|
|
|
4 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Avrupalılık hepimize hayırlı uğurlu olsun. |
Merhabalar,
Memleketim için önemli bir gündü dün. Gelinen nokta, elde edilenler, edilmeyenler, kelime oyunları, aldatmacı diplomasi, kaygı azaltıcı demeçler, ucuz hesaplar, sivrisinekten yağ çıkarmalar daha çok tartışılacak. Ama tartışılmayacak bir şey var. Türkiye geri dönülmez bir yola artık girmiştir. Yüzünü çevirdiği Batı'nın kendini yok saymasına izin vermemiştir. Bundan böyle yapacağı herşey Batı'yla entegrasyon uğruna yapılacaktır. Ve tek doğru budur. Kişisel kanım Türkiye AB'ye hiçbir zaman tam üye olamayacaktır. Ama yıllar sonra, tam ya da yarım her ne durumda olursa olsun, üye olarak kabul edilecek duruma geldiğimizde, eğer gösterilen bu irade bize özgü bir saçmalıkla sekteye uğratılmaz ise, atın alan çoktan Üsküdar'ı geçmiş olacak ve belki de yapacağımız referandumda biz AB'ye hayır demek zorunda kalacağız. Serbest dolaşımı bugün dert eden biz belki o noktaya gelindiğinde bir Alman'ın ya da Fransız'ın memleketimizde at oynatmasına hayır diyeceğiz. Ve bu hiçte uzak bir ihtimal değildir. O nedenle bugün alınan kararları, hazım zorluğu çeken AB midesini hiç düşünmeden yolumuza devam etmeliyiz. Dün Lüksemburg'a uçmadan az önce Gül çok doğru birşey söyledi. Özetle; "Bugün atılan imzalar tarafların özel durumlarını belirlemesi için önemlidir ve taraflar için bağlayıcı değildir. Asıl imza yıllar sonra yapılması muhtemel ortaklık anlaşmasında atılacak imzadır. Esas bağlayıcı imza o olacaktır." dedi. Çok doğru. Bugün artık aday adayı bir ülke olmaktan çıkıp aday bir ülke olarak müzakerelere başlıyoruz. Kendi içimizde bunu iyice hazmedip gerekeni layıkıyla yapmaya gayret etmeliyiz. Ne bizi istemiyorlar diye komplekse girmeli ne de "oh işte oldu" diye rehavete kapılmalıyız. Avrupalılık hepimize hayırlı uğurlu olsun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kahveci : Faik Murat Müftüler Sana Değer |
|
Çok güzelsin çok. Sarı iklimin içinde tozpembe bahar gibisin; hırçın bulutlardan dökülen, yeşeren… Bir damla su gibi ışığa varlığını hissettiren sen: Çok güzelsin. Tanrı özenmiş de yaratmış. Gül cemalini görülmez ruhuyla donatmış. Kâfire iman ettiren bir hikmet-i ilahisin; kudret-i çeşminle utandır da yer gök yollarına serilsin. Çünkü çok ama çok güzelsin.
Çok akıllısın çok. Şeytanın pabucunu çalar, kendi ayağına giyersin. Aptallarla işin olmaz bilirim, sevdiğinden zehir gibi zeka beklersin. Erkeğinin en küçük saflığında sıdkını sıyırırsın. Ne diyeyim haklısın. Çünkü çok ama çok akıllısın.
Çok kültürlüsün çok. Ne konuşulsa fikrini söylersin. Hasmının işi zor; bilginle, efkârınla ezersin. Vâkarına tevâzuunu ekler de bir sözünle nicesinin defterini dürersin. Zavallı kullarını elde kitap, okumaktan harap ve dahi bitap, ilminin ardınca sürünsün. Çünkü çok ama çok kültürlüsün.
Çok zevklisin çok. Anlayamaz her göz; sen mi giydiğine yakışırsın, yoksa sana yakışanı mı giyersin? Bir gül ile bağçeni semt-i gülistan, bir şem ile haneni misl-ü şehistan edersin. Belli ki çok ama çok zevklisin.
Daha ne diyeyim? Çok görgülüsün, çok zarifsin, hâzâ hanımefendisin ve daha da her şeysin ki saymakla bitmez.
Belli ki ilgi beklersin. Hemen öyle yelkenleri suya indirmez, talibindeki tutkuyu, ihtirası, görmek istersin. Âşıka eza veriyorsun, anacığının ak sütü gibi helal olsun; yemin billah ederim ki her derde değersin. Çünkü çok güzelsin. Ardında sürünülsün, yalvarılıp yakarılsın, bir bûsen bin cefa ile hak edilsin istersin. Olsun; değersin. Çünkü çok ama çok güzelsin.
Kadınca bir arzu olsa gerek. Biz zavallı adem soyu anlayamayız, bilmeyiz. Boynumuzun borcuysa eğer, gücümüz yettiğince hizmet ederiz. Hikmetten sual olmaz; yeter ki Tanrı sabrını, kudretini versin. Çekilen her eziyete değersin. Çünkü çok ama çok iyisin.
Hınzır seni. Sen de farkındasın. Biliyorsun ki çok iyisin, değerlisin. Hem de çok ama çok değerlisin.
Ama ben de değerliyim; hemcinslerimin bir çoğundan daha fazla. Bilmem farkında mısın? Bu nazı bari bana yapmasaydın.
Sana hayatta başarılar. Hoşça kal…
Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel SEVGİ ÜZERİNE |
|
Çoğu insan başarıyı almak olarak düşünür, oysa başarı vermekle başlar. Henry Ford
Sevgi vardır hayatımızda, insanlar bu konuda da farklı farklı davranırlar, zamanına harcamakta ne kadar çeşitlilik gösterirlerse, sevgiyi harcamada da o kadar çeşitlik gösterirler. Kimi insanlar vardır ki sevmek için yaratılmıştır, onlar sadece severler karşılıksız, hep kırılırlar ama yinede severler. Çevresinde ne varsa, kediler, köpekler gördüğü bir kelebeğe bile şiirler yazar onlar. Yalnız kaldıkları, kırıldıkları zaman bile yazarlar birkaç satır. Onlar sevmesini bilen, mutlu olan insanlardır. Çünkü onlar vermesini öğrenmişlerdir. Paylaşmayı da öğrenmişlerdir.
