KMD 4.SAYI



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 822

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 19 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Haberlerden haber beğen!..


İyi haftalar,

4. SAYI ÇIKTI!Kanaryanın yolduğu kartal tüyleri yelpaze olup beni yelledikçe değmeyin keyfime. Eee geçen sene Kadıköy'de olanları düşününce bana hak vermemek haksızlık olur. Kızmaca yok, geçmiş olsun. Bunun Kadıköy'ü de var değil mi?

Tam maça konsantre olmuşken aldım haberi. Semra Hanım'ın oğlu Ata bilinmeyen bir nedenle rahmetli olmuş. İnanın önce bunun da bir düzmece olduğunu sandım hatta iddia ettim. Sonra bu kadar ileri gidemeyeceklerini düşündüm ve ikna oldum. Çok doğal nedenlerle de olabilir ama insanın aklına ilk gelen bozulan dengenin bu işte parmağı olduğu. Artık bu ve benzeri program yapımcıları takkeyi önlerine koyup öz eleştiri yapmalılar. Reyting uğruna zaten yamulmaya meyilli psikolojiye sahip insanları seçtikleri programlara artık bir son vermeyi düşünmeliler. Ya da illa yapacaklarsa kasten hasta ya da kişilik zaafları olanları değil, sağlam insanları seçmeliler. Eh bu da onların işine gelmeyeceği için bu işi toptan bitirmeliler. Bu haberi alınca en çok kahrolanlar yani bu yarışmanın müdavim seyircileri de sonuçtan kendilerine pay biçmeliler. Eğer seyretmeselerdi bu programlar olmayacaktı. O programlar olmasaydı belki o gencecik çocuk şu anda yaşayacaktı. Umarım engellenemez bir doğal sürecin eseridir olanlar. Aksi takdirde bu tartışma uzadıkça uzayacak ağızlara sakız olacaktır. Ve her sakız gibi tadı geçince ya atılacak ya da yutulacaktır. Allah rahmet eylesin, anasına babasına sevenlerine sabır versin.

Hafta sonu gazetelerini kıraat ederken öne çıkan pekçok olay vardı. Gamze olayındaki gelişmelerle ilgili yorumları sonraya bırakıp biraz daha politik olanlara değinmek yerinde olur diyorum.

3 Ekim yaklaştıkça sessizliğe gömülen yöneticilerimiz ve sesleri yükselen kader yapıcılarımız ön plana çıkıyor. Bunlardan biri de Türkiye-AB Ortak Parlamento Komisyonu Başkan Yardımcısı ve Avrupa Parlamentosu üyesi Andrew Duff ismiyle maruf, dalda unutulup içi geçmiş çengelköy hıyarından hallice bir zat-ı muhterem. Bu hıyarül-ala, "Atatürk yaşasaydı AB'ye imza atmazdı. AB'nin partneri olmak istiyorsanız Kemalist ideolojiyi sorgulayın hatta Atatürk resimlerini devlet dairelerinden indirin" deme cüretini göstermiş ve bizim şimendifer seyreden sudan aziz temsilcilerimiz seslerini bile çıkartmamış. Ha diyeceksiniz ki, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek racondandır, şimdi sessiz kalır sonra gerekeni yaparlar. Ben de size güler, komik olmayın dostlar derim. Şu anda yapılan koyun pazarlığında bizi temsil eden zihniyetle, yıllardır her fırsatta Atatürk'e dil uzatan, büstlerini kıran, kuklasını yapıp yakan, her cuma yedi ceddini hasretle anan zihniyet arasında bir kıl kadar fark ya var ya yok. İşte bu çengelköy hıyarına bu edepsiz lafları etme cesaretini veren de bu zihniyettir. Ey kendini bilmez salatalık, O bundan seksen yıl önce temelini attığı Türkiye'nin yüzünü senin o meymenetsiz yüzüne çevirmeseydi şu anda bu koyun pazarlığını yapabildiğin bir ülke olur muydu acaba? Hangi davranışı, hangi devrimi ya da hangi sözü sana bu lafı söyletmiş söyle de bilelim. Yok en iyisi sen hiçbir şey söyleme. O dangalak ağzını kapat ve işini yap. Yoksa o indirin dediğin resimler yerinden inip kafana öyle bir geçer ki hıyar olup bostana dönmeye can atarsın. Ya siz ona bu lafları ettirenler utanmıyorsunuz değil mi? Bakın bunun adı milliyetçilik, bunun adı Atatürkçülük ya da oculuk buculuk değil. Bu bir onur meselesi, bu bir toplumsal gururun hiçe sayılması meselesi. Bir Türk vatandaşı bu tür sözlere sessiz kalıyorsa bunda başka nedenler aranır, bulunur da. Meclisin toplanmasını AB yanlış anlar diye istemeyen adamlara benden selam olsun, ne diyeyim!..

Geçen haftayı Eniştemizin seçtiği fingirdek şarkıyla kapatmıştık, haydi gelin yeni haftaya bir usta sesle başlayalım. Her duyduğumda filmin o muhteşem sahnesini ve ahtapot saçlı divasını hatırladığım bu pop opera şarkısını birlikte dinleyelim. Emma Shapplin'in yorumuyla 5th Element filminin soundtrack'inden Diva Opera. Hepinize iyi bir hafta diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

15 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ferda Önler

 TEYZUŞ : Ferda Önler


  DÜŞÜNCELER : YANKI = YAŞAM

Küçük kız babası ile ormanda yürüyüş yaparken, ayağı takılıp yere düşüyor. Can acısıyla "Ahhh" diye bağırınca ilerideki dağın tepesinden "Ahhh" diye bir ses duyuyor ve küçük kız, dağın tepesinde başka birinin olduğunu sanıp bu kez de "SEN KIMSIN?" diye bağırıyor. Aldığı yanıt "SEN KIMSIN" oluyor. Küçük kız bu yanıta iyice sinirlenip "SEN BIR KORKAKSIN, NEDEN SAKLANIYORSUN?" diye haykırıyor. Dağdan gelen ses "SEN BİR KORKAKSIN..." diye cevap veriyor.

