|
|
|
21 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Adaletli olalım ama nasıl? |
Merhabalar,
Adaletin sorgulandığı anlar, vatandaşın en korktuğu anların başında gelir. Adalet kavramı bir sistematiğe bağlı olmakla birlikte, göreceli olarak yorumlama açısından kişiden kişiye farklılıklar gösterir. Sıradan vatandaş için normal olan bu yorum farklılıklarının yargıya varanlarca da farklı yorumlandığını gördüğümüzde ruhumuz biraz daha kararır. Günlerdir bir rektörün tutuklanması tatışılıyor. Olur mu, olmaz mı tartışmalarının ötesinde komplo teorileri üretiliyor. Bakanla, Başbakanla rektörler karşılıklı atışıyorlar. Olup biteni derinlemesine bilmeden ezbere ahkam kesmenin hatalı olacağını biliyorum ama adalete güvenmek isteyen her sıradan vatandaş gibi beynimde soru işaretleri yanıp sönüyor. Ancak rektör tartışması çıkmazdan çok önce bir başka sorgulamaya daha şahit olmuştuk. İşte bunu biraz es geçtik gibi geliyor bana. Oysa insan olarak beni daha fazla rahatsız eden bir karardı. Hrant Dink yazdığı bir yazı nedeniyle Türklüğü tahkir ve tezyif etmekten 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Türkiyeliyim ve Ermeniyim diyen doğma büyüme bir Türkiyeli Ermeni. Söylediği cümlenin kendi açıkladığı şekliyle hiçbir başka olumsuz düşünceye yer bırakmadığını ben kendi adıma rahatlıkla söyleyebiliyorum. Ve bu memlekette askerlik yapmış, çavuş yapılmadığı için oturup ağlamış, yıllardır bir gazetenin başında olan bir vatandaşın, inancı ne olursa olsun, Türk kanına zehirli diyeceğine ihtimal vermiyorum. İşte burada insan adaleti sorguladığı o anlara gidiyor istemeden. Yargıdan yargıya, yargıçtan yargıça farklı bir anlayış mı var diye sorguluyor. Örneğin bu kararı veren yargıcın yerinde ben olsaydım, kararım gene aynı olur muydu? Çünkü sonuçta bir cümle söyleniyor, daha sonra direkt ifade edilmeyen bir anlam varmış gibi bir yargıya varılıyor, söyleyen hayır ben onu değil bunu kasdettim diyor ama sonuç değişmiyor. Oysa bu memlekette "Geleceğiz ama nasıl? Kanlı mı kansız mı ona halk karar verecek." diyenler "Biz artık değiştik." diyor ve iktidar olabiliyor. İtirazım yok. Halkın istediği elbetteki iktidar olacak ama aynı düzlemde düşündüğünüz zaman Dink'in de Türk kanına zehirli demediğini ifade etmesine aynı inancı göstermemiz gerekmiyor mu? Hukuk sistemini sorgulamak haddim değil ama bir vatandaş olarak bir başka vatandaşa haksızlık yapıldığında ister istemez gün gelip tencerenin benim de başıma geçebileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum.
Son günlerde Sohbet Odası ile ilgili epeyce şikayet alıyorum. Neden, kim diye sorgulamaktansa şimdilik tamamen kapatmayı seçtim. Gerçek anlamda kullananlardan özür dilerim. Ama kısa sürede buna bir çare bulacağımdan emin olabilirsiniz. Ben sohbet odasını yazar ve okuyucuların tanışıp kaynaştığı bir mekan olarak hayal etmiştim. Eğer bu hep hayal olamaya devam edecekse hiç olmamasını tercih ederim. Düzeltmek için elimden geleni yapacağım ama başaramazsam bu sohbet işinden tamamen vazgeçeceğim. İlgililere saygı ve sevgiyle duyurulur.
Bugün size güzel bir şarkı seçtim. Alışık olduğunuz gibi eskilerden değil, bu sefer en tazelerinden. Neoklasik akımın öncülerinden Ferhat Göçer'in ilk albümünün açılış şarkısı, Dön diyemedim. Birbirinden güzel 12 adet şarkının bulunduğu bu albümü mutlaka satın alıp dinlemelisiniz. Tabi korsanını değil, orjinalini. Birde Cumartesi gecesi yapılacak yarışmada Sertab'ı yalnız bırakmamak gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Hepinize az yağışlı güzel bir hafta sonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Şaşır(ma)mak ! |
|
Babam kardeşimle beni elimden tutar, muayene ve bazen hastalandığımızda kurum doktoruna götürürdü diye başladı sözlerine. Türkiye Şeker Fabrikalarının yönetim binası, bugünkü Ankara Mithatpaşa Caddesi üzerinde, yani Sıhhiye yakınındaydı. Doktorumuz kalın gözlüklü, ancak o gözlüklerine karşın, onların altındaki çok sevimli parıldayan gözleri kolay seçilir bir cana yakın adamcağızdı. Cana yakındı tabi; öylesine ki haniyse yaşlıydı ve belki de doktorluğundan azcık korkulması gerekmez miydi? Korkmazdık, aksine güle oynaya giderdik yanına. Benim ve ablam gibi sekiz, on yaşındaki çocuklarının bile-belki de özellikle onların- kolaylıkla sezebileceği, algılayabileceği sevecenliği bugün de gözlerimin önünde.
Neredeyse keyfinden doktora gitmek isteyen çocuklardık.
Kuruluşun çıkardığı aylık dergide şiirleri yayınlanırdı. Bunu önceleri babamdan duymuştuk, sonra azcık büyüdüğümüzde bazı şiirleri muayene sırasında bizimle birlikte okuduğunu ve hatta bir keresinde şiiri bulunan dergiyi bana verdiğini anımsıyorum.
Bir keresinde. Soluklandı. İşte o kereyi anlatayım sana. Gene kardeşimleydik. Bizi muayene etti, ablamın muayenesinde benim şaklabanlıklarıma beraberce kahkaha ile güldük. Sonra bizi kenardaki koltuklara oturttu, kendi şiirlerini, çocuklarla ilgiydi, dergiden okuttu bizlere. Biz okurken dedim ya, bugün bile gözlerimin önünden gitmeyen sevecen gözleriyle bizi süzmüş, birer dergiyi odadan çıkarken koltuğumuz altına sıkıştırmıştı.
Akşam eve döndüğümüzde haberlerden öğrendik. Bizi güle oynaya uğurladıktan birkaç saat sonra doktor amca ölmüştü. Nasıl şaşırmış, o çocuk halimizle ne çok üzülmüş ve ablamla odamızda nasıl da ağlamıştık.
Yıllar geçip de onun şiirlerini başka kitaplardan da okumaya başlayınca. Aniden ölümüne şaşırmam doğaldı. Ancak bizi ona bağlayan içtenliğine, sevecenliğine ve bizi ta içimizden yakalayan elektriğine şaşırmamam gerekiyordu. Geç öğrenmiştim ama ismini artık hiç unutmayacaktım.
Çünkü biz çocukken, yüzümüzde gülücükler açtıran doktorumuz. Ceyhun Atıf Kansu 'ydu..
.......
Emre Kongar "Yaşamın Anlamı" adlı kitabında 12 Eylül ertesi üniversitesinden ayrılmak zorunda bırakılışında yaşadığı acıyı, sıkıntıyı dile getirir. Dahası kendisi için yaşamın anlamını sorgulamasını...
Kongar çok erken yaşta yitirdiği ağabeyinin ardından kendisinin de ancak 30 yaşına kadar yaşayabileceğini düşünürmüş. 45 yaşını bulunca cabadan yaşadığına inanmaya başlamış. Bu kitabı yıllar öncesinde okumama vesile olan Gazeteci Sevgili Yalçın Pekşen'in satırlarını da bu anımsamaya ortak ederek gerisini Kongar'dan alıntılayalım.