İkincisi de sadece sevilmek isteyen insanlardır. Onlarda sevgi beklerler karşısından, hiç sevmesini bilmeden, sadece seveceksin onları, sınırlarında olmayacak sadece vereceksin onlara. Sevgini sunacaksın hesapsızca ve de karşılık beklemeden.
Onlar sadece sevilmek zorunda olanlarımızdır aslında. Asla sevmesini öğrenemezler. Bu yüzden ki hep içlerinde yalnızdırlar, hep de mutsuz. Onları seveceksiniz hep öveceksin, hep vereceksin onlara, durmadan, sormadan, yılmadan vereceksin vereceksin.
Çok sevdiğim takdir ettiğim Tuna Kiremitçi, kitabında bu tür insanlar için şu tanımlamayı yapmış. Ne kadar da benimle aynı fikirde diyerek, sizinle paylaşmak istedim.
“Bazı insanların içinde onları hayat boyu zehirleyen bir dürtü oluyor nedense, bir yıldız olduklarını, bir gün hızla yükselip dünyayı kamaştıracaklarını düşünüyorlar. Ömürleri çevresinde ki herkesten bunu doğrulayacak kanıtlar istemekle geçiyor. Onlar sevilmek zorunda olanlarımız.
İşte onlardan kaçıp diğerlerine sığınmışım sevilmek zorunda olmayanlara.”
Evet, kimisi vardır ki dünyanın merkezinde zanneder kendini, herkes ona bakacak, onu sevecek, takdir edecek. Ömrü de hep bunları beklemekle geçer. O hiç sevmeyi denemez, çünkü sevmenin ne demek olduğunu bilmez. Onu hep sevmişlerdir, hep dünyanın merkezindedir o. Mutlu değildir aslında nedenini belki oda anlamamıştır. Her şeyi vardır ama her şeyi, etrafında onu seven insanlarda çoktur, ama o yine mutsuzdur. Almayı sever o, her şeyi almayı ilgi, sevgi, övgü. Hep alır, hep alır.
Gerçek mutluluk almakta değil vermektedir aslında ama o bunun farkında bile değildir. Sevmekten korkar, paylaşmaktan da, gülmekten bile korkar.
Siz onlardan olmayın sevilmek zorunda olanlarımızdan. Sevmeyi öğrenin kırılsanız da, tek taraflı olsa da sevin. Gerçek mutluluk almakta değil, vermekte saklıdır.
Neslihan Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Veysel İkibudak
|
SORGULANMAYAN YAŞAM, YAŞAM DEĞİLDİR
Karantina…
Geçmişin gölgesinde kalan yanlarımızın açığa çıkması demidir şimdi. Gözümüzden kaçmış eski hesabın tuza batırılmasıdır bir anlamda. Mevlana ile sessizlik, Hacı Bektaş ile sır, Taptuk dergahında Yunus sabrı, Yesevi'nin mağarasında çile, Hasan Sabbah'ın cennetinde kan, Nizam-ı Mülk'ün bağrına saplanan hançer, Yedikule zindanlarını sarsan çığlık bir de...
Siyaset yazısı yazanların, siyasetin ne olduğunu bile bildiğini düşünmüyorum.
Bilmiyorlar! Çünkü yazılarını okuyunca bunu rahatlıkla anlayabiliyorum. (Haydi 'bazı' yazarlar diyeyim de hiç kimse üzerine alınmasın. Şimdi onlara kendilerini göstermek için şov yapma fırsatı vermeyeyim. Sevgili Aziz Nesin'in tescilli % 60'lık bölümü gibi aynen. [Hiç kimse bu bölüme sokmuyor ya kendini!] ) Bilmedikleriyle de kalmayıp bir de okurlara yanlış şeyler aktarıyorlar. (Aktarma işlemi, bir şeyden alıp başka bir yere aktarmaktır. Bu anlamda bir çeşit bedavaya hamallık yapmak.)
Bırakalım köşe yazarlarını, bu vatanda siyaset yaptığını sanan birçok Belediye Başkanı, siyasi parti yöneticileri hatta bazı milletvekilleri - bürokratlar - (Bir 'bazı' parantezi de milletvekilleri için.) bile popülist siyaset hastalığına tutulup karantina içinde düşünmeye başlamışlardır.
Amerikalı gibi düşünmesini iyi bilirler ama temeli Amerikan Bağımsızlık Savaşı sonucunda oluşan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ilk beş maddesini bile sayamazlar.
Hatta Amerika'nın bir zamanlar İngiltere'nin kolonisi olduğunu bile bilmezler. Bu savaşın da bu durumdan kurtulmak için verildiğini… hele hele tarihi değiştiren olguları hiç bilmezler.
Neleri mi bilmeleri gerekir?
En azından Magna Carta, Bolşevik, Fransız devrimi, Rönesans, Sanayi devrimini, Marks'ın hayaletini, Hegel'in diyalektiğini, Engels'in dilini, Freud'un işgüzarlığını, yaşamın ortasına düşen metaforları, simülasyon ve krala çıplak diyenin çıplaklığını; yıllar sonra bile olsa...
Bu olguları bile bilmeyen insanların yönettiği ve yönlendirdiği bu vatan insanlarının siyasi bilgilerle donanıp, o yolda erdemlere sarılarak yürümesini nasıl anlatabilir ki?
Ölçüt, en çok da burada gereklidir.
Bürokrat - Politikacı - Siyasetçi
Bürokratın iki anlamı vardır. Birincisi normal anlamıdır: Devlet memuru demektir. İkincisi bozulmuş anlamıdır: kuralların arkasına sığınarak işleri savsaklayan memur demektir.
Tabii "memur emredileni yapan insandır" dediğimizde, böyle düşünmemizin nedeni, belki de memur sözcüğünün emr kökünden gelmesidir. Batı kökenli sözcük, (büro) dan, yani iş yapılan ortamdan kaynaklanırken, bizim ona karşı kullandığımız sözcük, alt-üst ilişkilerini çağrıştıran emr den gelmektedir. Bu da bürokrasiye bizim ve batılıların bakışındaki farkı gösteriyor olabilir.
Politikacı ciddi adamdır, uzun vadeli projeler yapar, yalan söylemez, güvenilir kişidir. Siyasetçi ise kısa vadeli düşünür, sözüne de her zaman güvenilmez. Aslında bu iki sözcük arasında böyle bir ayrım yoktur. Her ikisi de aynı olguyu anlatan sözcüklerdir. Ama kökenleri bakımından memur-bürokrat farkını andıran bir fark içerirler.
