|
|
|
14 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kulaklarını tıka Fenerbahçe!.. |
Merhabalar,
Dün bir mesaj aldım. Adı bende saklı bir kahveciden geliyordu. Tek satırlık bir mesaj "Hala yirmi liralık benzin mi alıyorsun?". Sıkı bir okuyucum olduğu anlaşılan bu bu arkadaşımın mesajına epeyce sevindim doğrusu. Tek cümleyle hem beni okuduğunu anlatıyor hem de bu konuda neden sessiz kaldığımı sorguluyordu. Ona minik bir cevap yazdım ama sizinle de paylaşayım istiyorum.
"Alışmış kudurmuştan beterdir." diye mükemmel bir sözüzmüz var bilirsiniz. İşte ben de o hesap alışmış bir adamım artık. Azar azar koydukları zammı sineye çeke çeke koyundan beter oldum herkes gibi. Yok artık 20 liralık benzin alamıyorum. Bir seferde alınan benzin tutarı önce 30 sonra 50 liraya çıktı maalesef. Eee bende yolumu benzinime göre uzatıyorum. Dünyanın en pahalı benzinini kullanacak kadar zengin bir memleket vatandaşı olduğuma seviniyor, bu sevincimi Unakıtan'a selam(!?) göndererek pompacıyla paylaşıyorum. İşin kötüsü artık söyleyecek lafta bulamıyorum.
İyi başlayan, 85 dakika da çok iyi giden bir futbol akşamı geçirdim. 85. dakikada kabız olasıca Kaka o 2. golü atınca üst kattaki oğlanın goool diye bağırması memleket gerçeğinin tam bir yansımasıydı. Skor yazarları bugün neler yazacak merak içindeyim. Star'daki yorumcularla aynı maçı seyretmediğime eminim de bakalım diğerleri hangi maçı seyretmiş anlamaya çalışacağım. Fenerbahçe iyi oynadığı maçı hiç haketmediği bir sonuçla yenik kapattı. Ama ben bu takımın bu oyununu sürdürdüğü sürece Shalke'yi, PSV'yi şortunda salllayacağına inanıyorum. Cimbom'la Kartal'a başarılar dileyip huzurlarınızdan ayrılıyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Seyyah : Gülin Aköz "Avucumda Patikalar" "Ferrasini Satan Bilge'ye karşı |
|
Not: "Avucumda Patikalar" kendi yazdığım bir kitap olduğu için ve her kitabı satmayan yazar gibi ben de buna bozulduğum için aşağıda yazılanlar tamamen kişisel bir kıskançlık ürünü olabilir.
Ama olmayabilir de...
"Ferrasini Satan Bilge'yi okumadan önce
"Ferrarisini Satan Bilge" çok satıyor da benim kitabım neden satmıyor? Yani her kitap satacak diye bir kural yok tabi ama...
Benim satacak Ferrarim de yoktu zaten ama ben de Boğaziçi Üniversitesinin Makine Mühendisliğinde 14 senelik eğitimimi geride bırakıp, kurulu düzenimden vazgeçip, sahip olduğum tüm her şeyi elimin tersiyle itip dünya turuna çıktım. Dediğim gibi üstelik bu yabancı değil, uydurma değil, bizden birinin gerçek hikayesi.
Burada bizim içimizden birinin örneği dururken "Ferrarisini Satan Bilge'nin satmasına çok bozuluyorum.
Gerçi kitapla ilgili olarak sadece satmamasından değil... dağıtımdan tutun da, yayıncının yazar üstüne kurduğu tahakkümden, yelpaze genişledikçe kitaplara gösterilen özensizlikten, tüketim çağının ve kapital düzenin benim için çok kıymetli olan kitabı önemsizleştirmesinden, kitaba en fazla emeği geçen kişi 2 kuruş kazanırken başka herkesin 15 kuruş kazanmasından, bunun piyasada gayet kanıksanmış olmasından, adı olduğu için "büyük" sandığınız kuruluşların bile "ne kadar geç ödesek kârdır" politikası ile sizin 1 kuruşunuzu bile ödememe saygısızlığından, kendi paranızın peşinde dilenci gibi koşmak zorunda bırakılmaktan, hakkınızı aramaya kalktığınızda herkesin "aman sesini çıkarma, burası küçük bir piyasa, duyulur, sonra adın çıkar, varolamazsın" korkusunun yerleştirilmesinden... de şikayetçiyim!
***
"Ferrasini Satan Bilgeyi" okumadım ama şöyle bir baktığım kadarıyla sözde bilgeliği "işte bu" diye hap olarak veriyor. Peki hapların faydası ne kadar? Onlarla sağlıklı bir şekilde beslenmek mümkün mü?
Evet, çağımız hap çağı! İnsanlar meyve gibi lezzetli bir şey yemektense bir hap yutmayı tercih ediyor. Bu kitap örneği de bunu doğruluyor. Sonuçta benim kitabım öyle zor okunan, edebi iddiası olan bir kitap da değil. Yani ağır, herkesin yiyemeyeceği bir yemek değil. Tam tersine, gayet kolay okunan, eğlenceli bir kitap. Kiraz gibi atıştırabileceğiniz bir kitap. Ve aynı zamanda, yaşadığım şeylerden, yorumlarımdan, kendimle dalga geçmelerimden herkesin kendine göre bir şeyler süzebileceği, farklı bir düşünce tarzı geliştirebileceği bir kitap olduğu zannındayım.
Böyle düşünen ve umurunda olduklarım var; onların bir tanesi bile bu kalabalık yığınının topuna bedel, biliyorum.
Ama yetmiyor! Ben yazmayı çok seviyorum ve yazarak yaşayabilmek istiyorum. Ancak aldığım telif ücretini, hadi yaptığım şey için harcadığım para ve zamanı bırakın, sadece kitabı yazmak ve bastırmak için harcadığım zamana böldüğünüzde asgari ücretin beşte birine denk düşüyor! El insaf!!
Ayrıca tek derdim geçim derdi değil. Daha idealist beklentilerim de var hayattan. Ben hap yutmak yerine meyve yemek özendirilsin istiyorum... "çocuklarımız/gençlerimiz her şeyi bu kadar kolay harcamak yerine, biraz emek sarf ederek bir şeylerin lezzetine varmayı öğrensinler" diyorum. "İnsanımız da bildiği bu lezzetleri bu kadar çabuk unutmasa" diyorum... "Batıya özenmek adına kendinden vazgeçmek yerine değerlerine sahip çıksa" diyorum.