"Cabadan yaşamanın da maliyeti de var pek doğal olarak. Üniversiteden ayrılmak zorunda kalışım, o büyük aşkımı öğrencilerimi terk edişim beni ruhen sakat bıraktı desem yeridir.
Sanırım soyut aşklar somut aşklardan daha umarsız oluyor. Somut aşkta vuslat var çünkü. Yani kavuşma var. Oysa soyut aşkta vuslat olanaksız. Benim öğrenci aşkım da böyle idi.
Öğrenci benim için esin kaynağı idi. Öğrenme sürecinin sonsuzluğu içinde, kendisinden sürekli öğrendiğim ve öğrendiklerimi sürekli yine kendisi ile denetlediğim bir kitle idi.
Ayrıca öğrenci benim için 'yaşamın anlamı' idi. Çünkü sevgi de, üretim de onunla paylaşıldığı zaman anlam kazanan kavramlardı.
'Kalp kalbe karşıdır' derler. Öğrencilerim de beni seviyorlardı."
Sonrasında Kongar kitabında bu sevgiyi nasıl anladığını anlatır, uzun uzun.
Öğretim üyeliğinde yirmi yılı aşan benim için de neredeyse ilk günden beri öğrencilerim benim için benzer anlamlar taşıdılar.
Türkiye'nin hukuğunda artık rafa kaldırılmakta olduğu bu çorak ortamında bilimle uğraşmak bir yönüyle yürek törpüsü, bir yönüyle boşuna bir tepinme olageldi. Bu yaşama uğraşına anlam katanın; benim öğrencilerimin yaşamlarına, onların da benim yaşamıma kattıkları olduğunu düşünürüm.
Daha birkaç gün önce. Yaşamına önemli renkler eklemeye çalıştığım, o renkleri fazlasıyla hak ettiğini düşündüğüm Ankara'dan İstanbul'a uğurladığım bir yeni mezun öğrencim elinde iki kitapla çıkageldi.
Hocam dedi size kitap hediye getirdim İstanbul'dan. Çok sevindim. Kağıt torbadan çıkan Attila İlhan'ın kitapları olunca şaşırdım. Oysa daha büyük şaşkınlık kitapların kapağını çevirince beni bekliyordu.
Bunlar sevgili ustaca ölümünden yalnızca yirmi dört saat önce, TUYAP Kitap Fuarı'nda adıma imzalanan kitaplardı.
Ceyhun Atıf Kansu'nun adını öğrenmek arkadaşımı nasıl şaşırtmışsa, Attila İlhan imzası beni öyle şaşırtmıştı.
Şair Kansu'nun, doktor odasında kısacık zamanlarda paylaşılanlardan sonra 'öğrenilen, bellenen ismi' arkadaşımı nasıl şaşırtmadıysa, imzalı kitapları aldığım gencin benim 'yaşamımın anlamı' öğrencilerimden biri oluşu beni öyle şaşırtmadı.
Şaşırtmadı....
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan RAMAZANIN ÖTESİ BAYRAM |
|
Hey gidi eski ramazanlar hey… Ne güzel günlerdi onlar be! Çocukluğumun yarısı masal, yarısı gerçek zamanlarında ramazanlar şimdikinden daha güzeldi. Çünkü ben çocuktum ve her şeyi oyuna çevirebilme, her şeyi istediğim renklere boyayabilme, gerçekleri süsleyip daha şirin ve sevimli hale getirebilme becerisine sahiptim. Gökyüzü bomboş olduğunda kuşlar serpiştirebilir, karanlık gecelere milyonlarca yıldız yapıştırabilirdim. Elimde değildi büyüdüm, boyalarım soldu, gece karanlık, gökyüzü bomboş kaldı.
Hali vakti yerinde olanlar iftar için akşam ezanını caminin avlusunda bekleyenlere tepsilerle lokma getirirlerdi. Ezen başlamadan, top patlamadan önce tepsileri getirip şadırvanın yanındaki bankların üzerine koyarlardı. Tepsilerde bazen etli ve nohutlu pilav ile zerde ama çoğunlukla zeytin ve lokma olurdu. Büyükler genellikle tepsilerden çocukların nasiplenmesini isterlerdi. Kendilerini çok azını alıp çocukların sevindirilmesini arzularlardı. İnce Mehmet iftar zamanı geldiğinde çarşı ortasında çaput ve barutlarla sıkıştırılmış dolma tüfeği patlatırdı. Tüfeğin sesinin ardından iki camide birden akşam ezanı okunurdu. Kasabamız küçük olduğu için tüfeğin sesi bütün kasabadan duyulurdu. Herkes tüfek patladığında, camilerin şerefesindeki ışıklar yandığında besmele ile oruçlarını açardı. Bizim için asıl ziyafet o zaman başlardı. İnce Mehmet'in yanından ayrılıp caminin avlusuna dolardık. Büyükler akşam namazını kılmak içi camiye girdiğinde onlardan arta klanlar bize dağıtılırdı. Arta kalanlar demek biraz haksızlık sayılır, neredeyse her şey bize kalırdı. İtişip kakışmadan sıramızı beklerdik. Zaten tepsilerde kalanların çocuklara paylaştırılması birkaç dakikada biterdi.
İnce Mehmet tüfeğini genellikle cami önündeki meydana gelmeden önce doldurmuş olurdu. Bazen kırk elli kadar çocuk onun etrafını çevirip tüfeği patlatmasını beklerdik. Dolma tüfeğin namlusunu havaya diker, dipçiğini kemerine dayar cami avlusundan gelecek işareti beklerdi. Tüfeği kendi saatine göre değil cami avlusundan gelen işarete göre patlatırdı. Tüfek patlayınca önce kara barut dumanları havaya yükselir, arkasından da gökyüzünden çaput parçaları yağmaya başlardı.
Bir akşam İnce Mehmet dolma tüfeğin barutunu fazla kaçırınca namlu yerinden fırlayıp kundağı parçalamış, adamcağızın eli yaralanmıştı. İnce Mehmet'i o akşam Ramis'in minibüsüne bindirip Manisa'ya hastaneye götürdüler. Tüfek parçalandığı için belediye başkanı ona iftar zamanı patlatması için eski usul bir piştol almıştı.
Kıvrık kabzalı, namlusu incecik nakışlarla süslü bu eski piştolu o ramazan bitinceye kadar kullandı. Bu silah ta fazla baruttan parçalanır, çoluk çocuğu yaralar diye sonraki ramazanda bir daha ortaya çıkarılmadı. Piştol yerine ona bir metreye yakın incecik çıtadan tutma yeri olan, fitili aşağıya doğru uzayan havai fişeklerden verildi. Çıtasından tutuyor, fitili ateşliyor, fitil bitip fişek ateşler çıkarmaya başladığında onu gökyüzüne bırakıyordu. Bütün çocuklar havai fişeğin roket gibi gökyüzüne yükselip orada patlamasına hayran kalmıştık.
Fişek, ateşler saçarak gökyüzüne yükselip patladığı için kasabanın her yerinden duyulduğu gibi ovanın uzak yerlerinden bile duyuluyordu. Çocuklar havai fişekle birlikte yeni bir oyun bulmakta da gecikmediler. Düşen havai fişeğin parçalanmış gövdesinden geri kalanları kapmak neredeyse mahalleler arası bir yarışmaya döndü. Bazen fişeğin yere düşen kısmı rüzgârla uzak sokaklara, evlerin bahçelerine düşüyordu. Onu büyük bir dikkatle izleyip mutlaka düştüğü yerde buluyorduk. Sonra havaya kaldırıp sallayarak bunu öteki çocuklara göstererek övünürdük.