Politika eski Yunan'da yönetim birimi olan 'kent' (polis) sözcüğünden türemiştir. Batılılar 'bürokratı' ve 'politikayı' yönetim birimine bakarak türetirken, biz memuru ve siyaseti emir-komuta anlayışına göre türetmişiz. Hatta bir noktada siyaset, padişah buyruğuyla idam anlamına da gelmiş. Osmanlı anlayışına göre halk 'reaya'dır. Reaya, Arapça kökenli raiyenin çoğuludur ve 'hayvan sürüleri' anlamına gelir. Halkına (yani sürüsüne) iyi bakan padişahı da 'raiyyetperver' denirdi. Halk 'sürü' olursa, onu çekip çevirene de elbette 'seyis' demek ve bu işe de 'siyaset' demek uygun düşer, değil mi ?
Yoldan geçen bir insan bile medyadaki bilgileri aktarabilir bizlere. Bu anlamdaki aktarım, eğer yeni bir yorum katılmamışsa geviş getirmekten başka bir şey sayılamaz. Yalnızca kendine verilenleri tüketmekle cebelleşen toplumlarda bir düşünceyi üretip yaymak çok zordur.
"Yaratamayan yok eder"
Yazar, hamallık değil, düşünce üretip okurları bilinçlendirebilmelidir. Körler ve sağırlar birbirini ağırlar örneği gibi, sakızlaştırdığınız düşüncelerin çürümüş olduğunun tadına varamıyorsanız, görmek için ağzınızdan çıkarmanız gerekiyor. Ancak o zaman anlaşılır çürümüş mü, çürümemiş mi? Sakız gibi çiğneyip çiğneyip atamadığınız düşüncelerinizi yenilemek size hiçbir zarar vermez. Hem bağnaz olmaktan da kurtulursunuz böylece.
Aylarca kupon biriktirip aldığınız ansiklopedilerde de yazılı olan olguları okuyun ki yaşamı daha iyi siyaset yazılarını da daha iyi yorumlayabilesiniz. Suyun akmaya doyamadığı bir dönemde, sürüklenen taşlardan olmayın.
Yaşam yaratmak, güçsüz insanlarda bulunmayan bir niteliktir. "Yaratamayan insan yok etmek ister." Varolmayı anlamanın ilk koşuludur bu. Nasıl bir yaşam oluşturmayı düşünmeniz, kendinizi ne kadar tanımış olduğunuzdan geçer. Kendini tanımakta cılız kalan insan, başkalarını hiç tanıyamaz.
Yaşam her zaman size doğru akıp gelmez, keyfinizi karıştırıp bozabilir. O zaman ne yapacaksınız? İnsanın kendini tanıması, kendi yalnızlığını yenmesidir. (Kalabalıklar içindeki yalnızlıktan söz etmiyorum) Gayretsiz oturan, hiçbir şey üretmeden yaşayan insan, yaşadığının ve yaşamın farkına varamayan bir yaratığa dönüşür zamanla.
Şimdi, ister bu sözlere katılın, ister katıla katıla gülün, ister üçün beşin içinde dolaşıp, altıya kadar olanları bilin ve sizin gibilerin çokluğuyla övünüp; birlikte geviş getirip açlığınızı giderin.
"Sorgulanmayan yaşam, yaşam değildir"
Tarihin ilk savaş muhabiri saydığım Homeros'un şimdiki bazı gazeteciler gibi artistik gazeteci yeleği, makam otomobili, onu görünce iki kat eğilerek kapıyı açan odacısı yoktu. Fotoğraf makinesi, kamera vs. hayal bile edemeyeceği bir şeydi.
Sıkıştığında "şak!" diye çıkarıp gösterebileceği sarı basın kartı da yoktu. Yalnızca bir çift göz, bir yürek, bir beyin ve beynin dışa uzantısı olan, kalem tutan elleri vardı.
O zamanlar, Peter Gabriel'in ve müziği eşliğinde ajitasyon çektirilerek, canlı savaş görüntüleri verilmiyordu. Loreena Mc. Kannet'in cd'leri Amerikan askerlerinin kulaklarında motivasyon için dinletilmiyordu. (Olası, Amerika - İran, Amerika - Suriye savaşlarındaki [saldırılarındaki] müzik seçimi ne olacak acaba?)
İnsanlar, evlerinde çekirdek çıtlatarak, patlamış mısır yiyerek bir ulusun ya da devletin bombalanmasını, sanki atarı oyunu oynar gibi izlemiyorlardı.
Her nesil, hatta her insan, tarihsel süreç içinde kendini zaman tünelinde görebilir. En farklı, en ilginç dönemin kendi yaşadığı dönem olduğunu düşünür. Kişilere göre değişken olduğu gibi, dönemin kendi akışını bozan, akış yönünü değiştiren bazı dönemler daha özeldir.
Skolastik düşüncenin egemen olduğu zamanlarda söylenen "Dünya yine de dönüyor" sözü bu gün söylenildiğinde aynı etkiyi yaratabilir mi?
Televizyonun olmadığı dönemlerde, radyoya bile "Şeytan işi, içinde şeytan var" denilmesini yalnızca duyan bir insanla, bilgisayarların merkezine çadır kuran bir insanın düşünceleri aynı olabilir mi?
Ya da mangaldaki kömürün ısısıyla evini ısıtan bir insanın, kaloriferli bir evde yaşadığı rahatlığı, doğma-büyüme kaloriferli bir evde yaşayan bir insan yaşayabilir mi?
Bu rahatlığın ne kadar farkındadır?
Doğaldır ki medya, savaş görüntülerini ve öteki olup bitenleri nakledecek. Doğaldır ki televizyonun icadı bir kültür devrimidir.
Kırk yıl önce içilen bir acı kahvenin bile hatır süresini doldurduğu zaman içinde ne olup bittiğine şöyle bir bakarsak: Televizyonun her eve girişini bir yana bırakalım, kullan-at tipi çakmakların, tıraşmatiklerin ve tükenmez kalemlerin ne kadar da çok kullanılıp yaygınlaştığını görebiliriz.
Peki aya gidilmesine ne demeli? Ya cep telefonlarına?
İnsan, aklını yüksekte tutmakta, gün geçtikçe daha da zorlanıyor. Bu arada tüketim çılgınlığı artıyor, küresel ısınma devam ediyor.
