|
|
|
14 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bugün TÜYAP Kitap Fuarındayız!.. |
Merhabalar,
Attila İlhan'ı yolcu ederken Atatürk Kültür Merkezi'nde yaşanan olaylara gülüp geçmek mümkün değil. Herşeyin yeri ve zamanı olduğunu idrak edemeyenlerin yaptığı edepsizliğe İlhan adına üzüldüm ne yalan söyleyeyim. Biliyorum hiçbir dönemde bu kadar sempatik görünümlü ama alabildiğince antipatik bir Kültür Bakanı tanımadık milletçe. Ama bir büyük ustanın cenaze töreninde devleti temsil eden bir bakana edilenler de bir o kadar antipatikti. Dozu tutturamama hastalığımız nüksetti anlaşılan.
Kuş gribimiz Dünya tarafından tescillendi. En alaturka haliyle yapılan itlaf törenleri de Dünya ekranlarında. İyi niyetli başlayan ama uygulamada görülen vurdumduymazlığı bir biz görmüyor, bir biz duymuyoruz. Uygulamayı görelim diye tutturan AB'ye gel de hak verme.
Bugün TÜYAP Kitap Fuarındayız. Eğer bir son dakika aksiliği olmazsa sevgili Leyla Ayyıldız ve Elif Eser İki A Dağıtım'ın standında Dergimizin tanıtımını yapacaklar. 3. Salon 315 No'lu standda 14:00-18:00 arası sizleri bekliyorlar. Onları yalnız bırakmayın olur mu?
Bugün Türkçe şarkılara ara verip bir güzelin okuduğu güzel bir şarkıyı dinleyelim diyorum. Toni Braxton söylüyor, Unbreak My Heart. Aman hasta masta olmayın. Telaşa düşmeden gribe karşı önleminizi alın. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Parola Vatan, İşareti Namus ! |
|
Güya ben bu yazıda, geçen haftaki Varşova ziyaretimden bazı gözlemleri paylaşacak, bu geziden bazı ilginç anıları aktaracaktım.
Heyhat! Yaşam tüm dinamikliği, bilinmezliği ve bazen acımasızlığı ile sürüyor ve bütün planlarınızı alt üst edebiliyor.
Büyük usta Attila İlhan'ın kaybı da böyle bir beklenmeyendi.
Soluksuz kaldım...
Ne Polonya'dan ne de O'ndan söz etmekten vazgeçebildim.
Böyle bölük pörçük bir yazı çıktı ortaya…
Ekim'in ilk haftasında dört kıtadan uzman ve araştırmacılar 'yol güvenliği'ni değerlendirmek ve yeni bulguları tartışmak için bu kez Polonya'yı seçmişler.
Varşova'nın, Chopin'in adı verilen havaalanı, Avrupa'nın belki de en küçüğüymüş. Ancak o büyük dehanın adını anmak için çok hoş bir vesile değil mi?
Azcık notlarımı karıştırdım öncesinde. Tam beş milyon Polonyalının 1939-1945 arasında öldürüldüğünü ve bu emperyal güçlerin hesaplaşmasında neredeyse sekizyüz bin Varşovalının yaşamını yitirdiği kayıtlanmış.
Bize (bu hitabı sevdiğimden değil, gerçekten bize, çünkü bana ve eşime) mükemmel bir evsahipliği ve dostluk gösteren - uluslararası bir yol güvenliği projesinde birlikte çalıştığımız- Varşovalı ağabeyimiz Bay Arthur, çok küçük yaşlarda tanıklık etmiş bu kıyıma.
Bu yıkımı ve onu önlemek için yapılan onurlu direnişi yeni nesillere unutturmamak için çok çarpıcı bir müze hazırlamışlar Polonyalılar. Kulağınızı müzenin içindeki duvara dayadığınızda, altmış yıl önceki Varşovalıların kalplerindeki derin sızı, öfke ve yüreklerindeki endişe ile evlerinin dışındaki bombardıman seslerini ve yıkıma nasıl tanıklık ettiklerini yaşıyorsunuz. Müze tam anlamıyla bir ibret abidesi. Özellikle altmış günlük yoğun borbardımanı ve direnişi gün ve gün aktarabilmek için müzenin değişik noktalarına, katlarına o yılların takvim yapraklarını iliştirmişler. Yeraltında yaşayan, nefes alan Polonyayı birebir canlandırmak için, direnişin karargahlarını oluşturmuşlar.
Sahi, neden bizim 'Çanakkale Direnişimizi' sulandırdığımız gibi işgalcilere övgüler düzmemişler, eğlence parkları oluşturmamışlar?
Polonyalılar batıdan gelen Alman işgalini önlemek için tüm güçlerini o yöne yığarlarken, Ruslar da doğudan ülkeyi işgal etmişler. Bize bu tüylerimizi diken diken eden müzeyi gezdiren arkadaşımız "Onlar kendi aralarında anlaşmışlar da, bizim haberimiz yokmuş!" diye özetledi olup biteni.
Rayından çıkan Sovyet Devrimine mi yanarsın? Egemen güçlerin saldırganlıklarına, birbirleriyle çıkar ortaklıklarına, mazlumların direnişine mi bunca yıl sonra yeniden kulak kabartırsın?
Yoksa bu satırları yazarken, Attila İlhan'ın temel çelişkinin dün de bugün de- ve her zaman- ezenle ezilen, emperyalistlerle sömürülenler arasında olduğunu bıkmadan tükenmeden bizlere seslendirdiği pırıl pırıl, onurlu, vicdanlı, akıllı yurtsever yüreğini ve beynini mi düşünürsün?
Arthur Ağabey, müzeden çıkarken gemilerin demirlemek için kullandıkları çıpa ve onun üstüne eklenen P harfiyle oluşturulan 'direniş ve yeniden doğuş'un simgesini, bir ara İngilizce 'germination' sözcüğü ile aktarmaya çalıştı.
Hitler, Polonya topraklarında bir daha insan neslinin yaşanmayacak kadar derin bir yıkımın gerçekleşmesini emretmiş. Onun için önemli binaların duvarları arasına özel dinamit yuvaları açılmış. Yıkımın boyutunu 'eski şehri' gezerken altmış yıl önceyi belgeyen panolardan ve duvarlardaki deliklerden de izliyoruz.
Ancak insanlık onuru ve bir ulusun yüreği yine de galip gelmiş ve Polonya yeniden filizlenmiş bu yıkımdan.
Tıpkı köle durumuna düşürülmüş Osmanlılardan, emperyalistlere dünya tarihinin ilk direnişini veren -Attila İlhan'ın hep kullandığı sözcüklerle- 'Kemal Paşa' önderliğindeki Türklerin filizlenlenmesi gibi. Yeniden nefes alışları gibi.
Varşova'da teknik kongrenin yapıldığı 'Kültür Sarayı' devaza bir yapı. Sovyetlerin etkili olduğu dönemde yapılmış. Arthur'a göre neredeyse aynısından Moskova'da da varmış. "Hiç sevmeyiz bu binayı" diyor. Ancak Varşova'nın hemen her noktasından görülürmüş Ona göre bu nedenle Varşova'nın en güzel, en özgün fotoğrafı bu büyük saray üstündeki kuleden çekilir. Çünkü yalnız bu şekilde 'kendisi' görülmezmiş.
