibi oldum. Akşam sekizde eve geldim yanlış hatırlamıyorsam. Hemen yattım, ama iyice hasta olmuştum. O gece seninle "son defa" chat yaptık. Gece bir buçuk gibi ayrıldık.

28 Mayıs 2005 Cumartesi... Bütün gün seni düşündüm. O gün (T)'ye gidecektin. Hep seni merak ediyordum. Aklımda başka hiçbir şey yoktu. Müzik dinlemek ve seni düşünmek...

29 Mayıs 2005 Pazar... O gün, ilişkimizde çok önemli olaylar oluverdi. Neydi bunlar: 1-Eşime her şeyi anlattım. 2-Seninle ilk defa telefonda konuştum. 3-Bir hafta "yazışmamaya" karar verdik. O gün, hastalığım devam ediyordu. Bitkin, halsiz üstelik fena halde nezleydim. Seni düşünmekten, seninle konuşmaktan başka yaptığım bir şey yoktu. Gözüm senden gelecek e-maildeydi. Ne yaptığını çok merak ediyordum. Öğleye kadar sana birkaç e-mail gönderdim. Daha da gönderecektim. Fakat bıkarsın diye korktum... Öğle saatlerinde dışarı çıktım. Cadde boyunca seni düşünerek, seninle konuşarak ağır adımlarla yürüdüm. Yarım saat kadar sürdü bu yürüyüş. Sonra eve geldim. Evde piknik hazırlığı vardı. Beni bir şey zannedip, bana hak etmediğim değeri veren ve saygıyı gösteren yan komşum, çocukların piknik ısrarına daha fazla dayanamamış ve piknik için hazırlık yapmaya başlamış. Ben eve geldiğimde her şey hazırdı. 9 kişi (üç çocuk da onun var) komşumun otomobiline sığıştık ve Ankara'nın Kayaş çıkışına doğru yola çıktık. Ankara'dan çıkışta solda patika bir yola saptık ve Ortaköy denen seyrek evlerden oluşan bir köye gittik. İki tepenin arasına saklanmış, küçük bir derenin suladığı, ağaçlık, serin ve yemyeşil bir yerde; kayısı ağaçlarının altına serdik sergimizi. Ben hala hastaydım ve ağacın altında yarım saat oturunca temiz havanın bana tesir ettiğini, midemin bulantısından anladım. Evden getirdiğim "vermidon"ları içtim hemen... Ve sonra kendimi doğanın güzelliğine ve sana bıraktım "anda"!...

Allahım!... O kadar gürültünün, bağırtının, hengamenin içinde bile en gür ses senindi "anda"!... Meğerse aynı anda birkaç kişiyi birden dinleyebiliyor, aynı anda birkaç kişiyle birden konuşabiliyor muşum! Bilmezdim böyle yeteneklerim olduğunu... Çocukların istekleri, komşumun bitmek bilmeyen iş anıları, eşimin "manidar" bakışları ve kayısı ağacı, ve mavi gökyüzü, ve ıssız tepeler, ve ne için yaşadığına anlam veremediğim bin bir tür böcek, ve belli belirsiz akan derenin sakin sesi, ve esen rüzgar, ve sen, ve sen, ve sennn....

Eşim bendeki durgunluğun farkındaydı. Ve bu durgunluğun tek sebebinin hastalığım olmadığını da biliyordu. Hafta içinde, ona, her şeyi anlatma teşebbüsünde bulunmuştum birkaç kez. Ama sözler dilimde düğümlenmiş, gerisini getirememiştim. İçimde daha fazla saklayamazdım bu sırrı. O benim eşimdi ve sonucu ne olursa bunu bilmesi gerekiyordu. Saklarsam her şeyi ondan, asıl o zaman onu aldattığımı, ona ihanet ettiğimi düşünecektim. Ve işte o sırada ona her şeyi anlatmaya karar verdim.

