|
|
|
18 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Geçmiş olsun İzmir'im!.. |
Merhabalar,
Telefonda ilk haberi aldığımda tepkim herzamanki gibi oldu, "Aman sende, İzmir'li depreme alışıktır, bişicikler olmaz." dedim. Karşıdan "Yok babam bu eskilere benzemiyor, bu sefer iyi vurdu." lafını duyunca televizyonu açtım. Gereçekten de bu seferki farklıymış. Hele 3 tane ardı ardına büyük olunca dün geceyi sokakta geçirenleri çok iyi anlıyorum. Büyük geçmiş olsun. Hoş geçmiş oldu mu daha belli değil ama gene de şimdilik geçmiş olsun diyelim. Sonrası için de Allah korusun demeyi ihmal etmeyelim.
N'oluyor Dünya'da, anlayan beri gelsin. Sanki doğa intikam alıyor. Tsunami, tayfun derken şimdi de Pakistan'daki depremde ölü sayısı 60 binlere gelmiş. Hele dağlık bölgede depremden kurtulup açıkta kalanların durumu bir facia. Yardım gelmezse daha binlerce insanın ölmesinden korkuluyormuş. Çok büyük bir felaket. Eğer yardım etmek istiyorsanız cep telefonlarınızdan 2868'e bir mesaj yollamanız yeterli. Mesaj başına 5 YTL sizin adınıza bir hesapta toplanıp deprem bölgesine ulaştırılıyor. Daha fazlası için kullanılacak hesap numarası da 2868.
Tüm vurdumduymazlığımıza karşın bu sefer aldığımız önlemlerle sınıfı geçmişiz. Kuş gribi için Manyas'ta alınan önlemler AB Komisyonu tarafından yeterli bulunmuş. Demek ki istenirse oluyor.
Bir sevgili kahvecinin uyarısıyla Pazar günü yeni bir CD aldım. Laço Tayfa'nın kurucularından Hüsnü Şenlendirici'nin Hüsn-ü Klarnet isimli albümü. Klarnet nasıl üflenir diye ders veren harika bir albüm. Şimdi size albümün açılış şarkısını çalacağım ama siz de hemen gidip albümün kendisini alacaksınız. Zira içinde bir "İstanbul İstanbul olalı" yorumu var ki, dinle dinle doyulmuyor. Evet Hüsnü Şenlendirici çalıyor, Oyun Havası. Hepinize sarsıntısız, tasasız bir gün diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kesme Şeker : Mehtap Yıldız NE GÜZELDİR YOLLARDA OLMAK ŞİMDİ |
|
Yollar, yolculuklar... İlla da yolcu olmak, yollarda olmak... Gezgin için ulaşmak değil, yolda olmaktır anlamlı olan. Nereye gittiğinin önemi olmadan ülkelerin, şehirlerin, köylerin, kavşakların, durakların, yaşamların, kültürlerin, duyguların kesişmesine tanıklık... İnişler, çıkışlar, virajlar, zorluklar, düzlüklerle, yaşam kadar sürprizli ve akıcı yollar...
Gizemli masallardaki gibi; gidişlerde hep umut, heyecan ve tatlı bir telaş, dönüşlerdeyse tüketilmişliğin verdiği iç sıkıntısı ve yorgunluğu ile biraz iç buran yollar. Yollar, yolcular... Yine de bitmek tükenmek bilmeyen yollarda yolcu olmak güzel... En azından gidecek bir yer, koyacak bir nokta ya da virgül olması, umut olması yani...
Yolcu açısından böyledir; başlangıcı ve bitişi belli. Yolculuklarda hep uzun yol şoförleri gelir aklıma; tır, kamyon, otobüs... Her gün yollarda, üstelik gidiş gelişlerle neredeyse artık ezberlenmiş yollarda. Dört tekerlek üzerinde neredeyse hiç durup dinlenmeden geçen günler, aylar, yıllar... Ne monoton, ne sıkıcıdır kimbilir! Yolcu ve hancı sözcüğü çok uyar bu durumu tanımlamaya aslında...
Yoldayım bunları karalarken... Ankara -İstanbul arasının doğası doyumsuz güzelliktedir. Bir yılan gibi kıvrılan ve bir hareketi bir daha asla tekrar etmeyen otobanın, bahar ve yaz aylarındaki ışıltısı, morun en açığından koyusuna tüm tonlarını taşıyan dağları büyüleyicidir her zaman... Şekilden şekile girerek oyunlar oynayan bulutları, mevsime göre bacalarından incecik dumanların yükseldiği minik ve şirin köyleri ile şoförleri de yolcuları da diri tutmasını bilir her koşulda. İklimlerden ilk ya da sonbaharsa, bulutları yere indiren sis eşlik eder size. Hele kar ince bir kontür çekmişse tepelerin ve dağların girinti ve çıkıntılarına, değmeyin yolculuğun keyfine...