İnsan onuru hiç bir zaman-bugün Irak'ta yaşandığı gibi- zorla ele geçirilmeyi, dikteyi, tek tipleştirmeyi, kültürsüzleştirmeyi, yeşerdiği topraklarla yabancılaştırılmayı...
Kabullenenmemiş. Kabullenmiyor...
Seksen kusur yıl önce Anadolu'da. Altmış yıl önce Polonya'da. Ve bugün Irak'ta.
Sevgili Attila Ağabey;
En fazla gereksinim duyduğumuz zamanda, o büyük insan sevginle paralomızı ve işaretimizi bize bellettin.
Öylesine özel ve önemli bir örnektin ki, insan duyarlılığınla sanatçı duyarlılığını, bunlarla da ülke ve vatan duyarlılığını birleştirdin.
Bunların birbirlerinden ayrılmaz olduğunu anlattın....
Güle güle büyük usta.
Polonyalılar unutmamış.... Elbet Türkler de unutmayacak.
Hep senin seslendirdiğin gibi.
Parola?
Vatan...
İşareti?
Namus...
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek SEVGİLİ GÜNLÜK |
|
Sevgili Günlük,
Bugün ilk kez pilav pişirdim. Hatta inanmazsın, zevk bile aldım.
Sevgili Günlük,
Bugün sevgilim bira içelim dedi. Bir şişeyi zor bitirdim. Neredeyse kusacaktım şerefsizim. Hasta mıyım günlük, yalvarırım gerçeği söyle?
Sevgili Günlük,
Bugün arkadaşlar bara gidelim dedi; canım istemedi. Bu yetmezmiş gibi, bir de canım Ayşe Kadın fasulye pişirmek istemez mi? Dumur oldum vallahi! Ne diyorsun bu işe?
Sevgili Günlük,
Fasulye iğrenç oldu ama pişirmesi çok eğlenceliydi.
Lan günlük! Büyü mü yaptın bana yoksa?
Bi de ben 33 yaşında mıyım, yoksa 32 mi?
Sevgili Günlük,
Hep ben konuşuyorum anasını satiiim; biraz da sen anlat!
Sevgili Günlük,
33 yaşındaymışım lan. Niye yalan söylüyorsun hipne!
Bi de korkarım ergenlikten çıkıyorum günlük. Pilav milav, fasulye masulye.. Ne iş yaaa?
Sevgili Günlük,
Sıkıldım artık serserilikten. Üç aşağı beş yukarı aynı maceraları yaşamaktan da bayıldım. Yeni bi macera lazım bana; aklına iyi bi fikir gelirse SMS at!
Sevgili Günlük,
Yeni bi macera diyordum ya, buldum! Evlenecem ben.
Hönk ya! Ne var olm, bildiğin daha büyük bi macera var mı?
Sevgili Günlük,
Bugün olmaz, başım ağrıyooo!
Sevgili Günlük,
Ayşe, artık evliliğe sıcak baktığımı duyunca: 'Nereden çıktı bu 180 derecelik değişim?' dedi. Ben de: 'Beni bilirsin, değiştim mi minimum 180 derece değişirim' diye kıvırdım. Ki yalan da değil hani.
Hayatım tükürdüğümü yalamakla geçti günlük. Of ne çileli başım varmış. Nihohuhamauahamauahaaa...
Sevgili Günlük,
Tülin de evlilik meselesini duymuş. "Çok güldüm, çok hoşuma gitti. Bu garip bi duygu. Sanki başkalarının evliliğe sıcak bakması -hele de senin gibi birilerinin- bizim gibi insanları fena halde mutlu ediyor. Bizim gibiler derken, hani şu rahatlık, zorlukları paylaşabileceğin birine sırtını dayama güveni, şımarıklığı... işte adına ne dersen de! Bütün bunlara kendini salıvermiş gibilerden bahsediyorum. Başkalarının bu kıvama gelmesi acayip bi 'oh canıma değsin, bak işte demek ki çok da yanlış bişey yapmamışım' duygusunu hissettirdi bana" dedi.
Kepaze olduk iyi mi?
Sevgili Günlük,
Abarttım. Bir de bebek istiyorum, iyi mi?
Biri bana dur desin artık!
Sahi, sen beni dinliyor musun günlük bozuntusu?
Allah belanı versin e mi!
Sevgili Günlük,
Düşündüm de benden anne manne olmaz. Bak şimdi hayal et:
- Anne matematikten zayıf aldım.
- Yaw çocuum geçecen onları. Matematikmiş, fizikmiş, tarihmiş hikaye. Yiyecen, içecen, sevişecen. Budur!
- Ne biçim annesin sen yaa?!
- Anne Burç beni seviyormuş.
- Yatakta iyiyse hiç düşünme kızım!
- Olduuu, gözlerim doldu. Anne daha 13 yaşındayım?!
- Ben senin yaşındayken, ohoooooo......
- Tuba Hanım, oğlunuz sınıftaki kızların eteklerini kaldırıyor. Kızınca da: 'Ayıp olsa babam annemin eteğini kaldırmazdı' diyor.
- Evli misiniz müdür bey?
- Evet de ne alaka?
- Çocuğunuz var mı müdür bey?
- Evet??
- Peki o çocuğu karınızın eteğini kaldırmadan mı yaptınız müdür bey?
- Töbee töbeeee!?!
Sevgili Günlük,
Sevgilim gizlice seni okumuş. Beni terk etti!
Bunu da kaçırdık.. Muhahahahahahahaa.. Yaşasın özgürlük!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Erik ve Erika |
|
Arşive bakınca; sadece yerli aşklara yer verdiğimi dehşetle fark ettim. Müzakere yolunda belki bir faydası olur diye hemen çark ettim. Ve sizlere bir Avrupa aşkı yazmak üzere derhal klavyemin başına park ettim.
Erika da, herkes gibi bir sevgilisi olsun istemişti. Yıllar yılları acımasızca kovalamış ama Allah bir türlü gönlüne göresini vermemişti. Uzunca bir süre sonra; hayatı biraz olsun renklenmişti ama henüz tam olarak muradına ermemişti. Aslında; "Mutlaka bir sevgilim olsun" diye de kendisini pek germemişti. Beklentisi yoktu zaten öyle çok fazla, hayatı boyunca yetinmesini bilebilmişti azla. Ama hayallerinden de vazgeçmemişti asla. Hiç işi olmazdı ne niyazla, ne nazla. Her ne kadar dağınık olmasa da; kendisini yönetecek, çekip çevirecek bir sevgili istiyordu. Zaten hayatı boyunca dizginleri hiç eline almamış, daima yönetilmişti. O mekandan, bu mekana sürüklenip itilmişti. Bazı günler başına gelecekleri de önceden bilmişti. İnsanlar onu hep sevmişti. O da, hayattan çok şey öğrenmişti.
İlk zamanları düşündü. Siyah beyaz bir film şeridi gibi, bir anda geçiverdi gözlerinin önünden tüm bir yaşam ve dönebilmek mümkün olsaydı, belki de razı olurdu dünden. Ne bulutlara uçmuştu, ne de ayakları yerden kesilmişti yeni gelen şatafatlı ünden. Öncelikle; tüm hayalleri yokolmuştu. Gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış ve artık hayal bile kuramaz olmuştu. Bunca sevimsizliğe inat, sevgilisi olmalıydı artık Erika'nın. Kimbilir nasıl çıkaracaktı tadını o ilk anın. Sevgiliye kavuşmanın, onun kollarında uçmanın, bir küçük dokunuşuyla heyecanlanmanın tadını...
