|
|
|
12 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Veda değil.. |
Merhabalar,
Bir süre evvel son şiir kitabı "Kimi sevsem, sensin..." ile ilgili olarak bir söyleşisinde şöyle diyordu büyük Kaptan;
“Veda değil. Başka şiir kitabı yayınlamayacağım, ona karar verdim. Bundan sonra şiir yazarsam kitabın yeni baskılarına koyacağım. Çünkü bir insanın otuz tane şiir kitabı olması güzel bir şey değil gibi geliyor bana. Benim 12 kitap oldu. Allah bereket versin, yeter. Burada bağlansın diye düşünüp “bütün bir ömrün özeti” dedim. Yoksa veda etmek gibi dramatik şeyleri sevmem ben.”
Biz de sevmeyiz koca Kaptan. Biz de sevmeyiz ama gel gör ki önüne geçilmezler sevilip sevilmedikleri ile ilgili değiller. Senin de dediğin gibi;
... görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila İlhan ölür
Büyük bir yazın ve düşün adamını yitirdi Türkiye. Geride bıraktığı eserleri onu ölümsüz kılmaya yeter de artar ama gönül bu, ayrılmak istemez sevip saydıklarından. Güle güle Attila İlhan, görüşmek üzere.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Attila İlhan da...
"...artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler..."
Yasak Sevişmek - Attila İlhan 1968
İnanasım gelmedi. Kabullenesim gelmedi. Bilemedim elimi ayağımı nereye koyacağımı.
Söz de bitti.
O haberi bu sabah öğrendiğim zaman yazdığım ilk satırlardı yukarıdakiler… Sonra dona kaldım. Bir tek satır bile yazamadım saatlerce. Söz gerçekten bitmişti. Öylece dondum kaldım bilgisayarın başında. Sanki içim susmuştu. Sanki içimde kocaman bir yara varmış da ölesiye, susturasıya sızlamıştı. Akşam oldu şimdi. Gün yine battı. Nasıl olsa her akşam yaptığı gibi "yarın sabah görüşmek üzere" dedi ve gitti gün… Ama o, yarın yok. Yarın sabah, günün selam verecekleri arasında Attila İlhan yok artık.
Hatırlıyorum, benim aklımın bir karış olduğu zamanlardı. Maçka'nın her mevsim yeşil kokan havasına kanıp, okulu dersleri boşverip yayılırdık maçka parkına. Çemberlitaş kız yurdunda kalırdım o zaman. Bizim okulun oradan Sultanahmet'e iki tane belediye otobüsü çalışırdı. Harçlıklarımızın taksiye binmeye yetmediği zamanlardı. Neredeyse her M1'e ya da M4'e binişimde görürdüm onu. Her gördüğümde de nedendir bilemem dizlerimin bağı çözülürdü. Ezberden sessizce "ben sana mecburum"u okurdum. Sessiz… Sanki her kabristan gördüğün zaman okuduğun "Fatiha" duası gibi. Onu her gördüğümde, içimden sessizce bir şiirini okurdum. Bilirdim çoğunu ezbere. Nasıl bilmem… Aşklarım, hayal kırıklıklarım, isyanlarım… Hepsini onlardan öğrenmiştim ben. Cemal Süreya'dan, Nazım Hikmet'ten, Orhan Veli'den, daha nicelerinden… Ve tabii ki Attila İlhan'dan.
Bir keresinde o Babıali'ye ben yurda giderken karşılaştık yine otobüste. Bu kez tam da yanına oturmuştum. Kalbim yerinden çıkacak gibi, içimden "Yasak Sevişmek" ezbere… Titriyordum. Dayanamadım.
Bir cesaret, bir cahil cesareti… "Elinizi öpebilir miyim efendim?"
Nefesimi tuttum. Gülümsedi, başımı okşadı. Okulumu, yaşımı sordu babacan… Otobüsten inerken elini ellerime aldım, öptüm başıma koydum. Otobüsten indiğimde gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Yaş 17 dostlar! Dile kolay.
Şimdi de öyle. Gözyaşlarım sicim gibi. Ellerin dert görmesin. Huzur içinde ol. Aşkların da, isyanların da, takiplerin de bize emanet.
Çok özledim şimdiden. Ben sana mecburum… Sen yoksun.
Ayşe D.Tüzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : İlker Özlük YAKIŞMADI |
|
Adım sonbahar benim…
Nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır.
Oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar…
...
Sen okulun en güzel defterinden yırttığın yaprakların arasında Nazım Hikmet’in şiirlerini sıkıştırıp, en sevdiğin kızın geceden kınalı avuçlarına bırakırken mektubunu, Gecenin adamları beni dövüyordu acımasızlığın arka sokaklarında.
İçimden bir türkü inliyor ya o sessizlikte, hadi boşver; sonra beraber söyleriz yokluğuna yavuklunun.
Sen daha on altı yaşındayken, kuzguncukta sandallar, sarı boyalı defterleri tutan ellerle balık yakalıyordu ekim ayının acımasız ayazında.
Suratıma baka baka yalan söylüyordu şarkıyı kadın.
Seni ben bırakmadım, kollarıma tutundular.
Gecenin yürüyen adımıyım, kaldırımlar ıslık çalar her değdiğinde ayaklarım.
Bakire bir kız gibi utangaçtır ayak parmaklarım.
Sen on altı yaşındayken ben kurşunları sayardım.
Hangi gece sabaha taşıyacak gümüş renkli uykularımı, kaç zamandır yorgun bir o kadar çaresiz bakışlarımı.
Gecenin adamları ıslık çalıyordu. Bilinmeyen bir sokağın faili meçhul hainliğinde.
İçimde bir türkü var ama, boşver ne kaldı ki sabaha.
Sen on altı yaşındayken, atın arkasında gezerdi sorgucular. İstanbul’u dört bir yandan bağlamışlar ibreti alem diye gezdiriyorlardı.
Sonbahara aldırış etmeden mayası bozulmuş kuşlar gibi göçe zorluyorlardı, Nazım'ın günlüğünde de var bunlar.
Gazetelerin kupürlerinde de.
İnsan utanır yaptığından.
Sen on altı yaşındayken, Nazım'ın şiirlerinden bir günlüğün vardı.
Sen on altı yaşındayken utanmasalar seni on altı yıl yatıracaklardı.
...
Atilla İlhan’ın anısına….
İçimde bir türkü vardı.
Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş
Dünle beraber gitti, cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
...
Diye giden bir türkü. İçimde vardı dedim ya.
Ne söylemek lazım ben pek beceremem son sözleri. Belkide o da beceremedi son sözü söylemeyi.
Son sözü önceden söylemeyi sevdi.
Atilla İlhan Vefat etti. 80 yaşında 80’i aşkın ilde aynı saatte durdu kalbi, 80 seneye sığdırdığı bin yıllık sevgiyle.