Bayramdan önce kurulan Cuma pazarı çok kalabalık olurdu. Kasabadaki belli bazı zengin aileler her bayram mutlaka mahalle veya kasabadaki yoksul çocuklara pazardan yeni giysiler ve ayakkabılar alır, çocuklar orada giydirip alınan giysilerin üzerine uyup uymadığını kontrol ederlerdi. Bizim sokağımızdaki Veli Ağaların böyle bir zekât geleneği vardı. Adları ne kadar ağa olarak anılsa da o yaşlı adam çok zengin biri değildi. Orta halli bir çiftçi olmasına rağmen her ramazan bayramında mahallesinden birkaç yoksul çocuğu sevindirmeyi kendine adet edinmişti. Kasabanın çok zenginleri, Manisa bankalarında çok parası olduğu ballandıra ballandıra anlatılan ailelerin birçoğu zekât işiyle hiç ilgilenmezdi. Daha çok orta halli insanlar yoksul çocukların sünnet edilmesi ve bayramda giydirilip donatılması işine soyunurdu.
Bayram sabahı erkekler namazdan çıktıktan sonra İnce Mehmet son kez ramazan topunu (havai fişeğini) patlatır bayramın resmen başladığını kasabaya duyururdu. Erkekler camiden çıkarken uzun kuyruklar olup bayramlaşır, çocuklar da evde babalarının gelmesini beklerdi. Kuşluk yemeği yemeden, üstümüzü giymeden evde bayramlaşma başlamazdı. Sofradan kalkıldıktan sonra büyüklerimizin ellerini öper, kardeşlerimizle bayramlaşır ve babamızdan ilk bayram harçlığımızı da koparırdık. Şeker bayramı denmesine rağmen biz el öpmeye gittiğimiz evlerden bize şeker değil para verilmesini beklerdik. Zengin evlerinde çocuklara hem şeker, hem para hem de güzel mendiller verilirdi. Bazen bayramlaşmak için gelenlere para verildiğini duyduğumuz, ama hiç tanımadığımız ve yakınlığımız olmayan evlere bile giderdik. Elbette harçlığı kapıncaya kadar kaldığımız o evlerde, önümüze her çıkan kişinin elini öper kendimizi dışarı atardık. O evlerde elini öptüğümüz her büyük değil sadece evin erkeği bayram için bozdurduğu beyaz yirmi beşliklerden birini cebinden çıkarıp bize uzatırdı. Bazen hayallerimiz ve duyumlarımız yanlış çıkar evden harçlık yerine sadece bir tane kâğıtlı şekerle uğurlanırdık. O zaman yirmi beş kuruş alabilmek için yaptığımız bu yüzsüzlükten elbette çok utanırdık. Çok para canlısı olan arkadaşlara "Bu evde her gelene para veriyorlar."deyip yalan söylerdik. Onları kandırıp hiç gitmediğimiz bir eve gönderir, kapıda bekleyip eli boş dönenlere gülerek eğlenirdik. Bazıları hiç bozuntuya vermez, cebinden bir beyaz yirmi beşlik çıkarıp bize gösteri, "Hakikatten doğruymuş. Bak da gözün kalsın. Aha da bu parayı onlar verdi. " deyip durumu kurtarmaya çalışırdı.
Birçok bayram anısında anlatıldığı gibi bizim kasabamızda salıncaklar ve atlıkarınca kuran, çocuklara bisiklet kiralayan, ip cambazlı bayram yerleri düzenlenmezdi. Sadece pamuk helva, horoz ve elma şekeri batıcıları gelirdi. Bizden yaşça büyük oğlanlar öğlene kadar kapı kapı dolaşıp harçlık topladıktan sonra trene atlayıp Akhisar'da kurulan bayram yerine giderlerdi. Bayram harçlıklarımın bir kısmına kıyıp kendime pamuk helva ve mantar tabancası satın alırdım. Akşama kadar birkaç kutu mantar patlatır, geri kalan paralarımın hepsini götürüp anneme verirdim.
Bir keresinde bayram harçlığımla çarşıdan üç tane makine civcivi aldım. Biri hastalanıp öldü, diğerini kedi kaptı ve birini besleyip büyütmeyi başardım. Makine civcivleri satmaya götürülmeden önce seçildiği için genelde hepsi horoz çıkar. Benim civciv büyüyünce kırmızı boynu ateş gibi parlayan, uzun telli kuyruk tüyleriyle güzel bir İngiliz Horoz'u oldu. Elde beslendiği için köpek gibi peşimde dolanır, sabahları da gür sesiyle bahçeyi çınlatarak öterdi. Horoz zamanla iyice irileşti, güç yetmez, başa çıkılmaz bir hayvan oldu. Kardeşimi evin bahçesinde yalnız başına denk getirince üzerine atlamış, kızcağızın yüzünü, kulaklarını yırtıp kanatmış. Ağabeyim ve annem ben eve gelmeden karar verip onu kesmişler. Akşam eve geldim, horozumu aradım. Bulamadım. Annem horozun kesildiğini, çünkü kardeşimi yaraladığını dili döndüğünce ve beni incitmeden anlatmaya çalıştı. Horozun kesildiğini duyunca durur muyum? Feryat, figan bütün mahalleyi ayağa kaldıracak şekilde ağlamaya başladım. "Bana ne, ben horozumu isterim. Kardeşim bahçeye çıkmasaymış, horozdan uzak dursaymış." Horoz, akşam olunca pirinçli kapama olarak sofraya geldi. Ben yeniden ağlamaya başladım. Horoz herkese zehir zıkkım oldu. Ben, ablam ve kardeşim horozun etine elini bile uzatmadı. Onlarda benimle birlikte ağlamaya başladı. Hepimiz koro olarak ağlamaya başlayınca babam kalkıp tepsiyi aldı, kapıdan çıkıp köşe başındaki çöplüğe götürüp döktü. Yılda ayda bir zar zor et yüzü gören evimizde akşam ve horoz herkese zehir zıkkım oldu.
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek TELEFONUN TELLERİNE KUŞLAR MI KONAR? |
|
Sene 2002...
- Lülülülülülü....
- Aradığınız kişiye ulaşılamıyor!
- Hay aradığım kişiyi de, senin elektromanyetik sesini de...
* * *
Sene 2003...
- Lülülülülü....
- Sayın abonemiz, telefonunuz borcundan dolayı görüşmeye kapatılmıştır!
- Hay aboneni de, borcunu da ve dahi dolaylı dolaysız sülaleni de....
Yahu kırk yılın başı lütufta bulunmuşum, tüm miskinliğimden ve de tembelliğimden sıyrılmışım, mühim bir görüşme yapacağım! Ne çare ki, uzun bir süre 'aradığımız kişiye ulaşılamıyor', sonrasında da belki ulaşılacak ama araya bet sesli bir hatun girip 'sayın abonemiz telefonunuz borcundan dolayı görüşmeye kapatılmıştır' diyor.
Ben: 'Yahu bu hatun da nereden çıktı, boynuz mu yiyoruz, gidip de o yellozu yolmaz mıyım uleyyyyyn' diye homurdana dururken, telefon çalmaz mı? Hemen aynaya koşup, kaşına gözüne çeki düzen verirsin, sesinin akordunu yaparsın ve açarsın telefonu:
- Kahve Molası'nın bi tembel yazarıyla mı görüşüyorum?
- Buyrun benim!
- Nerede kaldı yeni yazın?
- Valla sabah epeyce kavga ettik, 'ben editörümün evine gidiyorum, al mektuplarını ver çiçeklerimi' dedi ve kapıyı çarpıp gitti. Sana gelmek üzeredir.
- Hah! Klasik Tuba cevabı. Gerçi seni de anlamıyor değilim hani. Sevgilisizlik başına vurdu. Ne dediğini bilmiyorsun tabi. Yahu çık kendine çıtır mıtır bişeyler bul, yazılarınla bir darılıp bir barışacağına!
- Kolaydı sanki! Tam bu dediklerin konusunda davranacağım sırada, ya telefonum borcundan dolayı kapanıyor, ya da aradığım kişiye ulaşılamıyor. Zaten sinirlerim tepemde, bir de sen üstüme gelme.