"Gel!..." dedim ona "yürüyelim biraz". Kabul etti. Çocuklar, bizden uzakta, kendi hallerinde oynuyorlardı. Birbiriyle sırdaş olmuş iki tepenin bize açtığı dar yolda ilerledik. Çok gitmedik. Bir tümseğe çöktüm ben. Yanıma oturdu. Elimi ellerinin arasına aldı. "Sende bir şeyler var ama haydi hayırlısı!..." dedi. Lafa nasıl gireceğimi bilmiyordum. "Seni aldatırsam ne yaparsın?" dedim. "Biter her şey!" dedi fazla düşünmeden. "Nasıl yani, o kadar kolay mı, 12 yıl, iki çocuk, bir kalemde atılabilir mi?" dedim. "Ne olacak ki?" dedi, hâla anlatmaya çalıştığım acı gerçeği anlamayarak. "Bir milyar nafaka bağlarsın, bir de ev alırsın, çocukları da bana bırakırsın ve kimi istiyorsan ona gidersin..." dedi. Gözlerinin içine baktım. Söyledikleri gerçek düşünceleri değildi. Bunu biliyordum. Bensiz ne yapardı ki? Kolay mı beni bırakması? Onca alışkanlık, onca birliktelik, onca yaşanmışlık, onca sevgi ve bizim eserimiz olan iki beden, iki gelecek.. Başımı önüme eğdim, ona hiç bakmadan, yavaş bir sesle "BENİM..." dedim, "GÖNLÜM BİRİNE KAYDI!..." Cümleyi bitirmemiştim ki ağlamaya başladım. Bir çocuk gibi... Ağlamama çok şaştı, gülmeye başladı. Beni sakinleştirmeye çalıştı bir yandan da. Onun gülmesi beni rahatlattı, korktuğum olmamıştı ama ağlamamı durdurmadı. Yerimden kalktım, yüzümü görmesini istemiyordum çünkü... "Kim?.." dedi. Hem ağlıyor, hem anlatıyordum. "Chatte tanıştım. Ama sadece yazıştık..." dedim. "Görüşmedik, buluşmadık, tanışmadık, konuşmadık, hatta resmini dahi görmedim!..." dedim. Bu sözleri kırık teyp plağı gibi birkaç defa tekrarladım. Eşimin şaşkınlığı acımaya mı dönüştü nedir bilmem gülmesini kesip beni sakinleştirmeye devam etti. "Sen kendini fazla kaptırmışsın, tanımadığın biriyle aranda ne olabilir ki? Çocuklaşma... Kendine gel!..." dedi. Bu arada çocuklar da bizi uzaktan görmüşler yanımıza gelmişlerdi. Oğlum, kızım ağladığımı gördüler. Onlardan kaçtım, fakat ikisi de geldi yanıma oturdu. Meraklı gözlerle benim ağlamama bakıyorlar, olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Kızımın "Babama ne oldu?" sorusuna eşim "Bir şey yok, kızım, hadi biz gidelim, baban biraz kendine gelsin tek başına..." dedi ve çocukları alıp sergiye doğru yürüdü. Tek başına kalmıştım. Ağlaya ağlaya yürüdüm tepe arasındaki o dar yolda. Issızlığa göz yaşlarımı katık ettim.

Akşam saat sekiz gibi eve geldik. Senden e-mail gelip gelmediğini kontrol etmek için hemen internete girdim. Senden e-mail geldiğini görünce dünyalar benim oldu. Okudum hepsini. Çok mutlu oldum. Yangınım iyice arttı. Sonra eşim girdi odaya. Her şeyi anlattım ona. Yine göz yaşlarıma hakim olmadım. Eşim bu kez telaşlandı. Olayın ciddiyetinin ilk defa o zaman farkına vardı. "Kocası elinden gidiyordu." Telaşlandı. Ne yapacağını bilemedi. Bana "ne istersen yap, ama evini, yuvanı yıkacak bir şey yapma sakın" gibi şeyler söyledi ve komşuya gitti. Eşimin sözlerinden seninle arkadaşlık yapmama izin verdiği sonucunu çıkardım ve hemen seni telefonla aradım işte. Senin sesini duymak ne güzeldi!... Anlattım sana her şeyi. Keşke eşine söylemeseydin dedin. Sonra bir hafta konuşmamaya, yazışmamaya karar verdik. Sen öyle istedin. Bir hafta boyunca eşime iyi davranmamı, ona ilgi göstermemi istedin. Tamam dedim ve kapattık telefonu...

30 Mayıs 2005 Pazartesi... Elimden geldiğince eşime ilgi göstermeye çalışıyorum. İçimdeki ateşi dışarıya göstermemeye çalışıyorum. Dinlemeyi çok istediğim halde müzik kanallarından yangından kaçar gibi kaçıyorum. En ufak bir melodi bana seni hatırlatıyor. Nihayet akşam oldu. Sakinim. Eşim de sakin. Birden telefon çaldı. Telefona en uzak kişi bendim. Aceleyle yerimden kalktım ve telefonu ben açtım. Sendin!... Dayanamamış e-mail göndermişsin ve onu haber vermek için aramışsın!... Telefonu kapattığımda eşim kriz geçiriyordu. Çocuklar henüz uyumamışlardı. Evde on dakika boyunca "fırtına" koptu. Ne yapacağımı bilemedim. Dışarı çıktım. Yandaki komşumun ziline bastım ve komşu kadına eşimle biraz oturmasını rica ettim. Kendine zarar verecek diye korktum. Cadde boyunca ağlayarak yürüdüm. Seninle telefonda konuştum. Tuhaf duygular içindeydim. Bu ilişkinin yürümeyeceği çok açıktı. Bitirmek en doğrusuydu. Gönderdiğin e-mailleri okudum ve sana "elveda" maili gönderdim. Bir de cebine "elveda" mesajı gönderdim. Bitmişti. Bir saat kadar dışarıda kaldım. Gün bitmek üzereyken evi aradım. Eşim "gel" dedi. Taksiye bindim ve eve geldim. Eşim sakindi. Nasıl bulduysa cep numaranı bulmuş ve seni aramış. Bir de O bitirmiş aramızdaki ilişkiyi. Kızmadım ona. Çalışma odama geçtim, ışıkları kapattım, "senden çocuğum olsun istiyorum" şarkısını dinleyerek "ayrılığın zevkini" çıkarmaya çalıştım. Ne demişti Atilla İlhan usta: "Ayrılık sevdaya dahil!..."

