KMD 4.SAYI



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 850

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 27 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : 2 Burgu 3 Salto!..


Merhabalar,

4. SAYI ÇIKTI!Dün yaşanan olayları lanetleyen bir ben değilmişim, ne mutlu. Yetkililer de hemen gerekli önlemleri alıp işin üstüne gitmişler, bravo onlara. Ama bir aileden sorum(n)lu hanım bakanımız var ki dinlerken sol ayak serçe parmağım yeniden titremeye basladi. Münferitmiş, münferitin anlamını laçka etmişiz, gereken önlemler hemen alınmış, zaten denetim 24 saat sürüyormuş, falan filan. Laf ebeliğinin daniskası. İnsani duyuları harmanlayıp politika kazanında pişiriyor, sonra önüne uzatılan mikrofona ya da telefona konuşur gibi yapıyor. Elbette işini layıkıyla yapan bakım evleri vardır ama bunların olması gözler önünde yaşanan bu olayları münferit kabul etmeye yetmez sayın bak(may)an hanım. Ben iddiaya girerim, dün yurdun pekçok yerinde bu tür bakımevlerinde görevli olup korkusundan küçük abdestini altına kaçıran pekçok görevli personel vardı. Ve bunlar dün o kimsesiz çocuklara bugüne kadar hiç yapmadıkları biçimde iyi davrandılar. "Beni sev, beni sev" diye ortalıkta dolaşan bebelerin belki de ilk defa sırtları sıvazlandı. Buna da şükür.

Tayyip Bey'in bir özdeyişini sizlerle paylaşmayı dün atladım. Sayın Sezer'in 29 Ekim resepsiyonuna çağırdığı rektörleri kasdederek "Bayram değil, seyran değil" buyurdu hazret. Bayram sayın başbakanım bayram, hem de en büyük bayram. Seni bugün başbakan olarak bu memeleketin başına getiren Cumhuriyet'in 82. yıldönümü o gün. Bilirim senin takviminde yazmaz öyle şeyler ama hiç olmazsa kalemini bu konuda uyarsaydın da bu potu kırmasaydın.

Birde şu Dubai'lilerin dikeceği 2 burgu 3 saltolu gökdelenler var gündemi meşgul eden. Ne yalan söyleyeyim, öyle bir binanın İstanbul'da olması hoşuma gider. Gider de, konulmak istenilen yer şu anki haliyle bile bir kaos yaşarken, ellibin nüfuslu 2 gökdelen dikildiğinde ne hale gelecek hayal bile edemiyorum. Rant uğruna bizi deli edeceklerse batsın o gökdelenler istemiyorum. İlla dikeceklerse Seyrantepe ne güne duruyor? Cimbom'a da birkaç kat verirler olur biter.

Eh bu kadar gevezelik yeter. Zaten bugünkü sayı epeyce kalın oldu bir de ben kalabalık etmeyeyim. Pikapta Simon and Garfunkel var bu sefer. Bridge Over Troubled Water. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

4 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ömer Akşahan

 ÖNSÖZ : Ömer Akşahan


  Evliya Çelebilik Nasıl Bir Şey?

Meşhur hikaye; çoğumuz biliriz, Evliya Çelebi uzun yıllar süren seyahatlerinin sırrını gördüğü bir rüyaya bağlar. Üstad, "Şefaat ya Resûlallah" diyeceğine, heyecandan "Seyahat ya Resûlallah!", demiş. O günden sonra da sürekli gezip durmuş. İyi de etmiş, yoksa kimden öğrenecektik o dönemim kentlerini, insan yaşamını, doğasını…

Halen sürdürdüğüm iş bir yalnızlık mesleği, adına da müfettişlik diyorlar. Oysa yaptığım iş bundan da öte tam bir Evliya Çelebilik. Ben de tamı tamına beş yıldır ülkemi karış karış gezip tozuyorum. Her ne kadar üstad kadar değilsek de fırsat buldukça görüp izlediklerimi kaleme almaya çalışıyorum. Bilmem günün birinde bunları kitaplaştırıp okurun önüne koyabilecek miyim?

Bu seyahat tutkusu nasıl başladı derseniz, söyleyeyim hemen. Çocukluğumda evi iki kez izinsiz terk ettim. Birinde traktörün ardından Büyük Menderes kenarında bir tarlaya gittiğimi anımsıyorum. Aynı gün eve döndüğümüz için pek bir sorun çıkmamıştı. Ancak ikincisinde olaylar hiç beklenmedik bir biçimde gelişti.