Adına ölüm denir bunun, ansızın gelir ve seni en sevdiğin yerden alır.
Nehirler durdu bir daha akışmadı
Eller aşkla sevgiyle bir daha hiç tutuşmadı.
Üzerine her şey yakışırdı da bir beyaz kefen, birde ölüm YAKIŞMADI… Adın sonbahar senin belki de yakıştı...
Görüşmek üzere…
SİLİNMEZ…!!!
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KahveRengi : Alaattin Bender |
KOLLEKSİYONLARIN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ
Osman Hamdi Bey'in "Kaplumbağa Terbiyecisi'' adlı tablosunu duymayan yoktur sanırım. Bu görkemli tablo Eczacıbaşı Grubu ile Suna - İnan Kıraç çifti arasındaki kıyasıya çekişmeye sahne olan müzayedenin sonunda ancak Batı'da eşine rastlanabilecek astronomik bir fiyata Kıraç Vakfı'nın yeni açtıkları Pera Müzesi tarafından satın alınmıştı. Son yıllarda bellibaşlı kurum ve kuruluşlar için sahip oldukları kolleksiyonlar ayrı bir prestij kaynağı oldu. Özellikle resim kolleksiyonu açısından bakıldığında Ankara ve İstanbul Resim Heykel Müzelerini ayrı tutarsak, İş Bankası Koleksiyonu, Akbank Koleksiyonu ve T.C. Merkez Bankası resim kolleksiyonlarının Türk Resim Sanatının tarihine ışık tutması ve toplumsal bellek oluşturması açısından ayrı bir öneme sahip olduğunu vurgulamak gerekir. Aslında, kolleksiyonerlik misyonunun bir sonraki adımı müzeciliktir. Ancak, ne üzücüdür ki bu kurumların hiçbirisi sayıları binlere yaklaşan resimleri sürekli sergilemek üzere bir müze tesis etmeyi başaramamıştır.
Son yıllarda resim sanatına olan eğilim ile birlikte bazı sanatsever sanayici ve işadamları sanatın toplumsal yapı içerisindeki önemini kavramış ve sahip oldukları kolleksiyonları sergileyebilecekleri bir müze arayışına girişmişlerdir. Bu çabaların sonucunda Oya ve Bülent Eczacıbaşı babalarından kalan kültürel mirası değerlendirerek bültenimizin 138. sayısında anlattığım İstanbul Modern Sanatlar Müzesini kurarak bir ilki gerçekleştirmişler, ardından Suna ve İnan Kıraç Vakfı "Kaplumbağa Terbiyecisi''ni de sergiledikleri Pera Müzesini açarak özel müze girişimini başlatmışlardır. Bunların ilk olmayacağını, devamının geleceğini umut ediyorum. Bu arada DYO'nun geleneksel hale getirdiği resim yarışmalarında ödül alan resimleri sergilediği Selçuk Yaşar Resim Müzesi'ni de tekrar hatırlamak gerekir.
"İş Bankası Kolleksiyonu ile ilk karşılaşmam 1981 yılında gerçekleşti. Banka yetkililerinin yüksek lisans çalışmam için açmak lütfunda bulundukları bu koleksiyon, bir sanat tarihçisi olarak benim için çok kıymetli bir mücevher değerini taşımaktaydı." diye Sunuş'una başladığı "Türkiye İş Bankası Resim Koleksiyonu" kataloğunu Dr. Kıymet Giray 1997 yılında uzun bir emek ve birikimin sonucunda zengin bir kaynakçadan faydalanarak hazırlamıştır. Kitapta bir taraftan Türk Resim Sanatının serüveni anlatılırken diğer taraftan da Koleksiyondan seçilen resimlerin yer yer analizleri yapılmakta, resmin yapıldığı tarihteki toplumsal ve sanatsal gelişmelere atıfta bulunulmaktadır. Kitaba sığmayan diğer resimlere de arka sayfalarda daha küçük boyutlarda yer verilerek Koleksiyonun zenginliği anlatılmaya çalışılmıştır. İş Bankası ilki 1939 yılında düzenlenen Devlet Resim ve Heykel Sergisinin ardından 2. Devlet Sergisinden başlayarak, sonrasında "d" grubu gibi bir takım büyük sergiler ile CHP'nin düzenlediği Yurt sergilerinden, giderek de sanatçıların kişisel sergilerinden satın aldığı resimlerle Kolleksiyonunun sayısını 2000'e ulaştırmıştır. Akbank ise sanatın değişik alanlarında verdiği desteğin yanı sıra 1977 yıllarından başlayarak sanat eserleri alımlarını günümüze kadar hızla sürdürmüş ve ciddi bir resim kolleksiyonuna sahip olmuştur. Bu arada Ziraat Bankası ve Halkbank'ın da küçümsenemeyecek bir resim kolleksiyonuna sahip olduklarını belirtmek gerekir.
T.C. Merkez Bankası resim kolleksiyonu ile bir on yıl kadar önce tanışmıştım. Birgün Şubelerden toplanan resimlerin ön seçimi yapıldıktan sonra kalanları çalışanların duvarlarına asmalarına izin verilmişti. Ben de kalan resimlerin arasından pek fazla bilinmeyen, gerçekte çok özgün resimler ortaya koyan İhsan Cemal Karapurçak'a ait yağlıboya resmi seçmiştim. Üzerime zimmetlenen bu resimle adeta bütünleşmiş ve hergün izler olmuştum. Ne yazık ki bu zenginliğim uzun sürmedi ve resimler tekrar toplanarak muhafaza edilmek üzere yeni oluşturulan sanat odasına götürüldü. Sonrasında 1994 yılında AKM'de düzenlenen "T.C. Merkez Bankası 1950-2000 Çağdaş Sanat Kolleksiyonu sergisini gezdim. Son yıllarda bu kolleksiyon değişik illerimizde sergilenmekle kalmamış, Japonya'ya kadar uzun bir yol katetmiştir. Nihayet bu yıl 2 cilt halinde basılan "T.C. Merkez Bankası Sanat Kolleksiyonu" isimli katalog ile eserler sanat çevreleriyle buluşarak kütüphanelerdeki müstesna yerini almıştır. Banka kolleksiyonlarının oluşumundaki ortak yan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kültür-sanat politikalarının bir sonucu olarak mekanlarını sanat eserleriyle donatmak, sanatı ve sanatçıyı desteklemek çabasıdır. Bu kolleksiyonlarda 1914 Kuşağı temsilcilerinden, Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği'ne üye sanatçılardan, d Grubu üyelerinden, Liman Resim Sergisi'nden, Yeniler Grubu'ndan 10'lar Grubu'ndan, Tavanarası Ressamları'ndan, Yeni Dal Grubu üyelerinden, sonrasında bir gruba katılmaktan çok kendi bireysel biçemleriyle sanat dünyasında var olmaya çalışan birçok ünlü sanatçıdan resimler yer alır.
