|
|
|
7 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İyi tatiller!.. |
Merhabalar,
Eve geldiğimden beri kafam bulanık. Evdeki hesabı çarşıya uyduramayınca hep böyle olurum. Kendimi muşmula ile bir tutarım. Bana dokunmayan bin yaşasın halindeyim anlayacağınız. Beni bugünlük mazur görün. Cuma uzun bir gün olacak, dinlenip çağla badem olayım. Pikaba bir güzel tango daha yoyup kaçayım. Necdet Koyutürk'ün o ünlü tangosu Papatya'yı bu sefer Gökben seslendiriyor. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın 'Düş Kırgınları' |
|
Yıllar önce Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" romanını alıp okuduğumda çok etkilenmiş, bir de kendisinin akademisyen inşaat mühendisi öğrendiğimde açıkçası epey şaşırmıştım. Atay Usta'nın kısacık yaşamına sığıveren diğer bütün kitaplarını bir solukta okumuştum. Bunlar arasında özellikle Mustafa İnan Hoca'nın yaşamının anlatıldığı 'Bir Bilim Adamının Romanı' uzun zaman başucu kitabım olmuştu.
Türkiye'de başka inşaat mühendisi yazar var mı diye merak ettim, sonrasında. Amanın neredeyse yanıbaşımda bir üstat varmış ta ben haberli değilmişim. Üstelikte önce İzmir Koleji sonra ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü mezunu. Mehmet Eroğlu. Hemen 'Issızlığın Ortası' nı aldım ve aldığım günün gecesi bitirdim. 'Geç Kalmış Ölü', 'Yarım Kalan Yürüyüş','Adını Unutan Adam' ve nihayet 'Yürek Sürgünü' elinize aldığınızın ertesi gününe kalmadan bitirilen romanlardı.
Bu okumalar ertesi kendisini Ankara'da önce bir konsorsiyumun ofisinde, sonra MNG (Mehmet Nazif Günal) Holdingin süper lüks idareci odasında ziyaret ettiğimde şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Bir yanda yaşamımda sürekli değer verdiğim üç temel taşımdan biri dediği komünizm, diğer yanda romanlarında anlattığı daha eşit ve güzel bir dünya uğruna yaşamlarını ortaya koyan 68 Kuşağı ve onlardan geriye kalanlar. Nihayet karşımdaki üst düzey yönetici teknik adam Mehmet Eroğlu.
Meğer kendiside 68 kuşağından olan Eroğlu'nun yaşamının bu olgunluk döneminden süzülenlerde-geçmişten yansımalarla birlikte- üstadın sonraki romanlarına yansıyacakmış. (Bu benim fikrim doğal olarak...) Mehmet Eroğlu beş yıl aradan ve mühendislik yaşamını elli yaşında noktaladıktan sonra, "en fazla sizin kadar suçlanabileceklere", "hala vicdanını koruyanlara" ve "taraf tutup insan kalanlara", 2000'den itibaren yeniden yazmaya başladı. Önce 'Yüz:1981", sonra 'Zamanın Manzarası' ve ardından 'Kusma Kulübü' geldi. Bu ara yazar, Uğur Mumcu Gazetecilik Vakfı'nda, 'yazarlık dersleri' (Bunun 'kendini tanıma ve edebi üretime yüreklendirme dersleri' olarak okunmasını istiyorlar.) vermeye başladı.
Şimdi gelelim yazarın Eylül ayının başında çıkan son kitabı 'Düş Kırgınları'na. (Yazarın 'Zamanın Manzarası' kitabına üzerine bir 'okur' olarak yazdıktan sonra bir cesaret bu son kitabına da 'okur' görüşleri döktürelim.
Öncesinde birkaç not. Kaç romanda denenmiştir bilinmez. Örneğin Selim İleri 'Yarın Yapayalnız'da kendisine telefonla ulaşan ve sonrasında buluşup konuştukları soprano Handan Sarp'ın genç bir kızla olan, kızcağızın -sıradan bir şekilde- klasik bir evlilikle noktaladığı aşklarını okuyucuya anlatır. Yalnızca anlatıcıdır İleri. Mehmet Eroğlu'da yarımadadaki yazlık evinde otururken yanına ansızın gelen bir bayanın başından geçenleri O'nun 'yazması' ricasını geri çeviremez. Zaten nerede görülmüştür yazarın başından geçenleri anlattığı, yazılanlar eğer özyaşamöyküsü diye önceden ilan edilmemişse.
Eroğlu'nun 'anlatmak/yazmak zorunda kaldığı öykü' İzmir Karaburun'da geçer. Her şeyden önce güzelim Karaburun tasvirleri için okunmalı bu roman. (Çünkü bence de Ege'nin en özel, en güzel kıyılarıdır orası.) Eroğlu, bir röportajında "Annesinin ne zaman aşk romanı yazacaksın?" diye sorduğunu , onun için bu son romanında aşkı, sevgiyi anlattığını söylüyor. (İyi ki ricacı bu kadıncağız onun ziyaret etmiş!)