Tek başına kaldığı, başını dinlediği geceler de vardı. Bazen bu gecelerin sayısı bir-iki ile kalmayıp günlerce uzardı. Şikayet nedir bilmediğinden, o sadece dinlencesine bakardı. Birkaç aylığına tatile çıkmıştı bir keresinde ve hatta bir tatil aşkı için yalvardı, yakardı. Heyhat; yine eski tas yine eski hamamdı. Oysa; Erika'nın çeyizi de tamamdı, niyeti de tamdı. Bakla sofa, bir göz oda, ona fazlasıyla yeter, hatta artardı. Özü, sözü yerinde; eğriyi doğruyu önceden düşünüp, tartardı. Güzel sayılırdı ki; bazen etrafına bir sürü insanı toplardı. Hele çocukları gördü mü, yüreği yerinden hoplardı. Asıl yüreğini hoplatan ise; hastahanede tanıştığı Erik idi. Kalp ağrısından başka bildiği hiçbir ağrısı, sızısı yok iken birgün apar topar hastahaneye gönderildi. Orası burası ellendi, deşildi hatta kendisine çürük raporu bile verildi. Bir köşede Erik'i görüverdi yaşlı bedeni. Aşk bu olsa gerek; ne bilinir zamanı, ne bilinir nedeni.
İlk günler ? Tam beklendiği gibi; dolu dizgin, şairin dediği gibi dörtnala sürüyordu. Erika; geç gelen mutluluktan sonra adeta havalarda yürüyordu. Erik, tam beklediği gibi onu, o diyardan bu diyara uçuruyordu. Bazen; beğendikleri bir yerde soluklanıp duruyordu. Onca yılın beklentisine doğrusu değmişti. Erika; Erik'in her istediğine severek boynunu eğmişti. Ama durağan geçen hayatı da monotonluktan kurtulmuş, değişmişti. Öyle hızlı akıp geçer olmuştu ki zaman, of aman aman aman. En güzeli ise hiç kuşkusuz keşfedilen her bir yeni mekan. Çığ gibi büyüyordu bu yeni mekanların sayısı.
Sonraki günler ? Aşkın yorgunluğu bütünüyle izlenmeye başlandı Erika'da. Bir an Afrika'da, bir an Amerika'da. Erik'in aklı fikri gezmekteydi. Aslında Erik'i de amirleri ezmekteydi. Emir, demir yürekli Erik'i kesmekteydi. Bir o yana bir bu yana savruldukları rüzgar, ellerinde olmadan esmekteydi.
"Yarından tezi yok bu televizyonu ve uzaktan kumandasını değiştirmeliyiz Hanım. Bak yine arıza yaptı, kaç senedir kahrımızı çekiyordu. Ömrü bu kadarmış, kampanya varmış, bilmem kaç YTL'ye geri alırlarmış.. Ne dersin ?"
- Sen bilirsin Bey !
- Oleeeey Baba'cığım, filet ekran alalım..
"Hoop, hop ! O kadar uzun boylu değil, filetinize başlarım, sizi fena halde haşlarım.."
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Sevgi (6.Bölüm) |
|
Gerçek bir yaşam öyküsüdür...
Yer yatağında anne kız birlikte yatıyorlardı. Sobanın üst kapağından görünen ateşin titrek yalazı; tavanda oynaşan gölgeler oluşturuyordu. Odun ve kömürlerin çıtırtısından başka sesin duyulmadığı geceyi; arada sırada öten bekçi düdükleri bölüyordu. Ev yine de soğuktu. Keskin bir rutubet; duvarlardan sızıyor, yorganın yastığın üzerini nemlendirerek, ıslatıyordu.
Cem, yattığı divanın üzerinde yastığını doğrultup, sırtını duvara dayadı. Uyuyamamıştı. Kulaklarına kadar yorganlarına sarınmış bu iki kadını, dalgın gözlerle, uzun uzun izledi. 'Çok az kaldı.' diye içinden geçirdi.
Ailesini bu yokluktan bir an önce kurtarmak istiyordu.
Şimdiye kadar, ne okul çıkışı, koşup, kaptığı boyacı sandığı yetmişti buna; ne annesinin satması için hazırlayıp çinko bir kovaya doldurduğu limonata, ne de o küçücük bedeniyle inşaatlarda taşıdığı tuğlalar... Artık avukat olacaktı... Yıllardır bu istekle, çarçabuk, aceleyle büyümüştü.
Tüm gece, geçmişle gelecek arasında kurulan bir salıncakta sallandı; büyükçe bir ceviz ağacının eteklerinde kurulmuş tahta bir salıncaktaydı sanki...
Kah, ağacın koyu gölgesinde, kuzeyden ve geçmişten gelen rüzgarla yosunlanmış gövdesinin küflü kokusundan derin bir nefes alıp, yere değen ayaklarıyla ilk ivmeyi alıyor, salıncağı ileri doğru itiyor, yüzünü ılık bir rüzgara yalatıyor... Kah, iyice ileriye fırlayıp, seyrelen yapraklar arasından sızan güneş ışınlarıyla gözleri kamaşıyor, taze havayla ciğerlerini iyice dolduruyor, geleceğin aydınlık, sımsıcak güneşinin altına fırlayan bedenini kemiklerine kadar ısıtıyordu.
Geçmiş ve gelecek arasında bir geri, bir ileri sallanıp duruyordu.
Cem, o sabahı yeterince uyuyamadan doğdurdu.
Anneleri her ikisini de sessiz hayır duaları eşliğinde, okullarına uğurladı.
Her zaman yaptığı gibi; önce kahvaltı bulaşığını yıkadı, ardından pencereyi, kapıyı açıp, çalı süpürgesiyle evi süpürdü. Yere yaydığı kalıpları parşömen kağıdına geçirdi.
Dış kapı açıldı. Kapının aralığından maksi eteğini kısaltmak için belinden birkaç kez dışa doğru kıvıran, üzerine kat kat kazak giyinmiş, kısa boylu, tombul bir kadın göründü. Destursuz, davetsiz içeri girdi. Yere bir minder indirip, Sevgi'nin yanına oturdu. Gelen bu kadın; komşularıydı. Aşağı yukarı her gün, laflamak için Sevgi'ye uğrardı. Cırcır böceğini andıran sesiyle Sevgi'nin tüm gün süren sessizliğini yırtarcasına bölmek isterdi.
Havadan sudan bahsetti önce. Sonra yine aynı konuyu açtı.
-Biraz daha düşünseydin, hemen kestirip atmasaydın.
Sevgi dik dik kadının gözlerinin içine baktı. Yanıt vermedi. Kadın yine de konuşmasını sürdürdü.
-Bak, hepsi uçup, gidecek. Bir başına kalacaksın. Bu böyle nereye kadar devam eder. Senin de bir can yoldaşına, hayat arkadaşına ihtiyacın var. Yarın ikisi de evlenip gidecekler, bakalım haftada bir kez uğrayacaklar mı yanına. Daha otuz sekiz yaşındasın.
Sevgi, her gün yinelenen bu sözlerden bunalmıştı. Susmasını rica eden gözlerle kadına biraz daha baktı.