Ne bileyim?.. Yaşlı da sayılmam ama ben yeni çağa ayak uyduramıyorum galiba. Yanlış asırda doğmuşumumdur belki... kader!
***
Evet, günümüz koşullarında "varolmak" için ya kendinizi satmayı bileceksiniz, ya ödünler vermeniz gerekiyor, ya oyunu onların kuralına göre oynayarak klişelerle, popülariteye hitap ederek iş yapmanız veya birine pislik atmanız gerekiyor. Çünkü bu dünya artık böyle dönüyor.
Kitap adı ve kapağı da çok önemliymiş. Çok satan kitabın başlığında adamın kendine bilge demiş olmasına ben uyuz olmuştum ama anlaşılan çekici kılıyor kitabı. Çünkü insanlar o kitabı okuyarak bilgeliğe erişecekleri yanılsamasına kapılıyorlar.
Halbuki ben kendi başlığımı çok seviyorum. Üstelik kitapla da çok örtüşen bir hayat felsefesi o. Belki anlayabilmek için "Bir Kazanın Anatomisi" yazısını okumak gerekiyor ama açıkçası zaten ben her şeyin öyle kolayca anlaşılabilmesi veya insanların gözüne sokulması taraftarı değilim. Yani kitabımın çok kolay ve basit okunabilecek bir kitap olmasına özen gösterdim, zaten bu işin profesyonelleri de dilimin akıcı olduğunu söylüyorlar... Ancak diğer yandan o basit söylemin, anlatımların altında yatan şeyler, kendimce ördüğüm gizli bağlantılar da var. Bunları görmek için dikkat gerekiyor ama görülmese de zararı yok. Kimi sadece keyifli vakit geçirmek için okuyabilir, kimi yaşadıklarımı algılayıp bunları kendi hayatına yansıtır.
"Avucumda Patikalar" sadece bir dünya turu kitabı değil, daha çok bir iç yolculuğun hikayesi. Kitabın "gezi/anlatı" şeklinde etiketlenmesine de çok bozuldumdu doğrusu. Ferrasini Satan Bilge ile kıyaslamaya kalkmamın sebebi de Robert Kolej ve Boğaziçi Makine Mühendisliği gibi yerlerden mezun olduktan sonra "kariyer" kavramını bırakıp böyle bir işe kalkışmamdı. Bu konuyla ve kendimle ilgili daha fazla şey söylemek istemiyorum çünkü bana ters geliyor. Aynen, bahsi geçen diğer kitapta birinin kendini "bilge" ilan etmesinin ters geldiği gibi. Ama evet realite bu: Bu satıyor, kendinizi süsleyip insanların gözüne sokmazsanız kimse eline alıp bakmıyor, size yüz vermiyor. Bangok'ta yüzyıllarca yıl bir mahzende kapalı kalan bir altın Buda heykeli vardır. Savaş sırasında düşmanın ilgisini çekmesin, fark etmesinler diye çamurla sıvamışlar. Hadi bu biraz abartı olabilir ama her parlayan şeye altın muamelesi yapmasak ve sade şeylerin de gerçek değerini görmeyi öğrensek!... Bunları söylerken kendimi de dahil ediyorum çünkü bu tarz şeylere ben de kanıyorum. Ne de olsa günümüzde reklamlar ve bilumum medya araçları ile bize aşılanan bir öğreti bu.
Bu arada benim hayal kırıklığına uğramamın temel nedenlerinden biri de "dünya turu" düşüncesinin mutfakta soğan doğrayan hanımdan uluslararası işler yapan insanlara kadar cazip geleceği inancımdı. Çok yanılmışım! Yani dünya turu kısmı iyi güzel de kitap kısmı nedense kimsenin ilgisini çekmiyor. (Bu nedenle Kahve Molası dergisinin tirajının düşük olması sorunsalıyla empati kuruyorum...) Benimle yapılan tüm röportajlarda da kitap değil dünya turu öne çıkmıştı zaten.
Bir yandan da "piyango çıksa ne yaparsınız" sorusuna "ev alırım, araba alırım, dünyayı gezerim" klişesi nereden yerleşmiş fikir yürütmeye çalışıyorum ama bulamıyorum. Çünkü doğru değil! Çünkü insanların aslında böyle bir hayalleri yok! Olsaydı, Türkiye'de daha önce yapılmamış böyle bir dünya turunun, daha önce yazılmamış, içinde kurgu hikayeleri de olan kitabını da merak eder alıp okurlardı diye düşünüyorum.
Açıklayabilen varsa beni bilgilendirirse sevinirim.
"Ferrasini Satan Bilge'yi okuduktan sonra
Gerçekten çok kötü bir kitapmış, yanılmamışım. Sadece adı ve içini biraz karıştırmak bile kitabın kötü olduğunu göstermeye fazlasıyla yeterdi aslında ama yine de okumadan önyargılı olmak ve haksızlık etmek istemedimdi. Kitap bir şekilde elime geçince okudum. Benim için ziyan edilen birkaç saat oldu. Hatta kitabı okurken sözde bilge Julian'ın zamanın önemini anlattığı, kimsenin bizim zamanımızı çalmasına izin vermememiz gerektiğini söylediği kısımları okurken kitabı elimden atmayı düşündüm ama çok satan bu kitabı okumanın, yazı alanında bilgi edinmek ve değerlendirme yapabilmem için gerekli olduğuna karar verip devam ettim.
Okurken sürekli "ıyh" diye burun kıvırma sesleri çıkardım. Bir kitap bu kadar klişe ve boğucu olabilir. Diyalog diye sunulanların yazarın seminerlerinde kendine sorulan sorular olduğunun çok bariz olmasından ve hikayenin zorlama olmasından öte, adam kendi yazdıklarına "aman ne muhteşem" diyecek bir karakter eklemiş. "Ne kadar etkileyici bir hikaye anlatacağı belliydi" veya "öğrendiklerinden ne kadar etkilendiği görülüyordu" gibi aynen sit-com'lardaki gülme efekti gibi kendi yazdıklarını alkışlatmak istemiş. Ve anlaşılan acı gerçek şu ki, bu tür hileler işe yarıyor. Aynen bir arkadaşımın 9,99 yazan bir etiketi "9" okuması gibi. Ben böyle rakamları her zaman bir üste yuvarlar ve "10" diye tercüme ederim zihnimde. O nedenle çok samimi bir arkadaşımın "9" diye telaffuz ettiğini duyduğumda çok garipsemiştim. Ama demek ki satış yapanlar bu işi biliyor!