31 Mayıs 2005 Salı... Sakinim... Her şey bitti ya... İçimde müthiş bir devinim var ama... Enstitü'de işim vardı. Beşevler'e gittim. Hava yine yağmurlu. Dönüşte Tandoğan'da bir cafe'ye girdim ve sana ikinci bir elveda e-maili gönderdim. Kızılay'da bir sinemaya girdim. Üçüncü sınıf bir aşk filmi izledim. Filmden sonra yine bir internet cafeye girdim. Kulağıma kulaklığı taktım ve Sezen Aksu, Zeki Müren dinleyerek ayrılığını acısını iyice yaydım tüm vücuduma... O akşam orada nasıl "ağladım" bilemezsin... Cafedeki yerimde ağlamaya çok müsaitti doğrusu... Eski mailleri yeniden okudum. Yeniden sana aşık oldum. Bu arkadaşlığın, bu sevginin bu kadar çabuk bitmesine yeniden şaştım kaldım.

1 Haziran 2005 Çarşamba... Deli gibiyim. Bir gün önceki sakinliğimden eser yok... Sana kaç defa mail gönderdim. Kaç defa kapının suratıma çarpıldığını hissettim. Çocuklaştım, zavallılaştım, alçaldım o gün... Tek başına kalmak istedim. Eşim, çocukları aldı ve dışarı çıktı. Evde yalnız kaldım. Yalnızlık bana iyi geldi. Kendime gelir gibi oldum. Sakinleştim. Eşim, öğleden sonra çocuklarla birlikte eve geldi. Birkaç yıl yaşlanmış gibi yorgun ve üzgündü. Yatak odamıza götürdüm onu. "Tamam, kendime geldim. İstersen bir yerlere gidelim, birkaç gün kalalım. Stresimizi atarız..." dedim. Beni sakin görünce O da sakinleşti. "(F)'ye gidelim" dedi. (F) bizim ilk göz ağrımızdır. Görev yaptığım ilk yerdir. Eşimle nihayet "baş başa" kaldığımız, dertsiz, kaygısız yaşadığımız ilk yerdir. "Tamam" dedim, "(F)'ye gidelim." O akşam sakin geçti. Gece yola çıkmadan önce senden bir e-mail geldi. Mailini eşime de okuttum. Sana bir kez daha "elveda" yazısı yazdım ve terminale doğru yola çıktık.

2-3-4 Haziran 2005... (F)'de üç güzel gün geçirdim. Mümkün olduğu kadar seni unutmaya çalışıyorum. Bulduğum çözüm: Tek başına kalmamak... Çünkü yalnız kaldığım her an, sen içimde konuşmaya başlıyor ve beni esir alıyorsun...

Birinci gün: Günde birkaç defa sahile indim, çarşıyı gezdim... (F) bıraktığım gibi... Şirin, güzel ve hala ilkel... Akşama doğru çocuklar uyurken, eşimle sahil kıyısındaki bir çay bahçesinde bir saate yakın oturduk. Her şey eskisi gibi... Sanki kafamızda hiçbir sorun yokmuş gibiydi.

İkinci gün: Sabah çok erken kalktım. Hemen giyindim ve sahile indim. Sahildeki bankların birine oturdum ve yarım saat boyunca güneşin doğuşunu seyrettim. Aklımda hep sen vardın. Öğleye doğru eşim ve çocuklarımla birlikte, eskiden oturduğumuz siteye gittik. Kızımın oynadığı parkı gezdik. Yine sahile indik. Üç adımda bir konaklayarak iskeleye kadar yürüdük. Her şey güzeldi. Mümkün olduğunca "seni unutmuş" görünmeye çalıştım.