-Yazık değil mi sana. Şu genç yaşında yeterince yalnız kalmadın mı, yeterince feda etmedin mi kendini? Bak, büyüdüler işte. Neredeyse okullarını bitirecekler. Şöyle helal süt emmiş, sana yoldaşlık edecek, seni el üstünde tutacak biriyle evlensen, yaşlılığınızda birbirinize göz kulak olsanız fena mı olur. Çocuklarının buna karşı çıkacağına inanmıyorum. Sen de insansın, çok da güzel bir kadınsın. Kim bilir ne yalnızlıklar çektin. Ne zorluklar yaşadın. Çiftleşme zamanı gelen bir ineğin böğüre böğüre ağlamasını herkes duyar, bilir de, kızışmış bir kedinin miyavlamasına herkes şahit olur da, nedense yapayalnız bir kadının sessiz çığlıklarına herkes kulak tıkar. Sevmeye, sevilmeye ihtiyacın var, bırak şu inadı.
Sevgi kıpkırmızı kesilmişti. Yine laf dönüp, dolaşıp, aynı yere gelmişti. Kaç kere söylemişti; evlenmeyecekti.
Bu kadın nasıl oluyordu da, özel hayatının içine burnunu bu denli sokabiliyordu. Önce kızmak, haykırmak istedi. Sonra bunun; onun iyi niyetine karşı saygısızlık olacağını düşünerek sustu.
Ahmet'ini tek bir gün unutmamıştı ki. O, rüyalarında ikinci bir hayat yaşıyordu. Ahmet'iyle rüyalarında birlikteydi. Onunla konuştuğu, ona danıştığı zamanlar olduğu gibi, kimseye söylemese de, rüyalarında hala Ahmet'iyle seviştiği de oluyordu. Genellikle bu; onu düşlediği geceler ardından olurdu.
Yeni birini, başka birini hiç düşünmemişti. Başka birinin tenine dokunabilir miydi ki... Sevebilir miydi bir başkasını?
Şu an bunları düşünmek bile istemiyordu. Onun tek bir ideali vardı; sağlıkla, şu çocuklarının okullarının bitmesini sağlamak.
Sonrası mı? Daha ne isterdi ki... Ahmet'in çizdiği idealleri çocuklarıyla birlikte nakış gibi işlemişlerdi. Yüzmüş, yüzmüşlerdi de, kuyruğun sonuna gelmişlerdi. Şu an yaşamlarını sekteye uğratabilecek hiçbir riski göze alamazdı. Kadının ısrarlı konuşmasına çok da saygısızlık etmemek adına:
'Çocuklar okullarını bir bitirsin de.' dedi sadece.
.....
Bir masa, bir dolap, bir sehpa, üç koltuk ve bir telefondan oluşuyordu bürodaki tüm eşyalar. Cem, okulunu bitirmiş, avukatlık stajını tamamlamış, annesinin yıllardır artırıp kenara koyduğu parayla bu küçük ofisi tutmuştu.
Davalar almaya başlamıştı bile... Zıpkın gibiydi; sağa sola koşturuyor, o davadan bu davaya, adliyeden, savcılığa koşuşturup duruyordu. Enerjisine hayran kalmamak mümkün değildi. Yakışıklı bir genç olmuştu; cıva gibiydi.
Okulunun son yılında sınıf arkadaşlarından bir kızı sevmişti. Kız arkadaşı, okulunu bitirdikten sonra memleketine dönmüş olsa da, irtibatlarını koparmamışlar, mektupla, telefonla görüşmeye devam etmişlerdi. Onunla izdivaç düşünüyordu. Annesine en kısa zamanda bu meseleyi açacak, sevdiği kızı ailesiyle tanıştıracaktı.
Bir miktar para biriktiğinde ilk yaptığı iş; evlerini taşımak oldu. Annesini alıştığı bu mahalleden koparmak istemiyordu. Yine aynı sokak içerisinde, kaloriferli, küçük bir daire kiraladılar. Artık hepsinin ayrı odaları vardı. Tıp Fakültesi eğitim süreci Cem'in okulundan daha uzun olduğu için, ablası henüz okulunu bitirememiş olsa da, o da okulunu bitirip, bir an önce ihtisasına başlamak istiyordu.
Hem evleri ısınmıştı, hem yürekleri...
Sessiz bir mutluluğu yaşıyorlardı.
Evin her yanını huzur ve sükunet sarmıştı. Şükür dualarıyla evlerine girip, çıkıyorlardı.
Cem'in kendisine söz verdiği şeyler sırasıyla gerçekleşmeye başlamıştı. Bir akşam ofisinden çıkmadan önce, not defteri üzerinde bir hesap yaptı. Bir miktar para daha biriktirebilmişti. Eli, telefona uzandı.
-Yarın akşam kaçta otobüsünüz var?
Telefonu kapattığında, elindeki not defterine çeşitli notlar düştü. Yapmayı planladığı şeyleri sıraladı.
Artık yolculuk vakti gelmişti.
Yıllardır içini kemiren gölgeleri gün yüzüne çıkarmak için çabalamalıydı.
Babasının ne için öldürüldüğünü bilmek istiyordu.
Otobüs sabahın ilk ışıklarında şehre ulaşabildi. Cem, mezarlığın yanından geçerken babası için Fatiha okudu. Şehre indikten sonra mutlaka babasının mezarını ziyaret edecekti. En son ne zaman gelmişlerdi buraya? Taşındıktan sonra yaz tatillerinde birkaç kez akrabalarını ziyarete gelseler de, geçim telaşıyla son yıllarda uğrayamamışlardı.
Anadolu'nun bir çok kenti gibi, burası da çok yavaş değişiyordu. Cem dikkatle değişiklikleri fark etmeye çalışıyordu. Şehre girdiklerinde Belediye binasının yıkılıp, yerine yenisinin yapıldığını gördü. Birkaç gecekondu mahallesinden apartmanlar yükselmişti. Bir iki park ilave edilmişti. Yine de değişiklikler modern çağa ayak uyduramamıştı. Hala büyükçe bir taşra kasabasına benziyordu.
Otogara vardıklarında, çantalarını alıp, bir taksiye atladı. Şehri biraz daha görmek için, taksiyi ana caddelerde dolaştırdı. Sonra, taksinin yönünü eski mahallelerine doğrulttu. Şoförden yokuşun aşağısında kendisini beklemesini istedi. Bakkal aynı yerdeydi. İçeri girdi. Eski sahibi yoktu, büyük bir ihtimalle el değiştirmişti. Çocukluğunda hafızasına kazınmış suretleri canlandırmaya çalıştı. Bu yeni adam, eski amcaya pek benzemiyordu. Ölmüş müydü? Sormaya çekindi. Birkaç bisküvi ve çikolata alıp, ayrıldı.
Dik yokuşu tırmanmaya başladı. Az sonra evlerinin önüne gelmişti bile. Böyle yolsuz, izsiz yerlerin ortak kaderi; değişime ayak uyduramamalarıdır. Tüm kent değişse bile, böyle bir dik yokuş kolay kolay değişmez. Nitekim öyleydi de; evleri olduğu gibi duruyordu. Yalnız, iyi bir bakımdan geçirilmiş, yenilenmişti. Pencere - kapı; çağın, plastik modasına uymuş, değiştirilmişti. Bahçe aynıydı. Birden bir köpek sesiyle irkildi, içi titredi. İstanbul'a döndüklerinde apartmanlarının arka bahçesinde bir köpek besleyip, besleyemeyeceklerini düşündü.
Geçmişten kalan, ucu açık çemberlerin tümünü kapatmak için buradaydı.