Babam ağabeyimin ayağı bağlansın diye bir bakkal dükkanı açmıştı. Kendisi pazarcılığı sürdürüyordu. Sanırım yaz tatiline girmiştik. Canım sıkkındı. Ne yapacağımı düşünürken, birden aklıma Aydın'da oturan en büyük ağabeyim oğlu geldi. Epeydir görüşmemiştik. Hemen karar verdim. Dükkanda ağabeyimin olmadığı bir sırada kasadan bir lira aldım, kimseye haber vermeden doğru minibüs durağına gittim. Oturduğumuz kasaba İncirliova, Aydın'a 10 kilometre uzaklıktaydı. Akşam üzeri ağabeyimin evine varmıştım. Beni bu saatte görmeye alışık olmayan ev halkı şaşkınlıkla hayrola niye buradasın bu saatte, evin haberi var mı gibi peş peşe soru yağmuruna tutuldum. Ben de evdekilerin haberi yok deyip oturdum akşam sofrasına. Ancak hepsi sıkıntılı ne yapacağız dercesine birbirlerinin suratına bakıp duruyorlardı. O günün koşullarında ne bizde ne onlarda telefon denen iletişim aracı yok ki, açıp haber veresin.

Yemekten sonra ağabeyim yengemle salonda akşam kahvelerini yudumlaya dursunlar, biz iki kafadar ne yapalım diye düşünürken, Necdet,

-Ömer, yanında ne kadar para var diye sordu. Ben de cebimdeki kuruşları çıkardım, saydım. Tam tamına yetmiş beş kuruşum vardı. O, bu parayı görünce,

-Hadi birlikte sinemaya gidelim, dedi. Ben, bu kez,

-Yahu bu para girişe yetmez ki, dedim. O hınzırca gülümseyerek,

-Boş ver, bir yolunu bulur, gişedeki adama yalvarırız, gireriz, deyip beni ikna etti.

-Abimlere ne diyeceğiz, dedim.

-Onu ben hallederim, deyip lafı geçiştirdi.

Böylece iki kafadar akşamın karanlığında ağabeylerimin evine yakın yazlık sinemaya gittik. Cebimdeki son kuruşları gişeye bırakıp, sinemanın tahta sandalyelerine kurulduk. Ne filmi seyrettiğimizi anımsayamıyorum. Nedeniyse basit. Şimdi anlatacağım olay sanırım daha baskın çıktı, filmin konusunu çoktan unutturdu.

Gecenin kaçıydı, sanırım saat 12'ydi. Eve girdiğimizde bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Ağabeyim eline nerden ele geçirdiyse damarlı siyah bir su borusuyla önce bana bir sağlam hoş geldin çekti. Acısı mideme nasıl oturdu bilseniz! Necdet, gecenin başrol oyuncusu siyah su borusunun tadını haliyle benden daha fazla tattı. Doğrusu bu dayağı hak etmiştik. Bakın bugün dayağa karşı olan ben, o gün yaptıklarımızın cezasını haklı buluyorum. Ancak şimdi aynı durumda kendi çocuklarım olsa sanırım daha farklı davranırdım. O gece nasıl uyuduk borunun yarattığı acıyla hiç mi hiç anımsamıyorum.

Bu hikayenin öbür yüzünde, yani bizim evde olanları ise sormayın. Tüm aile beni her yerde arayıp dururlar, sonunda tek soruşturmadıkları yer Aydın kalmıştır. Onların da bizim gibi sıkıntılı bir gece geçirdiklerini sonradan öğrenecektim. Neyse, sabah olmuştu. Henüz kalkmıştık ki, kapıda birden babamı gördüm. Beni almaya gelmişti. Abimgillere doğru dürüst bir veda edemeden, babamın özel getirttiği cipin arkasına atladım. Önde şoförün yanında babam, arkada zavallı ben. Babam hiç dönüp arkasına bakmıyordu. Ne halimi, ne de hatırımı sordu. Derin bir suskunlukla istasyona, minibüs duraklarına gelivermişiz. Hemen atladım, hızla evimize geldim. Mahalleli kapımızda toplanmış, merak ve karamsar gözlerle bakıyorlardı yüzüme. Biraz sonra babamın bahçe kapısından içeri girerken gür sesiyle,

-Nerde o velet, tutup bacağından asacağım, getirin onu buraya, dediğini duyarken, yüreğimin yağının eridiğini hissediyordum. Müthiş bir korku her yanımı sarmıştı. Bu emredici sesle irkilen komşu kadınlar, koro halinde,