Belki kurgu olması da bu kadar çok sattırmıştır ama reklamın payının da çok etkili olduğunu sanıyorum. Veya etiketlerin önemindendir; kitabı yazan kişinin Amerika'da bilmem nerelerde seminerler veren bir eğitim koçu olması etkileyici olmuştur vs.
Kitabı okuyup çok etkilenenleri yargılamak istemiyorum. Belki de ben zaten pek kolay kolay kimsenin yapamayacağı bir işi yaptığım, kitapta önerilen temel şeyi gerçekleştirmiş olduğum için kitabı bu kadar kötü bulmuşumdur. Yine de bana biraz aptal Amerikalılar için yazılmış bir kitap gibi geliyor bu. Kitapta meşhur bilgemiz Taç Mahal'i tüm ana detaylarıyla tarif ettikten sonra "Neden bahsettiğimi biliyor musun?" diye soruyor. Ve cevap "Hayır." (!)
İnsanların Masailer dediğimde Afrika'daki bir kabileden bahsettiğimi anlamamalarını anlayabiliyorum ama Taç Mahal'i bilmemek gibi bir cehalete pek tahammülüm yok sanırım.
Amerikan filmlerinde de dünyayı uzaylılar işgal eder ve onlar bizleri düşmanlardan/canavarlardan kurtarırlar, iyi kötüyü hep yener ve hani sanki siz başarmışsınız gibi sahte bir mutlulukla çıkarsınız salondan. Halbuki gerçek yaşam böyle değil.
Kitapta işkolik ve hasta bir avukat birden gencecik bir adam gibi geri dönüyor. Mucizevi değişimler insanlara çok çekici gelse de gerçek hayatta işler biraz daha yavaş yürüyor. Değişim bir süreç gerektiriyor. Kimse öyle birden nirvanaya ermiyor!
Evet, izlemeniz gereken kendi yolunuzu bulabilirsiniz... bunun çok büyük getirileri, size verdiği çok büyük bir haz var ama gerçek dünyaya tamamen adapte olmanız mümkün değil. Yok böyle bir şey. Kendi içinizde huzur bulduğunuzda bile insanların bunu algılaması mümkün değil. Aileniz ve toplum işin içine girdiğinde onların beklentileriyle sizin isteklerinizin örtüşmediği noktada tıkanıyorsunuz.
Julian'ın hikayesinin gerçek olduğunu varsaysak bile, o bilgeliği elde ettikten sonra ne yapacak? Geri şehir hayatına mı dönecek? Dönerse ailesiyle yapmak istedikleri arasında çelişki olduğunda ne yapacak? Yoksa her şeyi, sevdiklerini tamamen arkasında bırakıp bu sözde bilgelerin yanına geri mi dönecek? Bu şekilde onu sevenleri yüzüstü bırakırken kendi mutlu olabilecek mi? vs. vs...
Neyse, fazla realist olup moral bozmanın gereği yok, herkese keyifli hayaller...
Gülin Aköz www.gulinakoz.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR OYUNCUNUN DÜNLÜĞÜ : Bahadır Benli |
Aşık Erkek, kadınlar diye başlamaz
Yazılıyordu içimizin kitabı, üstelik içindekiler sayfası mecburiyeti taşımıyordu, hatta bir önsözü bile yoktu, çünkü yürektekilere fihrist vurulamıyordu hiçbir zaman, aranılsın bulunsun kıvamında, zaten yazdığımız cümleler bırak dağınık kalsın vari, bir oda misali…
Belki de öylesine düşülüyordu işte, apoletsiz bir dünlüğe. Kimi zaman Kahve Molası'na kırpılıyordu bir kısmı. Herkese uzun aradan sonra merhaba…
02.11.2003/23:00/ Dış Mekan
Bu şehre ne zaman yağmur yağsa içimden sen geçiyordun, üstelik öyle nihavent falan değil baya baya hicazdın, özlüyordum işte otobüslere bindirdiğim özlemlerimi ve sen bu özlemlerim içinde içimden çıkıp gelicekmişsin bir yerdeydin. Neyse kitabıma sığmıyordu kalıbına misali bu gece ;
Bir güz mevsiminde Dün dökümü yaşıyordum.
"Aşık Erkek, kadınlar diye başlamaz" neden ? Çünkü bir aşkın sonunda çoğu zaman dil mağdurudur kadınlar, söyleyemez en az bir erkek kadar acı çekse de bir aşkın bitiminde ayrılığın hikayesini kolay kolay. Oysa biz erkekler yaşanmış kederlerden sayarız ayrılıkları ve efkar saatlerinde anılması gereken bir numaralı mevzu olarak bakarız bu vahimiyet durumuna, bir o kadar da kolay unuturuz nedense.
Bu oyunda bir birinden öte, başroller paylaşılmış gibi gözükse de, iki tarafta bu aşk başlamadan ne yaptığına dair bir şey düşünemediği gibi bitirince de ne yapacağını pek hesaplamaz, çünkü biteceğine ihtimal vermez…. Ya da şöyle bir durum mudur?
"Şimdi acıları ve yalnızlığı kışlıkların yanına kaldırdım, kimbilir belki üşüdüğümde tekrar giyerim…
Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni'li şeyler dinlerdim ya sevgili
Belki de beceremiyorum artık di li geçmiş zamanlarda seni sevmeyi
Oysa seni sevmek ne güzel şeydi…
Şimdi adına ayrılık dedikleri kapıda, kırpılmış zamanlardan, aşk kırıntılarından sevdalar süpürüyorum yüreğime...
Farklı deyişlerle, sana daha kaç kere seni seviyorum demeliydim ki
Yada kaç kere sevebilirdin ki beni...
SON' ları sevmiyorum, birde yanlış anlaşılmış bir hikayenin matemini. Zaten hep öyle olmaz mı ?
Anlaşılmayan üzerine giden YOL aşk ?
Peki ya aşk...
ahhh ahh nice tövbeleri adına ezber etmiş kapının ta kendisi
erişilmeze dokunduğunda büyüsü yalana sarılan kimi zaman
yoluna sevda dokunan bi-çareliğin ilk adresi…
Oysa yalnızlığa işaret kumdan kalelerdenmiş yüreğin
ben bu sularda ya bir deli dalga
yada başından beri damla misali…"
Gün biterken siyaha çalan bir gökyüzünde yas yazdım sana, yıldızları göremedim ama onlara gömdüm yüreğimi ve ne kadar sen varsa kazıdım beyaz ağaçlara.