Sonunda babasına soruyor "BABA NE OLUYOR BÖYLE?" "DINLE VE ÖĞREN" diyor adam, bu kez kendisi dağa doğru "SANA HAYRANIM" diye bağırıyor. Gelen cevap "SANA HAYRANIM" oluyor. Baba tekrar bağırıyor, "SEN MUHTEŞEMSİN" gelen cevap "SEN MUHTEŞEMSİN." Küçük kız çok şaşırıyor ama, halen ne olduğunu anlayamıyor. Adam, küçük kızına hayatın sırrını anlatmaya başlıyor.

" Buna 'YANKI' denir. Ama aslında bu 'YAŞAM'dır.
Yaşam daima sana, senin verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır.
Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev. Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol. Saygı istiyorsan, insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan, sen de daha sabırlı olmayı öğren. Çünkü yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynadan bir yansımasıdır.
Hayat sana ancak, senin ona verdiklerini geri verir, bunu unutma! "

***

Bugün, aynaya bakıp yaptıklarımla hesaplaşma günüm...

Görelim bakalım, yaşamımdan yankılanıp aynaya yansıyanlar nelermiş?..

Öyle kolay kolay buna her zaman cesaret edemem. Pek çoğumuz gibi ben de korkup, olabildiğince kaçarım aynalarla yüz yüze gelmekten ama, her nasılsa bugün yakalandım işte!.. Gönüllü olmasam da, karşısına oturup aynadan bana yansıyanlara ya da benim oraya aksettirebildiklerime az-biraz bakacağım artık.

Yaşlanmak korkusu, sayıları gittikçe artan derin çizgiler veya saçımdaki beyazların doğurduğu korku değil; beni ürküten, aynadaki görüntü... Geçen senelerin götürdüklerini kabullenme korkusu bu!..
Ve o görüntünün her geçen gün biraz daha yüzümde belirginleşiyor olması.

Beni yıpratan, hırpalayan, ezen yıllar değil tahammülsüzlüğüme, başkaldırıma neden olan. Asıl sebep, gitgide yok olmaya başlayan inançlarım, yaşama arzusu, sevinci, gelecekle ilgili beklentilerimdeki iyimserliğin yerini umutsuzluğa ve kötümserliğe terk ediyor oluşu.

İnsanın içine çöreklenen bunca karamsarlık varken, davranışlarımızın yansıdığı aynaya hoş görüntüler aksettirmeyi nasıl başarabiliriz ki? Kaygılar nasıl huzura, endişeler nasıl ümide dönüşebilir yeniden? Sevgisizlik nasıl hoşgörü ve anlayışa, bencillik nasıl gönül zenginliğine bırakabilir yerini? Tahammül sınırları aşılmışsa bir kez, sabır hâlâ korunabilir mi?

Halbuki, yirmili, otuzlu yaşlardayken, aynalara yansıyan içsel görüntülerimiz pek ürkütmez, hatta umursamaz, dikkate almaya dahi gerek duymayız. Aynalar, o yaşlarda sadece fiziki görüntülerimizi nasıl aksettiriyor oluşuyla ilgilendirir bizleri ve günlük hayatımızda önem taşırlar.

Aynalara yansıyan farklı görüntüleri fark etmeye ancak kırklı yaşlardan itibaren başlarız genelde. Dış görünüşten çok, gözlerimizdeki sorgulayan bakışlara odaklanırız sık sık aynada. Ben kimim, neyim, neler yaptım, nereden nereye geldim, neleri başardım-başaramadım, vs., gibi sorularla bakar sanki bir çift göz oradan bize... İşte asıl ürküntü ve kaçış da o zaman başlar! Yavaş yavaş kendinle ve hayatla hesaplaşma da... İnsan, başkalarını kandırabilir belki ama, ya kendisini?

Ben, aslında epey bir süre önce yüzleşmiştim kendimle aynada (veya öyle sanıyordum). Hayattan aldıklarımla, ona verdiklerimin kabaca bir dökümünü çıkarttıktan sonra borç-alacak hesabını kapatıp, kendimle daha barışık bir yaşam sürdürmeye karar verdim. Sahip olabilecek ya da yapabileceklerimden çok daha fazlasını istemez ve beklemezsem, hayal kırıklıklarım da azalacağı için daha huzurlu olacağıma inandırmaya çalıştım kendimi. Eh, o zamana kadar verdiklerimin karşılığında bana dönenlerden pek de şikayetçi sayılmazdım yani...

Bu ilk ciddi yüzleşmeden sonra, elimden geldiğince uzak durmaya gayret ettim aynalardan. Taa ki, geçenlerde şehir dışından ziyaretime gelen ve bana ilk gençlik yıllarımdan bugüne miras kalmış yegane dostumla oturup, geçmişi yeniden ve uzun uzun gözden geçirerek konuşuncaya dek.

Çünkü bu sohbet boyunca, geçmiş yıllarda atlayıp kaçırdığım veya göremediğim ya da belki bile bile göz ardı ettiğim öylesine ince ayrıntılar yakaladım ki hayata dair, yakın dostumun dönüp gittiği günden beridir, o geceki uzun soluklu sohbetten aklımda yer edenlerle tekrar aynanın önünde yüz yüze buluyorum kendimi. Daha fazla direnmek galiba anlamsız, yepyeni bir yüzleşmeden bu defa kaçış yok gibi...

Nicedir fırsat bulamadığımız karşılıklı bir iç döküştü bizimkisi, kesinlikle günah çıkartmak değil! Hele pişmanlık itirafları sayılabilecek türden şeyler, asla! Geçmişten dersler çıkarma demek, sanırım en doğru tanım olacak.

O gece, her ikimizin kendi yaşamlarında hâlâ önemli yerleri olup da bugün artık hayatta olmayan, yitirilmiş çok sevgili bazı yakın aile bireylerimiz, arkadaşlarımız, ortak dostlarımız ve onlarla olan anılarımız birer birer yâd edildikten sonra konu, bugünkü konumlarımıza hangi aşamalardan sonra, nasıl varıldığına geldi dayandı. Meğerse birbirimizden habersiz olduğumuz, bilmediğimiz, bizlere ait daha pek çok şey varmış. Ya da konuşmaya ilk kez fırsat ve zaman bulduğumuz. Şüphesiz, onları burada tek tek sıralayacak değilim. Özetle;

- Zorlu öğrencilik yıllarının ardından başlayıp, yaklaşık yirmi-beş-otuz yılı geride kalmış iş hayatlarımızın bizden maddi-manevi götürü ve getirileri...