- Telefonlar yüzünden mi sinirlerin tepende?
- Evet ta kendileri yüzünden. N'apalım sevgilimiz yok, biz de telefona, yazıya, hebeleye, hübeleye dırdır yapıyoruz.
- Ne yapacaksın ki telefonu? Bırak sana ulaşmak isteyen seni bulsun.
- Öyle deme be Edi! İşim gücüm kaldı. Mühim bir iş görüşmesi yapmalıydım.. Ondan geçtim, birisine ulaşmak istiyorum ama araya ha bire bir hatun girip ulaşılamıyor diyor.
- Pazar günü ne işi yahu? Ve ayrıca ulaşamadığın şahıs kim?
- Burası devlet dairesi mi Allasen Edi? Pazarları da çalışıyorum ben. Ulaşamadığım diğer şahsa gelince, orasını karıştırma.
- Hadi.. hadiiii.. yeme beni şimdi! İşmiş, güçmüş, mühim bi iş görüşmesiymiş. İnce işler peşinde misin yoksa? İş-güç yüzünden sen böyle dellenmessin! Çıkar bakiim ağzındaki baklayı..
- Ne baklası yahu! Ne diyorsam o işte.. Kıl oluyorum ulaşılamayan cep telefonlarına, borcundan dolayı kapanan sabit telefonlara...
- Hmm, yani tek karın ağrın bu, he mi?
- He ya! Aynen öööle..
- Şimdi sen hangisine en çok kıl oldun? İş görüşmesi yapacağın adama ulaşamadığına mı; yoksa diğerine mi?
- Her ikisine de diyelim! Diyelim ve mevzuyu kapatalım.
- Yahu tamam elalemi ye de; bana da mı numara yaparsın, gek-gük edersin be yaa ?
- Ne numarası, ne geki, ne gükü yahu?
- Bırak sorularımı yinelemeyi de, sadede gel sen; ne iş hakikaten?
- ........
- Hah hah haaaa ! Heyooo... Sen aşıksın yahu basbaya :))))
- Öyle mi dersin yahu?
- Valla bana öyle geldi. Asıl sen ne dersin?
- Ne biliim ! Bi enerji, bi sinerji, bi bişe... Öyle işte..
- Hoppaaa.. Mesaj da bakla da alınmıştır.. Haydi gözün aydın..
- Dur yahu! Daha ortada bakla felan yok.. Tamam birkaç mesaj felan var da..
- Hahahahaaaa.. Külah veriyim mi? Ona anlatırsın belki...
- Külah da nereden çıktı şimdi?
- Tamam huni vereyim o zaman?
- Zaten sabit bi hunimiz var kafada çok şükür.. Bi de sen ekleme gözünü seveyim.
- Bırak şimdi laf cambazlığını da söyle bakalım kimmiş sonunda senin ağına düşen bu yiğit?
- Yahu yok bişi. Sen bana bakma; mevzu kıtlığından telefonlara taktım kafayı bu ara..
- Sen daha gevele bakalım lafı. Bilirim ki; durup dururken dellenmezsin sen. Basbaya ince bi iş kokusu alıyorum ben. Hatta yanık gibi de hani?
- Senin derdin ne biliyor musun? Benim kafamı karıştırmak. Sonra da yazı yazdırmak. Aşk da meşk de yok. Unut gitsin.
- Şimdi çözerim ben senin dilini ya; uğraştıracaksın besbelli. Söyle bakalım; bu aralar kimi dinliyorsun, hangi şarkı favorin?
- Valla son günlerde Sezen'den başka bir şey dinlemiyorum..
- Hah işte; olmuşsun sen olmuşsun. Heheheee.. Peki kim bu enişte adayı? Nerden çıktı? Nasıl oldu? Neyin nesi, kimin fesi? Kaç kardeş? Babası vergi sıralamasında kaçıncı? Kaç yaşında? Çıtır mı? Ne iş yapar? Karakteri sağlam mı? Delikanlı ölçüm merkezi yeterlilik sertifikası var mı? Boyu, posu, kilosu, heybeti yerinde mi? Yüreği mangal, ciğeri sağlam mı? Vukuatlı nüfus kütüğü alınıp incelendi mi? İncelendi ise tarihine dikkat edildi mi? Hangi takımı tutar? Evi, köyü, arabası, darabası, eşyası felan hazır mı? Bizim niye haberimiz yok? Hasımları, davaları felan var mı? Kızımızı seviyor mu ? Bunu nasıl göstermiş ? TV'lere çıkıp "Bu kızı seviyom lan, var mı itirazı olan" diye narayı basmış mı? Çabuk detay, acil detay..
- Yuh! Abarttın sen yahu! İstersen sorularının hepsine cevap vereyim ama, yazıyı unut.
- Tamam tamam, en kısa zamanda ifadeni alacağım, sen şu yazıyı bi bitir de hele..
Sene 2004..
Değişen bir şey yok. Ekonomik krizim hala sürüyor, telefonlarım hala borcundan dolayı kapanıyor...
Sene 2005..
Artık telefonlarım öyle uzun süre borcundan dolayı kapalı kalıyor ki, açık kaldığı süre çok az olduğu için, borcu da az oluyor. Heyhat gene kapalı, gene kapalı..
* * *
Yani tabii ben de özeniyorum yar'e her istediğim zaman telefon edebileyim.. Ahizenin bir ucundan 'dırdır' edebileyim.. Ne bileyim, yar ile kavilleşip lüks bir restoranda yemek yiyebilmek üzere randevulaşabileyim.. Sonracığıma yar ellerinde çiçeklerle gelsin.. Felan.. İstiyorum yani arada bir böyle trikler!
Mevzuu çiçeklerden açılmışken bir de sır vereyim size (yar'e): Ben öyle klass-klasik çiçeklerden felan anlamam.
Hani vardır ya 'bana en sevdiğin çiçeği söyle, sana kaliteni söyleyeyim' teraneleri... Yoktur benim öyle kırmızı gül, sarı karanfil, kahverengi menekşe, mor sümbül felan gibi kendime has bir çiçeğim. Ama illa ki birileri ellerinde çiçeklerle kapıma varmakta ısrar ediyorsa, kır çiçeklerine tav olma ihtimalim daha yüksektir.
Kendini beğenmiş bir kırmızı gül, soğuk nevale bir karanfil, ya da mızmız bir menekşe yerine asi ve arsız papatyayı tercih ederim.
Ota, böcüğe, çiçeğe kimlikler yüklemek bana saçma gelir ama kendime daha yakın bulduğum için benim tercihim papatyadan yanadır.
Bana kalırsa, aşkın çiçeği de papatya olmalıdır zaten. Karanfildi, menekşeydi, güldü, yündü problemlidirler.
Yok güneş isterler, yok su isterler hatta arada gübre isterler.
Papatya öyle mi ya? Arsızdır, dağda bayırda biter. Özgür ruhlu ve asidir. Gübre felan istemez. Öyle saksıya felan sığmaz mesela. Daralır saksıda. İlla ki açık ve geniş alan ister.
Hem sonra gülün dikeni vardır, oranıza buranıza batar. Papatyaysa yumuşacıktır. Gönlü geniştir. Üstelik, çocukluk aşklarımızın papatya falları da işin cabası. Seviyor.. sevmiyor.. seviyor.. sevmiyor.. Son yaprağa doğru hemen bir hesap kitap... sevmiyor çıkacak gibiyse sapını da sayarsın. İlla ki seviyor çıkar.
Telefonun açılacağı yok. İyisi mi gidip bir demet papatya alayım kendime. Sonra da oturup tek tek yolayım yapraklarını. Seviyor.. sevmiyor.. seviyor.. sevmiyor.. seviyor.. sevmiyor..
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Halim ile Halime |
|
"Söyle bakalım Halime, ne diyorsun ?"