Bahadır Benli bahadirbenli@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Deniz Kılıç Seni seviyorum |
|
- seni seviyorum, dedi
tüm klasik anlamlarından öteydi o dudaktan çıkınca bu kelime, içimi doldurdu kocaman bir nefes.
-sevdiğine seviniyorum, ben de seviyorum demedim, sevdiğimi anlarsa gidecekmiş gibiydi. Sanki nefeslenmeye gelmiş gibi ayaküstüydü, bekleyeni varmış gibi telaşlı. Elime uzandı eli, avucunun içine aldığında
- dokunduğum yüreğin sanki dedi, hep kalacakmış gibiydi o avuçta ellerim, parmak uçlarım titredi, nefesime tutundum yine içimde. Ter oldu aktı yüreğim avunun içine...
-gidecekmiş gibisin? dedim...
Alnıma uzanan elinin sıcaklığıyla irkildim, yine içimde kaldı nefesim, çıkaramadım. Yüzüme dokundu ılık ılık, saçlarımı yana doğru çekiştirerek...Keşke saçlarım daha uzun olabilseydi diye geçirdim içimden, o zaman daha uzun süre dokunurdu bana...
-gideceğim, dedi belli belirsiz...
Bütün saatler uzadı birden, tüm zamanlar kısaldı, herşey birbirine karıştı. -dönecek misin? -diyemedim gözlerimdeki yaş engel oldu kelimelerime nefesimle birlikte içimde asılı kaldılar. Parmak uçlarıyla dokundu gözyaşlarıma, o sustu, ben ağladım... Avuçlarının arasında aldı aklımı, içinden ayrılığı ayıklamak istercesine. Dudaklarından küçük bir ıslaklık dokundu alnıma,
-sende kalan bana emanetsin, dedi usulca, belliydi o da zor konuşuyordu, ağladı ağlayacak, nemliydi gözleri...
Birazdan gidecekti ve ben bir çorap teki gibi anlamsız kalacaktım gidişiyle, halbuki iç içe saklanmayı isterdim bir çekmeceye... Boynuna sarılıp -gitme- diyecek oldum, milyonlarca düşünce dolandı kollarıma izin vermediler... Sözcükler nafileydi anlamıştım, durmazdı, duramazdı...
Yavaşça doğruldu oturduğu yerden, ayağa kalktı
-bu bir ayrılık değil, uzaklık , dedi usulca.
Üzgündü en az benim kadar, o konuşuyordu, ben susuyordum, bütün kelimeleri boğazıma dizip yutuyordum... Tüm renkler birbirinin içindeydi, bütün sözler kifayetsiz, ne desem de anlatamazdım ki içime çöreklenen sızıyı... Hızlı adımlarla ilerledi, bir an önce bitirmeli bu kabusu dercesine aceleyle,
-hoşça kal dedi,
bana dönen yüzünde ilk kez hüznün gölgesini gördüm, dizlerimin dermanını da giderken götürüyor gibiydi, ardından el sallayacak takatim bile yoktu, bütün enerjim sırtına yüklenmiş onunla birlikte gidiyordu sanki. Üzerinde oturduğum koltuk kadar hareketsiz, duygusuzdum, sadece gözyaşlarım sicim gibi iniyordu yanaklarımdan. Zamansızdı diye geçirdim içimden. İsyan, öfke, üzüntü, yalnızlık, ürkeklik, kaygı hepsi bir anda hücum etmişti beynime. Çaresiz hissediyordum kendimi, bir o kadar da perişan ve bitkin...
Sokak kapısının kapanışının sesi milyonlarca kez yankılandı beynimde... İçimde sürüklenen düşünceleri ifade edecek kelime bulamıyordum, bıraktığı yerde ne kadar oturduğumu, ne kadar ağladığımı hatırlayamayacak kadar bitkindi aklım... Son sözcüğü tekrarlıyordum sürekli -hoşça kal, hoşça kal, hoşça kal -... Hoş kalmak mı? Nasıl? İçimdeki derin sızıyla, yalnızlık duygusuyla, sessizlikle, bütün hislerim buz gibiyken nasıl hoş kalabilirdim ? Bütün hoşluğumun kendisi olduğunu bilmiyor muydu? Bir kez olsun seni seviyorum dememiştim ona ama, bütün cümleleri dilimde çözmem şart mıydı anlaması için ? Bütün vücudum uyuşmuş gibiydi, bu kadar ağır olduğumu hiç farketmemiştim, gücümü toplayıp yerimden kalktım usulca, ne kadar boştu herşey, ne kadar anlamsızlaşmıştı birden bire... Bundan sonra nasıl olacaktı hayat? Gittiği yer nasıldı? Dönebilecek miydi? Yoksa son kez mi bakmıştım gözlerine? Bir anda bu düşünce beynime bıçak gibi saplandı... Son kez? Son ?
Sesini tekrar duyabilmek umuduyla telefona sarıldım, ona - seni seviyorum - diyebilmek için telaşla aradım... Karşımda duygusuz soğuk bir ses
- aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz...
geç kalmıştım... Enkaz gibi hissediyordum kendimi, cama vuran yağmur damlalarıyla yarış eder gibiydi gözyaşlarım. Söylediklerini, anlattıklarını tekrar tekrar dinliyor gibiydim, sürekli aklımda konuştuklarını tekrarlıyordum, acaba söylemeyip içinde sakladıkları var mıydı? Baktığım yerde takılı kalıyordu gözlerim, bakışlarımı bir başka yöne çevirmek bile zul geliyordu bana. - insan herşeye alışır - diye naralar atan ben, daha ilk dakikadan koy vermiştim kendimi, bu mesafeye alışmam ne kadar sürecekti kimbilir? 2 yıl, 24 ay, 730 koca gün, hesaplayarak çoğaltıyor, kendimi iyice acılara boğmak istiyordum sanki. Tekrarlıyordum sürekli 2 koca yıl nasıl geçerdi...?
Günler süratle birbirini kovalıyordu, yavaş yavaş kabul etmiştim bu istemsiz uzaklığı, ama yokluğuna alışamamıştım, hala şiddetli ağlama krizlerine tutuluyordum zaman zaman. Hayatımızın içindeki eksikliği, özlem duygusunu telefon görüşmeleri ve mesajlarla gidermeye çalışıyorduk,
-hiç yoktan iyidir, en azından sesin var yanımda, diyordu.