Üçüncü gün: Yanında misafir kaldığımız aile, ki hem benim hem de eşimin yakınıdır, balıkçılıkla geçimini sağlayan fakir bir aile... Balıkçı teknesiyle dolaştık. O teknede seninle olmayı çok istedim... Akşam yeniden sahile gittik ve ilk defa ayaklarımı denize soktum. Kumsalda yürüdüm çıplak ayaklarla... Çocukları eve bıraktıktan sonra bu kez tek başıma yeniden indim sahile... Limana kadar yürüdüm. Hiçbir şeyin değişmediğini, sana duyduğum ilginin hala sürdüğünü bir kez daha fark ettim. Ve gece onbir otobüsüyle Ankara'ya geri döndük...

5 Haziran 2005 Pazar... Yorgunum ve hastayım. Gün iyi geçti ta ki akşam oluncaya kadar... Akşam sürekli ev telefonu çalıyor. Telefonu açmaktan korkuyorum. Çünkü eğer sensen evde yeniden bir "fırtına" kopacak. Sonunda kabloyu çıkardım telefondan...

6 Haziran 2005 Pazartesi... Fakültede ve enstitüde bir yığın işlerim vardı. Onları hallettim. Sana bir cafeden e-mail attım ve (F)'de çay bahçesinde çekindiğim bir fotoğrafımı gönderdim. Eve geldim ve bilgisayarı açtım. Baktım ki senden bir e-mail gelmiş. Önce sevindim ama okuduğumda şok oldum. Seni biri aramış ve bu ilişkiyi bitirmen için seni tehdit etmiş. "Seni arayan kim olabilir?" diye düşünürken, gerçeği öğrenmem uzun zaman almadı. Seni arayan beni çok seven komşummuş. Eşimin elinden zorla telefon numaranı almış ve seni arama cüretini göstermiş. O an sana çok zarar verdiğimi, seni çok rahatsız ettiğimi anladım ve artık bu ilişkiye nihai noktayı koymak gerektiğini düşündüm. Çünkü bu ilişkide sana zarar vermek, seni tedirgin etmek düşünebileceğim, isteyebileceğim son şeydi. Eşimle de, komşumla da tartıştım. Eşime (K)'ya gitmesini, yalnız kalırsam bu ilişkiyi daha rahat bitirebileceğimi söyleyerek; onu (K)'ya gitmeye ikna ettim.

7 Haziran 2005 Salı... Eşimi ve çocukları sabah 9 otobüsüyle (K)'ya gönderdim. Eve gelir gelmez sana son e-maili yazdım. O gün gerçekten seni içimden atmayı başardım. Çünkü sana zarar vermek, seni tedirgin etmek; asla istemediğim bir şeydi. SENİN MUTLULUĞUN İÇİN, SENİ UNUTMAYA RAZIYDIM.

8 Haziran 2005 Çarşamba ve sonrası... İçimdeki yazma isteğini engelleyemedim ve sonrasını biliyorsun... Tekrara gerek yok...

Canım,

Ne zaman arayacaksın beni?... Ne zaman mektuplarımı okuyacak ve bana cevap yazacaksın?.. Sana telefon etmek istemiyorum. Sen arayasın istiyorum... Mektuplarımı okuyacak ve cevap yazacak kadar da mı vaktin yok? İnsan bu kadar meşgul olmaz ki? Bugün Cumartesi... Bugün de mi çalışıyorsun?...

"SEVGİ İLE UZANAN BU EL BOŞ DÖNMEKTEN YORULMAĞA BAŞLADI..."

Can özün BUTTERFLY

Aziz Baysal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,208,208,208,208,208,208,208,20
              15 Kahveci oy vermiş.
19 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Simge Aybey


KADIN, DEPREM, ÖFKE, ÇİKOLATA VESAİRE...

Kadınlar neye, neden öfkelenir?

Çileden çıkmalarına sebep olan nedir ya da kimdir?

Hani her şey gayet iyi giderken birden niye suratlarını asarlar?
Ve kolay kolay gülümsemezler...
Ya da sakin sakin otururken niye avaz avaz bağırmaya başlarlar?
Ve niye susmazlar bir türlü?
Bir türlü...
Yahut birden o şeytan bakışı niye fırlatırlar ok misali?
Hele kadın, bir de uyarmışsa ve uyarısı dikkate alınmamışsa küçük çapta da olsa bir nevi dünya savaşı illa ki yaşanır!
Peki, sinsi sinsi bakıp melek gibi gülümseyen ve hamlesi için en uygun zamanı kollayanın derdi nedir?
Artık eskisi gibi olamaz hiçbir şey...
Nedir kadınları bu kadar sinirlendiren "ama aslında çok da mühim olmayan" ( zaten şu üç günlük hayatta 2-3 tane mühim mesele var)!
Nedir?...

Bunu bilmek o kadar da gerekli mi?