Neler yaşanır yolculuklarda; her biri öykü tadında ne senaryolar doğar kimbilir? Çoğumuz yaşamışızdır, vardır belleklerde buna benzer duygular ya da anılar.
Yıllar önce Adana'dan Ankara'ya dönüş yolundayım, henüz geniş otobanların olmadığı yıllarda... Otobüs firmasını şimdi hatırlamıyorum, hatırlasam yazardım teşhir için, ama adı bile kalmamıştır şimdilerde sanırım. Bir öğle vakti hareket ettik. Muavinin buram buram yapaylık kokan yol bilgileri ve iyi yolculuklar söylemi gecikmeden hedefi buldu. Şöyle bir kıpırdanıp yol havasına giremeden daha, şoförün keyfine göre seçtiği, ciyak ciyak bağıran bir sese eşlik eden korkunç bir müzik doldurdu otobüsü. Yandık dedim içimden, bu yol bitmez! Bu tip durumlarda yapacak çok şey yoktur aslında.Ya cd çalarını veya walkmen'inin kulaklığını takıp kendi müziğini yapacaksın ya da yanında tıpa taşıyıp kulaklarını tıkayacaksın! Yola çıkalı henüz yarım saat oldu olmadı, dayanılır gibi değil. Eller baş üstündeki kapama düğmelerine uzandı ama ne çare, sonuç değişmedi. Şikayetçi olan sadece ben değildim. Ortalarda oturan bir adam sinirlenerek çağırdı muavini ve ses uyarısı yaptı şoförün de duyacağı bir şekilde. Ama şoförde racon çizdirecek göz yok, tınmadı bile, yola devam... Adam bir süre daha homurdandı ama daha fazla dayanamadı. Bir ağız dalaşı başladı ama evlere şenlik... Uzadı da uzadı, yolcu; tartışmanın şiddetiyle kendinden geçmiş halde aniden yerinden fırladı ve öne seğirttiği gibi şoföre bir yumruk patlattı. Şoför de görevini, nerede olduğunu unutup koltuktan zıpladığı gibi adama girişti. Direksiyon boşta... Allaha emanet! Kimileri araya girmeye, ayırmaya çalışıyor ama ne mümkün. Korkudan panikten hepimiz ayaktayız, çığlık çığlığa yüreğimiz ağzımızda. Savruluyoruz yolun dışına doğru. Bağrışlarımızla şoför kendine gelip son anda direksiyona hamle yapıyor. Derin bir ohhh dökülüyor dudaklarımızdan. Yolcu sinir krizleri geçiriyor zorla oturtulduğu koltuğunda, şoför dersen ondan beter, kıpkırmızı suratı, burnundan soluyor. Gel de o moralle sürücü ya da yolcu ol ve yola devam et! Her iki taraf da yol boyu kendine gelemedi. Ankara'ya nasıl geldik bilmiyorum, ama ciyaklayan sesi bir daha duymadığımı hatırlıyorum. Ne kadar abes bir tablo...
Bir Güneydoğu dönüşümü de hiç unutamam. Bu kez kesin dönüş yapıyorum, yanımda bana eşlik eden dostlarımla. Uzun yol, bel sorunum var ve yastıksız yapamıyorum, Otobüs firmalarının; onlarca yolcunun teri, kokusu sinmiş, üstü kepek dolu yastıklarına muhtaç olmamak için de hep kendi yastığımı taşırım. Bir de üzerinde kıvıl kıvıl dolaşan mikro organizmaları hayal ettikçe içim dışıma çıkar hep, asla almam. Üzerinde kedi resmi baskısı olan minik yastığım kah belimde, kah başımın altındadır tüm yolculuklarımda. Özel yeri vardır bende, çok şey paylaşmışızdır onunla. Bu kez de rituel değişmedi ve firma o çok kullanılmış yastık servisini yaparken, ben kedili yastığımla bütünleşmiştim bile.