Ancak gel gelelim yine bir 68'lidir, diyelim ki adı Kuzey, romanın baş kişisi. Dünya onların değiştirme isteklerine direnmiş onlar da (Kuzey ve yaşamını kurtardığı ancak fiziki kayıplarıyla yaşamakta olan arkadaşı) ellili yaşlarında Karaburun'da bir ufak otel işletmektedirler. Yazar, 'Zamanın Manzarası'nda denediği -okuyucunun aklını daha fazla karıştırmamak için başlarına şimdiki, geçmiş zaman diye kitap bölümlerinin önüne not düştüğü- anlatım yöntemini bu romanında da deniyor, tek farkla okuyucusunun artık alıştığını düşünerek tarih vermekle yetiniyor, yaşananların zamanını tariflerken. İşte buradan bizler de Kuzey'in ikisi de yirmibeşli yaşlarında (rastlantı bu ya) genç kızlar Çiğdem ile unutamadığı eski sevgilisi Şafak'la yaşadıklarını ya da yaşayamadıklarını.
Mehmet Eroğlu'nun romanda anlattığı insanlar sıradan da gözükseler, öyle de olsalar, kahramandırlar. Kahraman gibi anlatılırlar, zaten öyle olmasalar niçin roman kahramanı olsunlar ki? Ancak ilk beş romanının aksine, son dört romanında Mehmet Eroğlu'nun kahramanlarını ben bir türlü kahraman gibi göremedim. Ya ilk kahramanlar çok sahici ya da sonradakiler az sahici olduklarından. Belki de artık 'sözde kahramanların' hayatlarını okumaktan bana gına geldiğinden. Ne yazık ki bu romanda da bu duygudan kurtulamadım. Yirmibeş yaşındaki genç kızlar öyle sözcüklerle, öyle yaşam deneyimleriyle konuşuyorlar ki (konuşturuluyorlar ki), dünya yüzünde bu tür gençlerin hala var olduğuna inanmak çok zor.
Ancak ne kadar inanmakta zorlanıyorsanız da, yine de kahramanların ağzından söylenen ya da alıntılanan nice cümleyi bir kenara not etmekten, üzerlerine saatler boyu düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu açıdan Eroğlu'nun betimlemelerindeki ustalığa her zaman şapka çıkarılmıştır ancak bu son roman -muhtemelen- kendisinin bu çerçevede doruğu olsa gerek. İşte kısa bir seçki, benim altını çizdiklerimden.
"Mutluluk diye bir şey yok mu sizce?"
"Yok" dedim, öç alır gibi. "Vardır diyenler, mutluluk sandıkları şeyin, razı oldukları bir mutsuzluk olduğunun farkına varamayanlardır."
"İnsan dediğimiz, eski acıları yeni baştan yaşamaya mahkum edilmiş bir canlı türü alt tarafı."
"Aşk ruhumuzun çileli ergenliğidir. .... Tekrar aşık olabilir miydi? Hayır! İnancı arayanlar inançsızdırlar. Aşkı arayanlarda hiç aşık olmayanlar. Çünkü aşık olan bir daha buna kalkışamaz."
"Dürüstlüğün aşık olduktan sonra yitirilen bir erdem olduğunu öğreniyor."
"Çünkü hayallerimiz aslında tek bir istekten, kendimizi sevme düşünden doğar."
Daha nice unutulmayacak, yazıp saklanacak satırlar var romanda. Ancak öykünün belkemiğini oluşturan vurgu, kitabın arka kapağına da taşınmış olanı:
"Aşk yüreğin en narin ürperişi iken; sevgi, bazen de vazgeçmektir. "
Kendisine aşık olan yirmili yaşlarındaki genç kıza ancak ona olan büyük sevgisiyle karşılık verebilen Kuzey, ne yazık ki düşten uyanacak ancak her ikisinin de kalan yaşamı kaldığı yerden yaşanamayacak biçimde tükenecektir.
En iyisi yazarın kitabının birinci bölümünün başına aldığı 'Pierre Schoendoerffer'den alıntıyla bu satırları sonuçlandıralım.
"Bir düşler kıyımıdır yaşam; çiğnenmiş, ihanete uğramış, satılmış, bırakılmış, unutulmuş bir düşler mezarlığıdır.
Ne israf...."
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Zamansız Gidişinin Ardından...
Bir haziran sabahıydı sen gittiğinde, sevgili...
Parlak ilkyaz güneşiyle kamaşıyordu gözlerimiz. Dalgalar neşeyle okşuyordu Ada iskelesini, ıslatırken kıyıdaki masaları. Martıların kanatlarıyla oynaşıyordu vapur bayrakları. Uçuşuyordu masmavi bulutlar, dantel misali. Dalga dalga yayılıyordu meydandaki kalabalık; karışıyordu rüzgârın uğultusuna.
Yavaşça buğulandı sesler kulaklarımızda. Giderek uzaklaştık dünyadan, uzaklaştık çevremizdeki karmaşadan. Gözlerin çevrildi bana, daldı bakışların ta yüreğimin koyusuna. Sanki bir daha hissedemeyeceğini biliyordu ellerin tenimi. Son bir kere dokundun nemli avuçlarıma... Son bir kez baktın saçlarımın dalgasına... Son bir kez okşadı ılık sesin titreyen dudaklarımı... Ve gittin...
Gittiğin günden beri yağmur yağıyor
Sensiz Ada'ya...
Tepeler yandı poyrazın soluğuyla
Issız vadideki çatılar doydu gözyaşına
Başları eğildi yaşı geçkin ıhlamurların
Umutsuzlukla...