- Sıfır diyeceğim ama kırk yılda bir aklına gelir yapacağın tutar. Yalancı durumuna düşmek istemem, en iyisi bir olsun bari.
"Buna ne diyorsun peki ?"
- Hiç diyorum Halim. Hiç.. Yani sıfır... Kaç kere çiçek getirdin bana Halim ? Sekiz yılda bir belki ! Kurcalamadım ama eşelesem mutlaka bir çapanoğlu çıkar onun da altında...
"Yine mi aynı konu ? Bıkmadın gitti senelerdir, yedin bitirdin. Önce şunu bitirelim, haydi söyle ne diyorsun ?"
- Sıfır diyorum Halim. Sıfır.. Koca bir sıfır. Neden anlamamazlıktan geliyorsun ?
"Sen sıfırdan başka birşey bilmez misin yahu ? Sıfırcı Halime, ne olacak.."
- Adın ne : Halim.. Öyleyse; sıfıra talim.. Eksi bilmem kaç demediğime şükret en iyisi.
"Diyemezsin zaten Halime, diyemezsin. Her neyse, şuna ne diyorsun peki ? Bak iyi düşün ve önyargılarınla konuya dalma. Sahi, akşam yemeğine yetişir mi zeytinyağlı dolma ? Hiç kimse su dökemez benim Halime'min eline ve dolmasına, aman da aman.."
- Yağdanlığı bırak Halim, zaten gücüm tükendi, kalmadı halim. Kafana göre davran işte. Neden alet ediyorsun beni, bir türlü anlamıyorum..
"Cevap versen ne olur sanki, incilerin mi dökülür Halime Sultan ?"
- Hangi birini sayayım Halim, hangi birini ? Geçen akşam, "Yarım saate kalmaz evdeyim" dedin, yemeğe bile gelmedin, bu biiiir ..! Özürün kabahatinden büyük oldu, bu ikiiiii... Sayayım mı, daha ne söylememi bekliyorsun hakkında ?
"Allahım, aklıma mukayyet ol, delireceğim yakında. Bu hafızanın Orta-2'den tasdikname aldığını biri duysa, merak ediyorum ne der acaba ? Kaç ay geçti üstünden be kadın ..!"
- Söyleyene bak, sanki ulema, zannedersin alim. Altı üstü Halim. Hıh ..! Tasdiknamelerimiz arasında epi topu iki sene var Halim Efendi, ikiii...
"Tamam Halime tamam."
- Tamam dedin, hiç anlamam. Demek akşama sinemaya götüreceksin beni, öyle mi ?
"Yahu, gelin güvey olma. Sahi, pişti mi zeytinyağlı dolma ?"
- Sinema varsa dolma vardır, sinema yoksa oynayamam, zira yerim dardır.
"Dırdır, vırvır.. Hayatın şantaj oldu be Halime ! Bırak şimdi afrayı tafrayı, ne diyorsun ?"
- Hiç bir şey demiyorum artık Halim, beter ol ! Topu topu iki kere sinema dedim, sen kaç kere götürdün bunca sene ? Sıfır mı bir mi, sen söyle istersen. Bu arada dolma pişti, eğer sıcak sıcak yerim dersen.
"Bunca sene öğrenemedin gitti ya Halime, yazıklar olsun sana ..! Yahu, ne zaman sıcak yemişliğim vardır şu güzelim zeytinyağlı dolmanı ? Fıstık ve kuş üzümünü bol bol koymuşsundur umarım, hı ? Onu bunu boşver, buna ne diyorsun ?"
- Halim, yeter artık ne zaman bitecek bu işkence ? Bu arada, evde kuş üzümünün bittiğini kaç kere söylemiş olabilirim sence ? Bir mi, iki mi ?
"Hiç söylemedin, hatta sıfır kere söyledin bence ( heh he ..! ). Tamam kız, sinemaya gidiyoruz bu gece, biricik eşimiz istemiş gitmez miyiz ? Eee, sinema sonrası bir bonus olacak mıdır, ne diyorsun ?"
- Vaaaay, zalim Halim pozlarına yatay geçiş haa ..! Öncesinde hep böyle, sonrasında bildiğimiz gibi bire talim, yek Halim, yek yaz adım gibi biliyorum. Benim bonusum koca bir "Horrrr" olacak belki ama yine de başarılar diliyorum.
"Teessüf ederim Halime, şükredeceğin yere bu yaşta bu halime, cık cık.. Bu son olsun kara vicdanlı Halime, bunu da söyle bitsin bari."
- Tamam Halim, bitirelim öyleyse sen sağ ben salim. Eski günlerin hatırına iki desem ..?
".... Eee ?"
- Yoksa, genel ortalamaya bakıp bir mi desem ?
".... Sizi dinliyorum Kararsız Halime Hanım.."
- Tepemi attırma Halim, sıfır derim bak !
"Şantajcı Halime.."
- Tamam tamam, iki diyorum, ama üzerine alınma.. Son kararım...
"Yuh be Halime, durdun durdun da bizim takımın kendi sahasındaki maçına 2 oynattırdın ya, ne diyeyim ben sana ? Adın ne ? Halime. Düştüm ya eline. İki saatte alt tarafı bir kolon Spor-Toto oynayacaksın, Pazartesi günü On Numara'da kimbilir neler neler yumurtlayacaksın ?"
- Bence de bittin sen Halim, gel Pazartesi gel ..! Peşin peşin söyleyeyim; 16 mutlaka yazılacak, her sene unuttuğun evlilik tarihimiz bu vesileyle mutlaka beynine kazılacak.. Şimdi git, senin için buzdolabına soğusun diye bıraktığım dolmalardan biraz lüplet ..! Unutma romantik komedi olacak götüreceğin film, sen komedi tarafına bakarsın ben de romantik.
"Antik oldun sen Halime, antik..."
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ÇIĞLIK ÖYKÜLÜ KADINLAR - Sevgi (Son Bölüm) |
|
Gerçek bir yaşam öyküsüdür...
-Dur oğul. Beni de heyecana boğma, kalbim duracak. Hem nasıl bir bağlantı kuracaksın ki, adam birkaç gün taksiye bindi o kadar.
Semih ve Cem çeşit çeşit düşünce üzerinde yoğunlaşıp, komplo teorileri kurdular. Ertesi güne kadar sabretmeleri gerekiyordu.
O gece heyecandan her ikisinin de gözüne doğru dürüst uyku girmedi. Sabah olunca ilk işleri o uzak akrabanın evine gitmek oldu. Adam şaşkındı, bu iki kafadarın ne yapmaya çalıştığı belli değildi. Kendisini sıkıştırıyorlar, o birkaç günün hesabını soruyorlardı. Genç, delikanlı zamanlarıydı. Bir sürü serseri arkadaşının olduğu dönemlerdi. Ne yaptığını o da tam olarak anımsamıyordu. Açıkçası çok da anlatmak istemiyordu. O zamanlar taksiyi kullanmak üzere aldığında bir iki arkadaşıyla uzak yerlere gidip, alem yapmışlardı. Foyası ortaya çıksın istemiyordu. Ama o sustukça, diğerleri üstüne üstüne yeni sorular soruyordu.
En sonunda anlatmaya karar verdi.
-Pekala, pekala. Bi susun hele. Bir saattir vıdı vıdı, kafamın etini yediniz. Az bi susun, kafamı bir toparlayayım. Peki, size doğruyu söyleyeceğim. O zamanlar deli gençlik çağımdı. Taksiyi alıp, bir iki müşteri götürdükten sonra, kahveden arkadaşları topladım. Şehir dışına çıktık. Rakımızı, peynirimizi de yanımıza alıp, yedik, içtik. Eğer öğrenmek istediğiniz bu ise, evet, bunu yaptık.