Gece yolculuğu, uzun yol ve verilen ilk mola. Çay, ihtiyaç her neyse döndük geldik yerlerimize. O da ne! Benim yastık yerinde yok! Allah allah nereye gider? Sağa bak, sola bak yok. Hostesi çağırdım;
- Kedili bir yastığım vardı, moladan sonra yokoldu. Yolculara sorar mısınız?
dedim. Hostes, görüntü itibariyle; sanki o hatta değil de Paris-Frankfurt seferini yapan bir uçaktaki meslekdaşları kadar alımlı, bakımlı, sevimli, çıtı pıtı bir kız. Gülmemek için kendini zor tutarak, başladı yolcuları tek tek dolaşıp sormaya tüm kibarlığı ile;
- Ondört numarada oturan hanımefendinin kedili yastığı kayboldu, gördünüz mü?
Bir iki kıkırdaşma oldu. Ben de durumun komikliğinin farkındayım ama, nasıl olur? Asla vazgeçmem yolculuklarımın sadık arkadaşından. Bu arada arkadaşlarım da işin eğlencesindeler, espriler havada uçuşuyor;
- Pisi pisi dersek gelir mi? Miyavvvv.
Bir otobüs kolaçan edildi, yok! Yastık bulunamadı. Beni memnun etmek için başka yastıklar bulunup getirildi ama ne mümkün, sinirden çatlıyorum. İstemem! Kedili yastığım da kedili yastığım... Artık umudu kestim ama yine de söylenip duruyorum mırıl mırıl ki, yan taraftaki arkadaşım;
- Aaa! Senin Yastık!
diye pek bir heyecanla bağırdı. Hemen önümde kaykılmış yatan ihtiyar amcayı işaret ederek... Hostes kızımız hemen müdahale etti;
- Amca iki saattir arıyoruz, o yastık hanımefendinin verir misiniz?
dedi.
Amca, aynen;
- Amaaan, al yastığını üstüne mi yattık!
diye fırlattı attı canım yastığımı!
- Evet amca, gözümle gördüm üstüne yattığını!
demek vardı, ama anlaşıldı ki amcanın kulakları çok ağır işitiyormuş ve olandan bitenden haberdar olamamış. Ama amcam öyle bir abanmış ki üstüne, benim kedinin canı çıkmış, perişan! Olsun, kavuştuk yaa! Çok mutluyum.
İşin bir başka komik yanı; bir molada şoför değişti, gecenin sessizliğinde hostes yanına oturmuş tane tane ve ciddiyetle ona anlatıyor;
- Bil bakalım neler oldu sen uyurken? Ondört numarada oturan hanımefendinin kedili yastığı kayboldu! Ara tara bulamadık,
diye başlayıp, dünyanın en önemli olayını anlatıyor havalarına bürününce ve şoför de aynı ciddiyetle dinlemeye başlayınca kopmamak mümkün mü? Hiç unutamam bunu ve yıllar geçmiş olsa da, hala sevgili yastığıma her baktığımda gülümsememe engel olamam.
Eeee, nereden nereye! Yol bu götürür işte böyle, kah geçmişe, kah geleceğe. Umuda benzer yolculuklar demiştik, tükensin istenmez. Bir yerlere varmak değil, yol almaktır aslolan... Payımıza düşense; hafifce arkamıza yaslanıp, önümüzden akıp gidenin keyfini sindire sindire yaşamaktır bir şiir güzelliğinde.
"NE GÜZELDİR YOLLARDA OLMAK ŞİMDİ..."
Mehtap Yıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) 1 ALANA 1 BEDAVA.... |
|
Sevgili Leyla Ayyıldız'a sınırlarımızı zorladığımız günün anısına, katkılarından dolayı teşekkürlerimle...
Bütün hazırlıklar yapıldı. Fuar girişinde bir araba bulduk. Yüklendik dergilerimizi. Ben önde, kolumun altında on kadar dergi, Leyla arkada el arabası ile stand arıyoruz. Neyse bulduk. Tanıtmak istedik kendimizi ama gerek kalmadı, sağ olsunlar şıppadanak anladılar kim olduğumuz. Hemen bize bir yer tahsis ettiler ve dizdik rengârenk dergilerimizi; turuncu, yeşil, pembe, mavi...
Aman da aman bir kalabalık ki sormayın gitsin. Biz iki hatun, iki dirhem bir çekirdek. Sanırsınız ki önceden ezberlenmiş repliklerimiz, bize yakışır şekilde tanıtıyoruz kendimizi yani KM'yi ve KMD'yi.