Bu günü değerlendirirken, geçmişi unutmamak ve bu günün keyfini bilinçli bir biçimde yaşamak gerekiyor.
Geçmişteki olayları bire bir yaşamak olası değildir. Yahudileri ister sevelim ister sevmeyelim, Hitler'in fırınlarında yakılmışlardır. Irak ve Afganistan'daki tek yönlü savaşın içinde bulunan ve bu olaylara tanıklık eden bir insan kadar acı çekilemese dahi, sonuçta bu savaşlardaki insanların öldürülmesi, koltuklarda oturularak, polisiye filmlerdeki film icâbı insan öldürülüşünün rahatlığında düşünülmemeli.
Bazen kendimizi kendimizden koparmamız gerekiyor. Aklımızı yerinden çıkardığımızda, yeniden yerine koyabilmek olanaksızdır.
Uğruna canlar verilen, kanlar dökülen Kurtuluş Savaşı'nın rahatlığını bu günlerde yaşayabiliyorsak, demokrasiyi bir ceket gibi üzerimize giyip keyfini sürdürüyorsak, bu değerlere sahip çıkıp, en azından ceketimizi tuttuğumuz temizlik kadar, değerleri de temiz tutabilmeliyiz.
Aşısı olmayan hastalıklı bir dille yazan, dilsizliğin kanıksandığı, yaşananların kendi içinde kafeslenip tecrit edildiği bir anlaşılmazlık hali içinde yazılan yazıları, basılan haberleri okudukça gerçeğin ve doğruluğun kesiştiğini görebilmeli insan…
Irak ve Afganistan'daki savaşta ve Hitler'in öncülüğünü ettiği kıyımda, yahudilerle birlikte aslında çingenelerin de öldürülmesi bir gerçektir ama doğru mudur?
Tüm tanışıklıkları reddetmek. Hiçbir kitabı okunmamış saymak, kirlenmiş kelimelerle yazılmış şiirleri asmak birer birer. Bin yıllık bir düşü hayra yormak, ekmek kokusuyla kendimizden geçmek, atom bombası, nötron, apansız gelen ölüm, anne kucağında zehir soluyan bebek, savaşlar, katliamlar, toplu ölümlerde yanmak göz yaşlarımızı tutarak... Akrepler geziyor, taze beynimizin beyaz kollarında. Yaşamın ekonomi politiği, sınırlı bir ömür, kaybolmuş mezarlar…
Yaşam dediğimiz, uzun bir yolun kurdelesini kesme miladı değil mi zaten ? Gizli bir öç duygusunu kirli sakallarının altına gizleyip, kör gözleri aynada seyretme çelişkisi, alt, üst, hatta ilkel benlik karmaşasının çözülemediği paslı psikoloji.
Neleri yaşıyoruz?
Dillerde söylenmemiş şarkılar taşmıyor yaşamın en dağdağalı yerine. Geceyi, aç bebeklerin mızmız ağlaması bölüyor anne sancısı çekerek. Gül yüzlü çocuklar, bu vatanın geleceği olarak gördüğümüz çocuklar, oyun oynayıp, sıcacık evlerde yaşamak yerine, yollarda önümüzü keserek, merhametimizi bir mendil parçası, bir sakız, bir ayakkabı cilalama parasına satın alıyorlar iyi mi?
Tüm gözler boncuk tanesi gibi dağılıyor kaldırımlara. Yoksulluğun; yağmurda saçak altlarına sığınan yanlarını görmezden geliyoruz artık. Oysa, zifiri karanlıkta bile duvarlara uzanıyor bağnazların gölgeleri.
Günışığı hiçbir şeyini silmiyor paslı karanlığın Şimdi uykusu en tatlı yerinde kesiliyor yaşamın kirli sakalı altında gizlenen yoksulların. Bu kent daha da dayanılmaz hale geliyor. Sorgulayamadığımız bir yaşamdan, sorgusu olan bir boyuta geçmenin umursamazlığı, kumdan kaleler, camdan aşklar renklerimizde...
Sıradanlaşmış cinayetler, manken hanımımın poposunu mıncıklarken fotoğraflanan playboy, bilmem ne bakanının en lacivertinden açıklamaları, futbolda kale çizgisini geçmeyen topa duyulan öfke, emzikli kadınların fuhuş baskınında yakalanması, sokakta yatan çocuk ile bu vatan daha da çekilmez hale geliyor sonra. Her acının ve acımasızlığın kendi dilini ürettiği dayanılmazlık ağırlık, akıl terazisine de gelmiyor şimdi...
Çocuğuna süt götüremeyen babaların adımları ağırlaşıyor evine yaklaştıkça. Yoksulluk, fakir odalarına sapsarı sigara dumanı suretinde düşüyor. Benizler sararıyor, vicdanlar sararıyor, duygular sararıyor, cebinden bir ekmek parası çıkmayan işsizler, yoksulluk renginde sararıyor.
Ve sarı ile siyah arasına sıkışmış bu yaşam, her gün daha da çekilmez hale geliyor...
Bunları düşününce, toplumun anlaşılmaz ruh haline tercümanlık yapma hoyratlığı yapan bir gazetecinin, çöpten ekmek toplayan çocukla, beş yıldızlı otellerde şampanya patlatanları aynı sayfada dizgiye getirmek gibi körelmiş vicdanıyla yoklaması gerekiyor en aydınlık yanlarını...
Gazeteci, kendi çocuklarının da ölümünü görebilmeli dev bir havalandırmaya benzeyen kent sokaklarındaki savaşlarda... Açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun fotoğrafını çekip akbabalara terk etmemeli ve sonrada vicdan azabından kurtulabilmek için intihar edip kolay kurtulmamalı…
Evet! Şampuan kokmalı saçları çocukların ama zifiri karanlıkta bile duvarlara uzanıyor işte, bağnazların gölgeleri…
Sahiplerine tuvalet kağıdı tutan gazetecilerin, sorgulayamadığı bir yaşamdan, sorgusu olan bir boyuta geçmenin ağırlığını yaşaması gerekiyor önce.
Tarihin ilk savaş muhabiri saydığım Homeros'un aklından başka hiç bir şeyi yoktu. Konforlu bir yaşam biçimi de yoktu.
Kompradorlara çanak tutan bazı gazeteciler de mitolojik tanrıların bile savaşa müdahalede bulunduğu bir arenada Homeros'un şimdiki gazetecilerden çok daha iyi bir gazeteci olduğunu unutmamalıdırlar.