Evi bir süre daha izledikten sonra, yokuş aşağı inip, kendisini bekleyen taksiye bindi. Az sonra, gitmek istediği yere ulaştı. Evin içi kalabalıktı. Cem'i kapıda coşkuyla karşıladılar. Getirdiği hediyeleri açıp, sevindiler. Yemekler yenildi, çaylar içildi, sağdan soldan muhabbet edildi. Yeni yeni havadisler iletildi.
-Düşündüğümden daha da büyümüşsün oğul, en son bir damlacık bir şeydin.
Diye yineledi Semih, gülümseyerek... Zaman ne çabuk akıp, geçiyordu.
-Siz pek değişmemişsiniz Semih Amca. Babamla çektirdiğiniz siyah beyaz fotoğraflarınız hala durur. Saçlarınız biraz kırlaşmış o kadar.
O gece Semih'le Cem, uzun süren bir yürüyüşe çıktılar. Semih, bu gencin topraklarına neden döndüğünü biliyordu. Ama ona nasıl yardım edeceğini bilemiyordu. Geçmişi anımsayarak onun ısrarlı sorularına yanıtlar bulmaya çalışıyordu. Hep, aynı soruyla karşı karşıyaydı.
-Neden?
Nedenini yıllarca sorgulamasına rağmen, o da çözememişti. Çok uzun süre bunu düşünmüş, ama olaylar arasında bağlantı kuramamıştı. Ve uzun zamandır da düşünmeyi bırakmıştı.
-Paralarına dokunmamışlar, taksiyi çalmamışlar. Bir gasp vakası değil. Neden?
Semih o günleri detaylarıyla anımsamaya çalıştı. Gündüzleri taksiyi kendisi kullanıyor, akşamları Ahmet'in işe çıkması için anahtarı teslim ediyordu. Sabah olunca da Ahmet gelip, taksiyi kendisine geri veriyordu.
'Başka kimse kullanmıyor muydu?' diye sordu Cem, 'Sadece ikiniz mi kullanıyordunuz?'
-Evet, sadece ikimiz.
Diye yanıtladı Semih.
-Amca, iyi düşün, sadece ikiniz mi?
Cem'in soruları aldığı eğitimin etkisiyle, olaya odaklı ve ısrarcıydı. Semih hafızasını zorlamaya çalıştı. Evet, sadece ikisi kullanıyordu. Başka kimseye güvenemezdi ki. Biraz duraksadı. Birden aklına bir şey gelmişcesine, sesinin tonu dalgalandı.
-Dur. Biri daha vardı. Ama ona sadece iki gün verdim arabayı. Hastalanmıştım, biliyorsun baban gündüzleri Belediye'de çalışıyordu. O kullanamazdı. Uzaktan bir akrabam var, o kullanmıştı birkaç gün. Yalnız, ahbaplardan duyduğum kadarıyla tanımadığım adamlara teslim etmiş arabayı, hemen anahtarı geri aldım. Bir daha da ona vermedim.
Cem'in gözleri irileşti.
-Kim Amca? Kimdi o?
Devam edecek...
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 18 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOSYOLOJİK OLGULARA TURP SIKTIM -5 |
|
Sevgili yakışıklı, güçlü, kuvvetli, mert ve cesur Kenyalı erkekler, hem erkek hem de dul olmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Size ders olsun diye arkadaşım Leyla'nın babası Hüseyin Amca'nın başından geçenleri anlatacağım. Adamın iki kız, üç oğlu vardı. Tarlası, evi-barkı, çifti-çubuğuyla varsıl sayılırlardı. Çocuklarının hepsini karı koca el bebek, gül bebek büyütüp üniversitelerde okutmuşlardı. Nesibe Teyze ben bildim bileli hastaydı ama aynı zamanda da evin direğiydi. Eşi alınacak, satılacak, ekilecek, dikilecek ne varsa gelip ona danışır, onun fikrini almadan hiçbir şeye karar vermezdi.
Geçen kurban bayramında memlekete gittiğimde Leyla ile karşılaşınca "Annene babana selamımı söyle: Bir ara gelip elleri öpeceğim."dedim. Demez olaydım, Nesibe teyze öleli tam iki yıl olmuş. "Babamla dargınız, neredeyse bir yıldır görüşmüyoruz." dedi.
Nesibe Teyze öldükten sonra Hüseyin Amca yeniden evlenmek istemiş. Kardeşlerin bir kısmı buna karşı çıkarken bir kısmı da rıza göstermiş. Baba hepsine resti çekip " Siz kim oluyorsunuz da benim ne yapıp yapmayacağıma karışıyorsunuz." deyince ipler iyice gerilmiş. Özellikle büyük çocuklarının ikisi "Baba, eğer evlenirsen bizi evladın sayma. Bir daha kapına açmayız."diye sert bir ültimatom verip gitmişler. Hüseyin Amca çocuklarının muhalefetine rağmen kendisinden yirmi yaş küçük bir kadın bulup evlenmiş. Kadın evlenmeden önce bazı şartlar ileri sürmüş. Evin alt katı ile yirmi dönüm bağın tapusunu üzerine yaptırmış.
Hüseyin Amca'ların evi iki katlıdır. Aynı evin ikinci katında eşi ve çocuklarıyla en küçük oğlu oturur. İkinci kata hem alt kattan, hem de dışardan çıkan çıkılabilir . Evin geniş bahçesinde traktör ve çitçilik için kullanılan ekipmanlar yer almaktadır. Bahçedeki bütün araçları çiftçilik yapan oğlu kullanır. Babası küçük oğluyla altlı üstlü oturur ve ona tarla gelirlerinden bir kısmını vererek yıllardır iş ortağı gibi geçinip giderler. Evin elektrik, su ve telefon bağlantısı her iki kat için tek bir konut gibi yaptırılmıştır. Çoğunlukla akşam yemeklerini de üst kattaki, oğluyla, geliniyle ve torunuyla birlikte yerler.
Bir gün telefon faturasının çok yüksek gelmesi nedeniyle küçük oğlan babası ile görüşmeye gelmiş. Bu görüşmeden faturada görünen pahalı konuşmaları Hüseyin Amca ve oğlunun yapmadığı ortaya çıkmış. Görüşülen numara her ikisine de yabancı gelmiş. Bu görüşmelerin Hüseyin Amca'nın genç karısı tarafından yapılmış olabileceğini düşündükleri için gidip kadına sormuşlar. Kadın, böyle bir numarayı aramadığını, görüşmelerin kendisine ait olmadığını söylemiş.
Üzerinde fazla durmayıp pahalı telefon konuşmalarını bir süreliğine unutmaya karar vermişler. Sonraki aylarda da benzer faturalar tekrarlanınca mecburen konu yeniden gündeme gelmiş. Sonunda Cici annenin her gün uzun görüşmeleri yaptığını üst kattaki paralel telefondan tespit edilmiş. Üstelik cici anne telefonda bir erkekle fazla samimi hatta edepsizce konuşuyormuş. Kadını biraz sıkıştırınca telefonda dayısının oğluyla konuştuğunu söylemiş. Çok geçmeden kadının akrabaları arasında böyle bir dayı oğlu olmadığı anlaşılmış. Konuştuğu erkek meğer evlenmeden önce ilişki kurduğu kendi muhitinden birisiymiş. Genç kadının Hüseyin Amca ile "Adam çok yaşlı, bir iki seneye kalmaz ölür. Sende para içinde yüzersin."telkinleri ile akrabaları tarafından baskı ile evlendirildiğini öğrenmişler. Adamın sağlıklı olması cici annenin bir iki yıl içinde zengin olma hayalini azalttıkça kadın eski sevgilisiyle aşkını yeniden alevlendirmesine neden olmuş. Bunların dışında cici anne ile sevgilisinin Hüseyin Amca'yı öldürmeye dair hesaplar içinde oldukları söylentisi de varmış.