Koleksiyonculuk kişisel olarak sanata eğilim ve merak ile başlıyor ve kişinin birtakım eserlerle arasında kurduğu ilişkiyle devam ediyor. Bu ilişki aşktan da öte vazgeçilmez bir sahip olma duygusuna bürünüyor. Toplanan eserlerin sayısı arttıkça koleksiyon gerçek bir kimliğe bürünüyor ve sınıflandırmalar başlıyor, derken eksik olan parçalar/eserler toplanmaya çalışılıyor. Bu ilk resim sahibi olduğunuz gün başlayıp ömrünüz boyunca devam ediyor. Kişisel koleksiyonlara gelince ilk olarak Sema ve Barbaros Çağa çiftinin sahip oldukları Çağa Resim Koleksiyonunu hatırlıyorum. Her ikisi de hukukçu olan Çağa çifti resme olan ilgileri nedeniyle kazandıklarının bir kısmı ile gençlik yıllarından başlayarak resim almaya başlamışlardır. Resimlerin sayısı önce çift haneli rakamlara, derken 100'e ulaştığında artık geri dönülmez bir yola girdiklerini farketmişler ve topluma mal olan bu resimleri sanatseverlerin izlemesi için kapsamlı bir sergi düzenlemişler, ardından eserlerin kalıcılığını sağlamak adına da 2002 tarihli 659 sayfalık görkemli bir katolog bastırtarak sanatseverlerin beğenisine sunmuşlardır. Bu kataloğun da kütüphanemdeki yeri ayrıdır.
Tanıdığım birbaşka kolleksiyoner de Yılmaz Rıza Gürsoy'dur. Yıllar önce karşılaştığım Orhan Peker resimlerini Meteksan takvimine bastıranın ondan başkası olmadığını neden sonra öğrenmiştim. Avni Arbaş, Orhan Peker ve Fethi Arda resimlerini incelediğim kataloglarda onun adına sıkça rastlamıştım. Derken birgün kendisini aradım ve atölyeme davet ettim. Bir kış günü idi; Pirinç Han'ın merdivenlerini çıkmakta biraz zorluk çekiyordu. Kolleksiyonundaki Avni Arbaş ve Orhan Peker resimlerinden oluşan iki kitapçığı bana hediye etmek üzere getirmişti. Mevsime inat sıcak bir sohbet yapmış ve koleksiyonundaki resimleri sergilediği daireyi birgün ziyaret etmek üzere sözleşmiştik. Derken aradan zaman geçti, bahar geldi. Artık ziyaret zamanı geldi diye düşünerek Yılmaz Bey'i aradım, fakat sesini duyamadım. "Yılmaz Bey kısa bir süre önce vefat etti" dediler. Kulaklarıma inanamadım. Bir kez daha kadere isyan ettim. Umarım, çocukları Sn. Yılmaz Rıza Gürsoy'un koleksiyonuna sahip çıkarlar ve yaşatırlar. Sanırım, yaşasaydı bu dileğim Yılmaz Bey'in de arzusu olurdu.
Sonbaharı, kışı özledim. Beraberinde sıcacık renklerle ısınan rengarenk sergileri, sanat sohbetlerini, o sergiden bu sergiye yapılan koşuşturmaları özledim. Yeni sanat sezonunda buluşmak üzere renklerle kalın.
Alaattin Bender www.alaattinbender.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR OYUNCUNUN DÜNLÜĞÜ : Bahadır Benli |
Sayfiye ayaz
13.01.2004 İç-Dış mekan
Yolda ağır adımlarla ilerlerken gözler vitrinlerdeki alakasız objelere ilişir ve o dünün anlamsız dialogları dünlüğe işlenir…
Yaklaşık 40 dakikadır yürünüyor, hava soğuk bir yandan evde unutulan oyun tekstine dair beynimle olan münakaşa had safhada sürüyor.
- Oğlum bir şeyi de hatırla be, en azından evden çıkmadan önce hatırlatsan ölürmüsün?
- Allah Allah ben niye hatırlatıyorum sen hatırla (hem beyin ölümü kötü olur bilgin olsun)
- Ulan tanrı senin hangi lobunu ne için yarattıysa bilmiyorum ama Allah yarattı demeden ….
Şeklinde beynimle iç sesim. Soğuktan kıytırık diş çarpmalarına varan bir stres hali hakim Sakarya caddesi denilen cadde de. Ağır adımlar alınıyor, tartışma esnasındaki iki sevgili gibiyiz beynimle, ve birden gözüm her zaman ki daimi kitap vitrinime ilişir, sol köşeye çaprazlama adımlar alınır, vitrine adım adım … ? Yazarlara ve alacalı bulamayacalı bakışlar atılarak kapıya doğru kararlı adımlar atılır. Takriben 47. defa, üstelik uzun süredir sorulan soru tekrar sorulmak üzere…
- İyi günler Ferhantoloji geldimi ?
- Ferhannnnn tolojiiiiiii Ferhan Şensoy'un du diymi o ?
( bu soruyu cevaplayan kız hayatıma dumur harflerle işlenecektir.)
- EVET !!! O
( bu evet HEeHH tamam bu sefer oldu varii bir evet )
- YaaA MaaALesef o gelmedi henüz…
Anlıyacağınız bizim masumane evet güme gider taa ki, kitap elim de sollama adımlarla o kitapçıya adımlarımı savurana dek…
- İyi günler Ferhantoloji geldimi ?
- YaaA MaaALesef o gelmedi henüz…
Önemi yok bana geldi… ( bu soruyu cevaplayan ben hayatımdan dumur harflerle yazdıklarım dilimine bir çizik sallamaktayım. )
17.01.2004 İç-Dış mekan
Yalı kahvesinde soğuktan donacak başka herhangi bir yeri kalmamış insanlar topluluğu olarak tiyatrodan arkadaşlarla yarı yarı güneşli bir vaziyette oturulmakta arka masada ise 2 sevgili arasındaki münakaşa-i Cinayet adlı olaya kulak kabartılmakta…
- Murat bana bunu nasıl yaparsın seni anlamıyorum ( Bizim masayı anında beşibenzemez yorumlar alır ?)
- Neyi aşkım tam olarak neyi nasıl yaptığımı anlayabilmiş değilim…
- İnanmıyorum yaaaa ya sana i-NA-NA-Mı-YoE-Ruıım ( evet tahminen böyle bir inanamıyorumdu ve bu başka bir dil olsa gerek diye düşünmekteyim : )
- İyi de aşkım ben sana dedim duymadım diye, duysam hiç böyle bir şey yaparmıyım…
- Ya bırak ya TAAM yane ıStemyosAn sole YanE
( decoderle çevrilmiş halinden anlaşılan bu olsa gerek sahi bu nece ?)
- Neyi istemiyorum ya ? Ya altı üstü duymadım hepsi bu.