-Yapma İbram ağa, bu sefer affediver diye bağrışıyorlardı. Sonunda bu feryat figan arasında babamın bahçeden uzaklaştığını görünce herkes gibi ben de derin bir nefes aldım. Bu olaylı sahnede annem nerdeydi, inanın gözümün önüne getiremiyorum. Elbet ana yüreğidir, yavrusunu koruyacaktır. Kim bilir mahalle kadınlarını o örgütlemiştir! Her ikisi de nur içinde yatsınlar. Şimdi düşündükçe acaba diyorum, tut ki, babam bacaklarımdan ağaca beni astı; acaba ben bu seyahatlere çıkma cesaretini bir daha bulabilir miydim?

Yıllardır sürdürdüğüm gezilerde bir çok ilginç olaylara tanık oluyorum. Ancak şöyle bir düşünün, bu ülkede bir yılda kaç adet gezi kitabı yayımlanıyor? Evliya Çelebi'nin büyüklüğü burada bence: O günün koşullarında bin bir zorlukla yaptığı yolculuklarını kaleme alma cesaretini göstermesi ki, onu geleceğe taşımıştır.

Babam göç etmek zorunda kaldığı memleketi Eğirdir'e aşıktı. Her fırsatta oraya gitmeye can atardı. Bana Eğirdir'i sevdiren de odur. İlkokul yıllarımda bizi yaz tatillerinde bir haftalığına da olsa memlekete götürürdü. Bu yolculuklarımızı bir kez trenle bir kez de burunlu, dik koltuklu Austin mi Deutz mu hangisi unutmuşum bir arabayla yapmıştık. O koşullarda böyle bir uzun yolculuğu göze alacak denli bir sevgi ahhh! Ama biliyorum ki, varacağımız yer bizi mutlu edecek. Bu arada ilk saatimi babam ilkokulu bitirdiğim yaz Eğirdir'de saatçilik yapan akrabamızdan almıştı. Nacar marka bir kol saatiydi. Ne çok sevinmiştim.

Yazımı gülümseten bir anekdotla bitirmek gerekmez mi? Yüksek okul yıllarımızda Konya-İzmir Magurus Apollo seferlerinden birinde yemek molasında yaşadığımız çok komik olayı bize yaşatan arkadaşıma, Şencebe'ye buradan sevgilerimi yollayarak yazıyorum.

Malum parasız yatılı okuyoruz. Cepte kısıtlı harçlıklarla, ancak kuru az plav yemek yiyebiliyoruz. Biz normal birer tabakla yetinirken Şencebe'ye ikinci kuru fasulye servisi yapılınca garibimize gitmişti. Nasıl becerdiğini sorunca,

-Çok kolay, tabakta yemek bitmeye yakınken bir tane karasinek yakalayıp içine atıyorum. Daha sonra da garsonu çağırıp istersen yüksek sesle duyurayım mı durumu diyorum, garson da aman abi, dur hemen bir tabak daha getiriyorum, diyor. Bu kadar basit efem, diye bir de geğirmez mi, köftehor!

Mahallemizde bizim sokağa paralel sokakta otobüs sahibi bir komşumuz vardı. Bir sabah otobüsünü kimliği meçhul kişiler kundaklamışlar. Ne çok üzülmüştüm. Sanki bizim arabamız yakılmıştı. Çocukluk bu işte. O komşularımız şimdi neredeler bilmiyorum. Sanırım arabayı yakanlara kızıp küseceklerine kasabamıza küsüp uzaklaştılar, gittiler. Şimdi daha iyi anlıyorum; meğer o ateş otobüsü değil benim seyahat tutkumu ateşlemiş!

Bu kadar ballandıra ballandıra anlattığıma kanıp, sakın Evliya Çelebiliğe özenmeyin derim. Dışı sizi,içi beni yakar misali. Kolay olmadığını 30 saatlik otobüs yolculuğunun ardından kolayca anlarsınız benim gibi.

Sizlere kazasız, belasız ve cezasız yolculuklar dilerim…

Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              2 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Deniz

 Kahveci Bungo : Ahmet Deniz


   NE İSTİYORSUN?