Artık yalnızca hüzün var gözlerimde; yalnızca yağmur var... Her düşen damla, birlikte geçirdiğimiz saatleri, anıları yağdırıyor ruhuma. Her düşen damlayla yüreğimdeki hazan dolup taşıyor, sırılsıklam ıslanıyorum yokluğunda. Biliyorum ki bir daha hiç gülmeyecek gözlerim, bir daha hiç uğramayacak kahkahalar dudaklarıma.
Çünkü sen gittin...
Sen gittin ve
Bir daha kollarını hiç açmadı güneş
Hiç gülümsemedi ay bulutlara
Senden sonra...
Yoldaşım oldu yıldızsız geceler
Yakamoza hasret dalgalar...
Çürümeye yüz tuttu senli duygularım
Soldu boynu bükük anılarım
Acımasızca...
Bomboş bakıyor gözlerim şimdi. Görmüyorum çiçeklerin rengini; görmüyorum ağaçların meyvelerini. Umurumda değil; yaz bitmiş, hazan gelmiş. Umurumda değil; nefes almışım, almamışım... Ne sabah, ne akşam umurumda değil...
Tek bir yürek olmalıydık biz seninle oysaki el ele ve gönül gönüle yürümeliydik hep hayatta...
Yarım kaldı hikâyemiz gidişinle; hiç bir zaman tükenmeyecek sandığımız aşkımız bitti...
Gidişinle yarım kalan sevdamız değildi, bendim aslında...
Dizelere hüzün düştü şimdi hazanla;
Bakışları buğulu ucu kırık kalemimin...
Sustu artık yakaran gözlerim;
Uzandı savruk ayak izlerim
Yokuşlar boyunca...
Kara bulutlar çörekleniyor şehrin üzerine. Yürüyorum Ada sokaklarında tek başıma. Sırılsıklam düşlerim... Sırılsıklam hayallerim, yarınlarım... Titriyor duygularımın her bir teli hasretinle... Üşüyorum içime çöken kasveti gördükçe... Üşüyorum sessizlikte... Sensizlikte...
Zamansız gittin sevgili... Giderken yüreğimi de alıp götürdün beraberinde...
Ve gittiğin günden beri yağmur yağıyor
Sensiz Ada'ya...
Sensiz yaşamıma...
Feride Özmat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Asmadan Gel Asmadan |
|
Heyecandan bir türlü tutturamamıştı uykuyu, kolay değil elbette bu konu dipsiz kuyu, ne suyu belli idi ne de huyu, haydi bakalım uyuyabilirsen uyu. Aylardır uyuyamıyordu zaten. Düşündü, taşındı, tatlı paralar aklına gelince elleri kaşındı. Ne ağzından dolu dizgin bir "He !" çıkıyordu, ne de bu sevdadan usanıp bıkıyordu. Aşağı tükürse sakalı batıyor, yukarı tükürse bıyığı sıkıyordu...
Keşke yıllar önce alsalardı, hazır iki kere gelmişken yatıya da kalsalardı. Gidenlerde de suç var elbette, hiç olmazsa kibarca kapıyı çalsalardı. "Gelebilir miyiz ?" der demez cevabını bile beklemeden balıklama içeri dalsalardı. Atı alan Üsküdar'a gitmişti, üçyüzyirmiiki sene evvel dava çoktan bitmişti...
Beklenen Ramazan hoşgelmişti, ne yazık AB'nin yolladığı baklava tepsisi boş gelmişti.
Bu sefer sizleri fazla bekletmeden konuya doğrudan gireyim demiştim, geçen gün Sevgili Seyfullah'ın anlattığı gibi; bende çocukken orucu yemiştim. Ramazan'a girişimizden yana hiçbir kuşku duymadım konu oldukça net, iyi de; "Haydi gelin, başlayalım" diyenlerin ülkelerinde referandum sonuçları neden "Red" ? Daha işin başında "Kıllanma" dediğinizi duyar gibiyim, akrabalarımın dediği gibi "Gibi gibiyim gibi gibi gibiyim" ama adı müzakere olunca, huylandım işte bir kere. Veresiye vere vere, zaten gelmedik mi bu yere ? Siz bakmayın; "Başımızı, göğsümüzü gere gere, gidiyoruz müzakerelere" diyenlere.
Kimse uyumazdı sahurdan sonra benim mahallemde, hatta; sahuru birlikte yapardık. Önce; fırından yepisyenisi çıkmış, dumanı üstünde sıcacık bir ekmek kapardık, tereyağını sürdükten sonrası haline adeta tapardık. Sonra da top patlayana dek; cigaraları bir keyifle üstüste yakardık. Hey gidi günler hey, "Eskiden yediğin hurmalar, şimdi ...ını tırmalar" ( Öhöö, öhö, hay be bunu icat edenin ... ). Kısaca; sahur zamanını iftara göre daha çok sevmişimdir diyebilirim. "Börek var" derseniz, hiç kuşkunuz olmasın tepsinin tamamını yiyebilirim. ( Sayılmazsa hile, Edi'yi yanımda getirmem yeter de artar bile ! )
Olan olmuştur, bugünlerde ekranlara böyyük böyyük insanlar dolmuştur, "onurlu" idi "onursuz" idi gibi tartışmaları izleyip saçını başını yolan çoktan yolmuştur ( Bknz. Ras ) amma velakin; yol uzun, bir o kadar meşakkatli, bu nedenle olmalı biraz daha dikkatli, biraz daha şefkatli. AB yollarını özlemek başka, müzakere sürecindeki satır aralarını gözlemek başka. Eh, buna da şükür etmeli, müzakereler sonuna kadar gitmeli, giderken ana muhalefeti, baba muhalefeti, Rafet'i, hatta Afet'i dahi gözönünde bulundurabilmek önemli. Hava hem puslu, hem nemli. Pabuç desen epey pahalı, uzatılan bir zeytin dalı, kimse önümüze sermedi ki kırmızı halı ! Herkes kendi bakış açısından yorumlayacak bu falı, didik didik edilirse bulunacak çer-çöp, çırpı-çalı, beceremezsek ülke olarak hep birlikte toplayacağız nalı.