İnsan ne üretirse o kadardır. Bu vatanda yaşanılanlardan bihaber olan, yaşamını yalnızca kendisi gibi olan üç beş kişi etrafında anlamlı kılabilen, yazmadan ve üretmeden yalnızca entelektüel görünerek üretenlerin emeğini hiçe saymak, onları yok etmeye çalışmak, üret(e)meyen ve yalnızca çene ishali olan sanat magandalarının asıl işi olduğu bir arenada, yine de inadına üretmek… üretmek…
Veysel İkibudak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Ateş Cihan Çetin |
SEVGİ
Haftanız bereketli ve hayır dolu olsun. Gönlünüzden sevgi eksik olmasın..
Benim tatlı bir anneannem vardı (Noni).. Vardı, çünkü o artık kendi yolunda, yeni görevinde gittiği yerde öğrenen ve öğretenlerden biri oldu...
Noni bazen bizi karşısına alır enteresan sözler söyler, bazen tatlı sohbetleriyle herkesi büyüler güzel yaşam dersleri verirdi..
Bir gün onunla insan ilişkileri üzerinde konuşurken, bana; " Eğer ilişkilerde iki insan da iyi ise orda tat vardır.. Sevgi, saygı ve mutluluk vardır. Sakın bu güzelliği bozma!.. Eğer bir insan iyi diğeri değilse; o ilişki de pek fena değildir, yürür gider senm her zaman yürüten ol!.. Ama ikisi de değilse; orda durulmaz olur, acı verir.. Sen gönlünle ve sevginle iyi yapabilecek güçtesin" demişti..
İyi olmak, saygılı olmak ve iyi insan olup her yerde iyi anılmak...
Çok güzel bir duygu bu..
Sevgiyi nerede bulabiliriz? Sevgiyi nerede bulmalıyız? Beklemeli miyiz sevgiyi, yoksa biz mi ona gitmeliyiz?
Yaşadığımız olaylarla anlamlanan dünyamızda, ne zaman nerden geleceği belli olmayan gibi görünen ama aslında her bir canlının içinde , gönlünde taşıdığı bir güçtür bu sevgi.
Bulduğunuz sevgileri düşünün bir, sizi bir kalabalığın arasında, bir cadde boyu sahil gezintisinde bulmuş olabilir yada hoş bir sohbetin ortasında...
Sıcacık göz konuşmaları onu göstermiştir size. Sıcak bir ten teması tamamlamıştır onun gerçekliğini, size doğru gelmekte yada sizden geçmekte olduğunu...
Bir başkasını çay yudumlarken selamlamıştır sevgi. Yada deniz kenarında, dalgaların seslerinin eşliğinde size hoşluklarla merhaba demiştir.
İnsan her dem sevgiyle yaşamak ister. Onsuz yapamaz, yapamadığını bile bile bilmezliğin arkasına sığınarak da sahip çıkamaz...
Sevgi bazen yanı başımızda tanıdığınız birinin gözbebeklerinin içinde, bazen bir el ile dokunuşta, bazen de şarkıların sözlerindedir. Bazen de söylenen güzel sözler arasında gizlenmiş ve sizi beklemektedir.
Gecenin, en çok sevginin yokluğunu hissettirdiği vakit; güneşin batışı ile şafağın sökeceği anın tam ortasıdır.
Hoş bir kokuda aranır sevgi. Belki güzel bir ten koklamasında gizlidir o...
Sarsılmaz duygularla sahip çıkılacağına söz verilip de içimizdeki kötülerle sahip çıkılmayan sevgi...
Sevginiz, güneş gibi bitmeyen bir güç olsun O'ndan aldıklarıyla.
Ateş Cihan Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Viking'lerin Vicky'si
Hakikaten yahu, gençken de uykusuzdum. Şimdi anımsadım; bir düğüne gitmiştik Söğüt'e. Karlı, buzlu bir gündü. Düğünde her zamanki gibi, kız meselesinden kavga çıkmıştı. Düğün sahipleri erkenden karakola gidince alet edavatımızı toplayıp, şoför abiyi güç-bela ayıltıp dönüşe geçmiştik kabak lastikli minibüs ile. İnan olsun, Bilecik'e dönene kadar kırksekiz saat gözümü kırpmamıştım da, bana mısın dememiştim billahi.
Kızım da bana çekmiş; bebekken annesi dayanamayıp yığılırdı. Oniki metrekarelik salonda, silindirik Vezüv sobanın çevresinde, sütçü beygiri gibi döner dururduk; çenesini omuzuma yaslamış, minik parmaklar ensemde saçımla oynar, gözleri açık, sabaha kadar. O süt kokardı; beygir de ben, doğal olarak!
Babamdan bilirim; yaşlandıkça daha az uyunuyor. Bizimkinin namaz niyaz ile ilgisi yoktur gerçi ama, sabah ezanını illa duyacak! Cami hoparlöründen "püf, püf" sesi gelmeden uyanmıştır, kesin.
Tabii yaşlıların başka avantajları var, işi kapmışlar bir kere. Örneğin benim peder, hasta FB'li. Maç kaçırmaz. Gerçi sırf FB'ninkiler değil, hiç bir maçı atlamaz. Kulaklar da artık ağır işittiğinden, seven sevmeyen herkes maçı naklen dinler oturduğu apartmanda. Hem de çift kaynaktan. Zira aynı anda radyoda maçı anlatanla, televizyondaki spikerin uyum içerisinde olması önem taşır onun için. Kendi görüşünün çifte teyidini almak ister diyeceğim ama, bazen her iki anlatıcı da zılgıtı yerler habersizce.
Avantaj olayı ise şöyle oluyor:
Bu kadar gürültü patırtı arasında, bir bakarım bizimkinde gözler kapalı. İki dudak, birbiri üzerinde sabit duramıyor. Zira derinden bir horultu titreşimi dudakları hafiften zıplatıyor. Baş, sağa ya da sola doğru açı yapmış, dik duramıyor.
O zaman anlarım, açığı kapatıyor.
Bunu anlarım da, nasıl olup da hiçbir pozisyonu kaçırmadığını mümkünü yok, anlayamam. Gözler uyuyunca kulaklar gayrete gelip uyumuyor mu, gözleri çalıştıran enerji tasarruf edildiğinden beyindeki dinleme merkezine ekstra güç transfer oluyor da, kapasite arttırımı mı gerçekleşiyor, çözemem.