( Ulan neyi duymadın nasıl duymazsın kız intihar edecek seviyede seninle aşkım bak bu avazım ve senin için çıkarttım duymuyorsun olacak iş mi? Durumda cümleler kurmakta, biz ise olaya hakim oğlana hitaben mevzuya tarhana çorbası aranan kel oğlan gibi bakmasana hödük şeklinde yaklaşmaktayız… Fakat mevzu ne taa ki o ana dek )
- Ya Bi Dakka bi DakKaAaa Yanııı Bean çaldırıyoruuum ve sean duymuyosuon öylemi o zaman ver ver şunu… ( arama tarama vari bir hamle )
- Aşkım ne yapıyorsun ?
- Ver Dedim HeeaH Madem DuymuyosuOON balıklar konuşssuuaan
- DURRRRr!!!
Bütün yalı ve liman sakinleri yüzme bilmeyen telefonu kurtarma çalışmaları başlatsalar da artık çok geç. O gün şunu öğrendim ki telefon çağrısı dedikleri ve hayatımıza çaldırılan telefon sinyalleri bazıları için önemli benim içinse : komik…
Bazen her şeyi başından itibaren öğretmiyordu hayat. Bilmediklerimizi anlamadığımız anlamsız başka cümleler de öğretiyordu bizlere. p,Parağraflar içinde açılan parantezlerde söz buluyorduk kimi zaman, bazense sağır dilsiz bir konuşmanın ortasında ilkokul sıralarında söz isteyen örtmenim vari bir çocuğun heyecanıydık…
İmkansız aşkların grev sözcüleri gibi platonik pankartlar açıyorduk kendi yüreğimize ve susarak haykırıyorduk kendi içimize içimizdeki Sen'lerimizi.
Masallarımız kanallarda yüzen dizilere bıraktı yerini, artık okuduklarımızı anladık mı? kısmı yoktu hayatın, seyrettiklerimizi anlatalım kısmı vardı konu komşuya…
Ve aşklarımızda dizilere benziyordu sanki git gide 13 bölüm ...
Bahadır Benli bahadirbenli@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
RUH ŞEHRİNE YOLCULUK (2)
Tedirgindi. Ağır adımlarla yürümeye başladı. Şehrin en ışıltılı ve canlı sokağındaydı. Her şey öylece gözleri önündeydi...
Kaldırımlar en iyi granitlerle döşenmişti. Fakat granitlerin yüzeyi biraz aşınmış ve parlaklığını kaybetmişti. Belli ki uzun bir süredir yenilenmemişti. Sokak temiz ve bakımlıydı nispeten. Sokağın orta kısmından diğer sokağa evirilen kavşağında bir iğde ağacı vardı. Dalları sokağın göbeğine doğru bulut kümesi gibi yayılmıştı. Elleri cebinde sokak yukarı doğru bu iğde ağacından burun deliklerine yayılan kokuyu çiğerlerine çekerek yürüdü. Dış cepheleri şeffaf ve mavi renkli camlarla süslenmiş iş hanlarının altından geçti. Sağa sola aşina yerlere bakıp tebessümler savurdu. Sokak boyu inci tanesi gibi düzenli olarak dizilen dükkanların önünden geçerken camlarından içeriye baktı. Renk renk kıyafetler ve çeşit çeşit ziynet eşyalarıyla raflar, reyonlar doldurulup düzenlenmişti.
Şehrin bütün sokakları birbirine bağlantılıydı. Her sokak bir diğerine çıkıyordu. Plansızca önüne çıkan ilk sokağa daldı. Güneş ışınlarının değmediği bu sokak soğuktu. Dar ve gölgeliydi. Hem ürperti hem de üşüme veriyordu. Kollarını göğsü üzerinde dolayarak çabuk adımlarla yürüdü. Yer yer asfaltı sökülmüş yolda çukurlar oluşmuştu. Sokak kaldırımına bitişik olan kenar apartmanın duvarı karmaşık yazı ve çizgilerle eskitilmişti. Ortadan bir zıpkınla delinmiş kalp resimlerini, "ya benimsin ya toprağınsın" diye aşkın enva-i çeşit tehdit ve seçeneksizliklerini içeren külhan beyi ağzıyla yazılmış- çizilmiş bir yığın duygunun duvardaki kaosunu ayrımsadı...
Kafasını önüne düşürdü. Adımlarını kısaltarak yürümeye devam etti. Rüzgarın esintisiyle buruşturulup atılan kağıt parçaları önünden uçuşuyordu. Sokağın sağ yanı üzerinde kalan boş ve virane binanın içinden kedi ve kuş sesleri kulağını tırmaladı. Kafasını kaldırarak harabeye baktı. Orta katın balkonundan bir kumrunun yatay bir uçuşla fırladığını gördü. Peşi sıra balkon korkuluklarına tırmanarak bıyıklarını yalayan siyah beyaz ve gri renklerde bir kedi gördü. Önüne düşen kumrunun tüyüne bakınarak, düştü düşecek gibi duran binanın altından yürüyüp geçti...
Sokağın sonu onu boş bir meydana çıkardı. Hiç kimse yoktu. Biraz durdu. Geniş bir bakış seğirtti etrafına. Gördüğü tek şey çam ağaçları, kurumuş bir kaç meyve ağacı ve mor menekşelerdi. Meydanın sol aşağı kısmından gittikçe daralan stabilize bir yola gözleri ilişti. O yola doğru hızlı ve meraklı adımlarla yürüdü.
Yol toprak olduğu için kenar boyu dikilen söğüt ve kavak ağaçları tozlanmıştı. Yem yeşil olan ağaç yaprakları açık kahve rengine dönmüştü. Toprağın rengine ulanmıştı ağaçlar. Kuru bir balçıkta yürüyordu. Attığı her adımla yolda pıhtılaşmış toprak yanlara açılarak iz bırakıyordu ardı sıra. Kertenkelelerin, yılanların, çıyanların, örümceklerin ayak ve karın altı izleri yol boyu uzayıp gidiyordu. Bir şablon gibi yola değen her şeyin izi ortaya çıkmıştı...
Toprak yolun sonuna geldiğinde sağ yan tarafında çimlikten akıp giden ufak bir çay gördü. Şırıl şırıl akan suyun kıyısına giderek ellerini bir hayli serin ve billur olan bu derede yıkadı. Avuç avuç alarak yüzünü serinletti. Ardından olduğu yere çökerek bağdaş kurdu. Ve derin bir nefes verdikten sonra başını sağdan sola dairesel olarak çevirdi. Birkaç kez baş devinimini düz ve ters açılardan yaptı. Ardından sırtı üstü çimlere uzandı. Ellerini iki yanı üzerine avuç içi yeri gösterecek şekilde uzattı. Parmaklarıyla çimleri avuç içinde topladı ve köklerinden kopardı. Gökyüzünü gösteren yüzüne doğru kopardığı bu çimleri serpti. Ardından hantal bir hareketle ellerini yere saldı. Bir müddet yüzündeki çimle gökyüzündeki bulutların karmaşasını ve bu karmaşada kaybolup görünen güneşin saklambaç oyununu izledi.