Adamlar da haklı, veto hakları elbette saklı, eğri oturup doğru konuşalım, Gutenberg matbaayı ne zaman icat etmiş ? 1453. Bu alameti farika, Müteferrika'dan önce fellik fellik dünyayı gezmiş mi ? Gezmiş. Amerika ve hatta Afrika sonrası 1729'da başlayabilmişiz tefrika işine. Öylesine bir hesapla; fark neredeyse 300 sene ( 276 olduğunu bende biliyorum da aradaki farkı ekledim hazmetme kapasitesine ). O halde, sen de söylesene :
Asmadan gel asmadan,
Fistan giyeriz basmadan,
AB'ye de gireriz CD'ye de,
Gevşemeden kasmadan...
Hadi gülüm yandan yandan yandan,
Biz korkmayız ondan bundan...
Müzakeresiz, paresiz, kaç kere'siz, ne yazık ki her daim çaresiz; Ramazan'a girdik ya ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Sevgi (5.Bölüm) |
|
Gerçek bir yaşam öyküsüdür...
-İneksin oğlum sen, yine sabahın köründe damlamışsın.
-Bana diyene bakın hele. Daha ne istiyorsun, sana da yer tuttum. Erdoğan Hocanın dersi bu, erken gelmeyip de ne yapalım.
-Yine neler yazdın öyle?
-Hiç.
-Nasıl hiç oğlum. Önündeki kağıda döşemişsin bir şeyler. Yakında bir roman yazarsın da, ünlü bile olursun. O zaman senin için; 'Sabah erkenden gelip, bana yer tutuyordu. Elinden kağıt kalem düşmezdi, belki gizli gizli bu romanı yazıyordu' derim. Gel, Hukuk okumaktan vazgeç, seni Edebiyat Fakültesine şutlayalım.
-Yav, başlama yine.
-Yazdıklarını kimseye okutmuyorsun değil mi?
Cem, başını eğip, arkadaşının sorusunu yanıtsız bıraktı. 1 No'lu Amfinin, kürsüye en yakın sıralarında oturuyorlardı. 1000 kişi sığar mıydı bu salona? Büyük bir olasılıkla sığardı. Akustiği özenle yapılmış bu salon boş iken; kendi başına uğultulu bir şarkı söylerdi. Şimdi ikisinin konuşması yankılanıyordu. Diğer öğrenciler de yavaş yavaş ahşap koltukları indirip, yerlerine oturdukça, boş tenekeden çıkan ses, azalmaya başladı.
Kat yüksekliği 20-30 metre olan bu görkemli yapı içerisinde, geleceğin avukatları birer minik biblo kadar yer kaplıyordu. Hoca, her zaman olduğu gibi, tam vaktinde kürsüye çıktı. Bir süre öğrencilerinin susmasını bekleyip, yeterli sessizlik sağlandıktan sonra dersini anlatmaya başladı. Mikrofon kullanmıyordu; sesinin tonunu en arka köşeye ulaştıracak kadar ayarlayıp, sağa sola yürüyerek, anlattıklarını mimikleriyle, el kol hareketleriyle canlandırıyordu.
Salondan çıt çıkmıyordu.
-Ceza Muhakemeleri Hukukunun en önemli ilkelerinden biri; delillerin serbestçe değerlendirilmesi ilkesidir. Peki 'delil' nedir? Bir hususun delil olabilmesi için belirli bir husussu şüpheye yer vermeyecek biçimde açıklaması, yargıca bu konuda kesin kanaat vermesine bağlıdır. Bir anlamda yargıcın elinde iki malzeme vardır; kanun ve deliller.
Tüm öğrenciler dikkatle dinliyordu.
-Deliller, yargılamanın her aşamasında toplanabilir. Ama sağlıklı bir yargılama sağlıklı bir hazırlık soruşturmasına ihtiyaç gösterir. Hazırlık soruşturmasını savcı yapacak ve değerlendirecektir. Savcı Adli bakımdan polis ve jandarma kolluğundan yararlanır. Maalesef ülkemiz gerçeklerinde bir çok durumda deliller doğrudan savcılarca değil polis veya jandarma tarafından toplanmaktadır.
Her ne kadar delillerin toplanmasında polis görece olarak jandarmaya oranla daha eğitimli ise de; jandarma nezdinde eğitimli personel olmaması neticesi bir çok delil olay yerinde toplanamamakta ve hatta toplananlardan yanlış sonuçlar çıkmaktadır.
Adam ilkokulu bile bitirmemiş, jandarma eri olay yerindeki bıçağı doğrudan eliyle alıyor. Bir bakıyorsun parmak izi incelemesinde erin parmak izleri çıkıyor. Ya da olay yeri incelemesinde bir saç kılı bulunuyor. Rapora bunun nerde bulunduğu yazılmıyor. Maktulun elinde mi bulundu? Olay yerinden ne kadar uzaklıkta bulundu v.s.