Gençken nasıldı, o da uyuyamaz mıydı bilmiyorum. Aklıma gelip sormadım şimdiye kadar. Eğer genetik bir olaysa, ondan bana, benden de bizim kıza geçmiş demek ki; uykuyla aramız yok.
"Eee, n'apalım uyuyamıyorsan? Bize ne be? Kışt!" diyenler haklı olmasına haklı da; hanım uyumuş, diğer uykusuz odasında ders mi çalışıyor, tuale fırça mı sallıyor, mesene'sinin başında mı bilinmediğine, teveden nefret edildiğine, Şaka gece tuvaletine çıkartılıp rahatlatıldığından, ayaklarımın dibinde yuvarlak bir pufa dönüştüğüne, yakın gözlüksüz kitap okumak güçleştiğine göre, benim için geriye kalan, maziden sarkan hoş sedalar eşliğinde, kendi kendime konuşmak!
Kendi kendine konuşma stilim var benim; kendi kendime geliştirdiğim.
Bir kere, gürültüyü sevmem, sessiz konuşulacak. Kırk kadar yıl önce, bir doktor amca anacığıma söylerken duymuştum; bende gizli ateş varmış. Hastalandığımda ateşim çıkmaz benim. Yani, öyle hemencecik yükselmez. İçim yanar da, dereceyi koltuk altımda yirmi dakika da tutsam, otuzaltıbuçuğun bir milim üstüne çıkmaz. Bunun da az zararını çekmedim değil, unutmazsam sonra söylerim.
İşte o yüzden, ancak çok ağır hastaysam, sayıklamaya başlarım yüksek perdeden. Ben duymadım, hanım farketmiş, o söylemişti. Ne ilk sevdam kalmış ötmediğim, ne de uyaksız şiirlerim, bilmediğim.
Kimilerine göre kafatasımın içi boş, bazılarına göre saman dolu olabilir elbette. Bana göre ise içeride bir göl var; dışarıdan bir taş atılmadıkça durgun, dingin. Küçücük belki ama bana özel, çok güzel. Bafa kadar bile büyük değil. Ama hani, yaza daha yeni girerken ya da sonbahardan çıkarken günün ilk ışımalarıyla veya güneşin suya gömülüp, "hişt, sabaha yine buradayım, unutma" dercesine ufka bıraktığı kızıllık altına serdiği saten çarşaf gibi hali var ya, benimki de böyle.
Çök kıyısına, "Nights in white satin" dinle, işte öyle.
Koltuğumun kenarına bantladığım kablonun ucundaki iki küçük yuvarlağı, gözlüğümü çıkarıp gözlerime yanaştırırım; üzerinde "R" harfi yazılı olanı sağ, diğerini sol kulağımın içine sokuştururum.
Gölümün üzerine sevdiğim notalar yağmaktadır. Bazen hafifçe dalgalanır sular, bazen kabarır dalgalar. Belki bir arabesk rüzgar eser, belki esrar kokar. Kimi zaman bir panflüt uçar, kimi zaman yıkılır bir duvar.
Alırım suya değil de yanıbaşıma düşen bir dörtdörtlük "fa"yı, sektiririm gölümde, sayarım; bir, iki, üç… Suya battığı son noktada oluşan dalgalar geri gelir halka halka.
Karşı kıyıdan seslenir bir yarım, bana: "Eee, daha daha?"
"Hatırladın mı, Viking'ler vardı, bir de Viking'lerin Vicky'si.
Burnunu kaşıyınca aklına parlak fikirler gelirdi de, çözüverirdi sorunları, engellerdi kavgaları…"
"Yine mi?" der öbür yanım. "Sen en çok Bugs Bunny'yi severdin, unuttun mu?"
"Onu hala severim, hep seveceğim. O başka.
Yalnız…
dinle bak, bugünlerde aklımda hep bu fıkra var. Bıkmışsındır gerçi ama;
hani Temel, kendini hiç iyi hissetmiyormuş da kimseleri inandıramıyormuş ya…
Hani vasiyet etmiş de, Fadime'si taşına yazdırmış ya:
Hastayum dedum, hastayum dedum; inanmadinuz.
N'oldi?"
Gülmesini beklerim diğer yarımın. Ses gelmez, bakarım bir müddet karşıdan. Uyuttuğumu anlarım.
İkiye bölünür uyanık yarım. Yarımın yarısı sorar bu kez:
"Bekliyorsun da, neyi?
Bekliyorsun da, niye?"
Geliverir işte o canımı acıtıcı an, yine.
"Bak!" der, "Bu kapıdan girmiştik bu şehire, dolaşmıştık kumsalı. Karşı sahile bakmıştık günbatımı. Ay, kendini güneş sanmıştı. Ayna kırıkları yakamozu oynuyordu, biz sahici yıldızları saymıştık. Ne güzeller gördük şeffaf maskelere saklı, ne sözler duyduk sonuna kadar haklı. Hadi artık, çıkalım aynı kapıdan, gelmesini bekleme, biz ona gidelim."
"Tamam da," derim; "ya çok ağlarsa? Ya orası çok karanlıksa? Bilirsin ben uğultudan, bir de karanlıktan korkarım."
"Yeter! Konuşma benimle, korkak! Uyuyacağım."
Usulca çıkarım dışarı.
Tavşanımı görürüm; suratı şaşkın, bir kulağı dik, diğeri kırık. Vicky bana bakmaktadır, parmağı burnunun üstünde, hareketsiz…
Kapıyı usulca kaparım.
Susarım.
Müfit Uzman
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 1 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
YALNIZLIĞIN "FARK"INDALIĞI
Benimle saatlerce herhangi bir konuda farklılıkların kıymetini bilerek konuşan ve tartışarak sohbet edilebileceğini hissettirenlere... Utanmayıp, adlarını yazabilseydim keşke...
"Tek başınayken her şey sana aittir, yanında biri varsa, sadece yarısı sana aittir" dediğinden Leonardo da Vinci, haklı bulunur muhtemelen. Onun tek başınalığından insanlık neler kazandı... Ama tek başına kalmadan, ortaya çık(a)mayacak olanları bil(e)meden kendimize haksızlık etmesek?!
Yalnız kalmayı düşünüyorum...
Aslında kalabilmeyi...