Olayın açığa çıkmasından sonra cici anneyi evden göndermişler. Fakat kadının üzerine devredilen mülkleri geri vermeye yanaşmadığı için olayı mahkemeye intikal ettirmek zorunda kalmışlar. Hüseyin Amca'nın çocukları ile ilişkisi kadın gitmesine rağmen hala düzelmemiş. Bir yıl içinde bütün aile darmadağın olmuş. Şu anda Hüseyin Amca ile ilişkisini tamamen kesen çocukları, evlenmesine destek veren kardeşlerle de görüşmüyormuş.
Evli, çoluk çocuğa karışmış veya çocuk için aşındırmadık türbe, yatır, hoca ve hastane kapısı bırakmamış erkek ve kadınların da evliliğe bakış açılarında da önemli farklar var. Evli erkeklerin önemli bir kısmı evlilikle alay etmeyi, evlilik kurumunu yerden yere vurmayı, günün her saatinde evliliği espri malzemesi olarak tüketmeyi çok seviyorlar. Kadınlar evlilik kurumun ve aile içi ilişkileri erkeklere göre daha çok ciddiye alıyorlar. İlk bakışta bu tür erkeklerin mutsuz evlilikleri olduğunu düşünüyorsunuz. Aslında çoğunun (göreceli bile olsa) tıkırında giden bir evlilikleri vardır.
Kenya'da araştırma yaparken katılımcılarla yaptığımız sohbetlerde ortaya çıkan ama yanıtlarda yer almayan bazı önemli noktaları da sizinle paylaşmayı istiyorum. Evli erkeklerin çoğu her zaman eşinin dışında bir başka kadınla yeni bir ilişkiye açık ve hazır olarak bekliyormuş. Evli erkekler genellikle yeni tanıştığı kadınlardan evli olduğunu saklıyormuş. Evli olduğunu saklamadığı zamanlarda da evliliklerini çok mutsuz olduğunu, hatta eşiyle ayrılmak üzere oldukların söylüyorlarmış. Bu yakınmalarda genellikle eşiyle görücü usulüyle evlendirildiğini, eşinin kendisini hiçbir zaman sevemediğini ve anlamadığını, duygularına ve isteklerine karşılık veremediğini, hatta çok soğuk ve isteksiz olduğunu abartarak anlatıyorlarmış. Herkesçe bilinen ve erkekler tarafından uygulanan bu taktikler sık sık amacına ulaşmasını da sağlıyormuş. Kadınların bu tür masallara inanmaya yatkın olduklarını, acımaya ve korumaya dönük davranışlar gösterdiklerini, o erkeği sarıp sarmalayıp acılarını dindirmeye çalıştıklarını, yaralarını iyileştirip kalplerindeki acıları azaltma eğilimi içinde olduklarını duymak bana oldukça şaşırtıcı gelmişti.
Bana göre evliliğe bakış açımız günlük yaşantımıza, sosyal ve kültürel dokumuza özgü önemli bilgiler yansıtıyor. Özellikle kırsal kesimde yeni yetme kızlar için evlik, hatırı sayılır bir oranda gündelik sıkıntılardan ve baskılardan kaçış aracı olarak algılanıyor. Baba evinden kaçmak için evlenmek, aile baskısından kurtulabilmek için evlenmek, karnı ekmek sırtı mintan görsün diye evlenmek diğer toplumlarda bizde olduğu kadar yaygın mıdır bilmiyorum. Karşınıza çıkan ilk erkekle kaçmak ve her şeyin daha iyi olacağına inanmak insana çok çılgınca geliyor. Annem tam bizim aileye uygun birini buldu diye, babam mürüvvetimi görsün, torunlarını dizine oturtup sevsin diye evlenmek sadece bize özgüdür sanıyorum. Kendisinden yaşça büyük biriyle başlık parası karşılığında evlendirilmek, ağabeyinin evlenme çağı geldiği için başka biriyle trampa edilmek (berdel) dünyanın her yerinde yaygın olabilir mi?
Onlarca kez genç kızlara şakayla karışık "Okuyup ne yapacaksın. En fazla bir iş bulup kuru ekmeğe talim edeceksin. En iyisi sen kendine okumuş, ekonomik sıkıntılarını çözmüş, evini, arabasını almış bir koca bul. Bırak sorunları senin yerine başka biri çözsün. Sen hayatın tadını çıkar."dendiğini duymuştum. Bu sözler gerçekten bir şaka mı? İnsanların aklına şaka yolu ile şirin gösterilerek hazırcılık mı enjekte ediliyor? Türk filmlerinde, dizilerde yüzlerce kez "Güzelliğini, geçliğini boşuna heba etme, değerini bil. Kafanı kullan biraz. Kendini ağırdan sat." cümlelerinin kullanıldığına hepimiz tanık olmuşuzdur. Mizah gibi ama bu cümlelerin sokak arası versiyonlarını da dikkate alırsak eski ve sonuçları çok garantili bir pazarlama stratejisi olduğunu görürüz. Biraz alımlı, çalımlı, hoş bir kızın yaşamını kurmak için çaba harcamasına hiç gerek yoktur. Sadece kendini zengin bir ailenin oğluna beğendirmekle bütün sıkıntılarını çözebilecektir. Bu kız sadece kendi yaşamını sıkıntıdan kurtarmakla kalmayacak bütün ailesinin dertlerine derman olacaktır.
Eğer evleneceğimiz kişi eşimizse, hayat arkadaşımızsa, istisnasız bütün güzellikleri ve sıkıntıları paylaşacağımız kişiyse bu tür değerlendirmelerde ciddi bir sorun var. Böyle konumlandırılmış bir eş hayat arkadaşımız, sırdaşımız, iyi ve kötü gün yoldaşımız, dengimiz değil, beslememiz, koruma altına aldığımız muhtaç biridir. Bu kadınla erkek bire bir olarak eşlenebilir mi? Onların evliliğini oluşturan psikolojik sözleşmesinde sadece kadının rahatını, eğlencesini, konforunu ve güvenceyi paylaşmasına ilişkin karşılıksız maddeler yazılı. Bunların karşılığında o evliliğe kadın ne verecek, neyi paylaşacaktır.
Tek taraflı olarak kadının veya erkeğin çıkarları gözetilerek kurgulanmış bir evlilik beni çok kızdırır. Kötü bir tel odasında tek gece için anlaştığımız, işi bitince parasını alıp gidecek hayat kadını ile ilişkimizde bile kendine özgü bir etik zincir vardı. O kadın en azından sarhoş olduğum için üstüne kusabileceğimi, saçmalayabileceğimi, işimiz bitince anlaştığımız parayı vermemek için rezalet çıkarabileceğim ihtimallerini bile göze alır. Aşağıladığımız bu ilişki biçiminde bile taraflar arasında yüzlerce ihtimali kapsayan, tutarlı hatta anlaşılabilir bir mantık vardır. Kurgulanmış bir evlilik bu aşağıladığımız ilişki biçiminden bile daha anlaşılmaz ve tutarsızdır. Birilerinin birilerini kafeslemesi, halkayı burnuna takması, kapağı kenar mahalleden deniz manzaralı, hizmetçili semtlere atması gibi tanımlamalar sadece bu evlilikler için söylenebilir.