Duymak istedikleri bu muydu? Bir alem yapılmıştı? Peh! Bu ne işe yarardı. Her ikisinin de suratı aşağı düştü. Yine başa dönmüşlerdi, ellerinde hiçbir şey yoktu. Bir süre sessiz kaldılar. Adam bir sigara yakıp, düşünmeye çalıştı. Topu topu iki gün işe çıkmıştı. Başka ne olabilirdi ki. Biraz geçtikten sonra, elini dudaklarının üzerine götürüp 'Susun' dedi. Sanki geçmişten bir görüntüyle konuşur gibi, gözlerini kıstı.
-Ona vermiştim taksiyi.
'Kime?' diye çığlık attı, her ikisi birden. 'Kime?'
-Metin'e...
-Metin kim?
-Metin kahveden arkadaşımdı. O zamanlar bi dalgası vardı, onunla gezmek istemişti. Çok değil, birkaç saat için vermiştim. Kadın kahpenin tekiydi. Evliydi üstelik. Ama bizimkine iş atıyordu. Arabayı verdim, birkaç saat gezdiler. Ne yaptılar bilmiyorum. Sormadım da.
İkisinin de solukları kesilmişti. Metin... Metin de kimdi? Şimdi neredeydi? Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Sigara üstüne, sigara ekleniyordu.
-Metin, bizim burada oturmazdı. İzmir'de yaşar, arada sırada gelirdi. Sonradan Almanya'ya gitmiş galiba, oraya yerleşmiş. İsa Dayı, onu Almanya'da bir kez gördüğünü söylemişti. Şimdi ne yapar, ne eder bilmiyorum.
-Peki, kadın? Kadın kimdi?
-Onu tanımıyorum. Sadece ismini duymuştum. Kimdir, neyin nesidir bilmem. 'Kahpe Emine' derlerdi. Yukarı mahallelerin birinde otururmuş. İnanın onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ama evlerinin olduğu yeri tarif edebilirim.
Cem ve Semih bir süre daha kalıp, sorular sordular. Karşılarına yeni yeni isimler çıkmıştı. Acele etmemeliydiler. Sakin olmaya, öğleden sonra yeniden görüşmeye karar verip, evlerine geri döndüler.
-Evleri buralardaymış. 'Kahpe Emine' diye sorun, hemen söylerler.
İkisi de 'Süpanallah' çekti. Bir tüp gaz bayisine girip, ismi Emine olan bir kadını aradıklarını söylediler. Bu sokakta oturduğunu duyduklarını anlattılar. Adam bir süre düşündükten sonra, onlara bir ev gösterdi. 'Burada oturuyordu.' dedi.
Çaldıkları kapıyı; eşarbının arasında beyaz saçları tel tel çıkmış, yaşlı bir kadın açtı. Karşısındaki erkekleri görünce, eşarbını, üstünü, başını toparladı. Onları bahçeye buyur etti.
-Buyurun oğlum. Hayırdır.
Ona, Emine'yi aradıklarını söylediler. Kadının gözleri kızgınlıkla kısıldı.
-Boyu devrilesice. Ne edeceksiniz ki onu? Yine ne yaptı?
-Hiç, teyze. Hiçbir şey yapmadı. Sadece onunla konuşmak istiyoruz. Ona soracaklarımız var.
Kadın bir süre ağzında kızgınlıkla bir şeyler geveledi. Anlatıp, anlatmama konusunda tereddüt geçirdi. En sonunda;
-Bakın oğul, oturun şuraya, soluklanın. Ben onun adını ağzıma almam ama, size anlatayım. Emine benim gelinim idi. Oğluma 'Alma şunu' dedim, dinletemedim. Tam kahpeydi. Fingir fingir fingirderdi. Ama oğluma söz dinletemedim. Aldı... Aldı da hayrını hiç görmedi. Daha evliliğinin birinci yılında başka bir adamla kaçtı. Benim oğlan deliye döndü. Günlerce onları aradı. Kolay mı o yılanı bulmak, kolay mı ona ulaşmak, bulamadı tabii. Uzun yıllar peşlerine düştü, iz sürdü. 'Bırak şu sürtüğü' dedim, dinletemedim. Bulacak ve öldürecekmiş. Her gün bunu sayıklardı. Bir sürü eften püften arkadaşlar edindi, hepsini besledi. Her şeyini sattı, dağıttı, Emine'nin yoluna saçtı. Onu bulacak ya! Peh! Bulacak da sanki ona karı olacak. Onun ilk günden buna niyeti yoktu. Ama dinletemedim bizimkine.
Cem ve Semih sessizce dinliyorlardı. Her ikisi de ter içinde kalmıştı. Yaşlı kadın anlatmaya devam etti.
-Ve bir hiç uğruna oğulsuz kaldım.
-Nasıl teyze? Oğlun öldü mü?
-Öldü ya, oğul. Öldü... Bunlar o zaman bu işi iyice azıttı. Bir çete gibi bir şey kurdular. Kimi Emine'nin peşine düşüyorlar, kimi paraları yetmiyor, sağdan soldan haraç alıyorlar, kimi kumar oynuyorlardı. Sonra birbirlerine düştüler. Benim oğlanı arkadaşları öldürdü. Diğerleri şimdi hapiste.
Cem ve Semih'in kanları donmuştu. Böyle bir şey beklemiyorlardı. Uzun süre sessizlik oldu. Ama bilmedikleri bir nedenle 'Allah rahmet eylesin' de diyemediler. Sadece sustular. Kadın da uzun süre sustu. Yeleğinin ucuyla, gözlerinde biriken yaşları temizledi. Sonra devam etti.
-Emine... İstanbul'da görmüşler onu, ya ona çok benzeyen biriymiş, ya oymuş. Barlarda, pavyonlarda çalışıyormuş. Su testisi su yolunda kırılır oğul. Şimdi yaşıyor mu bilmem. Ama benim oğlanı yoldan çıkaran o oldu.
Cem, kafasının içindeki dolaşık yün yumağının ucunu bulmaya çalışıyordu. Bu arap saçı çözülür müydü ki... Sustular. Uzun süre hiç kimse konuşmadı. Yaşlı kadın bu iki yabancı adama bilmediği bir nedenle ısınmıştı. Kendisini beklemelerini, onlara ayran yapacağını söyleyip, içeri girdi. Az sonra elinde alüminyum ayran kupalarla geri geldi. Ayranlarını yudumladılar. Kadının gözleri hala buğuluydu.
-Bekleyin oğul.
Deyip, içeri yeniden girdi. Bir bohça ile dışarı çıktı. Oturduğu yerde, kucağına yaydığı bohçayı açtı. İçinden bir sürü siyah beyaz fotoğraf çıktı. Fotoğrafları onlara tek tek gösterdi.
-İşte bu benim rahmetlik oğlum....... Bu da Emine. İşte böyle afiliydi. Adamı deli edecek, baştan, yoldan çıkaracak kadar fingirdekti.
Fotoğraflara baktılar. Her ikisi de kendinde değildi. Kafalarında tüm olanları toparlamaya çalışıyorlardı. Az sonra, yaşlı teyzeye teşekkür ederek oradan ayrıldılar. Yol boyunca olanları çözmeye çalıştılar.
Semih arabayı iki günlüğüne arkadaşına vermişti. O da birkaç saatliğine Metin'e. Metin arabayla Emine'yle gezmişti. Büyük bir ihtimalle Emine'nin kocası ya da kocasının arkadaşları tarafından, ikisi araba içinde görülmüştü. Sonra Emine kayıplara karıştı. Emine'nin kocası, Metin'in Emine'yi gizlediğini düşündü. Ve suçlu tabii ki taksi şoförü bilindi.
Evet, bu kadardı. Ahmet'i Metin sanmışlardı. Ve onu öldürdüler. Bu Semih de olabilirdi. Onlar için önemli olan o ticari plakalı aracın şoförüydü.