Uzandığı yerden kalktı. Elleriyle yüzünü ovuşturdu. Çayın karşı tarafında kalan küçük bir mezarlığa yöneldi. Mezarlığın bir kapısı yoktu. Gelişi güzel mezarlığa girdi. Tahtalara yazılmış isimleri okumaya çalıştı. Boy farkları değişen ama genelde küçük ebatlarda olan kabirleri bir bir dolaşırken, mezarlığın sınırı sayılabilecek bir noktada baş taraftaki künye tahtası yana eğilmiş olan küçük bir kabir dikkatini çekti. Oraya doğru gitti. Taşları dağılmış kabrin tümsekliği de kaybolmuştu. Yana düşmüş olan künye tahtasını düzeltirken isme takılı kaldı gözleri. "Dilas!.." dedi. Titrek ve tam çıkmayan bir söylenmeyle. Vücudunda ki direnç bir sıvı gibi akıp gitti. Ve olduğu yere yığılıp kaldı. Tahtanın üstünde Dilasa yazıyordu. "Kızım, yavrum, Dilasam! Ya Rabbi bu kötü bir düş(?) olsun. Bu yaşanmamış tek şey olsun." Diye ismin yazıldığı tahtayı göğsüne basarak yanı üzerine kabrin toprağına bir bez parçası gibi düştü. Dizlerini karnına çekerek avazı çıktığı kadar bağırarak ağladı. Bir cenin gibi kıvrıldığı yerde baygın düşünceye kadar ağlamasını sürdürdü.
Kendine geldiğinde gölün iki yakasını ortadan bir birine bağlayan tahta köprünün üstünde dizleri karnında ter içindeydi. Göz bebeklerini, olduğu yerde kalarak şaşkın şaşkın gezdirirken hıçkırıyordu. Göğsü üzerinde sımsıkı tuttuğu ellerini gevşetti. Parmaklarıyla sıktığı göğsünde tırnak çizikleri ve morluklar gördü. Kalktı terini, gözyaşlarını sildi ve, "ey ruhum bu et ve kemik yığını bedenimden çık ve Dilasa'ma git. Onu yanına al ve bir daha bırakma." Dedi. Ardından, ruhundakileri titrek bedenine yükleyerek gölün kıyısındaki söğütlüğe yürüyerek gözden kayboldu.
Ruhun tarlasında biten hayatın tohumları filizlendiği zaman iyi bir düş, filizlenmeyip çürüdüğü zaman ise kötü bir düş olur. Ve düş, hayatın rahminden düşen meşru bir çocuk olarak insan tekinin asli içleğini oluşturur.
Nihat Turan nihat_turan@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Ev Erkeği Her Kadına Lazım
Ev Erkeği adından da anlaşılacağı gibi, kadınla erkeğin alışılmış rollerini tersine çeviren bir roman. Ad Hudler, kendi deneyiminden yola çıkarak kaleme aldığı bu ilk romanında hayalindeki işi bulan karısına yardımcı olmak için kendi işini bırakıp ev işlerini üstlenen bir erkeğin ilginç öyküsünü anlatıyor. Ev Erkeği Lincoln Menner, çocuk bakarken, yemek yaparken, alışverişe çıkarken, iki kedi yavrusuyla ilgilenirken hem ev kadınlarının yaşadıkları güçlükleri , hem de kendi kişiliğinin hiç farkında olmadığı yanlarını keşfediyor. Hudler, kadın ile erkeğe biçilmiş rolleri tersyüz ederek, yeni yaşam biçimlerine ayak uydurabilmenin sıkıntılarını da, keyiflerini de sürükleyici bir mizah öyküsüne dönüştürüyor.
Anlayacağınız Ev Erkeği ciddi bir konuyu işleyen çok komik bir kitap: Ayrıca bu kitabı okumak için alanlar birde sürprizle karşılaşacaklar. Bunu da buradan duyurmuş olduk sayenizde… Neyse o sürprizin ne olduğunu biz söylemeliyim isterseniz şimdilik… Kitabı aldığınızda siz zaten görürsünüz…
Ebru Altın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOSYOLOJİK OLGULARA TURP SIKTIM -3 |
|
Sevgili Kenya'lı fıstıklar ve yaşam yorgunu kadınlar, sözlerime iyi kulak verin. Erkek milleti biraz dizginlenip kontrol altına alınıncaya kadar ipini koparmış tütüncü eşeği gibi dağ, bağa kaçmadan duramaz. Bütün erkekler özgürlüğüne çok düşkündür. Yaşam deneyimlerim bana kadınlar tarafından kontrol edilemeyecek, yola getirilemeyecek erkek olmadığını söylüyor. Ben bu dizginlenemez, sağ gösterip sol vuran, ayarı bozuk, hırçın, söz anlamaz, laf dinlemez erkeklerden birini tanıyorum. Size onu anlatıp kıssadan hisse çıkarmanıza yardım edeceğim.
Adam bir zamanlar Gediz ovasında Kamil Efe namıyla bilinirmiş. O kadar kavgacı ve şirret bir oğlanmış ki daha çocukken kendi sokağındaki herkese illallah dedirtmiş. Bıyıkları terlemeye başlayınca bütün kasabanın hatta jandarma karakolunun da başına bela olmuş. Onuna tanıştığımda Kamil Efe neredeyse altmışına geliyordu. Biz ikimiz kahvede sohbet ederken insanların ondan hala çekindiklerini, uzak durmaya çalıştığını hissettim. Kamil Efe'nin kendi anlattığına göre bulaşmadığı pislik kalmamış. Bağ evlerinde kumar partilerinden tutun da dansöz getirip sabaha kadar içki alemleri yapmaya kadar her naneyi yemişler. Her gittiği yerde maraza çıkarır, öfkelenince kahveden meyhaneye hatta berber dükkana varıncaya kadar her yeri dağıtırmış. Kız kaçırmak isteyen delikanlılar bile mutlaka gelip bunu bulurmuş. Sonunda kavga çıkacağı belli olan ne kadar boktan mesele varsa mutlaka bunu işin içine sokarlarmış. Karakol komutanı bile kasabada kanlı bıçaklı bir olay olduğunda sorgusuz, sualsiz mutlaka Kemal Efe'yi göz altına alıp götürürmüş. Ne de olsa adamcağız kavga, kumar, içki, kadın dendiğinde Kemal Efe'yi eliyle koymuş gibi olay yerinde bulurmuş. Fakat hırsızlığı ayrı koymalıymışım. Çünkü "Kimsenin kapısını, bacasını zorlayıp evine girmedim.Kimsenin parasına, puluna el uzatmadım."demişti.