- Bu yıllara sığdırılan; yaşanmış-yaşanmamış ya da yarım kalmış aşklar, sevdalar, mutluluk veya hüsranlar. Gerçekleştirilmiş ya da tam tersine, gerçekleşememiş idealler, hayaller...

- Bunca yıl peşinden koştuklarımız ama, sonunda yorulup vazgeçtiklerimiz... ve her şeye rağmen, hâlâ bir türlü vazgeçemediklerimiz!.. Ellerimizden kayıp gidenler, elimizde kalanlar...

Off! Ne çok şey var, insanın yaşamında yankılanan?.. Baktıkça aynaya, suratıma çarpıp çarpıp geri dönüyorlar! Ya, silinip gitmiş olanlar, aynaya yansımayanlar?.. Onlar önemsiz miydi ki? Oysa, zamanında hepsini eni konu yaşadık! Gözlerim mi iyi göremiyor yoksa?..

***

Bak, Sevgili Dostum; sana bir şey söyleyeyim mi? Daha doğrusu, bu bir itiraf! ilk kez, sana açıklıyorum. Aramızda kalsın ama, emi?

Bana göre sen, çok daha şanslı ve kazançlı bir konumdasın bugün. Evet, sen de çok güç dönemler yaşadın, zorlu badireler atlattın. Özellikle de şu son senelerde. Ama, aynanın önüne geçip kendine baktığında karşında bir başına kalmış, "yalnız" birini bulmuyorsundur en azından!

Yıllar öncesinde sen, yaşamında en önemli şeyi yaptın, kendi aileni kurabildin, ne mutlu ki. Bak aynaya, tam arkanda, o harikulade insan; "hayat arkadaşın", omzunun hemen yanı başında, gördün mü?.. Evlendiğiniz günden itibaren, burun buruna geldiğin her zorlukta sırtını dayayabildiğin, güç alabildiğin, varlığıyla daima sana destek olan, sıkıntını, yükünü paylaşıp hafifleten "sevgili eşin" duruyor.

Hem, sadece o mu? Bak, iyice bak! Birisi daha var orada...
Her ikinize de, artık tepenizden bakacak boya gelmiş "evladınız" aranızda duruyor...

Emeklerinizle, birlikte büyüttüğünüz bir "FİDAN" gibi...
İkinizin yaşamından aynaya yansıyan en güzel görüntü, onun ki...

İşte, senin fedakarlıkların karşılığında, YAŞAMIN da sana verdikleri... Mükemmel bir EŞ ve mükemmel bir EVLAT...
Bu yansıyanlarla sen, çok kârdasın be Dostum!..

Bir de, aynadaki bana bak; arkamdan benimle birlikte yansıyacak tek bir görüntü, bir iz dahi yok!

Ee, yukarıdaki öğretide baba, kızına ne diyordu?..

"...çünkü yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynadan bir yansımasıdır.
Hayat sana ancak, senin ona verdiklerini geri verir, bunu unutma! "

Zamanında, tek kişilik ve sorumsuz yaşamın keyif ve de zevklerinden fedakarlık etmesini bilmez, bazı sorumlulukları göze alamaz isen, sonunda ayna önünde işte böyle yapayalnız bulursun kendini be kızım!

Bir elime geçirsem şu, vaktiyle beni bekarlığın sultanlık olduğuna inandıranları!..

Sizler, karınca misali didinip uğraşırken, ben Ağustos böceği gibi safahat sürüyordum, değil mi? Yaz mevsimi çabuk geçiyormuş, bilemedim!

Neyse... En iyisi, ben kalkayım artık bu aynanın önünden. Oturup baktıkça, batıyorum; sırlarımı ifşa ediyorum galiba... Ama bak, söz verdin bana; bunlar aramızda kalacak ha!

Sahi, bir dahaki ziyaretime gelişinde denk düşerse, sevgili gelinimle, yeğenimi de getir, olur mu? Ne zamandır göremiyorum, onları da çok özledim.

Kalın sağlıcakla,

Fotograflar: Salih Güler ve Kaya Türkarslan (Hürriyet/Fotoğraf Galerisi'nden.)

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mesut Kondu


Tink

Yerden küçük bir çakıl taşı alıyor. Burnuna götürüyor, ardından ağzına alıyor taşı. Diliyle, taşı avurdunda biraz gezdirdikten sonra taşı çıkarıp yine burnuna götürüyor ve fırlatıyor. Dün de görmüştüm bu çocuğu. 11-12 yaşlarında bir erkek çocuğu. Parkın oyuncaklı kısmını çeviren kaldırımda oturup yine çakıl taşlarını yalamıştı. Sağ tarafımda, oturduğum bankın tam çaprazında, yeri tarıyor gözleri; taş seçiyor. Boşaltmaya çalıştığım kafam, çocukla ilgili düşüncelerle doluyor. Buldu. Kokladı. Ağzına koydu taşı. Önce sol avurdu şişiyor, sonra sağ, bir tur daha. Çıkarıp kokladıktan sonra, fırlatıp oyun alanı içinde bir yerlere attığı taşı görüyorum, taşın başka bir taşa değince çıkardığı tink sesini duyuyorum. Daha doğrusu, duyduğumu hayal ediyorum, çünkü aslında hava, küçücük bir tink sesini kulaklarıma taşıyamayacak kadar park gürültüsüyle dolu.

Çocuğu seyretmeye devam ediyorum. Dün de aşağı yukarı aynı vakitte gelip oturmuştu oraya. Bunu biliyorum, çünkü ben de iki gündür aynı vakitte gelip oturuyorum bu banka. Akşam serinliği düşmeye yakın. Saat beş suları. Yeni bir taşın, avurtlarını sırayla şişirişini seyrediyorum. Bunu niye yaptığını gerçekten merak ediyorum. Deli olabilir mi, diye düşünüyorum. Yanına gidip konuşsam... Parkın çaycısı bitiyor yanımda. İri cüssesiyle, çocuğu kapatıyor.

"Bir şey içer misin, abi?"

"Aa evet, taze çayın varsa, içerim bir bardak," diyorum.