- Kahve Molası'nı daha önce duymuş muydunuz? İnternet kullanıyor musunuz? Bakın işte tam aradığınız adrestesiniz. Çok sevgili yazar arkadaşlarımızın, dünyanın dört bir yanından yolladıkları yazıları, öyküleri, gezi anıları fotoğrafları ile birlikte yer alıyor bu sayfalarda. Amatör ruhların profösyonel çalışması.
- Evet, elbette Küba! Bu sayımızda Cüneyt Göksu Küba tarihini ve gözlemlerini anlatıyor.
- Hayır, ilk sayı ile son sayı arasında zaman aşımı yok. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederiz.
Dergi değil, tencere tava sattığımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Öyle demeyin insanlar ilgileniyor siz konuşmaya başladığınızda. Fuar alanlarının yoruculuğunu işim dolayısı ile yakınen bildiğimden bir saat daha ayakta durmaya devam edersek ayaklarımızın şiddetle ağrıyacağını söylüyorum Leyla'ya. Kimse yokken nöbetleşe standın gerisinde oturuyoruz.
Dergimizin sayfalarını şöyle bir karıştırıp burun kıvırıp gidenlere gıcık oluyorum tabii ki. Huysuz huysuz mırıldıyorum. "Öyle düşünme" diyor Leyla. "Dokunması, içine bakması bile kârdır."
Aslında ilk saatlerde hiç boş kalmıyoruz diyebilirim. Gelen, giden, soran... İnanılmaz! Cıvıl cıvıl. Kitap fuarlarını çok seviyorum... yaşasın!...
A-aaa! O da kim? Şu bizim yazar arkadaşlardan biri değil mi Leyla? Tabii ya! Ta kendisi! Tüh, adını unuttum, dilimin ucunda. Neyse, toparlarız şimdi. Sıcak bir gülümsemeyle elimi uzatıyorum: "Aman efendim kimleri görüyorum... Hoşgeldiniz! Nasılsınız?" tam iştahlı iştahlı koyu bir sohbet kurmaya hazırlanırken, Leyla kolumu dürtüyor;
- Pişt! Nereye daldın öyle?
Gayet ebleh, dudaklarımı aşağı sarkıtmış yüzüne bakıyorum;
- Hiiiç....
Standın gerisindeki sandalyelerimizi, standın yanına almaya karar verip, dergilerimizin hemen arkasında oturuyoruz ki kimse gelip KMD'lerimizi kaçırmasın. Leyla bir gençlik anısını anlatıyor o sırada. Çok iyi satış yaptığını biliyor musunuz? Ben bu konuda epey acemiyim. Çenem her şeye car car öterken pazarlama işinde başarılı olamadığımı bir kez daha bu gün tecrübeyle sabitliyorum. Oysa Leyla bu işi müthiş kotarıyor. Zaten anlattığı anısında da kendi satışlarının babasınınkilerden daha iyi olduğunu söylüyordu. Satış ve Pazarlama sanırım biraz da yetenek gerektiriyor. Ben maalesef bundan muafım.
Valla iyi ki tesadüfler zinciri halkalarını önümüze önümüze diziyor da Leyla'nın iş arkadaşları, oğlunun okul arkadaşlarının anne-babaları standımızı ziyaret ediyor. Onlar da olmasa benim tutuk çenem ve sırıtık yüzümle ne kadar satış yapardık, şüpheli!...
Çok ilgili edebiyat öğrencilerine ve öğretmenlere hediye ediyoruz. Yeter ki okunsun diye.
İlk saatlerdeki acemiliğimiz ilerleyen zamanda azalsa da, bu kez ilgi azalıyor. Daha doğrusu yoğunluk yarıya iniyor.
O sırada iki kişi gülümseyerek ve biraz da mahcup bize doğru geliyor. Biz de "acaba tanıyor muyuz?" diye aynı sıcaklıkla onlara bakıyoruz. "Siz....??" diyor bir tanesi gözüme sokacak denli uzattığı işaret parmağıyla. "Siz?..." diye elini uzatıyor diğeri Leyla'ya "Leyla Ayyıldız olmalısınız?" .... "Elif Eser siz misiniz?" .... "Eveeettt!" diyoruz ikimiz de aynı anda. "Ah, yazılarınızın sürekli takipçisiyiz KM'de. KMD'ye bir imzanızı rica etsek." .. "Ay tabii ki, memnuniyetle..." diye kalem arıyoruz çantalarımızda.