Ülkemiz koşullarında eskiden kalma bir adet de; delilden sanığa ulaşılması değil, sanıktan delile ulaşılmasıdır.
Diğer öğrenciler hocalarının bu son sözüne kahkahalarla gülerken, Cem önündeki kağıda bakıyor, bir şeyler karalıyordu. Dağları, tepeleri andıran üçgen şekiller ve şematik bir otomobil resmi ile önündeki boş kağıdı doldurmuştu.
Düşünceleri çok eskilerdeydi; çocukluğuna kadar gitmişti… Babasının öldürüldüğü zamanları düşünüyordu. Cinayetin ardından yıllar sonra annesi onun ısrarlı sorularına dayanamamış; olay yerinde bir saç teli bulunduğunu, bu saç telinden şüphelilerden bir kişinin tespit edilmek üzere iken, jandarma zaptında saç telinin nerede bulunduğu yazılmadığı için, şüphelinin beraat ettiğini söylemişti.
Hafızasında silik bir siluet olarak kalmış babasını düşündü yine; Cem'in saçları arasında parmaklarını gezindiriyor; 'Oğlum avukat olacak' diyordu. O, sadece avukat olmak istemiyordu, çok iyi bir avukat olmak istiyordu. Okulunu dereceyle bitirmek için büyük bir çaba sarf ediyordu.
Akşam eve döndüğünde, sessiz evi Cem de canlandırmadı. Annesini konuşturmaya ve güldürmeye çalışmadan yemeğini yedi. Ekmek tekneleri Zetina Dikiş Makinesi; yerde kurulan sofranın yanında devasa görünüyordu. Yemekleri bulgur pilavı ve taze fasulyeden oluşuyordu. Taze fasulyenin içinde her birinin tabağına birer parça düşecek kadar et konulmuştu.
Ablası sofrayı toparlarken, annesi yine dikiş makinesinin başına geçti. Az sonra her iki kardeş; divan üzerinde yan yana oturup, ders kitaplarını okumaya başladılar. Ablanın elinde kalın Farmakoloji kitabı duruyordu.
Gece yine çırılçıplak soyunmaya başlarken; çocuklarının karnını doyurabildiği için şükür duaları eden annelerinin dikiş makinesinin tıkırtısından başka hiçbir şey duyulmuyordu.
Bir süre sonra dikiş makinesinin sesi kesildi, kömür kovasından bir kürek kömür sobanın içine atıldı.
-Ne kadar kömürümüz kaldı anne?
Devam edecek...
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 17 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Che yaşıyor! |
|
1928'de Arjantin'de dünyaya gelen ve 9 Ekim 1967'de Bolivya'da öldürülen Ernesto "Che" Guevara Lynch, kırk yıldır süregelen Küba devriminin ve dünyadaki antiemperyalist, ilerici, devrimci hareketin, hâlâ yaşayan bir simgesi.
Che, yaşadığı dönemin koşullarında sömürenlerin ve egemen güçlerin kâbusu, bağımsızlık savaşı veren uluslarınsa destekçisi ve bayrağı olmuştu. Günümüzde de olanca hızıyla süren emek sermaye savaşlarında, antiemperyalist gösterilerde, dünyanın istisnasız her köşesinde onu görmek mümkün.
Che, Birleşmiş Milletler'de, devrimden sonra bir süre, Küba'nın temsilciliğini yaptı. Buradaki konuşmalarında, ABD'nin Latin Amerika'da, CIA üzerinden yaptığı çalışmaları, özellikle de Domuzlar Körfezi çıkartmasındaki CIA desteğini örnekleriyle ortaya koydu.
1965'de Afrika'daydı. Günümüzün, hâlâ en fazla sömürülen bölgelerinden biri olan bu kara kıtanın Kongo'sunda, ulusal bir hareket yürüten başkan Patrice Lumumba ve Afrika'lıların bağımsızlığı için savaştı.
Vallegrande'de 39 yaşında öldürülürken, "Korkma, ateş et! Sadece bir insanı öldüreceksin" dediği son sözleri, katili astsubayın ateş ederken bile ondan korktuğunu gösteriyordu.
Ölümünden sonra, 1960'larda, Latin Amerika'nın her yerinde o vardı; Şili'nin, Santiago'nun sokaklarında gençler "No lo vamos a olvidar (Seni unutmayacağız)" diye bağırıyorlardı.
Dünya'nın her yerinde direnişin, antiemperyalizmin, küreselleşmeye karşı hareketin ve "Üçüncü Dünya"nın olduğu her yerde "Che Yaşıyor".
Che, dünyada kendisine "devrimci" diyen herkesi temsil ediyor. Onun temsil ettiği değerler milliyetçiliğe dayanan, "bölgesel" solculuğun çok ötesinde. "Che davranışı" ölümü göze alıp, başka topraklarda da, evrensel değerlerle savaşacak kadar da yüce bir yiğitlik göstermek anlamını taşıyor..
Tam şu anda, dünyamızda üç milyar insan, günde iki Amerikan Doları'nın altında gelirle yaşam savaşı verirken, bir başka köşedeki bir "güçlü" gücünü, "demokrasi havarisi" adı altında, hoyratça katletmek, sömürmek ve yok etmek için kullanıyor! Demek ki, Che'nin yıllar önce başladığı ve Bolivya'nın ormanlarında sonra eren yolculuğu boyunca eşitsizliği ortadan kaldırmak ve adalet için verdiği savaş hâlâ devam ediyor.