"Olmaz mı, abicim?! Akşam çayı. Yeni demlendi," deyip sararmış dişleriyle sırıtıyor. Yüzünde ve hareketlerinde öğlen sıcağının ve rehavetinin öldüğünü duyuran bir hal var. Tabii, onun mesaisi bu saatlerde başlıyor asıl. İnsanlar yarım saate kalmaz üşüşürler parklara bahçelere. Diğer banklarda ve masalarda oturan tek tük insanlardan siparişlerini almak için gidiyor Çaycı. Önüm açılıyor. Çocuk orada hala. Başı önünde, taş seçiyor. İşte bir tane daha buldu. Aynı sıra. Sol avurt, ardından sağ. Bir tur daha. Çıkar. Kokla. Fırlat. Bunu niye yapıyor? Hayır, deli gibi görünmüyor. Deliler nasıl görünür? Bazı tahminlerim var ama… Birinin gerçekten deli olup olmadığından nasıl emin olunur? Bir şekilde, yüzündeki ifade bana bu çocuğun deli olmadığını anlatıyor. Deliyse bile, sıradan bir deli değil belki. Sıradan deli ne demek acaba? Bilmiyorum. Takıntılı bir çocuk, belli. Her neyse. Saçma, çocukça bir takıntı beni niye bu kadar ilgilendiriyor ki? Ben kafamı boşaltmaya geldim buraya. Belki de gidip sormalıyım sebebini, bunu yapmamasını söylemeliyim hatta çünkü… Telefonum çalıyor. Gömleğimin sağ cebinden alıyorum telefonu. Bir yandan çalarken, bir yandan da tepesindeki, nabız ışığı kırmızı yanıp sönüyor. Hay Allah, şarj bitiyor. Ekranda 'özel numara arıyor' yazılı. Zil sesi, kırmızı 'şarj bitiyor' ışığı ve ekrandaki "özel numara arıyor" yazısı beni telaşa sürüklüyor.

"Alo?" diyebiliyorum ancak, sonra 'şarj bitti' sesi geliyor. Arayanın sesini duyamadan, telefon ölüyor. Kim olabilir, diye düşünüyorum. Özel numara? Kendini gizleyen birinin gizli numarası. Böyle birini tanımıyorum. Telefon defterimde, numarasını gizleyecek kimse yok. Kimdi acaba? Belki de yanlıştı. Belki de değildi. Her kimse, arama amacı önemli bir şeyse, bana yeniden ulaşacaktır, deyip telefonu gömleğimin cebine bırakırken, "Abi, çayın!" diyor Çaycı.

"Hı?"

"Çay tavşankanı…" diyor.

"Sağ ol." 15-20 tane dolu çay bardağının olduğu tepsiden çayımı alıyorum.

"Afiyet olsun," deyip gidiyor. Tavşankanına bakıyorum. Tavşankanı. Bunun iyi demlenmiş, rengini almış çay anlamına geldiğini bilsem de, kötü bir benzetme olduğunu düşünüyorum. Havanın daha yeni yeni serinlemeye başladığı sıcak bir ağustos öğleden sonrasında ince belli bir cam bardakta içilen tavşankanı düşüncesi, insanı sarsıyor. Kaynamış kan. Buharı tütüyor. Çay tabağındaki iki küp şekeri sıvının içine bırakıyorum. Kanın soğurken kıvamlı, koyu bir sıvıya dönüşmesin önlemek için ve kokuyu kesmek için. Özel bir tat vermesi için değil. Kışın daha fazla şeker atmak gerek. Ufff, korkunç. İyi ki böyle bir kültür yok. Ya da belki vardı bir tarihte, bir yerlerde. Şarap kültürü gibi, bir tavşankanı kültürü. Tavşan çiftlikleri. Günlük tavşankanı. Marketlerde reyonlar. Çeşitler: Dağ tavşanıkanı, sütlü tavşankanı, ekolojik tavşankanı, yavru tavşankanı vs. Keşke çay almasaydım. Zaten gün içinde çok içtim. Soğuk bir şey isteyeyim bari. Çaycı'ya bakıyorum. Çevik hareketler, "Tavşankanı geldi!" çığırtkanlıklarıyla işini yapıyor ilerde. Şimdi seslensem de beni duymaz, işini bitirmesini bekleyeyim.

Çocuk? Hah orada, taş yalayan mı demeli, yoksa emen mi, işte o orada. Tam karşımda oturuyor bu kez, kaydırağın ucuna yakın. Sol avurdu yine şişkin. Şimdi öbür tarafa aldı taşı. Bunu niye yapıyor, gerçekten çok merak ediyorum. Yanına gidip sorsam, sebebini söyler mi ki? "Çünkü tadı hoşuma gidiyor…" , "Sana ne!", "Bilmem…" Demir eksikliği olan çocuklar toprak yer, diye okumuştum bir yerden. Rahmetli ablam da toprak yermiş küçükken. "Çukku," dermiş toprağa, renginden dolayı, toprağı çikolataya benzettirmiş zahir. Ama bu çocuğunki toprak değil, taş. Yemiyor, emiyor taşı. Neden? Çocuğun sebebini duymak isterdim. Belki de anlamlı bir sebebi yok. Olamaz zaten. Olsun, anlamlı değilse bile, o sebebi öğrenmek isterdim. Çıkardı taşı ağzından. Kokluyor şimdi. Burnundan uzaklaştırıp taşa bakıyor ve sonra taşı, bir yay gibi gerdiği kolunun bütün gücüyle fırlatıyor. Bana doğru. İrice, koyu gri, ıslak taş kaldırımda sekip ayakkabımın sol tekine çarpıyor. Pıt!. Taş ayakkabımdan sekip bir metre öteme düşüyor. Atıldığı yerden ayağıma kadar taşı takip eden gözlerimi, ona çeviriyorum. Bakışlarımız karşılaşıyor. Onu seyrettiğimi anlıyor. Taşı atanın o olduğunu bulduğuma göre, onu seyrediyor olmalıyım. Onu seyrediyorsam, taşı emdiğini ya da yaladığını da görmüşümdür. Ne yapacağımı anlamaya çalışarak bekliyor. Kızacak mıyım acaba ona? Bağıracak mıyım? Gülümsüyorum. Karşılık vermiyor, öylece bomboş bakıyor.