Sohbetin sonuna doğru "Peki ne oldu da bu bela Kemal Efe duruldu."diye sordum. "Annem rahmetli beni evlendirmeye karar vermiş. Akraba, eş, dost yardımıyla komşu köyümüz Appak'tan bana bir kız bulmuş. Zaten bizim köyden bana kimse kız vermeye razı olmazdı. Bana sorsalar zaten ayak direteceğimi de biliyorlar. Karımın ailesi beni tanımadığı için, biraz da tarla-tapanı, çiftimiz-çubuğumuz var diye kızı vermeye razı olmuşlar. Karımı düğünden önce hiç görmedim. Güzel mavi gözlerini, sarı saçlarını, kar gibi beyaz yüzünü görünce benim de hoşuma gitti. Zaten eskiden evlenmeden önce öyle görüşmeye, konuşmaya müsaade edilmezdi. Allah bize bir oğlan çocuğu bağışladı. Oğlum dünyaya geldikten sonra bana bir haller oldu. Gözünü daldan budaktan esirgemeyen ben basit şeylerden korkmaya başladım. Onu büyütüp, yetiştirmek isteği beni süklüm püklüm biri haline getirdi. Kimseye bulaşmamaya, ite dalaşmaktansa çalıyı dolaşmaya başladım. Daha önce belanın üzerine giderken durduk yerde bir şey olacak diye korkmaya başladım. Evimin, ocağımın, çocuklarımın geçim derdine düştüm. Ne kavgacılığımız kaldı ne de efeliğimiz."diye anlatmıştı.
Öyküden çıkarılacak hisse son derece basittir. Erkeği rezil de eden, vezir de eden her zaman bir kadındır. Yatağın sihirli bir uslandırıcı özelliği vardır. Bununla birlikte kadınların gözyaşları, uzun cezalandırma suskunlukları ya da her hatasını yüzüne vurarak canından bezdirme stratejileri dışında benim bilmediğim ve duymadığım binlerce geleneksel erkek eğitme yolları vardır. Her kadın kendi erkeğini süt dökmüş kediye çevirme tekniklerini zamanla keşfeder. Ailenin gerçek reisinin kadın olduğunu sakın aklınızdan çıkarmayın.
Bilimsel çalışmamamızı benim yaşam hakkındaki sığ deneyimlerime kurban etmeden şimdi de çıtır sonrası dönem erkeklerinin verdikleri yanıtlara bakalım.
- Evlenmek için para, ev, mobilya, beyaz eşya, araba gerek. Ev, araba bir yana kurulmuş sağlam bir ekonomik düzen gerek. Yaşıma başıma bakıp aldanmayın. Saçlarım kafamın üstünde boş düzlükler bırakıp birer birer gittikleri halde hala cüzdanım şöyle kalınca bir topar para göremedi. Ancak karnımı doyurabiliyorum. Asgari ücretle çalışan birinin evlenmesi, çoluk çocuk sahibi olması imkansız. Bu nedenle evlenmeyi istediğim halde evlenemiyorum.
- Bir yandan sadık bir eş, öte yandan erkeğini çıldırtacak kadar ateşli bir sevgili olabilecek kadını bulmak hiç kolay değil. Eğlenilecek kadınla evlenilmiyor, evlenilecek kadınla ise eğlenilemiyor. Kadınların çoğu tek bir çocuk bile doğurduktan sonra bütün ışıltısını yitiriyor. Ancak bir su aygırı kadar çekici ve şirin olabiliyor. Evlilik düşüncesi bu yüzden bana hiç sevimli görünmüyor.
- Evlenmek istemiyorum. Kadınları seviyorum ama tek bir kadınla ömür boyu bir yaşamak istemiyorum. Lafı dönüp dolaşıp evliliğe getirenleri de başımdan savıp kurtulmayı seçiyorum.
- Evlenmeyi istiyorum. Ama evi için saçını süpürge edecek kadın tipi anneannelerimiz zamanında kaldı. Şimdi kadınlar nazik, düşünceli, iyi eğitimli erkeklerle çıkıp dolaşmayı, pahalı arabası olan sonradan görme erkelerle yatmayı tercih ediyorlar. Doktor ve mühendisler devri sona erdi. Şimdi en fıstık kızları mafya görünümlü karanlık tipler götürüyor.
- Kadınlar kel, fodul, kör, topal diye değil erkekleri parası olan ve olmayan diye sadece iki kategoriye ayırıyorlar. Paranız varsa ne olduğunuzun hiç önemi yok. Erkeklerin zadece parasızlar ve paralılar diye ayrıldığı, ucuz insanların paralı olduğu için altınla tartıldığı bu devirde evlilik gibi bir kurumu da gereksiz ve çok sığ buluyorum.
- Erkeğin kadının peşinde koştuğu dönemler sona erdi. Şimdi erkekler karaborsa. Kadınlar erkeklerin peşinden koşuyor. Ben evlenecek kadar enayi miyim?
- Kadınlara güvenmiyorum. Evlenip yularımı bir kadının eline teslim etmeyi hiç düşünmüyorum. Hepsi de kontrolü ele geçirinceye kadar canım cicim oluyor. Sonra dişi bir kaplana dönüşüyor. Halkanın ne zaman parmağınızdan çıkıp burnunuza geçtiğini anlamaya bile fırsatınız olmuyor.
- Evlenmeyi elbette istiyorum. Evleneceğim kadına aşık olmak isterim. Bu yaşıma kadar aşkın "a" sına bile rastlamadım. Ben boş hayallere kapıldığıma inanmaya başladım. Laf olsun diye evlenmek istemiyorum.