Popüler kültür onu tişörtlere, çay kupalarına sıkıştırmak istese de, o hapsedildiği yerlere dikkatle bakarsanız, gözlerindeki "heyecanı", "devrimciliğini" ve "savaşçılığını" sezersiniz!
Hasta la Victoria Siempre,
Patria o Muerte!
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya HİBEŞ SOSLU TAVUK MEYVELİ KAKAOLU TOPLAR |
|
Herkese selamlar,
Bugün sizler için nefis bir et yemeği seçtim… HİBEŞ SOSLU TAVUK… Buyurun mutfağa
MALZEMELER:
4 adet kuşbaşı doğranmış tavuk göğsü, 1 tatlı kaşığı toz kırmızı biber, 1 çay kaşığı tuz, karabiber, 1 yemek kaşığı yoğurt, 1 yemek kaşığı zeytinyağı, 1 demet kıvırcık marul
SOSU İÇİN:
4 yemek kaşığı tahin, 1 yemek kaşığı susam, 2 yemek kaşığı limon suyu, 2 diş sarımsak, 2 tatlı kaşığı pul biber, 1 adet küçük boy rendelenmiş soğan…
YAPILIŞI:
Derin bir kapta tüm malzemeleri (Tahin, susam, limon suyu, kırmızı biber, tuz, yoğurt, zeytinyağı, soğan rendesi, ince kıyılmış sarımsak, karabiber, pul biber) iyice karıştıralım… Sonra 4 adet kuşbaşı şeklinde doğranmış tavuk etlerimizi hazırladığımız karışıma iyice buladıktan sonra, arzuya göre ızgara ya da çöp şişe geçirerek önlü arkalı iyice pişirelim… ( Nar gibi kızarmış tavuklar sizleri bekliyor benden söylemesi):… Afiyet şeker olsun…
Evettt!... Geldik masalarımızın değişmezi olan tatlımıza… Bakalım bugün soframıza hangi tatlımız konuk olacak…
TATLI ( MEYVELİ KAKAOLU TOPLAR)
MALZEMELER:
1 muz, 2 elma, yarım paket bebe bisküvisi, 1 paket kakaolu puding, 2 çorba kaşığı kakao, fındık ya da ceviz, 2 su bardağı süt
YAPILIŞI:
Elma ve muzu rendeleyip üzerine bebe bisküvilerini iyice ufalayalım, fındık veya cevizleri de ekleyerek iyice yoğurup hamur elde edelim… Hamurumuzdan küçük toplar yapıp geniş bir servis tabağına güzelce dizelim… Toplarımız tabakta kaynaşırken: biz diğer taraftan 2 su bardağı sütle 1 paket kakaolu pudingimizi pişirelim( Pişirme işleminden sonra tencerenin dibini iyice sıyırmayı es geçmeyelim lütfen:… Ben bunu hep yaparım da)…Son olarak pudingimizi bir kaşık yardımıyla, hazırladığımız topların üzerine bolca dökelim, en üste de hindistan cevizimizi serpip iyice soğuyana kadar dolabımızda bekletelim… Sonra mı?... Sonra afiyetle bir çırpıda yiyip bitirelim:…
PÜF NOKTASI:
Dondurucudaki etlerin yapışmaması için: Pirzola, biftek ve köfte gibi etleri, dondurmadan önce her dilimin aralarına yağlı kağıt koyarsanız, yapışmalarını önlersiniz… Böylece her seferinde gerekli olduğu kadar parçayı alır ve gerisini dondurucuda bırakabilirsiniz…
PRATİK BİLGİLER: Domatesler yemeğe konmadan önce, kaynar suya batırılıp çıkarılmalı, soyulmalı ve çekirdekleri çıkartılmalıdır…
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak Ercüment Vural & Önder Focan Project'ten "Kırmızıya Çalıyor"u, ardından Ruanda Katliamı'nı anlatan "Hotel Rwanda"yı ve son olarak Atatürk'ün 70 yıl önce Türkçe'ye tercüme ettirerek araştırdığı James Chuchward'un "Batık Kıta Mu'nun Çocukları"nı sizlerle paylaşacağım.
KIRMIZIYA ÇALIYOR / ERCÜMENT VURAL & ÖNDER FOCAN PROJECT :
Piyanist Ercüment Vural ile gitarist Önder Focan'ın önderliğinde kurulan Ercüment Vural & Önder Focan Project, "Kırmızıya Çalıyor" albümlerini Aura Records'tan çıkarttı.
Caz, pop ve latin müzikte başarılı projelere imza atmış olan piyanist Ercüment Vural ile Türkiye'nin üretken cazcılarından Önder Focan'ı bir araya getiren albümde ikilinin uyumu ilk parçadan itibaren kendini hissettiriyor.
Bas gitarda Quartet Muartet ve Kangroove'un basçısı olarak tanıdığımız Alp Ersönmez, davulda Türk cazının en önemli davulcularından Cengiz Baysal ile perküsyonda Tunç Çakır, Ercüment Vural ve Önder Focan'a eşlik ediyor.