İyi olurdu hatta şahane olurdu muhakkak, kadınları anlamak ve sarsıntıların öncülerini fark edip atlatmak... Henüz başarılamadı! Depremler gibi... Değil mi?! Nasıl depremlerin vakitleri önceden bilinemiyorsa-en azından şimdilik...
Anlamak dışında bir yol elzem!
Hani binaları sağlam yapmak gibi... Sert zeminleri tercih etmek gibi... Daha akıllıca ve hatalarından ders alan tecrübe gerek yani...
Kadınları anlamıyorsanız, uzlaşmayı deneyin! Onları alt edemezsiniz... Aynı doğayı alt edemeyeceğiniz gibi... En hazırlıksız yakalandığımız doğal afet nasıl depremse, geceleri yan yana uyuduğunuz kadın da hep tahmin ettiğinizden fazladır! Zira hayatta 2-3 tane mühim meseleden fazlası vardır...
Nasıl mı?
Şöyle...
Kadınlar neye, neden öfkeleniri düşünüp çözüm bulamamaktansa öfkeyi kabullenmeye ne dersiniz?
Nasıl her sarsıntı farklı şiddette gerçekleşiyorsa, her bir kadın öfkesi de farklıdır...

Birden suratı asılan, kaskatı kesilen ve heykellere özenen kadın öfkesi mesela...
Nasıl yumuşatırsınız? Nasıl atlatılır bu sarsıntının hasarı? Hele ki bu kadın, yıllardır sevdiğiniz kadınsa... Her bir yüz ifadesini zaten daha önceden ezbere almışsanız...
Çikolata?..
Dikkat: Her kadının her bir öfkesi kadar tedbir vardır! Bir sarsıntıyı atlatan pardon (!) öfkeyi atlatan tedbir diğerine neden olabilir... (Hem sıradanlık-monotonluk-rutinlik kadınları daha da sıkar. Yine dikkat: Yumuşak zemin! )
Belki de odadaki mumları yakıp, öfkeliyken dinlemeyi tercih ettiği şarkıyı başlatıp, o odadan yok olmanız en iyisidir... Belki! Yine de oralara bir yere bademli çikolata bırakın!

Durmadan bağıran, düdüklü tencere misali bir kadının öfkesi ise saatlerdir sıkışıp kaldığınız trafikteki 7351. korna sesinden muhtemelen beterdir.
Herhangi bir ufak hareket vaziyeti kötüleştirebilecekken ne yapılabilir?
Hiçbir şey? Çekip gitmek?
"Duruma müdahale edemiyorsan, kaç..."
Hâlbuki deprem olurken binayı terk etmemek lazımdır, değil mi?
"Seni anlamıyorum ama bu, senin haksız olduğun anlamına gelmez" nasıl olurdu acaba?
Bir de sabah akşam birer paket sütlü çikolata! Ne olur ne olmaz...

Bir de şöyle bir şeyler var: "Tam unutmuştur" derken yine yeniden iğneleyici- hakikaten- iğneleyici laflar sokan kadın öfkesi.
Çok dirençli ve dikkatli olmak lazım. En önemlisi özenli olmak lazım. Şeytanla ayrıntıda buluşup, ondan rol çalmak lazım. Tedbiri elden, heyecanı yürekten, deprem düdüğünü baş uçtan ayırmamak lazım. E, artık öğrendiniz, bir de antepfıstıklı çikolatayı yakınlarda hem de çok yakında tutmak lazım...

Hele tepkisini belli etmeyen, mum gibi içine eriyen, inatla iyi davranan kadın öfkesi... Ne zaman patlayacağı belli olmayan -belirsiz saatli- bomba!
Fay hatlarının enerjisinin yeryüzünde neden olduğu değişiklikler düşünüldüğünde kırmızı alarm durumu gerek!
Sağlam bina, sert zemin yetmez! Tsunami ihtimali söz konusu! Her türlü tedbir tetikleyici olabilir... Bu durumda kaçarak uzaklaşılabilir ya da bombanın hangi kablosunun kesilmesi gerektiği uçurumundan atlanır. Kırmızı mı, mavi mi? Fındıklı çikolata!
Bazen aynı silahı kullanmakta fayda vardır. Bazen. Siz de alabildiğine iyi davranın...

Peki, kadın ötesi şeytan öncesi istisnai varlıkların öfkesi... Mütemadiyen öfke nöbeti. İnsanın ömrünü delik deşik edebilecek akıllara zarar hamle silsilesi... Çikolatanın bitteri! İhtiyaç oldukça yenmeli... Bu öfkeyle baş edilmez. Enkaz haline gelmeden son vermek gerek. En iyisi hiç bina yapmamak... Yapılan varsa içine girmemek... Deprem öldürmez, bina öldürür.