Evlilik yoluyla sosyal statümüzü, ekonomik durumumuzu değiştirmek hayali sadece kadınlara özgü değildir. Gencecik delikanlılarımızın da kırk beşlik Helga'larla evlenip kapağı Almanya'ya atma düşleri vardır. Bunu gerçekleştirmek için güneyde turizm merkezlerini arşınlayanların sayı hiç azımsanacak gibi değildir. Beyaz atlı prensler, beyaz tüller içindeki melekler tarihin hiçbir döneminde var olmadılar. Artık onları anlatan masallar bile kirlendi. Meleklerin beyaz kanatlarını akşamdan çamaşır suyuna yatırsak bile beyazlamıyor. Prenslerin hepsi at cambazı oldular. Babalarının ahırından çaldıkları atları boyayıp yeniden babalarına satıyorlar.
Hayıflanmak benim yaşımdaki insanlar için sağaltılamaz bir hastalıktır. Domateslerin eski zamanlardaki lezzetinden ah vah etmeye başlar, çileğinden kokusundan çıkarız. Evlilik bütün sohbetlerde her masaya en az birkaç kez uğrar. Her yetişkin hatta her genç bu konuda mutlak otorite, birkaç derin manalı cümle yumurtlayabilecek denli uzmandır. Çevremdeki insanların konuşmasından yola çıkarak evli bir erkeğin penceresinden yansıyan yargılara tutunarak ortaya çıkan sonuçları sizlerle paylaşmak istedim. Yazının içinde zaman zaman erkekler ve kadınlar hakkında çirkin benzetmeler yer almaktadır. Hiçbir tanım ve çirkin benzetme bana ait değildir. Ön yargılarım ve kendi genellemelerim elbette yazıya kendi damgasını vurmuştur. Açıkça bir cinsi aşağılamak veya yüceltmek gibi keskin bir çizgi çizilmemiştir. Güzelliklerle kalın emi…
Bitti
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya BULGUR KÖFTESİ KÜLHAN TATLISI |
|
Herkese merhabalar… Diyarbakır ilimizden sofralarınıza renk katmaya devam ediyorum…
LEBENİ ÇORBASI
MALZEMELER:
3 su bardağı yoğurt, 1 kase döğme (buğday), 1 yumurta, 8 bardak su, 3 çorba kaşığı sıvı yağ, 3 çorba kaşığı kuru nane, tuz
YAPILIŞI:
Yoğurt,yumurta, su ve bir miktar tuzumuzu orta büyüklükte bir tencereye koyup, 15 dk. sürekli çırpalım sonra çok hararetli ateşte 20 dk. kadar karıştırarak pişirelim… Diğer yandan 1 kase buğdayımızı 2-3 defa temizce yıkayalım ve kaynamakta olan yoğurdumuzun içine ilave edelim ve buğdayımız yumuşayana kadar iyice kaynatalım, ocaktan alalım… Servis yapacağımız zaman da yağ ile nanemizi tavada kızdırıp çorbamızın üzerinde gezdirelim…
Ve işte bugünkü nefis tatlımız;
TÜRK KAHVELİ KEK
MALZEMELER:
4 yumurta, 1 bardak toz şeker, 3 bardak sade kek karışımı, 1 çay bardağı soğuk su, 1 paket kakao, 1 çorba kaşığı tarçın,
KREMASI İÇİN:
1 paket krem şanti, 1 tatlı kaşığı türk kahvesi, 1 bardak soğuk süt
YAPILIŞI:
Yumurta ve şekerimizi 1-2 dk. iyice çırpalım.Diğer yandan sade kek karışımı, kakao ve tarçınımızı 5 dk. çırparak yumurtalarımıza ekleyelim… Elde ettiğimiz hamurumuzu yağlı tepsimize dökelim ve 175 derece de 30-35 dk. pişirelim ve soğutalım…
GELDİK SON AYRINTIYA:
Krem şanti, türk kahvesi ve sütümüzü 2-3 dak. mikserle çırpalım ve kekimizin üzerine eşit miktarda sürelim… Kekimiz servise hazır bile…
PÜF NOKTASI:
Çorbanız çok tuzlu olduysa üzülmeyin, 3 pratik çözüm sizleri bekliyor
1). Çorbanız aşırı tuzlu değilse, bir parça toz şeker işimizi halledecektir
2). Çorbamız tuzlu ise içine birkaç patates dilimi atın, tuzu emeceklerinden pişince içinden çıkartın…
3). Çorbamızın içine gümüş bir kaşık ve küçük bir bardak dolusu çiğ süt koyun, 5-10 dk. ateşte pişirin, sonra kaşığı çıkartın… Yemeğinizin tuzu aynı ayarda olacaktır…
AKLINIZDA BULUNSUN:
Elmaların tatlılarda kullanırken soyduğumuz kabuklarını ziyan etmemek ve onlardan faydalı bir içecek elde etmek elimizde… Elma kabuklarını 1-2 adet karanfille kaynatarak, biraz bal ilavesi ile gün boyunca içebileceğiniz lezzetli bir çay hazırlayabilirsiniz…
GÜNÜN MENÜSÜ:
Lebeni çorbası, kıymalı makarna, komposto, türk kahveli kek
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak Emre Aracı'nın son albümü "İstanbul'dan Londra'ya: 19. Yüzyıl Osmanlı Koral ve Senfonik Müziği"ni, ardından Bask ayrılıkçısı örgüt ETA'yı neredeyse çökerten İspanyol ajanı konu alan "Kurt"u ve son olarak cumhuriyet kadınlarından Afet İnan'ı anlatan "Prof. Dr. Afet İnan"ı sizlerle paylaşacağım.
İSTANBUL'DAN LONDRA'YA: 19. YÜZYIL OSMANLI KORAL VE SENFONİK MÜZİĞİ / EMRE ARACI :
Dün ile bugün, doğu ile batı arasında soyadı gibi "aracı"lık yapan Emre Aracı, "Boğaziçi Mehtapları'nda Sultan Portreleri" albümünün ardından "İstanbul'dan Londra'ya: 19. Yüzyıl Osmanlı Koral ve Senfonik Müziği" albümünü Kalan Müzik'ten çıkarttı.
Prof. Talat Halman'ın "Genç bir Osmanlı beyefendisi, bir İngiliz aristokratı ve modern bir Türk" olarak tanımladığı müzikolog ve besteci Emre Aracı, uzun bir araştırma sonucu ortaya çıkarttığı eserleri günümüze taşıyor.
Aracı'nın son albümünün konusu, 1867 yılında Kraliçe Viktorya'nın davetlisi olarak İngiltere'yi ziyaret eden ilk ve tek Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz'in şerefine Crystal Palace'ta 1600 kişilik İngiliz korosunun okuduğu Türkçe kaside.
Uzun ve titiz araştırmalar sonucu Emre Aracı, İtalyan besteci Luigi Arditi'nin kaleminden çıkan "Inno Turco" adını taşıyan bu eseri, ilk defa Prag Senfoni Orkestrası ve Prag Filarmoni Korosu ile albümüne kaydetti.
"İstanbul'dan Londra'ya: 19. Yüzyıl Osmanlı Koral ve Senfonik Müziği" albümü bir buçuk yüzyıl öncesinden günümüze gelen arşivlik bir eser.