"Kırmızıya Çalıyor" albümü biraz swing, latin ve funk civarında dolaşan parçalardan oluşuyor. Sizleri bulunduğunuz ortamın çok dışında hissettirecek "Çok Uzaktayım", latin - caz "Hiç Sorma", funk ve blues "Big Pleasure" ve Önder Focan'ın Bosna-Hersek için yazmış olduğu "Bosnia-Herzegovina" albümün öne çıkan parçaları.
"Kırmızıya Çalıyor" caz severlerin keyifle dinleyeceği bir albüm.
HOTEL RWANDA :
Dünya tarihinde soykırım denildiğinde akla ilk gelen Alman soykırımıdır. Sonrasında soykırım tarifinin yapıldığı bu olay, hem Avrupa'nın göbeğinde gerçekleştiğinden hem de Yahudiler'in yaşananları gayet iyi aktardıkları ve gündemde tutmayı başardıklarından önemlidir. Ancak on yıl önce gerçekleşen Ruanda'daki soykırıma hepimiz sadece seyirci olduk. Ne de olsa öldürenler zenciydi öldürülenler de. Yani bizden çok uzakta, bizden çok farklıydılar. Zenci zenciyi öldürmüştü, kimin umurundaydı! İşte böyle bir bakış açısıyla ne televizyondaki görüntülere önem verdik ne de gazetedeki haberlere, köşe yazılarına. Aslında bizler de sessiz kalarak bu suça bulaştık. Şimdi ise "Hotel Rwanda" aracılığıyla Ruanda soykırımı ile yüzleşme vakti.
"Hotel Ruanda", soykırımı dramatize etmekten ve hayali senaryolara başvurmaktansa gerçek bir hikayeyi konu alıyor. Schindler'in Listesi gibi bir olayı. 1994 yılında halkın büyük çoğunluğunu ellerinde bulunduran Hutular, Belçika sömürgesi oldukları dönemde ayrıcalıklı olan Tutsiler'e karşı soykırıma girişiyorlar. Kendisi de Hutu olan büyük bir otelin müdürü 1200 Tutsi'yi otele alarak kıyımdan kurtarıyor.
100 günde 1 milyon kişinin öldürüldüğü Ruanda katliamında ülkedeki Tutsi'ler ve onlara yardım etmeye çalışan Hutu'lar dahi acımadan katledildiler.
Geçen yıl "En İyi Erkek Oyuncu", "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" ve "En İyi Senaryo" olmak üzere üç dalda Oscar'a aday olan filmin yönetmenliğini daha önce de İrlanda sorunu üzerine "O da Bir Ana" (Somer Mother's Son) filmini izlediğimiz Terry George üstleniyor.
"Hotel Rwanda" Afrika tarihinde önemli yere sahip Ruanda Katliamı ile ilgili etkileyici bir film.
BATIK KITA MU'NUN ÇOCUKLARI / JAMES CHURCHWARD :
İnsanoğlunun belki de varoluşundan itibaren başlayan ve günümüze kadar süre gelen ortak sorusudur: "Ben kimim?" Bu soruyu insan bir kere kendine sorduktan sonra bir daha peşini bırakamaz. Ben kimim, nereden geldim, bu dünyadaki amacım nedir? Zaten bütün kutsal kitaplar da öncelikle bu soruya cevap verirler. Ancak bilmeye doyamayan insanoğlu daha fazla bilmek ister. Tarihsel geçmişini araştırır durur. Peki bugün tarih bilgimiz ne kadar geri gidiyor? Eski Yunan ya da Eski Mısır aslında ne kadar eski? Churchward, araştırmaları ve belgeleriyle bizleri tarihte daha önce hayal bile etmediğimiz kadar eski dönemlere götürüyor.
"Batık Kıta Mu'nun Çocukları" Atlantis'ten daha büyük ve eski bir kıtanın, Mu'nun arayışını ele alıyor. Kitap James Churcward'ın elli yılı aşkın bir zaman boyunca tüm dünyayı dolaşarak yaptığı incelemelerin ve belgelerin bir kısmını içeriyor.
Chuchward'ın insanlığın "Ana Yurdu" olarak gösterdiği Mu kıtası Pasifik Okyanusu'nda buluyordu. Kıtanın merkezi ekvatorun altındaydı ve doğudan batıya uzunluğu 9500 km'yi buluyordu. 12000 yıl önce çok büyük bir deprem sonucu üzerindeki 60 milyon nüfusu ile çöken kıtadan geriye Paskalya, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa adaları kaldı.
Kitap, Mu uygarlığının koloniler halinde yayılışı ve Mu kültürünün diğer kıta kültürleri üzerindeki etkisini gösteriyor.
Bu kitabın bir başka özelliği ise 70 yıl önce ülkemize getirilip Türkçe'ye çevrilmiş olması. Bildiğiniz gibi Mustafa Kemal Atatürk eski Anadolu uygarlıkları ve Türkler'in tarihi ile yakından ilgileniyordu. Bunun için Sümer ve Hititleri araştırıyordu. Türkler'in anavatanının Orta Asya olduğu biliniyordu peki ya ondan öncesi? İşte bu konu ile ilgili Churchward'ın Mu Kıtası ile ilgili kitaplarını Türkçe'ye çevirtmiş, Uygurlar ve Türkler ile ilgili olan bölümlerin altını çizerek okumuştu.
Sizler de Eski Mısır ve Yunan'ın görece yeni kaldığı, Atlantis ve Mu uygarlıkları ile tanışmak istiyorsanız "Batık Kıta Mu'nun Çocukları" size göre.