Her bir öfke, ayrı bir enerjidir. Her kadın, her çeşit enerjiyi içinde barındırır. Enerji, engele ya da fırsata dönüştürülebilir. Dönüştürdüğünüz her ne ise içinde siz de varsınız.
Sahi, kadının öfkesi depremse, erkeğin öfkesi nedir?
Umarım üzerinde düşünmeye değerdir...
Çikolatam da bitti zaten...
Bu, beni öfkelendirmiyor ama öfkelendirmemesi her zaman işe de yaramıyor...
Siz yine de yanınızda çikolata bulundurun. Hem belki öfke öncü değil, sadece artçıdır...
Pek tabii ki de öfke baldan tatlıdır, bu yüzden kadınların tatlısı çikolatadır...

Simge Aybey
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,887,887,887,887,887,887,887,88
              8 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Erol Şahin


BANA BİRŞEYLER ANLAT, GERÇEK OLMASIN...

"Herşey sen olsun şu dünyada
ve olmasın sen olmayan dünya da"
- İskender PALA, Kitab-ı Aşk

Zor, bu cümleleri durup düşünmeden kuruvermek. Belleğimin oynadığı bir oyunda, yardıcı erkek oyunculuktu rolüm. Uyandığımda devam eden rüyalara şaşmamla başladı herşey. "Nasıl oluyor?" diyordum. "Bu hikayenin başını ben rüyamda görmüştüm." Meğer, yıllardır rüyayla gerçeği ayırt edemiyormuşum.

En zoru çözüme dair bir bilgiye sahip olmadığım halde artarak sürmesi çözümsüzlüğün. Problemin yarım uyuma haliyle dalışımdan kaynaklandığını düşünüyorum. Dünyaya çekilen bir perde arkasından bakıyorum. Perdenin ardında beş duyumla hissettiğim "gerçek" dünya ile zihnimde kurduğum "rüya" kentin görüntüleri içiçe terennüm ediyorlar.

Yağmurun yağdığını rüyamda gördüğüm bir gecenin sabahında yağmur yağmış olurdu. Radyonun açık unutulduğu bir gece boyunca rüya diye gördüklerim radyodan gelen seslere uydurduğum hayali görüntüler olurdu. Gecenin bir vakti uyku arasında yaptığım bir telefon konuşmasının rüya olmadığını günün herhangi bir saatinde yaptığım diğer telefon konuşması esnasında fark ederdim.

Nasıl bir bilince veya zihne ya da adını koymakta zorlandığım o şeye sahibim bilemiyorum. Tarifsiz bir kabus içimdeki. Bir kabusun en kötü yanı uyandığında gerçek olduğunu ve hala sürdüğünü fark etmek olmalı.

Eski bir rüyamı -içinde onların da geçtiği- arkadaşlarıma heyecanla anlatmaya başladığımda: "Şaka mı yapıyorsun. Bunların hepsi gerçek" cümlesiyle ufka dalardım kısık ve yenilmiş gözlerle. Ufuk çizgisi gökyüzünü ve yeri uzakta fark edilmesi zor bir noktada ayırırdı. Belleğimin ufuk çizgisinde gerçek ve rüya ayrılıyordu ve bu çizgiyi fark etmek çok daha zordu. Aynı olayı bir arkadaşıma ilkinde bir rüya, ikincisinde yaşadığım bir anı olarak anlattığımda, ciddiyetimden şüphe duyuyor ve uzaklaşıyordu benden. Bakışım belleğimin ufuk çizgisini göremez olmuştu artık. Ne taraf gerçek, ne taraf rüya bilemiyordum. Rüya nereden başlıyor, gerçek nerede. Haritası rüzgara kapılmış bir gezgin gibi kendi antik kentimde kaybolduğumu anlıyordum.

Peşinde olduğum şeyin gerçek ya da rüya dediğim dünya olmadığının şimdi bu yazıyı yazarken ayırdındayım. Gerçek ya da rüya, içimde sakladığım anılarla alıp veremediğim hiçbir şey yoktu. İki taraftan da memnundum da belirsiz sınırlar yaşantımı zorlaştırıyordu. Belki daha çok yakınımdakilerin hayatını zorlaştırıyordu demeliyim.

'En iyisi unutmak' dedim birgün. Bir problemi çözmek için denenecek en kötü yolun onu yok saymak olduğunu öğrendim. Anı olarak sakladığım görüntülerin gerçekliğine güvenemiyordum artık. Zihnimde görüntüler atlası, susuyordum, korkarak. Unutmam gereken hangi taraf bilemediğimden, ikisini de unutmuş gibi yapıyordum. Beceriksizceydi.