Hep kısa konuşur, kesin ve net cümleler kurardı, her konuşmanın sonunu -seni seviyorum-diyerek bitirirdi. Bense ne zaman niyetlensem, bu sefer tamam kesinlikle söyleyeceğim desem, görünmez bir el sanki ağzımı kapatıyor, engel oluyordu bana, bir türlü içimden çıkaramıyordum bu kısa cümleyi. O da önemsemiyor gibiydi, hiç sormuyordu bana -sen de seviyor musun?- diye... Düşünüyordum bazen, ben olsam belki bin kez sorardım, bin kez şüpheye düşerdim söylenmeyen sevgiden...
Onunla konuşabilmek adına her gece saatlerce uykusuz kalıyor, beni aramasını bekliyordum, hiç aksatmadan her gece arıyordu değişik saatlerde. Ben bu kadar süre içinde onu hiç aramamıştım, ne zaman müsait olacağını, bulunduğu ortamı, durumunu kestiremiyordum, sadece küçük mesajlar atıyordum ona gün içinde. Arada bir sitem eder gibi -sen de arasan bazen- diyordu, gülüşüyorduk. Özlemle dolu konuşmalarla biraz olsun hasreti dindirmeye çalışarak gün sayıyorduk birlikte.
Gideli tam 8 ay olmuştu. Artık gittiğinin hesabını yapmaktan vazgeçmiş, içimde büyüttüğüm sevgiyle, birlikte geçirdiğimiz saatlerin anısıyla, sesini duyabiliyor olmanın verdiği güçle dönüşünü düşünmeye başlamıştım, uzaklığa alışmıştım. Bazen gidebileceğim bir yerde olsaydı keşke diye düşünüyordum, konuşurken o da bazen bana
- keşke uygun bir yer olsaydı, sen de yanımda olsaydın, evlenir birlikte gelirdik, diyordu. Bunu duyduğum zaman geniş bir gülümseme yayılıyordu yüzüme, sanki yanındaymışım gibi hayale dalıyordum, derince içimi çekiyordum, hoşuma gidiyordu bu düşünce. Yüzümdeki tebessümle, konuşulanların hayalleri eşliğinde uykuya dalıyordum. Sabah aynı neşe ve enerji ile başlıyordum güne, sanki uzak kalmamız iyi gelmişti sevda masalımıza, daha bir mutlu, daha bir umutlu olmuştuk ikimiz de.
Aylar bir birini kovalamış, koca yaz geride kalmış, sonbahar bile neredeyse bitmek üzereydi, kış aylarının soğukluğu kendini hissettirmeye başlamıştı. Ben işim ve evim arasında mekik dokuyordum. Tek eğlencem Pazar günleri yaptığım küçük alış-verişler, arada bir aldığım cdler, izlediğim filmler olmuştu. O gittiğinden beri kendimi şöyle bir İstanbul sokaklarına salıp orası senin, burası benim gezmemiştim, sanki o yokken İstanbul'a küsmüş gibiydim. Akşamları onun aramasını beklediğim saatlerde birlikte dinlediğimiz müzikleri açıyordum, aradığında o da duysun istiyordum, sanki yan yanaymışız gibi olsun, o da buradaymış gibi hissetsin diye.
Yine bir cumartesi akşamı idi, yiyecek bir şeyler hazırlamıştım kendime, bir yandan çayım ocakta kaynıyordu, yine birlikte dinlediğimiz bir şarkı çalıyordu, tekrar tekrar aynı şarkıyı dinliyor, bir yandan fotoğraflarımıza bakıyordum. Cumartesi akşamları her zamankinden daha erken saatlerde arardı, 21.00 gibi konuşmaya başlardık, bazen sabaha kadar bitmek bilmezdi sohbetimiz. Saate baktım, 20.37 olmuştu, ilk kez konuşacakmışız gibi heyecanla beklerdim arayacağı zamanı, saat ilerledikçe elim ayağım titremeye başlar, engel olamadığım bir heyecan sarardı tüm vücudumu, sigara üstüne sigara yakar, okuyacak bir şeyler bulup kendimi avutmaya çalışırdım ama, başarılı olmak ne mümkün, okuduğumdan da bir şey anlamazdım. Bir yandan yediklerimi topluyor, bir yandan düşünüyordum geçen zamanı, 1 yılı geçmişti, günler çabuk mu geçiyordu, ben mi beklemeye alışmıştım bilmiyorum, ama geriye saymaya başlamıştım kendimce. Çayımı her zamanki büyük kupama doldurup solana geçmiştim, en büyük ve en rahat koltuğa kıvrılmış, müziğin sesini biraz daha yükseltmiştim o da duyabilsin diye. Telefon elimde beklemeye başlamıştım, saat geçtiği halde bir türlü aramak bilmiyordu, bir kez daha olmuştu böyle, beklemiştim bütün gece sabaha karşı aradığında çok yorgun olduğunu görevden yeni döndüğünü belirtip özür dilemişti benden, hiç itiraz etmeden onunla güzel güzel konuşup telefonu kapattıktan sonra, beni artık sevmiyor diye düşünüp saatlerce ağlamıştım, galiba ben ağlamayı seviyordum, sorun yoktu ben yaratıyordum kendi aklımca ütopik yalanlar üretiyordum. Yine böyle bir şey olmalıydı, kendimi oyalayacak bir şey bulamıyordum, saat ilerledikçe sabırsızlanıyor bir o kadar da heyecanlanıyordum. Telefonu sürekli elime alıp ekranına bakmak ihtiyacı hissediyordum, sanki çalınca duymayacakmış gibi, bir ara telefonumun bozuk olduğundan şüpheye düşüp, ev telefonumdan kendi cep telefonumu arayıp çaldırdım, sorun yoktu çalışıyordu, yavaş yavaş deliriyor muyum acaba diye içimden geçirip bir kahkaha attım. Birlikte çektirdiğimiz son fotoğraf her zaman yanıbaşımdaki fiskos masasının üzerinde dururdu, elime aldım, parmaklarımı yüzünde gezdirip kocaman bir öpücük kondurdum.