KURT (EL LOBO) :
İki büyük savaş ile şekillenen dünya, Fransız İhtilali sonrası yükselen bir devlet yapısını bizlere sundu. Artık büyük imparatorluklar yıkılmıştı. Sırada bu topraklarda yaşayan halkların kendi ulus kimliklerinin bilincine varması ve bu kimlik içinde devletler kurması vardı. 20. yüzyılın ortalarına kadar süren süreç içerisinde pek çok imparatorluk yerini nispeten daha küçük ulus devletlere bıraktı. Yani bir üst kimlik altında yaşayan insanların devletine. Bu pek çok ülkede karmaşaya neden oldu ve hala da oluyor. Çünkü Avrupa ve Asya kıtaları üzerinde yaşayan halklar binlerce yıldan beri beraber yaşadıklarından tek bir ulus kimliği altında birlikte olmaya zorlanıyorlar. Bu sorunları gidermek için her ülke ayrı bir formül uyguladı bugüne kadar. Mesela Fransızlar için ulus, Fransızca'yı ana dili kabul eden insanların birlikteliğiydi. Yani Fransız olmak için ırktan daha çok dil ön plandadır. Almanlar ise uluslarını ırk üzerine kurmaya çalıştılar. Ancak bütün bu formüller bir yere kadar işe yaradı. Günümüzde ırk temelli kavgalar hala Avrupa'yı kana buluyor. İşte bunlardan biri de İspanya'da oluyor. "Kurt" yıllardan beri İspanya'nın Fransa sınırına yakın kuzey bölgesindeki Basklar'ın özgürlüğü için mücadele ettiğini savunan ETA'nın İspanya'daki terör olaylarını ve bir ajanın ETA'ya vurduğu darbeyi konu alıyor.
Diktatör Franco, Bask ayrılıkçısı örgüt ETA'nın eylemlerini kendi iktidarını sağlamlaştırmak ve ülke demokrasisinin işlememesini sağlamak için bahane olarak kullanmaktadır. Ajan niteliği taşımamasına rağmen polis tarafından muhbirliğe zorlanan Mikel Lejarza, 1973 - 75 yılları arasında İspanyol polisinin ETA'ya karşı bugüne kadar en başarılı operasyonu gerçekleştiren ajandır. Lejarza aralarında örgütün üst düzey isimleri de olan 150 kişiyi yani örgütün dörtte birini yakalatmıştır. Bunun sonucunda Mikel Lejarza'ya "El Lobo" (Kurt) lakabı takılmıştır. Ve ETA da "El Lobo"nun peşine düşer.
Yönetmen Miguel Courtis, "El Lobo"nun siyasal içeriğine karşın politik bir filmden çok, aksiyon ve serüven ağırlıklı bir film ortaya çıkartmış.
125 dakikalık film, politik arka planlı aksiyon filmlerini sevenler için iyi bir seçim.
PROF. DR. AFET İNAN / ARI İNAN :
Bu kitap bir Cumhuriyet kadınının, günümüz kadınlarına örnek olmayı sürdüren Atatürk'ün manevi evlatlarından Prof. Dr. Afet İnan'ı konu alıyor.
Bursa Kız Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra Fransızca öğrenmesi için Atatürk tarafından Lozan'a gönderilen, döndüğünde Ankara'daki öğretmenlik yıllarında bir erkek öğrencisinin, "Kadınların seçme ve seçilme hakkı yoktur!" sözü üzerine kamçılanıp kadın haklarını savunmaya başlayan ve mücadelesini kazanan, Türkiye'de arkeoloji çalışmalarının başlamasını öngören bir Cumhuriyet kadının hayat hikayesi var bu kitapta.
Araştırmalarının sonuçları ile ülkesini uluslararası bilim çevrelerine tanıtmaya çalışan, çabalayan, geri adım atmayan, ileriye bakan, bir iradenin, bir dönemin ruhunu temsil eden, yeni kurulan cumhuriyetin sembol kadınlardan biri Afet İnan.
Cumhuriyetin kurulmasına, ülkedeki değişimlere birebir tanıklık eden, pek çok gelişmeyi yaşadığı ataerkil toplumda "kadın başına" sırtlayan yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin örnek bir kadınını Prof. Dr. Afet İnan'ı konu alan bu kitap günümüz gençlerine, araştırmacılarına ilham verecek kaynaklık bir çalışma.
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Hülya Galitekin <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.334 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
OROSPUM
Galiba yedi yaşındaydım,
Motorlu bir trenin penceresinde gördüm.
Ve
Çıplaktın
-İlk kez kadınlar
Hamamında
Görmüştüm
Çıplak bir kadını-
Ve sen;
O hamamın bütün kadınlarından
Güzeldin.
Bir tuz kokusu ile laf attın.
İlk Haydarpaşa vapurunda seviştik
Ben buluğa ermeden.
Köpürdük
Denizin yeşilinde.
Ben kenar bir semtinde habersiz
Sen başka sevişmelerde…
Bir beni ayarttığını sanırdım,
Gözlerimle gördüm;
Sultanahmet'teki müezzine cilveni,
Ayasofya'daki Papaz'la kırıştırdığını,
Dolmabahçe'deki şairlere nazını.
Ya Kumkapı'daki balıkçılara laf atman,
Peki, ne demeli Beyoğlu'nda bütün sarhoşlar la kol kola…
Boğaz'da civanları sevdalılarından ayırttın
Kaç güzelin ahtı var üzerinde.
Hıncımı on altımda aldım senden,
Mahalledeki Remziye'ye vuruldum.
Ne bilirdim nispet beyhude.
Sen umursamaz kendi sevdalarında…
Ben kendi kendime kara sevda…
Nefretim büyüdü
Çekip gitmek uzaklara…
Uzaklarda da her yerde resmin
Yapamadım yaban ellerinde,
Bir it gibi kuyruğu apış arasında,
Döndüm koynuna.
O kadar seneden sonra
Galata kulesinden süzdüm
Bir türlü kırışmayan deniz yüzünü.
Dün Emirgan'da çay içerken bir başıma
Gizliden sokuldun,
fark etmedim gözlerimi süzdüğünü
fark etmedim Boğaz melteminde
Saçlarımı okşadığını.
Anladım.
Dudaklarımda gezdirdim ismini,
Fısıldadın geceyi.
Bakıştık
Öpüştük
Seviştik
Seviştik
Şiirlerce
Ve
Şiirler tükendi hafızamda
Çekip gittin
Başkalarına.
Baş başa nefretimle,
Neron kadar cesur olmadığımı söyledim
Ona.
Oysa…
Cesurdum…
Koynumdaki nefretim
Gurbetteki hasretim
Yedimemeli orospum.
İstanbul'um.
Ömer Davultaş
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Advanced X Video Converter 3.9.40 [5.70 MB] Windows Deneme 29.95$
http://www.aoamedia.com/XVideoConverter.exe Kullandığım en mükemmel video çevirme programı. Hemen her türde video dosyalarını bir diğerine çevirebiliyor, dosyaları ayırabiliyor ya da birleştirebiliyorsunuz. Kullandığı formatlar; AVI (DivX, XviD, MPEG-4...), MPEG (MPEG-1, MPEG-2), WMV/ASF, VCD/DAT ve SVCD. Daha ne olsun? Video dosyaları ile oynayanlar için ideal bir program. Mutlaka denenmeli.
Yukarı
|
|
|
|
|
|