Eğildiğim tezgâhın altından başımı kaldırdığımda, o iki kişinin arkasında, sağında, solunda bir anda peydah olan insan kalabalığına şaşırıyorum! Her birinin elinde turuncu, yeşil, pembe, mavi KMD'ler. "Biz de bir imza rica edebilir miyiz?" diyorlar. Yanaklarım kızarıyor birden. Havaya kalkmış ellerdeki dergilerimize inanmaz nazarlarla şaşkın bakıp, bir arbedenin ortasında Leyla ile birlikte "isminiz?" sorusuyla imzalarımızı atıyoruz. Allahtan İki A Yayıncılık'tan Arzu Hanım yanımıza bir arkadaş veriyor da, derginin ücretini o görevli arkadaş topluyor. Hayallerimin gerçeğe dönüştüğü sınırdayım. Daha ne isterim. Tam o esnada fuarın hoperlörlerinden senkronize bir melodi duyuluyor: "Only youuuuuuuuuu...."
- HI?, diyorum.
- HI?, diyor Leyla.
- Ben bir şey demedim?
- Ben de....
Hep bir ağızdan:
- Hüüüüüü!!!.....
Baktık bu iş böyle olmayacak, Leyla'nın araştırmacı-satıcı dahiyane fikriyle çantamdan kalemi alıyorum ve başlıyorum kocaman puntolarla yazmaya : "FUAR FİYATI : 2 YTL."
Önüme bir önlük bağlayıp standın önüne geçiyorum, elimde stikerlarımız ve ayraçlarımızı havaya savurarak gelene geçene (hani olsa) dağıtıyorum:
- GİEEEELLL Vatandaş GİEEELLL! Akşam fuarı, KMD'ler yalnızca 2 Yeni Türk Lirası.
- Gieeellll Ablacım, iki iftar pidesi fiyatına 1 KMD... hadi senin güzel hatırın için 1 ALANA 1 BEDAVAAAA! Almayanı döverrrimmm... sen de gieeeellll !!!
Leyla standın arkasında, nasıl da şeker, mütebessüm tatlı tatlı bakıyor. Her daim fotoğraf makinasını elinden bırakmayan, otobanlarda bile durup şakada şukada fotoğraf çeken Leyla Hanım, makinasını getirmemiş ve dolayısıyla sizleri bu görüntülerden mahrum bırakmıştır. Kendisine çok gücenik olduğumu ayrıca arz ederim.
Bir bayan, sessiz çığırtkanlığıma orta kulağını kabartıp usulca yaklaşıyor. Leyla'ya;
- Gerçekten 2 Lira mı?
- Evet, fuar fiyatımız.
Dergiyi evirip çevirip inceliyor. İçeriğini anlama gayretine giriyor, Leyla bağyana yardımcı olma hususunda elinden geleni yapıyor.
- Aslında çok kaliteli bir dergi çıkartmışsınız. Tebrik ederim hepinizi.
- Çok teşekkürler. Gerçekten öyle. Aktüel-Edebiyat alanında yeni bir isim, benzeri görülmemiş bir çalışma bizimki. Okudukça hak vereceksiniz.
- Ablacığım, diye araya giriyorum. Memnun kalmazsan gel beni bul! Ben bu dergiye eni konu yazarım. Verdiğin 2 YTL fiyata değecek. Helâl para. Bizde kötü baskı olmazzz! Kötü yazı yazılmaazzz! Edi-cem n'apar adamı sonra? Doktora mı danışacaksın, aç Prospektüs'ü oku. Misal, Prag'a, Küba'ya gitmeye niyetlisin; oku ön bilgin olsun. Bilmeden gezme. Efendime söyliyim, genel kültürün, kütüphane bilgin genişlesin. Bilmece-bulmaca, fal köşesi seni eğlendirsin. Burası KMD! Sen bu sayıyı al, edi kızacak biliyorum ama ossun! Ha şu sayıda benden sana hedaye olsun...
Hanımefendi aldıklarının paha biçilmez değerinden ve karşılığında ödediği cüz'i tutarın küçüklüğünden utana sıkıla, ezile büzüle uzatıyor iki madeni Türk Lirasını. Hemen yeşil çuhadan önlüğümün içine atıyorum, ellerim kollarım havada, yaylana yaylana yürüyerek bağırmaya devam ediyorum:
- Abilerim, Ablalarım, böylesini görmediniz, duymadınız, okumadınız. Sizde bir adım öne çıkmak istiyorsanız, tam adresine tıkladınız: Dabulu dabulu dabulu nokta kahvemolasi nokta kom te-re adresinden abone ol, aç aç oku, oku oku yaazz!
Böylelikle bir kaç kişiye daha satıyoruz.
- Kaç paramız oldu Elif?