Bacaklarımın sızladığını, belimin ağrıdığını hissederek yerimden doğrulmaya çalıştığımda koltuğun üzerinde uyumuş olduğumu farkettim, neredeyse sabah olmuş, gün aydınlanmaya başlamıştı, telaşla telefonumu aradım, ne kadar çaldırmıştı kimbilir, nasıl da duymamıştım, koltuğun altına düşmüş olan telefonu bulduğumda ekranında hiçbir arama ya da mesaj görmemiştim, aramış olsaydı da duymasaydım ne kadar üzülürdüm ya da aramamış olduğunu görmek mi beni daha fazla üzmüştü? İki soru arasında gidip geldim bir an için, mutlaka görevi bu kez daha uzun sürmüştür diye düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım, aramak istiyordum ama bir türlü cesaret edemiyordum, duyulabilecek bir çok şey sırayla geçiyordu aklımdan, beklemeye karar verdim. Saatler geçtiği halde bir türlü aramıyordu, ters giden bir şeyler olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu sefer ona -seni seviyorum- demeye karar verdim, bu kez söylemeliydim. Hatta bu kez bekleyip saatleri kendime zehir etmek yerine aramalıydım. Bir süre bunun ne kadar iyi bir fikir olduğunu düşündüm, nereye kadar bekleyeceğim ya 1 hafta arayamazsa diye geçirdim içimden. Müsait değilse açmaz telefonunu ya da bunu söyler, buna kırılmamalıyım, neden bu kadar hassasım Allah'ım diye düşünerek kendime kızdım. Akşam olmak üzereydi, bütün günü telefon yanıbaşımda bekleyerek geçirmiştim, bir an önce sesini duyup kendimi rahatlatmalıydım, aksi halde bu geceyi de uykusuz geçirecek yarın işlerimi yapmakta zorlanacaktım.
Telefonun rehberinden numarasını seçip aradım, çalıyordu, ama karşıdan yanıtlayan kimse yoktu. Demek ki müsait değil diye geçirdim içimden, kötü şeyler düşünmek istemiyordum, ne olabilirdi ki? Göreve kaç kişi gidiyorlardı? Gerçekten ekranda izlediğim, gazetelerden okuduğum kadar kötü müydü oralar? Aceleyle televizyonu açıp, haber yayını yapan kanallara göz attım, bir şeyler olmuştu da acaba, yoksa....? Yok canım diye geçirdim içimden, olsa haber verirler miydi acaba? İyi de ben kimim? Niye bana haber versinler ki? Aklımda binlerce düşünce dolaşmaya başlamıştı yine. Mesaj göndermeye karar verdim ve -seni seviyorum aşkım, lütfen beni sensiz bırakma - diye yazıp yolladım. Birkaç dakika sonra telefonum çalmaya başladı, işte o arıyordu,
- seni seviyorum canım, çok merak ettim seni, diyerek açtım telefonu,
karşımda yabancı bir ses
- İyi akşamlar yenge dedi.
Olduğum yere yığılır gibi çöktüğümü hatırlıyorum. Ne olduğuna dair en küçük bir fikrim olmadığı gibi, binlerce düşünce birden hücum etmişti beynime, ağlamaya başladım hıçkırarak, - ne oldu? diye sorabildim sadece. Yine aynı ses ,
- yenge, 3 şehidimiz var, başımız sağolsun, komutanım da onlarla birlikteydi, pusuya düşmüşler, acımız büyük diyordu,
artık duymamaya başlamıştım, başımın döndüğünü, dünyanın kapkara olduğunu, nefes almak istemediğimi, oraya yanına gitmek ne halde olursa olsun son kez yüzünü görmek istediğimi düşünüyor, sadece çığlık çığlığa bağırıp ağlıyordum. Karşı taraftan konuşan sesin değiştiğini farkettim
-hanımefendi iyi akşamlar lütfen sakin olun dedi titreyen ve bir o kadar sert bir ses,
- Allahım bize bunu neden yaptınız, neden?
diyerek bağırıyor karşıdaki adamın konuşmasına fırsat vermiyordum, ağzıma gelen bütün hakaretleri birbiri ardına yağdırıyor, sanki bütün suç ondaymış gibi bütün hırsımı, üzüntümü ondan çıkarmaya çalışıyordum, kendimi kaybetmiştim, beni sakinleştirmeye çalışan ses bir anda daha çok bağırmaya başladı,
-ben mi istedim, ben mi yaptım, benim ondan ve diğerlerinden farkım ne, diye.
-görebilir miyim, dedim,
son kez yüzüne bakmak, yüzünü iyice hafızama kazımak istiyordum.
-görmeyin, lütfen görmeyin, dedi adam.
Telefonu kapatıp duvara tüm gücümle fırlattığımı hatırlıyorum, saatlerce ağlamış, bağırmış, isyan etmiştim. İçimden sürekli -o artık yok, yok, yok, hiçbir zaman da olmayacak- diye sayıklıyor, elime ne geçerse sağa sola fırlatıp kırıyordum. Öyle büyük bir acı çökmüştü ki yüreğime, çıkmasına imkan yoktu.
Günlerce evden dışarı çıkmadan fotoğrafı elimde ağlıyordum, ne kadar zaman, kaç gün, kaç ay geçmişti üzerinden farkında bile değildim. Ölmek için her gece dua ediyor, canımın artık bana ağır geldiğini düşünüyordum. Cesaretsiz olduğum için kendime kızıyor, bir an önce yanına gitmem gerekiyorken hala bu dünyada yaşayabildiğime lanetler ediyordum, ne kadar kıymetliydi ki bu vücut bir türlü vazgeçemiyordum? İşi bırakmıştım, bütün gün bizim şarkılarımızı dinleyip, resimlerimize bakıp içiyordum. İyiden iyiye alkolik olmuştum, yaşamak istemiyordum. Nefes alabiliyor olmaktan nefret ediyordum. Uykusuz geçiyordu çoğu gecem, nadir uyuduğum gecelerde ise rüyamda hep beni çağıran hayalini görüyor, tam elimi uzatıp onu tutmak üzereyken, büyük bir patlama sesi duyuyordum vücudunun parçalarının üzerime yüzüme yapışıyordu, bağırarak hıçkırıklarla uyanıyordum.
Ölümünün üzerinden 10 ay geçmişti, gittikçe kötüleşiyordum, iyice zayıflamış, gözlerimin altında derin çukurluklar ve morluklar oluşmuş, yemeyen, insan içine çıkmayan, yabani kendine bile hayrı dokunmayan bir ayyaş olmuştum. İçkinin iyisini kötüsünü ayırt etmiyor, neye param yetiyorsa onu alıp içiyordum, bankalardaki hesaplarım tükenmek üzereydi, kendime zaman biçmeye çalışıyordum, bu hayatı sonlandırmalıydım, yaşamanın her türlüsü ağır geliyordu omuzlarıma, taşıyamayacağım kadar büyük bir yük bırakmıştı bana giderken...