Cem'in sesi titriyordu. Elini havaya doğru savurdu. 'Bir hiç uğruna, bir hiç uğruna!' diye haykırdı. Bağıra bağıra sokak ortasında ağlıyordu. Semih, onu sımsıkı tutarak sakinleştirmeye çalışıyordu.
-Sus evlat. Dağlatma yüreğimi.
Uzun süre bu konuyu konuşmadılar. Eve gittiklerinde Cem'e yatak açtılar, toparlanmasını beklediler. Cem kendini iyi hissettiğinde konuyu yeniden açtı. Tüm olayı kafasında toparlamak istiyordu. Babasını öldüren kişiler Emine'nin kocası ve onun arkadaşlarıydı. Emine'nin kocası ölmüştü, arkadaşları ise hapisteydi. Büyük bir ihtimalle bu kişiler; aynı kişilerdi. Metin... Metin'in tek suçu; Emine ile kaçmaktı. Sonradan bunu geçmişini silerek yabancı bir ülkeye kaçmakla ödemişti. Emine... Emine'nin suçu Metin'le olmaktı. O da yaşamında yaptığı hataların bedelini halen ödüyordu.
.....
Cem birkaç gün sonra mezarlık ziyaretini de gerçekleştirip, İstanbul'a evine geri döndü. Kız kardeşiyle annesi onu özlemle kucakladılar. Hiç bu kadar uzun süre ayrı kalmamışlardı. Öpüştüler, koklaştılar.
Salona girip, kanepenin üzerine attı kendini Cem.
'Anne' dedi. 'Anne sana bir şey anlatacağım.'
-Buyur oğlum.
-Anne... Anne beni iyi dinle.
Dedi, annesinin gözlerinin içine içine bakarak.
-Anne, ben evlenmeye karar verdim. Gelinini çok seveceksin. Seninle tanıştırmak istiyorum.
Annesinin gözleri ışıdı. Oğluna sımsıkı sarıldı.
Yaşam hala yaşıyordu.
Sonunda bitti...
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 17 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya BORANİ PROFİTEROL |
|
Evet km dostları bugünkü yemeğimiz Bayburt'tan sofralarımıza eşlik edecek...
BORANİ
MALZEMELER
1,5 kg.pazı, 1,5 bardak yoğurt, 150 gr.margarin, 1,5 bardak süt, 2 diş sarımsak,tuz
YAPILIŞI
Öncelikle pazılarımızı iyice yıkayıp süzdürelim, tenceremize haşlamaya yetecek kadar su koyup bir taşım kaynatalım, içine pazılarımızı atıp 5 dk.haşlayalım ve süzgece çıkaralım... Yağımızı başka bir tencerede eritelim, yağ kızınca süzülmüş pazılarımızı içinde 2 dk.kavuralım,sütümüzü katıp tuzunu ayarlayalım, karıştırarak kısık ateşte 20-25 dk.pişirelim... Diğer yandan, sarımsağımızı dövüp yoğurdumuzla iyice çırparak karıştıralım, pişen pazıyı bir servis tabağına alalım, üzerine sarımsaklı yoğurdu gezdirerek servis yapalım...
Bugünkü tatlımız, hepimizin sevdiği çok lezzetli bir tatlı...
PROFİTEROL
MALZEMELER
6 kaşık un, 4 yumurta, 1 küçük sana, 1 bardak su, 1 paket kabartma tozu, 1 fiske tuz, 1 paket kakaolu puding, 3,5 bardak süt
KREMASI İÇİN
2 bardak süt, 1 bardak şeker, 2 kaşık un, 1 yumurta sarısı, 1 paket vanilya, yarım paket sana
YAPILIŞI
Su, yağ ve tuzumuzu ateşe koyalım, yağımız eriyince unumuzu ilave edelim hamur haline gelince ateşten indirelim... Soğuyunca, yumurtalarımızı kırıp karıştıralım ve dolapta dinlendirelim, ceviz büyüklüğünde parçalar alıp yuvarlayalım ve fırında pişirelim.. Diğer yandan krema malzemelerimizin hepsini karıştırarak, muhallebi kıvamında krema elde edelim ve pişen hamur parçalarımızın içine pasta şırıngası yardımıyla, kremamızı bolca boşaltalım ve güzelce kapatalım... Son olarak, 3,5 bardak sütümüzle 1 paket kakaolu pudingimizi pişirelim ve hamurlarımızın üzerine tek tek bir kaşık dolusu pudingimizi dökelim... Şimdiden afiyet olsun...
PÜF NOKTASI
Evde salça yapıyorsunuz ama çok sulu oldu... İçine bir miktar rendelenmiş ekmek ilave ederek 1 dk.daha pişirin, istediğiniz kıvama geldiğini göreceksiniz...
AKLINIZDA BULUNSUN
Pişireceğiniz balığın daha da lezzetli olması için, temizledikten sonra balığınızı süte iyice yatırın.. Çok lezzetli olduğunu göreceksiniz..
GÜNÜN MENÜSÜ:
Un çorbası, borani, salata, profiterol
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak Türkiye'nin önde gelen cazcılarından Kerem Görsev'in son albümü "Orange Juice"u ardından klostrofobik "slasher" korku filmi "Mağara"yı ve son olarak tarihi sevdiren adam olarak ün yapmış tarihçimiz Ahmet Refik Altınay'ın "Bizans Karşısında Türkler" kitabını sizlerle paylaşacağım.
ORANGE JUICE / KEREM GÖRSEV :
Türkiye'nin üretken cazcılarından Kerem Görsev, uzun zaman sonra ilk trio albümü "Orange Juice"u caz severlerin beğenisine sunuyor ve iki "Jazz Collection" albümünün ardından 2005 yılına üç albüm sığdırmayı başarıyor.
İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik İleri Araştırmalar Merkezi (MİAM) Stüdyoları'nda 8 parçadan oluşan albümü 6 saatte kaydederek neredeyse canlı kayıt yapan Görsev'e Türkiye'nin önde gelen caz müzisyenleri, kontrbasta Volkan Hürsever, davulda Cengiz Baysal eşlik ediyor.
Sanatçının 10. albümü olma özelliğini taşıyan "Orange Juice"un recording ve mixing'ini Reubern de Lautour ve mastering'ini de Pieter Snapper yaptı.
Kısa zaman önce kaybettiğimiz müzik yazarı, spor spikeri Kenan Onuk'a ithaf edilen albümdeki bütün parçalar Kerem Görsev bestesi.
Albümün açılış parçası "Sunday" mutlu uyanılan bir Pazar sabahında kahvaltı etmenin ve gazete okumanın keyfini, ardından hayatın hareketlenişini ve maç heyecanı ile biten bir günü anlatıyor. Albüme adını veren "Orange Juice" sabahları içilen bir bardak portakal suyunun insana verdiği enerjiyi dinleyenlere yansıtıyor. Kendi annesi ve bütün annelere ithaf ettiği, insanın içini ısıtan "Respect" ve bir babanın kızına olan sevgisini anlattığı, kızı Nisan'a ithaf ettiği "Name of Love" albümün öne çıkan parçaları.
Caz severlerin kaçırmaması gereken bir albüm "Orange Juice".
MAĞARA (THE CAVE) :
Sinema tarihinde hiçbir ülke Romanya'nın korku alanında elde ettiği özel yere sahip değildir. Her dönem özellikle korku filmleri için yeterli malzeme vardır bu ülkede. Romanya dediğimizde akla hemen Transilvanya'nın bir tepesinde kurulu büyük bir şatoda, genç ve güzel kızların kanını emmek için bekleyen Kont Drakula gelir. Hollywood'un korku filmlerine vampir ve Transilvanya efsaneleri yeter de artar diye düşünüyorduk ta ki bugüne kadar. Anlaşılan Amerikan sineması da vampirlerden sıkılmış olacak ki Romanya'da başka bir yaratık bulmaya çalışıyorlar. "Mağara" son dönemde Romanya'da gerçekleştirilen mağara çalışmalarına farklı bir gözle bakıyor.