- Tam tamına kırk iki YTL.
- Vay be! Kısa günün kârı desene!
- Yaaa... ne demezsin...
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel SANAT VE SANATÇI ÜZERİNE |
|
Bir sanatçının yalnızca yeteneğe ve hatta dehaya sahip olması, onun için yeterli değildir. Aynı zamanda karaktere ve kişiliğe de sahip olmalıdır. Wassily Kandinsky
Geçen gün ki gazetede şöyle bir yazı vardı yazarı da, gazeteyi de tam olarak hatırlayamıyorum. Ama beni konu ilgilendir deyip, ben de aynı konuda yazmaya karar verdim. Sanat ve sanatçı nasıl olmalıydı? Ve acaba bizim hayran olduğumuz sanatçı mı? Yoksa eserleri miydi?
Bu sorunun cevabını aramaya başladım ardından, kendi küçük dünyamda.
Sanatçı beslenmeliydi yeni eserler yapabilmek için, ama kiminle? Nasıl? Ne ile? Çiçekle, böcekle, denizdeki dalga ile bekli de en son olarak insanla. Çünkü kırılmaktan yorulmuştur artık o, onun dostu kuşlar ya da yeni açmış bir papatyadır.
Sanatçı yalnız kalmak zorundadır, üretmesi gerekir onun, sabahın erken saatlerine kadar. Düşünmek zorundadır o. Ay'ın parlaklığını ya da yıldızların göz kırpmasını görmesi gerekir onun. Bütünleşmelidir hayatın renkleri ile siyah da, beyaz da olsa. Bir tablodaki renklere, gökyüzündeki güneşin rengine şiirler yazmak zorundadır o.
Gecenin ıssız herkesin uyuduğu saatlerde, koridorun dar duvarları arasında seyrü sefer yapar. Yarım kalan işlerini tamamlamak için. Son mısrasını yazacaktır şiirinin. Ya da yarına yetişecek olan yazısının telaşı vardır içinde. Belki de rüzgârın sesinde son ritimleri arar, yarım kalan bestesi için.
Düşünür bir taraftan derin derin, kimsenin görmediği detayları arar, karşı bahçede duran erik ağacının dalında. Fikirleri böler parçalar ardından, her dala birini yerleştirir, erikler gibi. Eğer beğendiyse tümevarım yapar onları, eriklerin kombinasyonu olan bir erik ağacı olur. Ve aktarıverir ardından beyaz kâğıdına ya da yeni yapacağı tablosuna.
Siz sabahın oluşunu fark etmezsiniz bile. Ama o, o saatlerde elinde kâğıdı, satırları kovalar, tümceleri sıralar ardından birer birer.
Sanatçı beslenir, denizin dalgasının sahile vuruşları ile kumların arasında bulduğu bir tarafı kırılmış deniz kabuğu ile şiirler yazar ona.
Ya da sahilde gördüğü, bir ayağında terliği olmayan küçük sarı saçlı kızı severken duygulanır da, döküverir bunu satırlarına. Yazar artık o kızın masumluğunu, güzel birkaç sözcükle, bekli de güzel bir öyküyü oluşturuverir bu sözcükler.
Eline alır tuvalini, fırçasını, gördüğü solmaya yüz tutmuş bir pembe gülü aktarır ya da yeni açan bir açelyanın sarısını çizer o beyaz tuvaline.
Detaylardadır onun başarısının sırrı, bizimde baktığımız ama göremediğimiz detaylarda. O çizgilerine derin felsefi düşüncelerini de ekleyerek can verir, yeni bir esere.
Ve bir gün, başkası alır bu tabloyu karşısına ve eliyle kapatır bir tarafını, gördüğü gök mavisine, ya da küçük kızın yeşil gözlerine hüzün katar, bekli de gözyaşı ekler ve oluşturuverir bunlarla, son vuruşlarını, son ritmini. Bir başkası da alır, denizin sahile vuruşlarını da ekleyerek, oluşturur sonatını.
Evet, sanatçı beslenir denizle, mehtapla, ona bakan iki küçük gözle. Üretmek zorundadır gecenin sessizliğinde, yalnızlığıyla baş başa. Son çayını yudumlarken düşünmek zorundadır. Bugününü, yarını ve insanını, ülkesini.
Çünkü o sanatçıdır, topluma bir şey vermelidir hayata dair ve en önemlisi kalıcı olmadır, bunu içinde çok çalışmalıdır.