"Buraya gelir misin bir saniye?" diye sesleniyorum. Bir taraftan bana bakıyor, bir taraftan da elleri yerde taş aranıyor. Buldu. Bana bakıyor. Taş avucunda, bir çeşit savunma silahı gibi. Ona doğru yapacağım ilk hamlede, kafama mı yiyeceğim yoksa o taşı? Hamle yapmayı falan düşünmüyorum. Taşı kokladıktan sonra ağzına atıyor. Bana bakıyor. Aynı rutinle, taşı her nedense yalıyor, emiyor, somuruyor ve hala bana bakıyor. Taş yalaması yeterince garip, ancak bu işi gözümün içine baka baka yapması daha da garip. Son derece olağan bir şey yapıyormuş gibi. Yüzünde değişmeyen bir ifadeyle. Şişen avurtlar. Kımıldayan yüz kasları. Gözlerime kilitli bakışları. Ürperiyorum. "Buraya gelir misin?" Hiçbir tepki vermiyor. Sağır olabilir mi? Elle işaret ediyorum. Kayıtsız bir ifadeyle bana bakmaya devam ediyor. Tüylerim diken diken. Ve o an, tuhaf bir alışkanlık edinmiş ilginç bir çocuğa değil, ürkütücü bir yaratığa bakıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Onun gülümseyen bir yüzle yanıma gelip, "Af edersin amca, isteyerek yapmadım," diyen bir çocuk olmasını ve ona dondurma ısmarlamayı o kadar çok istiyorum ki… Ama değil. Tuhaf ifadesiyle bana bakmaya devam ederken, taşı çıkarıp kokluyor ve yine aynı yayla, oyun alanı içinde başka bir yere fırlatıyor. Taşa değil, bana bakıyor. "Buraya gelir misin canım?" diye yineliyorum. Ama bu bir yalvarış artık. Ne olur, gel ve gülümse. Gel sana dondurma alayım. Ya da tamam, bunu yapma, ama kalk şu çocuklar gibi hopla zıpla, kaydıraktan kay, salıncağa bin, lütfen. Yapmıyor.

Güneş, parkı iyice terk etti. Az ileride, solumda oturan röfleli kadınlar fısır fısır bir şeyler konuşuyorlar. Fısıltıları, şuh kahkahalarla bölünüyor. Onların yanındaki boş masalar, karşıdaki banklar da dolmuş. Aileler. Sevgililer. Çaylar, kolalar hüpleniyor; sigaralar tellendiriliyor. Parkta hareket ve ses çoğaldıkça çoğalıyor. Gaziantep'te olağan bir akşamüstü, her an daha da kalabalıklaşan ve uğuldayan bir parkta, karşımda taş emen bir çocuk gözlerini dikmiş bana bakıyor. Sağ avurdu şiş, çenesi dönüyor, gözleri bende. Bu çocuğun kimsesi yok mu? Yaklaşık iki saattir orada ve yanına kimsenin - annesi, babası ya da kardeşi olabilecek birinin - gelip gittiğini görmedim. Sahipsiz bir çocuğa benzemiyor. Üstü başı temiz pak. Kumral saçları, özenle sola taranmış. Dün de bugün olduğu gibi benden bir 5-10 dakika sonra gelip oturdu oraya. Tek başınaydı. Dün ben parktan ayrıldığımda o hala oturuyordu, dolayısıyla birisi gelip almadı mı onu, yoksa evine geldiği gibi tek başına mı gitti, bilmiyorum. Bugün o kalkana kadar oturacağım, ya da biri onu gelip alana kadar. "Daha neler, ayol?!" diyor yan tarafımdaki kadınlardan biri, ardından ikisi birden kahkahkahkihkihkih bir gülme nöbetine tutuluyorlar. Oraya gelip oturalı yarım saatten fazla oldu ve taş emen çocuğu ne zaman fark edecekler acaba? Ya da benim dışımda diğerlerinin ilgisini çekecek mi? Mesela kaydırağın sonunda bekleyen şu genç anne? Taş emen çocukla arasında bir metre ya var ya yok. Neden annelik içgüdüsüyle, hiç değilse işaret parmağını sallayıp "Hıı, çıkar o taşı bakayım ağzından?! Hasta olursun sonra!" demiyor? Neden başını o tarafa bir kere bile olsun çevirmiyor? Hala bana bakıyor çocuk.
Çaycı bitiyor tepemde. "Boş mu diye bakmıştım ama…" diyor.

"Ha evet evet, bardağı alabilirsiniz…"

"Beğenmedin abi yoksa çayı?"

"Yo," diyorum, "bugün çok içtim, canım istemedi pek," O soğumuş çayı alırken, ben de cebimden 50 kuruşluk çıkarıp boş bardak dolu tepsiye koyuyorum. Kadınlara gidiyor Çaycı. Çocuğu buluyor gözlerim yine, kendiliğinden. Hala bana bakıyor. Taş ağzında. Sağda. Şimdi sola geçirecek. Ortada. Ortada mı? Sola geçirmedi taşı. Avurt şişmedi. Sağ avurtta da değil. Nerede peki? Ellerini boğazına götürüyor.

"Hayır!!!" diye fırlıyorum oturduğum yerden. Çocuğa doğru koşuyorum. Elleriyle boğazını sıktığını, nefessiz kalan yüzünün soldukça solan rengini görüyorum ona yaklaşırken. Ben yanına çökünce, taş sol avurtta beliriyor.

"Çıkart o taşı ağzından!" diye bağırıyorum. Başını biraz kaldırıp yukarı bana bakıyor. Taş soldan, sağa geçiyor. "Çıkar o taşı!

Çıkartsana!" Daha bir yüksek sesle bağırıyorum bu defa. Bana bakıyor, hala bomboş gözleri. Yüzü o kadar beyaz ki. Taşı somuruyor içeride, yüz kasları kımıldıyor. "Boğulacaktın neredeyse. Çıkar o taşı! Çıkar! Çıkar! Çıkar, diyorum sana!" İki elimle yapışıp, bir vinç kepçesi kadar güçlü çenesini açmaya çalışırken buluyorum kendimi. Yüzünde hiçbir direnç ifadesi yok, ama bütün güç çenede, gözleri bomboş, teni kar gibi. "Neden yapıyorsun bunu? Neden? Neden?" Cevap yok. "Konuşsana! Neden yapıyorsun bunu?" Konuşmuyor. Sadece bakıyor. Bir kere daha asılıyorum çenesine, bütün gücümle. "Çıkaracaksın, dedim! Çıkaracaksın!" Bu parkta bizi kimse görmüyor mu? Beni kimse duymuyor mu? Başarısız. Çenesini açamıyorum. Konuşmuyor, belki duymuyor bile, sadece taş emiyor ve bana bakıyor. Çenesini bırakıyorum. Ellerimi gevşetiyorum, yanlara düşüyorlar. Taşı ağzından çıkarıp burnuna götürüyor, kokladıktan sonra, oyun alanı içinde bir yerlere fırlatıyor. Taşın başka bir taşa değince çıkardığı tink sesini duyuyorum. Bana bakıyor, bir taraftan da elleriyle yeri tarıyor, taş aranıyor. Buldu. Bunu neden yaptığını asla öğrenemeyeceğim…