Unutma oyunu işe yaramayınca bulduğum çözümlerden biri de yazmaktı. Yaşadıklarımı yazarsam, rüya olanları ayırabileceğimi düşünmüştüm. Yazmanın büyüsüne böyle kapıldım. Yaşadıklarımı yazmaya başladığımda herşeyin normale döneceğini sanıyordum. Yazmak, insan belleğinin oyun alanı. Yaşadıklarımı yazmaya başladığımda bu oyunu fark edememiştim. Yaşama ve yazma anı arasında geçen zaman, belleğimin bana oynayacağı oyunları hazırlamaya yetiyor ve artıyordu. Bir yaşantının anı olması için ilkin belleğe kayıt edilmesi gerekiyordu. Yazarken belleğime daldırdığım hayali el orada tasarlanılan gerçeği alıp kağıda döküyor sanıyordum. Gerçekle rüyayı ayırt eden çizginin nereden çizildiğini fark edemiyorsanız yazdıklarınıza sızan rüyaların olması kaçınılmazdı. Yaşadıklarımı yazdığımı sanırken, bir ara yaşamayı umduklarımı da yazmaya başladığımı gördüm. Sonraki sorum maalesef şuydu: "rüyalarımı ne zamandan beri yazıyorum acaba?"

Bir geçmişi ardımda bırakıyorum. Aslında itiraf etmesi zor da olsa iki geçmiş bırakıyorum ardımda. Birbirine geçmiş, iki geçmiş zaman hikayesi. Rüya ve gerçek.. İki kelimeyle böldüğüm anılarımdan hangilerine rüya, hangilerine gerçek diyebileceğim belirgin br ipucu hala yok.

Geçmişi yok sayamıyor insan, benimki gibi güzel ihtimaller barındırıyorsa.

...

En son yanılsamam şöyle.

...

Rüyamda seni görüyorum. Bana gördüğün bir düşü anlatmaya başlıyorsun. Ben, seni ne çok özlediğimi anlatıyorum. Birbirimizi dinlemiyor gibiyiz.

"Bir gömlek," diyorsun, "kumaşı güzel bir gömlek bana veriliyordu rüyamda. Karşılığında birşey istenmeksizin. Siyah desem; siyah değil, yeşil desem; yeşil değil."

"O gömlek, benim." diyorum. "Sana beni veriyorum. Karşılıksız. Almıyor musun?"

Rüyanın tabirini yapmaya kalktığımı söyleyip devamını anlatmıyorsun. Sonu sende kalıyor. Aklım sende kalıyor. Öyle kısa bir an ki derin bir nefes alıp içinde "ben" ve "sonsuz" kelimelerinin geçtiği bir soru soruyorum. Aklından onlarca kelime geçiyor. Sanki hepsini duyuyorum ama söylemiyorsun. Dakikalar sonra "hayır" diyorsun.

Öyle güzelsin ki uyanmak gücüme gidiyor.

...

Eğer rüya görmedimse; bu sana son seslenişim, hayır bir düş gördüysem; seni çok özlemişim.

SYLVIA: Artık bana aşık olmaktan vazgeçer misin?
DORANTE: Var olmaktan vazgeçersen.
-Marivaux, Le Jeu de l'Amour et du Hasard

Erol Şahin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,508,508,508,508,508,508,508,50
              6 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Temirağa Demir


Ne Ben Hoş Kaldım Ne de Sen Güldün

Biraz zamansız oldu gidişin! En zor durumda gittik birbirimizden ,oysa söz vermiştik ayrılmamaya, zor günleri beraber omuzlamaya, beraber ağladığımız gibi gülmeye hatta filmlerden kıskanıp beraber ölmeye söz vermiştik.

Sen uzak bir şehrin havasından mı, suyundan mı etkilendin bilmiyorum. Ama zamansız oldu bu ayrılık.

Hiç bir şey bilmeden ani bir telefon aracılığıyla bu ayrılık istemin ruhumu bedenimden ayırdı.Sebepsiz ve zamansızdı çünkü. Ya da en azından ben sebebini bilmiyordum.

Yeni yılda akarken göz yaşların üzerime, tutunca ellerini ve sıcaklığını hissedince gönlümde bu sevdaya ayrılığı haram kılmıştım. Fakat oldu işte! Şimdi hangimiz haram bir şeyi yapmakla cehennemde yanacağız bilmiyorum. Sen yanma sevgili! Ben yanarım. Bazen göz yaşlarım akar içime kanarım.

Kime küstün niye küstün, neden ayrılık kustun miden bulanmazken, bilmiyorum. Ama şimdi hiç sırası değildi sevgili. Yolunu gözlerken, özümle beraber ,ayrılığın çıkageldi! Oysa en güzel kıyafetlerimi giyinecektim, saçlarımı bile senin istediğin gibi tarayacaktım seni karşılarken.