Hayatın her şeye hakkı vardır...
Murathan Mungan kitabından

"Ne istiyorsun?
Seni ne heyecanlandırır?
Sevgimle
Jade"

Lanetler okuyarak işe geldiğim sabahlardan birinde posta kutumda Jade isimli birinden gönderilen bu mesaj ilgimi çekti. Her sabah yaptığım gibi bol şekerli kahvemi hazırlarken bu mesajı kimin göndermiş olabileceği sorusu aklımı kurcalamaya başladı. Sabahki işlerimi toparlayıp hemen bir cevap yazdım;

"Heyecanlarımı çok uzun süre önce kaybettim, bilmiyorum.
Sevgimle
Emre Oytun"

"Gönder" butonuna tıklayıp neler olabileceğini düşünmeye başladım. Bu arada sabah yürüyüşünde kopardığım hanımellerini masada içi her zaman çiçekle dolu minik kavanozuma yerleştirdim. Saat onikiyi gösteriyordu yemek yiyebileceğim iyi bir café düşündüm, canım pavurya çekti. Ofisimden yirmi dakika uzakta Pavurya, karides ve istakozu bu şehirde en iyi hazırlayan ve sahibini tanıdığım ihtiyar Kosta'nın salaş barakasına gitmeye karar verdim.

Arabama binip yola koyuldum, içimden "ulan yalnız da yenmez ki bu meret, yanımda biri olsaydı" diye geçirdim. Az sonra Kosta'nın yerindeydim. Pırıl pırıl bir deniz, yeşil brandadan yapılmış bir tente, yirmi kiloluk yağ tenekelerine ektiği sarmaşığa benzer çiçeklerle donatılmış salaş bir baraka. Güneş denize öyle bir ışıkla saldırıyordu ki, denizden yansıyan güneş ışığına gözlüksüz baksam kör bile olabilirdim.

Ben güneşin denizi yok etme çabasına dalmışken;
- Otursana be, ne dikiliyosun.. diye arkamdan seslendi ihtiyarın yamağı.
Eskilikten neredeyse yıkılmak üzere olan bir tabureyi hızla çekip oturdum.

Rakı, bol roka salatası içine ince ince kıyılmış sarımsak, bol zeytinyağı, kızarmış ekmek ve patlıcan istedim. Yamak suratıma bile bakmadan arkasını döndü gitti. O ağır aksak giderken "Pavurya da istiyorum!" diye bağırdım.

Şu mesaja kafam takılmış, uzun süredir hiç bir fikir üretmeyen pelteleşmiş beynim bir sürü yeni fikir üretmişti. Kimdi bu Jade ve bana niye yazmıştı? Rakıdan bir yudum alıp telefonuma sarıldım, çünkü şu mekanda yalnız olmak istemiyordum.

- Alo, ne haber? Kosta'nın oradayım gelsene.
-Tamam, dedi en yakın arkadaşlarımdan biri Harun. On dakika sonra yanımdaydı.

'Akşam ne yapalım? Yarın hafta sonu akşam çıkalım mı?' falan derken Kosta'nın nefis yemeklerini yiyip hesabı ödediğimde saat 14.40 olmuştu.

Harun'u ofisine bırakıp iş yerime geldim. Koşarak masama oturdum. Beklediğim mesaj gelmemişti. İşlere devam ettim. Akşam saat 20.00 olmuştu ve ben hala çalışıyordum. Harun aradı.
- Abi hadi çıkmıyor muyuz?
- Sabah akşam seninle mi yiyecem ulan yemeği?
- Sen bilirsin ben yengenle çıkıyorum o zaman, dedi.
- Fazla içmeyin, sabah ormana kaçarız yedi de sendeyim.
- Tamam, dedi ve kapattı.

Müzikçalarımın sesini biraz daha yükselttim, bir bira açtım. Kylie çalıyor, 'Confide in me!' Posta kutuma mesaj düştüğünde çıkan dijital sesin tınısıyla hevesle makinaya koştum, gelen mesaja tıkladım.

"Yarın gece 22.00 de And'ın kapısında buluşalım, girişte seni bekleyeceğim, yaka kartım olacak ve Jade yazacak,
Sevgimle
Jade"

"Hiç vakit geçirmeden ve kimsin diye sormadan
Peki
Sevgimle
Emre"

Yazdım. Bilgisayarımı kapatıp eve doğru yola koyuldum. Arabanın tüm camlarını açıp, araba kullanırken dinlemeyi sevdiğim 'Give it away' şarkısını çalmaya başladım. Tüm trafik kurallarını hiçe sayıp, eve geldiğimde saat 21.00 olmuştu. Şortumu üzerime giyip bir havlu aldım, havuza indim. Yaklaşık 30 dk yüzdüm. Bu arada müzikçalara Sezen Aksu koyup çalmaya başladım sanırım öğlen yediğim Pavurya ve deniz havası iyi gelmişti!