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.334 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
KAHIR KURŞUNLARI
Kays’tım,Mecnûn eyledi yüreğimin sahibi
Hiç tanımazmış gibi uzaktan bakıp gitti.
Göz kırpmadan bağladı darağacına ipi
Büyüttüğü sevdanın pimini çekip gitti
Mevsimlerden sonbahar,vakit bir akşamüstü
Karanlıklara inat şafağı söküp gitti
Mâziye sünger çekip hatıralara küstü
Beyaz gül bahçesine kaktüsler dikip gitti
Bilinmeze yol alıp açılırken her gemi
Gönül limanlarını nefretle yıkıp gitti
Büyüyüp korlaşırken yüreğimin matemi
Bana dudaklarını,gülerek,büküp gitti
İlhama pusu kurdu,yarım kaldı şarkımız
Sözümü boğazıma bir güzel tıkıp gitti
Kanatları kırılmış kuşlardan yok farkımız
Evvelki duyguları başıma kakıp gitti
Rüya gibi,gözümden gitmez o gül endamı
Nazlı bir ceylan gibi önümden sekip gitti
Değişmezdim Ferhat’la büyüttüğüm sevdamı
Mâziyi hatırlayıp gözyaşı döküp gitti
Sermayemi yükledim gayri ecel atına
Zehirli akrep gibi ruhumu sokup gitti
Kıymet vermem dünyanın fâni saltanatına
Kahır kurşunlarını bağrıma sıkıp gitti
Gamzeler belirirdi yanağında gülünce
Tuna nehri misali kalbime akıp gitti.
Kurtlara yem olacak güzelliğin ölünce
Meydan okudu aşka,şimşekler çakıp gitti
Tükendi umut faslı,sakınmadı sözünü
Fitne tohumlarını gönlüme ekip gitti
Düşürdü can evime intizarın közünü
Kalbin aysberglerini hışımla yakıp gitti
M.NİHAT MALKOÇ
Yukarı
|
Kötü emellere alet olan bebek! Bir Japon klasiği.
Yukarı
|
"JOSÉ MARTİ" KÜBA DOSTLUK DERNEĞİ
ASOCIACION DE AMISTAD CON CUBA "JOSÉ MARTI"
Asmalımescit, Sofyalı Sok., Paşa İşhanı, No:4, Kat:1, Beyoğlu/İstanbul
Tel: (212) 244 35 09 Fax: (212) 245 89 10 Email: istanbul@kubadostluk.org www.kubadostluk.org
JOSE MARTİ KÜBA DOSTLUK DERNEĞİ'NDE
ESTELA BRAVO FİLMLERİ GÖSTERİMİ
Amerika'da doğup, Küba'da yaşamayı seçen Estela Bravo, bugüne değin Orta ve Güney Amerika'nın yakın tarihine tanıklık eden 30'a yakın belgesel çekmiş ve bu belgeselleri ile dünyaca bilinen çeşitli festivallerde ödüller almıştır. 2002 yılında 21. Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne katılan Estela Bravo'nun filmleri ilk kez ülkemizde izleyici ile buluşma olanağına kavuşmuştu.
Jose Marti Küba Dostluk Derneği, Estela Bravo'nun üç filminin 23 Eylül, 30 Eylül ve 7 Ekim tarihlerinde, dernek binasında gösterimini yapacak. Estela Bravo Filmleri gösterim programı şöyledir;
7 EKİM 2005
BORÇLU DOĞANLAR
1985-25'
Saat:19:30
Yer: Jose Marti Küba Dostluk Derneği, Asmalı Mescit, Sofyalı Sok. Paşa İşhanı 4/1 Beyoğlu
Arjantin, Bolivya, Peru ve Kolombiya'da çekilmiş olan filmde, Latin Amerika'nın dış borç yükünün çocuklar üzerinde, yoksulluk, kötü beslenme, hastalıklar, ilaçsızlık gibi etkilerini gösterir.
<><><><><>
Sevgili Küba Dostları,
Che'nin Bolivya'da Higueras yakınlarında bir okulda Barrientos'un CIA tarafından eğitilmiş kiralık katillerinden Mario Turan'ın dokuz kurşunuyla can verişinin yıldönümünde O'nu düşleri, fikirleri, mücadelesi ve eserleri ile anıyoruz.
7 Ekim Cuma saat 19:30'da Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde Küba Film Enstitüsü tarafından hazırlanmış olan "Che" belgeselini göstereceğiz. Ardından Küba Büyükelçiliği 1.Sekreteri Alejandro Simancas ile Che üzerine bir söyleşi gerçekleştireceğiz.
Bütün dostlarımızı etkinliklerimize davet ediyoruz.
Jose Marti Küba Dostluk Derneği
İstanbul Şubesi
Tarih : 7 Ekim Cuma, 2005
Saat : 19:30
Yer : Nazım Hikmet Kültür Merkezi
Ali Suavi Sk. No:7 Bahariye Kadıköy, İstanbul
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
FTP Wanderer Version 2.7 [210 KB] Windows Free
http://www.pablosoftwaresolutions.com/download.php?id=8 Minik ama çok kullanışlı ve explorer benzerliğiyle kusursuz bir FTP Programı. İhtiyacınız varsa hiç başka birşey aramanıza gerek yok. Alın bunu yükleyip kullanın. Üstelik bedava.
Yukarı
|
|
|
|
|
|