Ama sen ayrılığı getirdin gelirken,beynimde geçen günlerin hatırası canlanırken, her hatırada bir hücremi öldürdüm ben. Seni beklerken dört gözümün yarenliğinde ,ayrılığın çıkagelmesi! Ne acayip, ne anlatılmaz bir durum tahmin bile edemezsin.

Yani sen şimdi yoksun öyle mi? Yani bir daha ellerini tutamayacak mıyım? Bir daha bakamayacak mıyım gözlerine?

Hadi canım! Yoksa şaka mı yapıyorsun, böyle zamansız, böyle sebepsiz bitmemiştir herhalde. Konuş hadi yalan de şaka yaptım de.

Demek gidiyordun ve beni götürmüyorsun.Şimdi içimde alevlenen yakıcı bir korsun. Üç mevsim yaşamıştık seninle. Sanırım artık senli tüm cümlelerim geçmiş zamanla çekimlenecek. Ve sanırım her gece beni daha da içine çekecek. Üç mevsimin yüzlerce günü, karı kışı güzü hatta yazı yaşamıştık. Upuzun günleri, sonra karanlık geceleri, sonra, hep sonra deyip mutluluğumuzu ertelemiştik.

Ama şimdi yoksun öyle mi? Olsun. Bende ayrılığını takarım koluma. Sırf senden geldi diye ayrılığı bile sevmeye çalışırım (beceremesem de).

O şehrin suyu yaramadı sana, isteseydin eğer oksijen ve hidrojenin içinden elektrik geçirip sana aşka mayalı su bile yapardım.

Zamansız oldu gidişin, beni terk edişin, ayrılığı tüm çıplaklığıyla bana gönderişin...

Yoksa aramızda ki kilometreler mi sebep oldu? Ama olamaz herhalde! Çünkü ben orada mıydım bilmiyorum ama, sen uzakta da olsan hep benim yanımdaydın

Hoşcakal diyorsun ya bana , sende güle güle git. Ama biliyorum ve sende biliyorsun, uzun bir süre ne ben hoş kalabileceğim, ne de sen gülebileceksin.

Bir elveda bile demeden gidiyorsun ya! Neyse suçlamıyorum seni, ne olduysa, başımıza ne geldiyse o şehrin suyundan oldu

Temirağa Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              12 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.178 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Biz

(“ben”lerin dünyasında)

Biz aynı torpilli kuşağın çocuklarıyız.

Biz ilk aya gidenleriz,
unutulmaz şarkıları çıktığı anda dinleyen,
yandaki mahalleyi boş arsada 7-1 yenenleriz.

Biz tiyatroyu radyoda dinleyenleriz.

Televizyonu komşuda izleyen,
perdedeki yıldızları,
yıldızların altında seyredenleriz.

Laklakla bilekleri,
aşıyla kolu şişenleriz.

Tren camından sarkan,
bir fincan kahveyle mutlu olan,
bomboş güney sahillerine
cep delik, cepken delik gidenleriz.

Biz bayramlarda el öpen,
bir blucinle dünyaları fethedenleriz.

Olimpiyatı da, Dünya Kupası’nı da,
Eurovizyon’u da en iyi bilenleriz.

Asya’yı Avrupa’yla birleştiren,
yerli malı tercih edenleriz.

Biz sevenler, sevilenleriz;

andımızı ezbere bilen,
ülkemizi canımızdan önde görenleriz

ve yeniden dünyaya gelsek,
yine aynı yıllarda doğmak isteyenleriz...

düş hekimi yalçın ergir
http://www.ergir.com

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.portbodrum.com
Bodrum Yalıkavak'ta harika bir koyda "Sadece Marina Değil, Bir Yaşam Biçimi" sloganıyla özdeşleşen, hem tekneler hem de ziyaretçiler için muhteşem bir yaşama alanı. İtiraf ediyorum, bu siteyi de ben yaptım. Doğal olarak reklamı haketti:-)) Hamili site bizdendir yani. Severek çalıştığım sitelerden biri. İnşaatı halen sürse de bu haliyle bile fena olmadı. Haydi girin bir bakın.

Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


STOIK VideoConverter 2.1 [7,33 MB] Windows Free
http://wcarchive.cdrom.com/pub/bws/bws_47/StoikVideoConverter20.zip
Amatör filmciler için vazgeçilmez bir program olmaya aday. Bilgisayarınıza bir şekilde aldığınız bir video dosyasını Divx dahil pekçok formata çevirebileceğiniz bir yardımcı program. Birkaç dolar ödeyerek Pro versiyonunu almak ve çok daha fazla fonksiyona erişmek mümkün. Tüm amatör filmcilere tavsiye olunur.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050913.asp
ISSN: 1303-8923
13 Eylül 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com