Cümleleri öyle bir söylemelidir ki, konuşurken can evinden vurmalıdır dinleyenleri, öyle kelimeler, öyle cümleler işte. Kendine de yakıştırdığı. Güzel Türkçemizi katletmemelidir, çünkü o örnektir toplumun önünde.
Sanatçı felsefesi, müziği, resmi, edebiyatı ile bir bütün olmak zorundadır. Ve bu kombinasyonla eserler üretir kendisine. En son olarak ta bize sunar, bir annenin bebeğini ilk eline aldığı sevinç ile.
Bu kadar yoğun bir düşünmeden sonra, bu sonuçlara varmıştım işte. Sanat ve sanatçı ile ilgili. İkinci vardığım sonuç ise: Bizim âşık olduğumuz sanatçı değildi, onun eserleriydi aslında. Onu bizden farlı kılan eserleriydi çünkü. Bizim hayranlığımız da kendisine değil, eserlerineydi.
Neslihan Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Ali Şeyh Özdemir |
SONRASIZLIK
Senle dolu anları sevdim ben…
Senle olunca koruklar üzüme duruyordu; çiğdemler başağa, mısırlar sömeğe…
Kış gelmiyordu hiç; kar yağmıyor, boran olmuyor, don vurmuyordu nergisleri,
fesleğenleri, öksüz oğlan çiçeklerini… Akrep, yelkovanla dosttu senli
zamanlarda; kaçmadan, kaçırmadan dururlarken, ben bir tütün dumanı gibi
içime çekiyordum saliseleri...
Senle dolu anları sevdim ben…
Senle olunca güneş, bir daha görkemli doğuyordu göklerden…Bir daha ışıtıp
ısıtıyordu evreni… Ay, bir daha yalazlanıp yakamozlanıyordu sularda… Kırk
ikindi yağmurlarında ıslanıyordu yürekler…
Senle dolu anları sevdim ben…
Senle olunca, şiirler daha anlamlı, şarkılar daha içten geliyordu bana…
Okuduğum her şeyi daha bir seviyordum, dinlediğim şarkıları, türküleri de…
Seni buluyordum her şeyde. Tüm satırlar seni anlatıp, tüm ezgiler seni
dillendiriyordu sanki…
Senle dolu anları sevdim ben…
Senle olunca uyku nedir, uykusuzluk nedir bilmeden, karanlığı yırtıyorduk
birlikte… Yüreğinden alırken şafak ışığını, biz uykuyu tam omzundan
vuruyorduk... “Merhaba yeni gün!… Merhaba senle gelen gün!… Günaydın
bize!...” diyerek ilk önce biz karşılıyorduk yeni günü…
Senle dolu anları sevdim ben…
* * *
Şimdi sen yoksun… Çarmıha gerili hayat!…
Üzümler yetmemiş; koruk ekşisi… Ne çiğdemlerde başak var, ne mısırlarda
sömek… Ağustosta kar yağıyor… Yüreğimde ukde-i derun… Bak nergisleri,
fesleğenleri, öksüz oğlan çiçeklerini de don vurmuş… Akrep yelkovanla savaş
hâlinde; ha bre kovalıyorlar birbirlerini. Zaman tatsız, duman gibi
çekemiyorum içime gayrı…
Şimdi sen yoksun… Çarmıha gerili hayat!…
Güneş ısıtmıyor, ışıtmıyor evreni… Ay görünmüyor gökyüzünde, sular yakamozu
çoktan unutmuş… Kır ikindi yağmurları, yerini acımasız tufanlara, sellere
bırakmış…
Şimdi sen yoksun… Çarmıha gerili hayat!…
Ne şiirlerin anlamı var, ne şarkılar daha içten… Can dostum kitapları da
sevemiyorum eskisi kadar… Seni anlatmasını istediğim satırlar, şarkılar,
türküler suskun… Sen yoksun aradığım hiçbir yerde…
Şimdi sen yoksun… Çarmıha gerili hayat!…
Senli girdiğimiz sabahları özlüyorum. Uykusuzluk daha bir yakıyor canımı…
Senden gelecek bir “merhaba!” yı, bir “günaydın” ı nâr-ı hasretle bekliyorum
!...
Oysa… Senle dolu anları sevmiştim ben…
Ama şimdi sen yoksun !…
Hayat, cambazın yürüdüğü tel; ha düştü, ha düşecek!...
Sonrası… Sonrasızlık !...
“ Bak, kuşlar da gitti döne döne !...”