Etraftaki insanlar -daha yakın kelimeleri kullanamadım nedense- yalnız kalmaktan korkuyorlar! Çok olmalı, çoğul için yaşamalı! Bu kadar kesin. Ben değilim öyle...Tuhaf olan başka bir tarafı var mevzunun, kendilerine benzetmeye çalışıyorlar beni. Farklılıklar törpülenmeli illa ki! Halbuki sevmiyorum ben törpüleri ya da tırnak makaslarını... Ve makasları... Hayatın "doğal" akışını bozuyor bunlar... Ayaklı törpüler istemiyorum hayatımda! Gecelerce düşünüp, günlerce var etmeye çalıştığım farklılıklarıma dokunulsun, onlar "düzeltilsin", onların bir kısmı alınsın istemiyorum... Zaten hiç mi hiç anlamıyorum: Neden kendilerinden olmayan her bir kimseye ama gerçekten her bir kimseye engel koyuyorlar ya da yani misal olarak "Ben yumurtayı rafadan severim" cümlesine, "Ayy, hayatta öyle yemem!" gibi bir karşılık verme ihtiyacında oluyorlar...
Ya da: Limon mu, nar ekşisi mi alırsınız? "Hayır, limon." İlla hayır der bunlar.Seçenekler batar bunlara. İyi de nar ekşisi gelip, seni ekşitmeyecek ki... İnan bana! Ama seçenekli soruların karşılığı HAYIR ile başlamalıdır... "Karşıya" ilk darbedir, belki daha burda başlar köprüler kurulmamaya... Hani o "Niye benden hoşlanmadı ki" diye sormaya başlamadan önce...
Oysa ki Irene Peter demiş vaktizamanında, "İnsanların size karşı olmaları diye bir şey yoktur, onlar kendilerinden yanadır, hepsi bu!" Limon ve nar ekşisi pek tabii ki de buzdolabında yan yana durabilirler ama zihinlerde hayır. Biri diğerini yok etmez- muhtemelen bunu istemez- ama insanlar düşünceler arasındaki farklılıkları -özellikle de sevdiklerinin düşüncelerinidekini (yine nedense!)- sindirmeye çalışırlar...
Hep aynı şeyleri sevelim... (Aynı filme gitmeyi tercih edelim!)
Hep aynı şeyleri söyleyelim... ( Birbirimizin cümlelerini tamamlıyoruz, ne güzel!!!)
Hep aynı olalım... (Nasıl fark edeceksin ki bunu?!)
Biri iyi ki söylemiş o lafı, yoksa nasıl bitecekti tartışmalar: Zevkler ve renkler tartışılmaz!
Aynı zevkler, aynı hırslar, aynı işler, aynı vaad edilmiş gelecekler, aynı çabucak köşe dönmeceler, aynı bana neler, aynı saç renkleri, aynı "Beykoz kunduraları", aynı makyajlar, aynı ruhlar, aynı röntgenler... Yakında o hormonlu domatesler gibi yürüyor olacağız sokaklarda... Kokumuz aynı, rengimiz, biçimimiz... (Aslında onların kokuları yoktur ya, neyse...) Yıllar sonra, "Her şey, domateslerle başlamıştı" deriz artık...
Fark etmeyeceğiz aynı olduğumuzu. Aynı olduğumuzdan. Ve aynı olduğumuzdan hayatın neden sıkıcı olduğunu da... O zaman okunmayacak mesela bu satırlar...
Ama ben şu an hormonlu bir domates değilim. Kokulu, büyükçe, yaylalarda yetişen, birazcık ekşi pembe domateslerdenim... Nasıl farkına vardığımı sorarsanız; yalnız kalarak...
Yalnızlık iyi geliyor bana. Sakinleşiyorum. Nötrleşiyorum. Kızmıyorum artık. Anlıyorum olup biteni, sanki! Hatta bazen gülümsemeye başlıyorum. Arınıyorum; günah çıkarıyorum. Çınarlar gibi kendi kendimi buduyorum kabuk atarak... Gerekirse yapraklarımı döküyorum, hafifliyorum... Buluyorum kendimi. Farklılıklarım belirginleşiyor ama sivrilmiyor karşıya batmak için. Seviyorum kendimi. Ve herkesi sevmeyeyazıyorum... Anlayamadıklarıma üzülüyorum. Hak veriyorum farklara ve anlıyorum meselenin özünü, olduğu gibi, farklarıyla kabul ediyorum. Su berraklaşıyor... Merhaba demeyi özlüyorum. Ve bu sayede merhaba sözcüğü anlamını yeniden buluyor, iyi de oluyor. Bir çiçek yetiyor. İyimserliğin egemenliği için!
Peki, neden yalnız kalabilmeyi düşünüyorum? Çok mu zor yalnız kalmak? Zaten yalnız geliyoruz ve gidiyoruz, neden yalnız kalabilme derdine düştüm? (Yalnızlık demişken, düşünüyorum da ikna edici bir sözcük bulamıyorum bir türlü yalnızlığın karşıtı için. Adaylar, kötünün iyisinin ötesine geçemiyor. Belki de yoktur, yalnızlığın karşıtı. Karşıtı olmadığından yalnızdır... "En" yalnızdır...)
Yalnızlık için en çabuk yol, aynalardır aslında. Bir odanın kapısını kapatmak değil. Uzaklara kaçmak değil. Dağ başında, yanı başınızda nefessiz kalabilmek değil!
Bir aynanın karşısında ya da bu tuhaf geliyorsa, yalnızlığınızın şehrinde veyahut mevsiminde veya sesinde yaşatın onu. Yaşayın. Yalnız yaşayın değil bu, yalnız kalın. Yalnız yaşlanmayın zaten.
"Yalnız insan merdivendir, hiçbir yere ulaşmayan
Sürülür yabancı diye dayandığı kapılardan
Yalnız insan deli rüzgar, ne zevk alır, ne haz verir
Dokunduğu küldür uçar, sunduğu tozdur silinir
Yalnız insan yok ki yüzü, yağmur çarpan bir camekan
Ve gözünden sızan yaşlar, bir parçadır manzaradan
Yalnız insan kayıp mektup, adresi mi yanlış nedir
Sevgiler der fırlatılır, kim bilir kim tarafından"
Ama anlayın başka yalnızlıkları, paylaşmasanız da... Yalnızlıklarımızdan -en yumuşak karnımızdan- anlayalım birbirimizi.