Kenyalı erkeklerin neredeyse tamamı ekonomik sorunları aşmadan, iyi gelir getirecek bir iş bulmadan evlenmek fikrine sıcak bakmıyor. Babalarında ve dedelerinde olduğu gibi geleneksel bir anlayışla eve ekmek ve getirmeyi, evini geçindirmeyi ve dolayısı ile aile reisliği rolünü farklılaşan ekonomik koşullara rağmen sürdürebilmeyi istiyorlar. Erkeğin dolu cüzdanı eşi karşısında onun kusursuz biri yapacak, her türlü sorunu aşmasına yardım edecek sihirli bir değnek gibi algılanıyor. Kadınlar sadece paranın dilini konuşur gibi bir anlayış ortaya koyuyorlar. Ayrıca aşk veya duygusal paylaşımlar evlilik söz konusu olduğunda para karşısında bütün cazibesini yitirir gibi yaygın bir kanaati dillendiriyorlar. Evlilik hakkında en çok duyduğumuz "iyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayırana dek" gibisinden söylemlere gülüp geçiyorlar. Erkeklerin önemli bir kısmı tek bir kadına sadakat veya bağlılık yerine bütün kadınların potansiyel partneri olmayı düşlüyorlar. Bütün kadınların erkek erkek diye inleyerek yerlerde süründüğü, milyonlarca kadının erkeksizlikten geberdiği gibi bir varsayımı gerçek sanıp onlarca kadının efendisi olmak gibi bir fanteziyi yaratıp inanmayı sürdürüyorlar. Bu fanteziye biraz ışık tutuğumuzda erkeklerin kadınlar konusundaki bilgilerin gerçeklerle hiç ilgisi olmadığı, tamamen erkeklerin yarattığı söylencelere dayandığı gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Ergenlik sonrası dönemde kadın ve erkeğin birbirine duyduğu güvensizlik günlük yaşamda karşılaşılan birkaç olumsuz deneyimle birlikte iyice perçinlenmektedir. "Bütün kadınlar anasının gözüdür. Kötülük onların hamurunda vardır. Kadınlar her zaman şeytana ve günaha daha yakındırlar." türünden toplumsal önyargılarla donatılmışlardır. Kenya'daki erkek ve kadınları etkilemiş bu sosyal algılar toplumun geleceği bakımından tehlikelidir. Kenya'daki kadın ve erkekler için en iyi çözüm güvenilir, dürüst, içten, sütten çıkmış ak kaşık insanları bulup başka ülkelerden ithal etmek gibi görünmektedir. Bu komik çözümle önyargıları yok edemeyeceğimizi düşünürsek önümüzdeki kışlar her iki cins için de uzun geceçeğe benzemektedir.
Başka ülkelerden gelin veya damat ithali elbette kanunen yasak değildir. Atalarımız "Kısmetiniz kutuplarda bile olsa gönlünü edip getiriniz."demişlerdir. Bununla yetinmeyip "Delikli demirin vurmayanı olmaz, ardına geçip göz uydurmalı, İnsan oğlunun kanmazı olmaz özünü bilip söz uydurmalı."diyenler bile olmuştur.
İthal gelin ve damat sözü geçmişken şimdi aklıma gelen bir şeyi sizinle paylaşmayı istiyorum. Benim sadece Cumaya gidip, ramazanda oruç tutan ama dilinden Allah kelamını hiç eksik etmeyen bir komşum var. Benim onun dindarlığına veya ibadetine söyleyecek sözüm falan yok. Ramazan gelince ahbaplığımızın rengi değişir, beni oruç tutmaya ve namaza yönlendirmeye çalışarak komşuluk vazifesini biraz fazla abartmaya başlar. Yaşça da benden büyük olan bu adamcağızı gücendirmek istemediğim için sesimi çıkarmam, falan feşmekan ile konuyu geçiştiririm. İnsan komşusunu memnun etmek için değil kendi istediği için cennete gitmelidir. Ramazan sona erince onun dini telkinlerinin dozu düşer ve bizim ilişkimiz yine eskisine döner.
Bu yaz komşumun Almanya'daki yeğeni tatiline evlenmiş olarak geldi. Bir de baktım bizim buğday tenli Türk, sarışın bir Hans'la evlenmesin mi? Alman kocasını alıp dayısına akşam yemeğine gelmiş. Allah mesut ve bahtiyar etsin. Kimsenin ithal damadında gözümüz yok. Ben daha ağzımı bile açmadan komşum damadını övmeye başladı. Oğlanın ne kadar saygılı, efendi, dürüst, çalışkan biri olduğunu bir çırpıda sayıp döktü Bizimki ballandıra ballandıra anlatırken neredeyse kendinden geçti. "İyi de abi, kız mı Hıristiyan, oğlan mı Müslüman oldu?" diye sordum. Bizimki renkten renge girip olduğu yere kazık gibi mıhlandı kaldı. Onu öylece kapının önünde bırakıp ittim. Komşumun dindarlığı benim yaşantımdan rahatsız olmasını sağlıyor ama yeğeninin evliliğine aldırmıyordu.
İnsanların yaşam biçimleri, dini tercihleri ve geleceğe ilişkin kararlarına elbette burnumu sokmak niyetinde değilim. Bu olaydan ve söylediklerimden çıkarılacak ders eş olarak seçtiğiniz insanın sadece sizin beklentileriniz karşılaması yeterlidir. Kimse eşinin ailesinin veya sülalesinin tamamı ile evli değildir. Eflatun evlilik kurumunu çok önemser, öğrencilerine "Evlenin, karınız iyi bir çıkarsa mutlu olursunuz, iyi çıkmazsa da filozof olursunuz."derdi. Filozof olmanın kötülük neresinde?
Son değerlendirmelere geçmeden önce öyle veya böyle evlilik diye tanımlanan medeni halleri yaşamış, yaşadığı evlilikten ağzı yanıp flört etmeye bile üfleyerek yaklaşabilen, büyük acılar yaşayıp eşini yitirmiş, artık evlilik umudu iyice zayıflamış erkek ve kadınların evlik hakkındaki değerli görüşlerini alalım. Önce bayanları sorularımızı nasıl yanıtladığına bakalım;
- Dul olmak çok zor. İnsanlar bize sanki hastalıklıymışız gibi bakıyor. Dul olmak sağlıklı sosyal ilişkiler kurmayı ve yürütmeyi engelliyor. Evlenmek mi ? Ölen eşim gibisini bir daha nerden bulacağım. Nur içinde yatsın çok iyi adamdı. Göz açtım onu gördüm. Başkasıyla asla aynı olmayacak. Evlenmeyi düşünmüyorum.
- Dul olmak çok zor. Kadınlar hep bizden kocalarını kıskanır. Dul olanlara sınıldığı gibi erkekler değil asıl kadınlar daha acımasız davranıyor. Eş dost meclislerinde hep dışlanıyorsunuz. İnsanların bu tavrı beni çileden çıkarıyor. Sadece bu aşağılamadan kurtulmak için bile yeniden evlenebilirim.
- Erkekler bizi potansiyel bir orospu, vermeye her zaman hazır, hatta erkek delisi kadınlarmışız gibi algılıyorlar. Benimle evlenmek isteyen erkekler hep yaşça benden çok büyüktü. Bizi sadece emekli, son kullanma tarihi geçmiş erkekler kendilerine denk görüyorlar. Uygun birini bulmak neredeyse imkansız. Uygun birini bulabilirsem evlenmek isterim.
- Çocuklarıma babalık yapabilecek, beni esirgeyip koruyacak biriyle tanışıp evlenmeyi istiyorum.
- Evlenmeyi kesinlikle düşünmüyorum. Şimdi evli olduğum zamanlardan daha çok ilgi görüyorum. Erkekler etrafımda pervane oluyorlar. Neden sadece biriyle yetineyim. Ayrıca erkekler eşlerine evde yokmuş gibi davranırken dışarıdaki kadınlar için resmen maymun oluyorlar. Erkeklerden şimdi gördüğüm bu yoğun ilgiden çok memnunum.