Sevgiyle dolu koskoca bir yalnızlık...
Oldukça yağmurlu bir sonbahar günüydü o gün, yine her yanı alkol kokan salonumda oturmuş şişelerin dibinde yalnızlığıma çare arıyordum. Kapının ziliyle irkildim, beni arayıp soracak kimsem yoktu, dostum, arkadaşım bile kalmamıştı, yanımda hiç kimseyi istemiyor, yaklaşmaya çalışanı bir şekilde bertaraf edip anılarıma gömüyordum kendimi. Birkaç kez çalan zilin merakıyla kapıyı açmak için ayaklandım, gözetleme deliğinden baktığımda 3-4 yaşlarında bir erkek çocuğu ve yaşlıca bir kadın gördüm. Kısa bir tereddüt geçirdikten sonra, merakıma yenik düşerek kapıyı açtım. Hiç tanımadığım iki insan vardı karşımda, içeri buyur ettim. Adımı ve soyadımı söyleyen bayan doğru yere geldiğine dair şüphedeydi, belki de karşısında bu kadar perişan bir kadın müsvettesi görmeyi planlamamıştı.
-benim buyrun lütfen, dedim.
Birlikte salona geçtik, her tarafa yaymış olduğum fotoğraflardan birkaç tanesini eline aldığında gözlerinden inen yaşlarını farkına vardım, yine bir sürü soru cümleleri yığılmıştı dilimin ucuna, kadın sustukça ben de konuşmaya cesaret edemiyordum. Onu nereden tanıyor olabilirdi ki? Kendine gelmesini bekledim, ancak toparlanabilirse bana bir şeyler anlatabilirdi, ben zaten darmadağındım, zoru anlayabilecek durumda değildi alkolle uyuşmuş olan beynim.
Bir süre sonra ağlaması kesilen kadın etraftaki dağınıklığa ve bana güvensizce ve aşağılayarak bakar gibi konuşmaya başlamıştı,
-kızım, dedi, yanındaki küçük çocuğu işaret ederek
-toparlanmalısın, sana emanet getirdim...
yanında sessizce oturan çocuğa baktım, olabilir miydi acaba? Bana hep anlattığı minik oğlu bu çocuk muydu? Çocuğun iri yeşil gözleri korku ve şaşkınlıkla karışık duygular içinde iyice büyümüştü, o da benim yüzüme bakıyordu. Söyleyecek söz, kurulabilecek bir cümle bulamıyordum. Nasıl olmuştu da bu çocuk bana emanet edilmişti? Annesinin yeniden evlendiğini ve bu çocuğu istemediğini biliyordum, ama babası hayatta olduğu için ve babaannesi tarafından bakıldığı için bu kadar rahattı kadın, babası olmayan bir çocuğu hem de kendi karnından doğan öz çocuğunu bir annenin reddebileceğine aklım ermiyordu.
-bana iyice anlatır mısınız lütfen bayan, dedim.
Gökhan'nın ölümünden kısa bir süre sonra acısına dayanamayan anne de vefat etmişti, çocuğa bakabilecek kimse yoktu, Gökhan annesine benden çok bahsetmiş, iyi bir anne olabileceğimi anlatmıştı ve eğer kendisine bir şey olursa oğlunun bana verilmesini istemişti. Çocuğu buraya getiren kadın, Gökhan'ın çocukluğundan beri yanlarında olan -ciciannem- diye hitap ettiği komşu anneydi. Bu kadından bana çok bahsederdi Gökhan.
-peki Serkan'ın annesi nerede?
diye sorduğumda aldığım yanıt daha ilginçti, ikinci eşinden de boşanmış bir başka adamla kimsenin bilmediği bir yerlere kaçmıştı. Gökhan'la aramızdaki sevginin büyüklüğüne inanan babaanne giderayak, torununu bana emanet etmeyi o da uygun görmüş oğlunun isteğinin yerine getirmesini bu kadından rica etmişti. Bir an içinde bulunduğum durumdan utandığımı farkettim. Benim artık bir oğlum mu var? diye geçirdim içimden.
-Gökhan'dan emanetse eğer, gerekirse canımı koyar ortaya yine de bakarım siz gönlünüzü ferah tutun, dedim kadına.
O gece birlikte kaldık, sabaha kadar Gökhan'la ilgili bir sürü şey anlattık karşılıklı, zaman zaman ağladık, arada bir güzel anılarla uzun zaman sonra gülebildim. Eskisi gibi tıpkı yine gülümsememin sebebi olmuştu Gökhan.
Hep birlikte ertesi gün Ankara'ya doğru yola çıktık, Gökhan'ın mezarını ziyaret edip, Serkan'ı babasıyla konuşturmak ve emanetini teslim aldığımı ona anlatmak istedim. Öğlene doğru mezarlığa ulaştığımızda, içimde bir mutluluk hissi vardı. Minik Serkan'ın elini sıkı sıkı tutmuş, sanki Gökhan geri gelmiş gibi içimi heyecan sarmıştı, birlikte yürüdük, kadın bizimle birlikteydi ancak önden hızlı hızlı yürüyor, bir an önce görevini yerine getirmenin rahatlığına kavuşmak istiyor gibiydi. Eliyle işaret ettiği yere doğru çocukla birlikte yürüdük, mezarın başına geldiğimde ağlamamam gerektiğini düşünerek dişlerimi sıktım, dua etmeye başladım.
Serkan ne olduğunu çok fazla anlayamayacak yaştaydı, oradan oraya götürülen çocuk hem yorgun, hem de korkuyla karışık bir hüznün içindeydi, üzüntüsü babasından çok babaannesini kaybetmiş olmasıydı. Zaten arada sırada gördüğü babasının yokluğu onun için çok büyük kayıp değildi belli ki. Duamı bitirip Serkan'ın elini tekrar tuttum ve beni duyabildiğine inandığım Gökhan'a
-oğlun artık, benim de oğlum rahat uyu sevgilim. Seni seviyorum diyerek veda ettim.
Geri döndüğümüzde bana çocuğu getiren kadın ortalarda yoktu, mezarlığın kapısında kenarda oturmuş ağlarken buldum onu,
- sağolun efendim diyerek elini öptüm
- artık gitme vakti dedim.
Serkanı ve beni öpen kadınla orada ayrıldı.