Yerden küçük bir çakıl taşı alıyorum. Misket büyüklüğünde. Koyu gri, tam yuvarlak değil, oval de değil, ikisinin arası bir şey. Hiç düşünmeden ve beklemeden, ağzıma atıyorum taşı. Dimağım toprak kokusuyla doluyor birden. Çocuğun bomboş gözlerine baka baka, taşı ağzımın içinde evirip çeviriyorum. Toprak kokusunu emiyorum, somuruyorum. Gözlerimden yaşlar boşanıyor. Gaziantep'i serin bir akşam örterken, park gittikçe daha da kalabalıklaşıyor, uğulduyor. Çocuğa bakıyorum. Hala. Taş ağzımda.

Mesut Kondu
Mesutkondu_j@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,209,209,209,209,209,209,209,209,20
              5 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Derya Berrak


Bitirdin... Bitmedin...

Müsait bir duyguda inmek istedim
Kavşaktı, kaygan yoldu
Sanki herkes elini uzatmış
Beni gösteriyordu
Gözlerinde geçici sadakati bir çocuğun,
Zira,O da büyüyordu
Neye bulaştırsan uydu
Neye benzetsen içinde barındırdı
Bitirdin bitmedin
Gerçeğe gözümü kapattım;
Gitmedin!...

Kuru ayazda daha iyi kesecek gözlerin son-baharından belli... İpe sapa gelmez anılar bırakacak sapsız baltanın derin izleri, odunlarda yakılacak. Üzerimde, sıcağın yanı başında uyuyacak kedinin-kadının- umarsızlığı mı olmalı dersin?Ya sonrası? Sen şimdilik sadece başımı yasladığımda uyuyacağım mindersin. Sonrası biliyorsun ki, kış.. .

Avucumun içi kadar bildiğim buruşmuş ayrılıklar. Ufalanacaksın kuru yaprakların gövdesinde tekrar, tekrar sileceksin kendini. Şaşıracak ayrılıklar. Gel durdur... Bu sonbahar; caddenin ortasında ezilmiş bir kedinin-kadının- leşi. Kendim yerine siliyorum yeniden tüm mevsimleri, gel... Durdur da gelmesin kış, çünkü ben yine kendimi sana değişmeyeceğim ...

Derya Berrak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Semra Karabulut


KEŞKELER ŞİMDİ OLSA!

Geçmişle gelecek arasında gelip gitmeler yaşanır, her zaman.
Sevinçler, hüzünler, ağlamalar, gülmeler…

Sadece bir dakikada neler geçer aklımızın, bir ucundan bir ucuna.
Koskoca bir hayat…
Değiştirmediklerimize mi daha çok yanarız
Değiştirdiklerimize mi acaba?
Kaldı ki bir de duygularımızı sorgularız.
Keşkeler hiç peşimizi bırakmaz hep gölgemizdir, yanı başımızda.
Sonra bir sancı girer yüreğimize, "aaah ah" çekeriz.
Kim bilir ne'ye?
Ama birden duraksar, boş veririz.

Kendimize baktığımızda, şimdiki gerçeklerimize ve hayallerimize
"Neydik, ne olduk" lar başlar.
Bunu yaşamımızın her gününde kendimize sorduğumuzu unutarak.
Bazen evet ile hayır arasında kalırız.
Aslında onlar basit iki kelimedir ama önemlidir.
Hayatımızın belki de en büyük kararlarıdır.
İşte yine keşkeler yerini alır…

Bir de geçmişinde hayal edip geleceğinde başaranlar vardır.
Onların durumu aslında daha acıklıdır
Çünkü başarmışlardır ve mutlu olmak zorundadırlar.
Mutlularsa sorun yok, ama ya mutsuzlarsa?

Geleceğe doğru yola çıktık mı, tam bir labirent…
Hep çatallı bir yol önümüzde.
Mutlaka tercih söz konusudur, ümitsizce.
Yine keşkeler başlar.
Ama bu sefer "ne olduklar" ne olacaklara bırakır kendini.
"O zaman" da geçmiş olur bir dakika sonra.
Geleceğin bir saniyeden daha az sürede bizim olduğunu,
Yaşamamız gereken "şimdi"yi fark ederiz.
Beklide en güzeli gelecek ve geçmişle
Şimdi'yi yaratmaktır…
Ne dersiniz?

Semra Karabulut
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
              5 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Efe Özikiz


Kırmızı kanepem

Odama girdim, iki adım ötedeki kanepem çağırdı beni... Kırmızı döşemelerine uygun sarı ve kırmızı yastıklıdır kanepem. Köşesini kestirdim gözüme, süzüldüm usulca kol desteğinin yanına. Başımın arkaya gitme isteği iyi hissettirdi kendimi, yorulmuşum... Yumdum da gözlerimi sayamadım bilmem kaça kadar; ne bir başkası var saklanacak ne de bir oyundu bu, sadece yalnızlığımla bir ölçek huzur.

Çöp kutumdaki şarap şişesi yerden yüksek, izmaritler deve güreşi oynar, ağzım kuru, kafam mayhoş... Ağırdan alınıyor şarap kadehi, çatalın peynirle buluşması çok ironik; çelik alaşımda tuz izleri... Açık pencereden süzülen afacan rüzgar savurur sigara küllerini, hafiften artar sinir katsayıları; oda dağılmakta ve toplayacak şanslı kişi gene benim...

Göz kapaklarım kilo almış ellerinden gelse bir daha açılmayacaklar, göz altlarım dayak yemiş gecelerden... Bir siper kazmışım gözyaşlarım için, doğru zaman geldiğinde saldırıya geçip süzülüyorlar elmacık kemiklerimden boynuma doğru; aşağı daha da aşağı... Nefes alış verişlerim hızlandığında zihnimden geçenleri kağıda dökme ihtiyacı beliriyor. Kağıt nemli, mürekkep alabildiğine tükenir vaziyette. Ters bir dokunuşla parçalanıyor kağıt, parmak uçlarımdaki mürekkeple çok haylazım...