- Pis sakallarıyla ve pijamalarıyla televizyon karşısında uyuz itler gibi kaşınan bir adamın eşi olmak, böyle birinin hizmetçisi gibi yaşamak, onun moklu donlarını yıkayıp ütülemek yerine her zaman kadın olduğumu hissettiren komplimanlar, iltifatlar duymayı tercih ederim. Ben bir daha asla evlenmeyeceğim.
- Erkeklerin çoğunun gözü hep dışarıdadır. Beni her fırsatta aldatmayı düşünen bir erkeğe saçımı süpürge etmenin ne anlamı var. Evlilik denilen o mezbeleden bir kez geçtim. Ben sıramı savdım. Bir daha evlenmeyi düşünmüyorum ve istemiyorum.
- Evlenip düzenli ve huzurlu bir hayat sürmeyi isterim.
Arkası Yarın
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya ALİŞKA (SAKARYA) DAMLA SAKIZLI KREM ŞOKOLA |
|
Eveeettttt!... Günler geçiyor ve biz hergün beraberce farklı lezzetler tadıyoruz… Bakalım bugün neler yiyeceğiz?...
ALİŞKA (SAKARYA)
MALZEMELER:
3 adet orta boy patates, 1 adet orta boy soğan, 100gr. kıyma, 2 çorba kaşığı margarin, 1 çorba kaşığı domates salçası, 2 çay kaşığı kuru nane, 6 su bardağı su, 1 çorba kaşığı toz kırmızı biber…
YAPILIŞI
Soğanlarımızı ince ince kıyalım… Patateslerimizi soyup, 2cm.lik küpler halinde doğrayalım, yağımızı da eritip iyice kızınca soğanlarımızı pembeleşene dek kavuralım… Daha sonra tenceremize kıymayı, patatesi,salça ve kırmızı biberimizi de ekleyerek 3-4 dk. karıştıralım, su ve tuzunu da katarak bir taşım kaynatalım… Köpüğünü alarak orta ateşte yaklaşık 15 dk. pişirmeye bırakalım… Diğer yandan un ve suyumuzu karıştırarak sulu fakat koyu kıvamlı bir hamur elde edelim… Bir çorba kaşığıyla hamurumuzdan küçük parçalar alalım ve çorbamıza akıtalım, tüm hamur bitinceye kadar bu işlemi tekrarlayalım… İşlem son bulunca çorbamızı 10 dk. daha pişirip nane ilavesi ile sıcak servis yapalım…
DAMLA SAKIZLI KREM ŞOKOLA
MALZEMELER:
4 bardak süt, 1/3 paket margarin, 6 kaşık un, 1 bardak şeker, 2 paket vanilya, 2-3 adet damla sakızı…
SOS İÇİN: 1 kaşık margarin, 1 yumurta, 2 kaşık kakao, 5 çorba kaşığı şeker, 2 paket vanilya, hindistan cevizi yada çikolata rendesi…
YAPILIŞI:
Süt, un, şeker ve damla sakızlarını mikserde iyice çırpalım sonra kısık ateşte göz göz olana kadar pişirelim ve soğutalım… Margarini de ekleyerek karıştıralım, 10 dk. daha mikserde çırpalım ve köpürünce kaselere paylaştıralım…
GELELİM SOSUMUZUN HAZIRLANIŞINA:
Yumurta, kakao, şeker ve vanilyayı 5 dk. mikserde iyice çırpalım, diğer yandan margarinimizi eritip soğutalım ve karışımımıza ekleyerek çırpmaya devam edelim… Koyulaşınca kasedeki kremamızın üzerine sosumuzu güzelce paylaştıralım… Arzuya göre hindistan cevizi ya da çikolata rendesiyle süsleyelim… Şimdiden afiyet olsun…
PÜF NOKTALARI
AÇIKTA UNUTULAN VE BAYATLAYAN BİSKÜVİLER İÇİN:
Küçük fırın tepsisi içinde birkaç dk. ısıtırsanız, yeniden tazelik kazandıklarını görürsünüz…
AKLINIZDA BULUNSUN:
Dereotunu uzun süre saklayabilmek için, iyice yıkayın ve kurutun. Kurutulan dere otlarını bir poşete koyup ağzını kapayın ve buzdolabında saklayın…Bu sayede hem daha uzun süre kullanabilir hem de kolay servis yapabilirsiniz…
GÜNÜN MENÜSÜ:
Alişka çorbası, fırında güveç, salata, damla sakızlı krem şokola.
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.334 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
İSTANBUL AĞRISI
Kanatları parça parça bu Ağustos geceleri
Yıldızlar kaynarken
Şakır şukur ayaklarımın dibine dökülen
Sen
Eğer yine İstanbul'san
Yine kan köpükle cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
Pançak pançak şiirler tüküreceğim
Demek yine ben
Limandaki derikler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
Kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
Yahudi sokaklarını aydınlatan Telaviv şarkıları
Mavi asfaltlara çökmüş
Diz bağlıyor
Eğer sen yine İstanbul'san
Kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
Sirkeci Garı'nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp
İntihar dumanları içindeki Haydarpaşa'dan
Anadolu üstlerine kalkıp bakan
Ağlayan
Sen eğer yine İstanbul'san
Aldanmıyorsam
Yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
Yine senin emrindeyim
Utanmasam
Gözlerimi damla damla kadehime damlatarak
Kendimi yani şu bildiğin attila ilhan'ı
Zehirleyebilirim
Sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
İmtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden
Tophane İskelesi'nde diesel kamyonları sarhoş
Direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler
Uykusuz dalgalanıyor
Ulan istanbul sen misin
Senin ellerin mi bu eller
Ulan bu gemiler senin gemilerin mi
Minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
Liman liman götüren
Ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
Akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyor
Neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
Antenlerinden
Neden
Peki İstanbul ya ben
Ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
Gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas
Ya benim kahrım
Ya senin ağrın
Ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın
Çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi
Burgu burgu içime boşalttığım
O senin ağrın
O senin
Eğer sen yine İstanbul'san
Yanılmıyorsam
Koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
Sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine
Satır satır okumak istediğim
Sen
Eğer yine İstanbul'san
Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
Ulan yine sen kazandın İstanbul
Sen kazandın ben yenildim
Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
Yine emrindeyim
Ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
Parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
Hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
Yanılmıyorsam
Eğer sen yine İstanbul'san
Senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
Gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
Bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir
Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul
Kaç kez yazdım kimbilir
Kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylülü'nde birader mırç ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık
Attila İlhan
Yukarı
|
Buna birileri sanat diyor!..
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
FTP Wanderer Version 2.7 [210 KB] Windows Free
http://www.pablosoftwaresolutions.com/download.php?id=8 Minik ama çok kullanışlı ve explorer benzerliğiyle kusursuz bir FTP Programı. İhtiyacınız varsa hiç başka birşey aramanıza gerek yok. Alın bunu yükleyip kullanın. Üstelik bedava.
Yukarı
|
|
|
|
|
|