Film 30 yıl önce girişi kilise ile gizlenmiş olan devasa bir mağara ile başlıyor. Bir avuç hazine avcısı toprağın derinliklerine iniyor ve bir daha geri dönen olmuyor. Aradan 30 yıl geçiyor ve günümüze geliyoruz. Mağara yeniden araştırılmaya başlanıyor. Araştırmacı Romen ekip Amerikalı abilerini çağırıyor. Ve tipik "slasher" tarzı korku filmi start alıyor. Ekiptekiler teker teker filmin sonuna kadar görünmeyen, sayısını da bilemediğimiz yaratıklar tarafından öldürülmeye başlıyor. Film hem yaratıkları hem de klostrofobik alan kullanımı ile "Alien" filmine benziyor. Tek fark olayların uzay gemisinde değil de karanlık bir mağarada geçmesi. Ölümlerin karanlık alanlarda olması nedeniyle canavarları film sonuna kadar iyi görememek sinirinizi bozabilirse de konunun mağarada geçmesi filmin tek ilgi çekici yanı.
Korku türünü özellikle "slasher" tarzı filmleri sevenlerin keyifle izleyeceği bir film.
BİZANS KARŞISINDA TÜRKLER / AHMET REFİK :
Çoğu ulus kendini tanımlamak için bir öteki ulusu kullanır. Sağlıksız bir şekilde toplumlar bu konuları tabulaştırır ve dokunulmaz hale getirir. Mesela Ermeniler için Türkler ötekidir. Bir Ermeni kendini Türk tarafından ezilen, soykırıma tabi tutulan kişi olarak tanımlar. Bu Ermeni tabusudur. Bu, onlar için hiç kimse tarafından değiştirilemez çünkü kendilerini tanımlama biçimidir. Biz de Osmanlı'yı tanımlarken Bizans'ı ötekileştiririz. O hep rüşvetçi, entrikacı, iki yüzlüdür. Her ne kadar tarihi açıdan yanlış olmasa da biz bu düşünceyi Osmanlı'yı "iyi" taraf göstermek için kullanırız. Ege'nin karşı kıyısında da durum çok farklı değildir. Onlar da Türkler'i her zaman "doğudan gelen tehlike" olarak görürler. Peki kültürel açıdan çok da farklı olmayan iki ulus ne zaman birbirine şüphe ile yaklaşmaya başladı? "Bizans Karşısında Türkler" kitabı karşılıklı önyargıların, korkuların başladığı döneme götürüyor bizleri.
Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde yaşamış ve güzel akıcı Türkçe'si ile tarihi sevdiren adam olarak ün yapmış olan tarihçimiz Ahmet Rafik Altınay'ın 1924 yılında kaleme almış olduğu bu eser, yararlandığı kaynaklar açısından ilmi bir çalışma, üslubu açısından ise tarihi bir roman özelliği taşıyor.
Ahmet Refik'in Osmanlı kronikleri, Bizans kaynakları ve çeşitli belgelerden yararlanarak yazdığı "Bizans Karşısında Türkler", Anadolu'nun kültürel, dini ve sosyal hayatı ile ilgili bilgileri bizlerle paylaşıyor. Ortaçağ'ın en güçlü devleti, Roma İmparatorluğu'nun varisi, Akdeniz'i bin yıl boyunca elinde tutan Bizans İmparatorluğu'nun son iki yüzyılının tarihi, askeri ve ekonomik durumu da incelendiğinden kitap hem Bizans tarihi, hem 14 - 15. yüzyıl Anadolu Türk tarihi, hem de Türk - Bizans ilişkilerine ayna tutuyor.
Kitapevi Yayınları'ndan çıkan "Bizans Karşısında Türkler" tarihi roman perspektiften Ege'nin iki kıyısını daha iyi tanımak için önemli bir eser.
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.545 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
KIRMIZIDIR KAN
"Yetim düşlerini toprağa verdi çocuk / Yüreği ağustos kızılında kış..."
Yangına teslim bir vatanda,
Tavşan kırmızısı çayını demledi iblis,
Höpürdeterek içtiği yudumunu,
Minicik bedenlere püskürttü.
Her damla,
Kavruk teninde açtığı,
Suçiçeği baskısında resim.
Düştü camlar,
Camlar kırık,
Tuz buz,
Talan yürekler,
Titrek gövdeler,
Dizildiği yerde,
Bedenler "güm".
Acısını çeken millet,
Dilinden yutkunarak söyleyemese de,
Ölüm sıradan caninin gözünde.
Bir çocuk,
Elinde bilye,
Bir çocuk,
Elinde düşler demedi,
Yürüyor suyu çekilmiş bedenler içinde.
Kim boyayacak,
Pembeden kuştüyü düşlerini,
Hangi kalem yazacak,
Hangi fırça atacak üstüne,
Hangi boya kapayacak karasını,
Sıvazlarken renklerini,
Ispatulasına sinmiş,
Kan rengi,
Kurumuş,
Eritir de siler mi şimdi,
Uyuşmuş beynindeki tineri.
Kaç namludur,
Dile gelen,
Bahanesi demokrasi...
Utanmaz mı üstüne değen elden,
Patlatma beni,
Öldürme seni,
Öldürme,
Ufacık çocukların düşlerini,
Güneş değmeli üzerime,
Eğmeli demirimi,
Kendime döndürmeli,
Yok etmeli beni,
Demez mi?
Söyle bu vahşete,
Silahlar bile isyan etmez mi?
Top seslerine kaparken ellerini.
"Uzak bir ülkede, düşlerini toprağa verdi bir yetim...Yakın bir ülkede kahvesini yudumlarken bir dev."
Gülcan Talay
Yukarı
|
Huysuz Müşteri
Adam pastaneye gelir ve "S harfi şeklinde bir doğum günü pastası istiyorum" der, sipariş eder.
Pastacı "Öğleden sonraya yetiştirebiliriz ancak S şekli olması için ekstra ücret vermeniz gerekir" der.
Adam "Para sorun değil" der, söylenen ücreti kabul eder ve çıkar. Öğleden sonra pastayı almak üzere pastaneye gelir. Pasta güzelce hazırlanmış, hediye olmak üzere pakete konmuş, beklemektedir. Adam pastayı görünce sinirlenir; "Ben sıradan bir S istememiştim, biraz işlemeli olmalıydı" der.
Pastacı "Ancak siz böyle bir şey söylemediniz, işlemeli S ekstra ücrete tabidir. Kabul ederseniz, akşamüstüne hazırlarım".
Adam ücreti kabul eder ve çıkar. Akşamüstü pastaneye gelir, tekrar pastayı görünce; "Bunun üzerindeki Mutlu Yıllar yazısının duruşu hiç iyi olmamış. Yönünü değiştirebilir misiniz? Fiyatı neyse öderim" der.
Pastacı kabul eder, "yarım saat sonra gelin, bu çok zamanımızı almaz" der.
Adam yarım saat sonra gelir, pastaya bakar, mükemmel bir pasta olmuştur, pastacıya teşekkür eder.
Pastacı; "Bir iki dakika bekleyin de pakete koyup, süsleyelim" der.
Adam yanıtlar; "Pakete koymanıza gerek yok, bir çatal bıçak verirseniz yeter, burada yiyeceğim".
Murat Taşkesen'e teşekkür ederiz.
<#><#><#><#><#><#><#>
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
DeepBurner Free 1.7 [2.61 MB] Windows Free
http://www.deepburner.com/download/DeepBurner1.exe Ücretsiz, kullanımı kolay, ufak bir CD yazıcı programı arıyorsanız, işte buldunuz. Pro versiyonu ile birkaç özellik daha eklemek mümkün ama bu haliyle bile oldukça kusursuz. Basit bir CD yazıcı arayanlara tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|