Gözlerimin altına iki çizgi çekiyorum, inceden; karşı koyma isteği kaplıyor bedenimi. Bir savaş yaşama arzusuyla çarpıyor yürek, kan her zamankinden daha hızlı dönüyor köşelerimi. Sırtımı yasladığımda kırmızı koltuğuma, yapmak istediklerimi düşünüp duraksıyorum. Hayatımın kısalığını düşünürken sakinleşiyorum, bir cimcik şarap; dudaktan kalbe... Hafiften kafamı sallayarak tebessümler içinde buluyorum yüzümü. Kırmızı kanepemde sabah ezanını dinlemeye başlıyorum; güneş yakında gelecek ve gene gidecek; herkese aynı yakınlıkta olamasamda, birisinde doğuyorum diğerinde batıyorum...

Efe Özikiz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
              5 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Gül Çakır


GAZ YAĞINA TUTSAK SEVİŞMELER KALDI BANA!

Sema denizinin en diplerinde bir yerlerde bir denizkızı varmış derdi hep anneannem ve ben hep merak ederdim bu gizemli yaratığı. Anlamını bilmediğim bir telaş sarardı beni her yağmur yağdığında. Sanki kocaman bir damla çise olurken, yeryüzüne içinde denizkızını da getirecekti ve ben hep heyecanla gökyüzüne bakardım hep, yağmur yağışlarınca... Gözlerimi acıtmasına bile aldırmazdım bazen iri damlaların hatta dolu altında çıplak ayakla koştuğum günleri anımsarım. Minik bikinimi kışın soğuğuna aldırmadan bedenime geçirir, elimde şemsiyemle uçmaya çalışırdım. Filmlerden etkilenirdim belkide. Her 31 Ekim geldiğinde, cadıların çatılardan şemsiyelerle uçuşunu izlemek için duvardaki antika saatin 12 kez vurmasını beklerdim Kasım bitimlerine hiç kala...

Mumlar yakardım odamda babamın ne dediğine aldırmadan ve kiliseye benzetilen odamda sonsuz huzura dalardım çalışmayan bilgisayarımın, mavi flu ekranına kilitlenirken bakışlarım. Öyle derin hayallere dalardım ki; engin okyanuslar boğardı beni... Hep olmayacak işler peşinde dururdum, koşup. Küçücük yaşlarımda. Olmazdı da zaten. Düş kırıklıklarımı yerlerden toplamayı da o zamanlar öğrenmiştim, "çoktandır söyleyemiyorum"lu bakışları da... İçimde biryerlerde hep bir sır saklardım aklımca... Herkesin bildiği ama unutulmuşluğa yüz tuttuğu için hatırlanmayıp, herkesin aslında "artık" bilmediği sırlar... Minik bir misketim vardı, hiç unutamam. Tek bir an bile yanımdan ayırmazdım. Renklerinde yiterdi ruhum ve bir başka dünyam olurdu o benim. "hayal" adında, "hayal" tadında ve "hayal"imsi bir dünya... Sınır... Yok...

Keman çalmayı o zamanlar da severdim. Ağları yine hep kemanımın kayışı ve ben, o her ağladığında onunla beraber yasa bulanırdım... O beni şarkısıyla ıslatır, ben ona nem salgılardım. hiç yokluklar içinden pıhtılaşmış bir kan yuvarını yeniden hayata geçirmek gibiydi kemanımın söylediği her bir masalsı şarkı... Ben onu dinlerdim o çalardı yada ben onu çalardım o beni dinlerdi... Birgün kayışım koptuğunda içimde birşeyler parçalandı. Sattım onu ve uzun zamandır almak isteyip alamadığım ayakkabılarımı almayı denedim. Hiç aklıma bile gelmeyecekti sanki; ağlama isteğime karşı koyamadığım zamanlarda, onu arayıp bulamadığımda anneme "düzenleme yaparken nereye sakladın onu?" diye soracağım... Alacağım yanıt hep ürküttü beni. Kötü bir kabus olarak işlenmesini ne kadar çok isterdim o günün hayat defterime oysa... O da olmadı işte ve ben ihanet ettim beni acılarımdan arındıran en yakın hatta belki de tek dostuma. O şimdi, birilerinin vatanı olan bir ülkenin en büyük yerleşim birimi olan İstanbul'da. Ben gitmezsem o gelemez. Ben gitsem onu bulamam. Belki birgün bağışlar beni. İyi olduğunu biliyorum ama, en azından bu güzel.

İvedi düşlerim var... Her gece uykularımdan uyandırmaya andlı, siyam kedilerim dolanıyor arka bahçemde ve "kendi"min olacak evi hayal edip duruyorum bu son günlerde... Sessizliği dinliyorum her fırsat bulduğumda, gözlerim kapalı... Gözlerim kapalı olduğunda, ne kadar da gün olsa gök, boyun eğer göz kapaklarım karanlığa ve daha iyi duyumsarım, yalnız kalınmışlığın acı sesini... Toprağa, yağmurdan sonra yapışıp kalmış minik bir toz zerresi gibi sessiz ses... Ya ses yada sessiz nasıl olur deme şimdi!

Marangozlar, demir sehpayı ahşaba dönüştürebilirler mi hiç? Bu sorunun cevabı erdiğinde birgün aklına, adın kalacak aklımda ve "bulmuşsun" diyeceğim... Bakalım.
Hastane koridorlarında, en uzun yolu yürüyen, en hasta adama rastladım dün. Yardım etmek istediğimde itti beni. Gözleri görmüyor ve burnundan ağır çekim bir film gibi kan damlıyordu ağır ağır... Şairin dediği geldi aklıma o an nedense; "ölü güneşlerin, serpilen mor kulu..." ölmesin güneşler!!! Kıyasıya bir yarış gibi ateş, meşaleyi söndüren, ölecek... Suç ve cezası ağır... Gaz yağına tutsak sevişmeler kaldı bir bana..!

Gül Çakır
gulcakir9@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  Efendiler!..