Havaalanına geldiğimizde Serkan'a
-söz, dedim
-büyüdüğün zaman bir gün sana bütün bunları anlatacağım.
çaresizlik içinde gözlerimin içine bakan çocuğu kucağıma alıp oturttum başını sımsıkı göğsüme yaslayıp
- yapılacak çok işimiz var Serkan, dedim.
Birbirimize bakıp gülümsedik. Hayatta birbirimizden başka sarılacak kimsemiz yoktu ikimizin de. Daha önce birbirini tanımayan iki yürek bir yok oluşla birleşmişti, bütün anılarımız gözlerimin önünden geçti bir bir, ne umarken ne bulmuştuk yaşamdan... Acıyla biten aşk bana dünyanın en güzel hediyesini bırakmıştı giderken.
Hayat yeniden başlıyordu.
Deniz Kılıç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Kemal Beşgül YOKTU |
|
II
Gözlerinde yakaladım yanan yüreğimi.
Esmer teninin gölgesinde kalmıştı dünya o dakikadan sonra.
Her şey Derya Deniz, her şey sen ve ben, her şey sen, senden başka her şey boş.
Bir bebek yüreğini aratmayan kalbim, hızla çarpmaya başladığında – sıcak, soğuk oyunu misali anlıyordum yakınlarımda olduğunu.
Terliyordu avuçlarım, kalbim bozuyordu ritmini. Adı belliydi hastalığımın;
Adı AŞK' tı
Adı HEYECAN
Adı DERYA
Adı DENİZ
Adı YOKTU !....
Her aşkın bir öyküsü olmalıydı hayatta anlatılabilecek,
Bizim öykümüzde YOKTU,
Sende YOKTUN!...
Gözlerimi açtığımda yalnızdım yatağımda.
Yakalamak istedim gözlerini, kapadım sıkıca,o karanlıkta aradım seni; YOKTUN!...
Çok geçti…
Anladım ki
"uykudan uyanınca insanı uyandığına pişman eden,geri dönmek isteyince çaresizlikten delirten.hayatta bir defa görülebilen bir rüyaydın sen"
Çok geçti…
Çok gençtin.
Bense sana göre yaşlı .
Kemal Beşgül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Petunya : Öykü Özü YAŞAMA DAİR NOTLAR 3 |
|
Kaçışlar!
Aldatan…
Sevdiğine yüz çevirten,
Sevmediğine -sırf o yanında diye- günlerini adatan…
Kaçışlar!
Seni hepten
Kendinden uzaklaştıran
Bazen kendini şaraba vurduğun,
Bazen sigarayı bırakamadığın;
Ellerinde binbir çeşit çiçekle yola çıktığın,
Kimseye veremediğin,
Yüreğini acıtan…
Eski dostlar geldiğinde aklına
Ve küskün bir tebessümle gülümsediğinde,
Telefonuna koşturtan yüreklice
Ve binlerce isim içinde
Birkaç tanesini seçtiğinde…
Kaçışlar!
Numarayı bulmuşken,
Vazgeçiren aramaktan…
Kaçışlar!
Biraz da şımartan…
Annene 'hayır' diyebilmenin özgürlüğünü üstüne giyerken
Sorgulamadığın sebepsizliğinde kaybolman;
Severken incitmen biraz,
Ve nefret ederken kucaklaman…
Kaçışlar işte!
Özlerken,
Mesajına cevap vermemen arkadaşının,
Ve ona bir kez sarılamadan,
Ortadan kaybolman…
Kaçışlar!
Seni
Senden
Soğutan…
Öykü Özü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.178 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Yaz Düşleri / Güneşi Kucaklamak
Mavi olsam; Ege mavisi...
Uçsam göçmen kuşların bakışlarında,
Ardımda bıraksam güz yapraklarının sesini,
Konsam İda dağına...
Gölgeler olsam kandillerde;
Lacivert kıyılarda kaybolsam
Suyun öteki yanında...
Yosun olsam, yemyeşil;
Deniz tuzu olsam...
Dalsam koyun bir köşesinden,
Martı çığlıklarıyla ürkütsem dalgaları,
Okşasam sevgilinin kulaçlarını...
Sarı olsam;
Başak sarısı...
Yaz güneşi kadar aydınlık,
Gün ortaları kadar yakıcı...
Kızıl günbatımları olsam;
Titrek ve alıngan...
Tutunsam karabatakların kanadına,
Süzülüversem yamaçların bağrına,
Kavursam sevgilinin tenini;
Kül etsem...
Siyah olsam;
Demlenmiş gece misali...
Zifiri karanlık...
Cilveleşen yıldızlarla söyleşsem serinlikte,
Hilalin ucuna salıncak kursam,
Haykırsam sessiz şarkılarımı...
Gözyaşı olsam;
Kömür rengi yağsam, gök gürültüleriyle...
Şimşeklerin elinden tutuversem,
İnsem sevgilinin yüreğine...
Mor olsam...
Hasret koksam, buram buram...
Çeksem yüreğime sevdanın tadını,
Kutsanmamış ilkyaz coşkularına doysam...
Mısra olsam;
Anlatsam sevgiliye,
Anlatabilsem, nedir sevmek;
Ağlamak nasıl yakar hazan mevsimlerinde,
Nasıl acıtır sesini kaybetmek;
Ellerini yitirmek...
Ve anlasam ki,
Güneşi kucaklamaktır, özlemek...
Feride ÖZMAT
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.portbodrum.com Bodrum Yalıkavak'ta harika bir koyda "Sadece Marina Değil, Bir Yaşam Biçimi" sloganıyla özdeşleşen, hem tekneler hem de ziyaretçiler için muhteşem bir yaşama alanı. İtiraf ediyorum, bu siteyi de ben yaptım. Doğal olarak reklamı haketti:-)) Hamili site bizdendir yani. Severek çalıştığım sitelerden biri. İnşaatı halen sürse de bu haliyle bile fena olmadı. Haydi girin bir bakın.
Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
STOIK VideoConverter 2.1 [7,33 MB] Windows Free
http://wcarchive.cdrom.com/pub/bws/bws_47/StoikVideoConverter20.zip Amatör filmciler için vazgeçilmez bir program olmaya aday. Bilgisayarınıza bir şekilde aldığınız bir video dosyasını Divx dahil pekçok formata çevirebileceğiniz bir yardımcı program. Birkaç dolar ödeyerek Pro versiyonunu almak ve çok daha fazla fonksiyona erişmek mümkün. Tüm amatör filmcilere tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|