Ali Şeyh Özdemir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya KISIR ( ADANA USULÜ) BEETHOVEN PASTA |
|
Bugünkü tarifimiz özellikle bayanlarımızın 5 çaylarında vazgeçemedikleri bir tat…
KISIR ( ADANA USULÜ)
MALZEMELER:
Yarım kg. ince bulgur, 4 adet domates, 1 demet yeşil soğan, 1 bardak sıvıyağ, 1 demet nane, 3-4 adet yeşil biber, 1 çorba kaşığı biber salçası, 2 adet limonun suyu, karabiber, kırmızıbiber, tuz
YAPILIŞI
Bulgurumuzu derin bir kaba koyalım ve sıcak su ile ıslatarak iyice şişmesi için dinlenmeye bırakalım… Diğer taraftan, yeşil soğan, maydanoz, nane, domates ve yeşil biberimizi küçük küçük doğrayalım… İyice dinlenen bulgurumuza önce salça, sonra yağ, tuz, limon suyu ve baharatlarımızı , sonra yeşillik, biber ve domatesimizi katarak güzelce karıştıralım… Arzuya göre, asma yaprağı ya da kıvırcık marulla süsleyebilirsiniz…
Bugünkü tatlımız oldukça hafif ve bir o kadar da çok lezzetli…
BEETHOVEN PASTA
MALZEMELER:
2 poşet irmik tatlısı, 5 bardak süt, 50 gr. margarin, 1 paket kakaolu puding, 3,5 bardak süt, 1 çay bardağı ceviz içi, 1 çay kaşığı tarçın, yarım çay bardağı hindistan cevizi, 1 limon kabuğu rendesi…
YAPILIŞI
1 paket irmik tatlımızı 2,5 bardak süt ve 25 gr. margarinle pişirelim, borcamımızın en alt katına dökelim ve iyice soğutalım… Diğer yandan pudingimizi 3,5 bardak sütümüzle pişirelim, içine ceviz içi, hindistan cevizi ve tarçın katarak soğutalım ve irmik tatlımızın üzerine dökelim… Son olarak, kalan 1 paket irmiğimizi 2,5 bardak süt ve kalan 25 gr. margarinle pişirelim ve 3. kat olarak tatlımızın üzerine dökelim… Sıcakken üzerine limon kabuğu rendesi dökelim ve soğuyunca servis yapalım…
PÜF NOKTASI
Fırında tavuk kızartacağınız zaman bir limonu 2 ye bölün, yarısını tavuğun üzerine, yarısını da tavuğun içerisine yerleştirin… Tavuğunuz nar gibi kızaracaktır…
AKLINIZDA BULUNSUN
Kalıp içinde pişirdiğiniz hamur eğer taştıysa endişe etmeyin. Dışa taşan hamurun içine biraz tuz serpin böylece hamurun daha da sertleşmemesini sağlayabilirsiniz…
GÜNÜN MENÜSÜ:
Ezogelin çorbası, kısır, salata, beethoven pastası
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.545 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
düş yollara susar…
düş yollara susar…
içimi çağırır uzaklardan
yolcu olan düştür oysa,
bana beklemek yakışır.
düştüğüm yerden bir otobüs kalkar
uzaklara.
bende yorgun bir kahır…
sesimden bile kimsesizdir yüzümdeki ayrılık,
sır'ı dökülmüş bir aynada saklanır.
sokaklara,evlere,odalara dağılır düş
bir bana uğramaz;
başucumda
solgun bir ışığa yaslanır.
rüyalarım sislenir en olmadık yerde
yağmurlu bir mevsime gizlenir
şehir
ve
ıslak bir kedi yavrusu gibi korkaktır ellerim,
gecenin karanlık ikliminde.
günler,düşler geçer
kalan,gideni aratır
ve gelen yoktur,
döndüğü yerden;
en az bir mevsim uzaktadır
sevda,
içimdeki iklimden.
Özden Ateşer
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Advanced X Video Converter 3.9.40 [5.70 MB] Windows Deneme 29.95$
http://www.aoamedia.com/XVideoConverter.exe Kullandığım en mükemmel video çevirme programı. Hemen her türde video dosyalarını bir diğerine çevirebiliyor, dosyaları ayırabiliyor ya da birleştirebiliyorsunuz. Kullandığı formatlar; AVI (DivX, XviD, MPEG-4...), MPEG (MPEG-1, MPEG-2), WMV/ASF, VCD/DAT ve SVCD. Daha ne olsun? Video dosyaları ile oynayanlar için ideal bir program. Mutlaka denenmeli.
Yukarı
|
|
|
|
|
|