Ne diyelim gerçekten benim için sıcaklık içeren bir hitabet şekli… Bilindiği gibi Atatürk tarafından genelde sık kullanılan bu söz daha sonra yine Atatürk tarafından şu şekilde kullanılmıştır… “Köylü Milletin Efendisidir”… Milletine hizmet edenleri o milletin üzerinde görüyordu Atatürk. Köylünün millete hizmet ettiğini çok iyi biliyordu çünkü… Köylü üreticidir. Üretmeyi sever. Ürettiğini insanlara vermeyi sever… Köylü efendidir o zaman… Gelin bakalım şimdi bizim efendiler ne durumda… Ürünleri tarlada kalmış… Alan yok satanı ne yapalım diyorlar… Üretim gerilemiş durumda. Çiftçinin üretimine destekte bulunacak kurumlarda yok ortada.

Tarlada bir sezon boyunca, zam sürekli zam gelmiş mazot, gübre ile ürün elde edebilmek için çabalamış fakat, gösterdiği çabasına karşı küfür edercesine uygulanan politikalara esir olmuş.

Geçen yıla göre daha fazla olan masraflarına rağmen ürün fiyatlarının gerilemesini siz olsanız nasıl karşılarsınız… Tarlanızın bulunduğu araziyi ürün elde edip zarara uğratacağınıza fabrika arazisi olsun diye satmaz mısınız?..

Bizim efendilerde aynısını yapıyorlar zaten… Efendiler tarihe karışıyor yani… Efendiler şimdi, kendilerini sermayenin zincirleri altına atacak olan ve her an kovulma tehlikesi ile karşı karşıya kaldıkları Fabrikalara teslim olacaklar… Neden Peki çeltik üretimine destek vermiyor Devlet?...
Hiç düşündünüz mü?...
Yakında ÜLKER’inde fabrika kurma imkanı çok büyük olan bir yer çeltik arazilerinin bulunduğu ova… Cargill var.
İki yıl öncesine kadar devlet malzeme ofisi çeltikte fiyat belirleme işlemlerini yapabiliyordu… Şimdi niye yapamıyor peki?...
Çeltik nereden geliyor bu ülkeye?
Yoksa; yoksa! efendileri oyuna mı getirmeye çalışıyorlar? diyeceklermiş gibi bir psikoz oldum doğrusu; Bu işin cılkı çıkmaya başladı… Hükümetin tarım politikalarının öyle oturup değil de tarlaları gezerek desteklemelerde bulunacağı bir ekibi hala yok… Hala Cumhuriyet döneminden kalan ve yeni dünya düzenine ayak uyduramadığımız tarım politikaları ile oyalıyoruz Efendileri.

Destek yerine köstek olup yüzümüzün tamamını sanayiye döndürüyoruz… Yüzümüzü döndürdüğümüz sermaye Türk olsa gam yemeyeceğim… Türk’te değil… Peki sorun ne? İçinde farklı oyunların döndüğü AB pazarı içersinde sürekli güçlenen Avrupa tarımına karşı bu kadar verimli topraklarda tarımın güçlenememesinin bir sebebi olmalı bence… Yetmiyorlar… Yetiştirememelerine rağmen ürünlerinden hiç mi hiç para kazamıyorlar.

Efendi kavramı sona ermeye başladı.
Efendi kelimesini zaten yanlış yerlerde kullanıyoruz.
Odacıya, kaloriferciye, kapıcıya efendi diyoruz… Onlarda efendi fakat biz efendiyi “aciz” anlamında kullanıyoruz… Efendiler aciz değildir.
Bizler için çalışan ve bu ülkenin en üst düzey insanlarıdır.
Şimdi Avrupa’da aynı sistem oturtulmuş durumda. Tarımla uğraşan insanlar ön planda tutuluyorlar.
Düşünüyorum; Atatürk’ün ileriye dönük bütün söylevlerini Avrupa bizden daha iyi uyguluyor.
Komünizm propagandası yaptığı öne sürülen “Köy Enstitülerinin” ülkemizdeki benzerinin tıpkıları ABD’de uygulanıyor şimdi.
Ülkemizde bunların kapanmasını sağlayanların başında yine aynı ülke geliyor.
Her şeyin düzeleceğine inanmak güzel…
Bunun için bir şeyler yapmak ise daha güzel.
Görüşmek üzere…

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Erhan Eraslan

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.212 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


ZAMAN YOK

Bu kadar sanma hayatı
Bir kaç resim ve bir oda
Sonun gelir
Bilirsin aslında

Gördüğüm yabancı bir melek
İlacım içinde gizli bu kentin
Makine sesleri
Yankılanan beynimin içinde

Bu kadar sanma hayatı
Bir kaç resim ve bir oda
Sonun gelir ve sen bunu
Bilirsin aslında

Zaman yok
Filmin sonu artık
Tüm sevgiler halkalanmış
Tüm bayraklar artık siyah-beyaz ….

Cenk Bölük

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Sıkıyorsa giderin hacetinizi!

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.derggi.com
Güzel bir On-line dergi uygulaması. Görsel olarak oldukça zengin ve hoş bir yapıya sahip. Ve de oldukça hızlı. Girip görmenizi tavsiye ederim.

http://www.portbodrum.com
Bodrum Yalıkavak'ta harika bir koyda "Sadece Marina Değil, Bir Yaşam Biçimi" sloganıyla özdeşleşen, hem tekneler hem de ziyaretçiler için muhteşem bir yaşama alanı. İtiraf ediyorum, bu siteyi de ben yaptım. Doğal olarak reklamı haketti:-)) Hamili site bizdendir yani. Severek çalıştığım sitelerden biri. İnşaatı halen sürse de bu haliyle bile fena olmadı. Haydi girin bir bakın.

Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


STOIK VideoConverter 2.1 [7,33 MB] Windows Free
http://wcarchive.cdrom.com/pub/bws/bws_47/StoikVideoConverter20.zip
Amatör filmciler için vazgeçilmez bir program olmaya aday. Bilgisayarınıza bir şekilde aldığınız bir video dosyasını Divx dahil pekçok formata çevirebileceğiniz bir yardımcı program. Birkaç dolar ödeyerek Pro versiyonunu almak ve çok daha fazla fonksiyona erişmek mümkün. Tüm amatör filmcilere tavsiye olunur.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050919.asp
ISSN: 1303-8923
19 Eylül 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com