"Anladım sonu yok yalnızlığın, her gün çoğalacak
Her zaman böyle miydi, bilmiyorum
Sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak
Alışır her insan, alışır zamanla kırılıp incinmeye
Çünkü olan yıkılıp yıkılıp, yeniden ayağa kalkmak
Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum
Bulutlar yüklü ha yağdı ha yağacak üstümüze hasret
Yokluğunla ben başbaşayız nihayet"
Yalnızlık yıkıldığımız yerse, ayağa kalkabilmek için aslında yalnızlık! Niye düşeriz ki? Kabul, ekşidir yalnızlık, mayhoştur tadı, yakar insanın genzini, içine oturur insanın, duvar örer etrafla arasına. "Yalnızlık ömür boyu" lakin o da fani! Yalnızlık, belki de tam olarak bize ait olan tek şey. Bu yüzden sarılsak yalnızlığımıza. Örtmesek üstünü. Kilitlemesek onu. İçimize çeksek derin bir nefesle yalnızlığımızı, içimizdeki yaralara pansuman niyetine. Sökükleri yamasak onunla... O yokmuş gibi yapmasak ve yanında en kederli pişmanlıklarla kapıyı çalıyormuş gibi sanmasak... Yalnızlıkla sevgilinin yokluğunu birbirine karıştırmasak...
İster yalnızlık deyin, ister tek başınalık, "Yalnızlığım, kanımsın, canımsın, sen benim çaresizliğimsin, yalnızlığım, bugünüm, yarınım, sen benim hüzünlerimsin, yalnızlığım, tek bilebildiğim sen benim vazgeçilmezimsin" eşliğinde...
İsterim ki şu yalnızlık kokan ya da yalnızlığın ta kendisi olan şarkılara gitsin elleriniz ve art arda dinleyebilin onları bu sözcükler sonrası...
İsterim ki farklılıklarımıza saygı duymak değil de onların kabul görmesi, yalnızlıklarımızdan geçen yolların teğet geçtiği değil keşistiği meydanda çiçek açsın. İsterim.
Böylelikle farklılıklarımız, sebebi olmaz bariyerlerimizin ya da tehditlerimizin...
Zenginliğimiz olur belki yalnızlığın ucuna tutunmuş uçurtma edasıyla... Birbirimize dokunuruz, dokununca hissederiz ve -umarım- anlarız!
Bozmayız karşımızdakinin ya da yanı başımızdakinin dengesini yalnızlıkdışı adımlarımızda...
Bozuluyor ama benim dengem!
İlk önce duvarlarına çarpıyorum yalnızsızların ya da filtrelerine sıkışıyorum.
İzin verin, yalnızken bahçemi sulayayım yaşlarımla, çatlaklarından enkazın yaseminler çıksın.
Belki anlatabilirim yok olmadan, var olamayacağımızı...
Tek olmadan, çok olunamayacağını...
Yalnız kalmadan anlayamayacağımızı bir çiçek açışının esrarını...
Anlayamadıklarımızı yalnızlığımızdan geçirsek, insana dairle harmanlasak ve yüreğimizde demlesek...
İnce belli bardaklarda gülümseyerek, hep beraber içsek...
Yalnızlığımız sayesinde, hep beraber!
Olmaz mı?
Bi dakka, yalnız mı okudunuz bu satırları?
O halde, artık sizindir bu yazı.
Simge Aybey
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.205 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Babamın elleri
Nasıl da mahzun durur bahçede
Masa, sandalyeler ve yerde yaprak,
Sonbaharın ilk yağmuruyla
Henüz ıslanmıştır toprak.
Özler mi için için
Bir akşam üstü
Gizlice gezmelerimi üstünde
Yalın ayak?
Hüzünlenir bir kenarda söğüt
Sanki bir türküde ağlar
Salkım saçak.
Kim bilir kaç yıl önce
Evladını okşarcasına
Fidanını diken babamın
Sımsıcak ellerini
Gövdesinde hatırlayarak.
Elif Bengü
Yukarı
|
"JOSÉ MARTİ" KÜBA DOSTLUK DERNEĞİ
ASOCIACION DE AMISTAD CON CUBA "JOSÉ MARTI"
Asmalımescit, Sofyalı Sok., Paşa İşhanı, No:4, Kat:1, Beyoğlu/İstanbul
Tel: (212) 244 35 09 Fax: (212) 245 89 10 Email: istanbul@kubadostluk.org www.kubadostluk.org
JOSE MARTİ KÜBA DOSTLUK DERNEĞİ'NDE
ESTELA BRAVO FİLMLERİ GÖSTERİMİ
Amerika'da doğup, Küba'da yaşamayı seçen Estela Bravo, bugüne değin Orta ve Güney Amerika'nın yakın tarihine tanıklık eden 30'a yakın belgesel çekmiş ve bu belgeselleri ile dünyaca bilinen çeşitli festivallerde ödüller almıştır. 2002 yılında 21. Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne katılan Estela Bravo'nun filmleri ilk kez ülkemizde izleyici ile buluşma olanağına kavuşmuştu.
Jose Marti Küba Dostluk Derneği, Estela Bravo'nun üç filminin 23 Eylül, 30 Eylül ve 7 Ekim tarihlerinde, dernek binasında gösterimini yapacak. Estela Bravo Filmleri gösterim programı şöyledir;
7 EKİM 2005
BORÇLU DOĞANLAR
1985-25'
Saat:19:30
Yer: Jose Marti Küba Dostluk Derneği, Asmalı Mescit, Sofyalı Sok. Paşa İşhanı 4/1 Beyoğlu
Arjantin, Bolivya, Peru ve Kolombiya'da çekilmiş olan filmde, Latin Amerika'nın dış borç yükünün çocuklar üzerinde, yoksulluk, kötü beslenme, hastalıklar, ilaçsızlık gibi etkilerini gösterir.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Baby POP3Preview [80 KB] Windows Free
http://www.pablosoftwaresolutions.com/download.php?id=40 Minicik mükemmel bir ön kontrol programı. POP3 hesabınızı önce bununla kontrol ediyor, işe yaramaz masajları seçerek kolayca posta kutunuzdan siliyorsunuz. Ayrıca Spam Listeleri oluşturup sizin seçmenize gerek kalmadan kendiliğinden işaretlemesini sağlıyorsunuz. Öyle kurmaya falan da gerek yok. Tek bir exe dosyasını kullanıyorsunuz. POP3 hesabı kullanan hemen herkese tavsiye ederim.
Yukarı
|
|
|
|
|
|