Ertesi gün;
- Zile basıyorum ulan yarım saattir, bütün gece içip, sabah kalkmayı bilmiyorsun, diye çıkısıyordum Harun'a sabahın yedisinde. Zehra, arkadan sanki çocuğunu kollayan bir anne gibi gelip,
- Banyoda oyalandi biraz, dedi.
- Hadi ulan!
- E abi tamam geldik işte
-Ulan sözleşiyoruz, yine ekinti yapacaktın takıntılıyım oğlum ben, bilmiyor musun?
- Yok be abi sen de, alt tarafı iki dakika geciktik.
- Bidonları aldın mı? Roka'yı almayacak mısın?
- Yok be abi su var. Roka'ya da köpekler saldırıyor, başımıza bela almayalım!

Ormandaydık. Bayılıyorum buraya. Burada kendimi TV tamircisi, beynimi de TV olarak görüyordum. Buradayken içini açıp tek tek parçaları söküp, temizleyip aynı özenle yerine yerleştiriyordum kafamın ve rahatlıyordum.

Her zamanki gibi ormanda iki tur koşup evden getirdiğim bidonları suyla doldurdum. Harun tost yemiş, su içmek icin yanıma geldi.
- Ne kuduz köpeğin var ulan, dedim Roka için.
-Yok abi dilinden anlayan yok, dedi.

Aynı yaşta olmamıza ve kariyer olarak benden daha üstte olmasına rağmen hep abi derdi Harun bana. Eve döndük. Bilgisayarımdan elektronik postalarıma baktım. Beklediğim cinsten bir mesaj gelmemişti. Banyomu yaptım, uyudum. Uyandığımda, saat 15.00 olmuştu. "Vakit bugün hiç geçmedi" dedim içimden.

Yeni aldığım maketlerden birini incelemek için atölye olarak kullandığım odama çıktım. Doğrusu bu evde yalnız olmak sıkıyordu beni 'her şey eskisi gibi olsa' diye düşündüm. Maketin başından kalktığımda saat sekiz olmuştu. 'Ulan yuh sana!' diye kendi kendime söylendim.

Yine özensizce üstüme geçirdim kıyafetlerimi. Ne zaman özen göstersem kötü oluyordu kıyafetlerim. Özensiz olunca daha cok seviyordum kendimi. Evden çıkıp Taksim'e varmam yarım saat sürmüştü. The Marmara'ya girip bir çorba içtim.

Anlaştığımız gibi saat tam on'da kapıdaydım. Etrafta yaka kartlı biri arıyordum, gördüm.
- Jade, merhaba. Emre, mesaj atmıştın.
Gülümseyip cevap verdi;
- Selam, iyi misin?

'Evet' dememe fırsat vermeden kapıya yöneldi, ben de peşinden. Çok tuhaftı, hemen hiçbir şey konuşmamıştık. Bu mekanda çok içki içmiştim. Eski sahipleri de arkadaşlarımdı. Yan yana salınıp dururken yıllar öncesinden aynı mekanlarda hissettiklerimi hissediyordum. Gittiğim barlara özgü sigara ve bira kokusu ve bizlere kendilerini beğendirmeye çalısan yeni yetme kızların türlü kokularıyla harmanlanmış bir koku aromasıydı bu.

O'nun kokusundan sürmüştü. En çok sevdiğim kadının. Angel. Bu kokuyu nerde duysam aşkım aklıma gelir, ben biraz daha ızdırap çekerdim ve düşünürdüm nasıl olurda bir kokuyla bu kadar özdeşleşebilir insan. 'Ne güzel kokuyor Jade' diye aklımdan geçirirken ilk soruyu patlattı.
- Ne içersin?
- Benim sormam gerekirdi, dedim. Güldü.
- Boşver, ben sormuş oldum, dedi.
- Bira, dedim. İçki dağıtan çocuğu çağırdı, iki bira istedi. Ben ödedim.

"Nedir bu durum?" diye soracak oldum, baskın çıktı, cevap vermedi. Anlaşılmaz bir şekilde o'nun dediklerini yapıyorduk. Buraya o çağırmış, bana ilk mesajı o atmıştı. Ben de hemen her dediğini yapmıştım.
- Ne heyecanlandırır seni? Dedi.

O an aptallaştığımdan, yumruk yiyen boksörler gibi yapıp savuşturmak için aklıma gelen ilk şeyi söyledim;
- Seninle konuşmak yeterince heyecanlı, dedim.

Kolumdan tuttu, çekti. Takip ediyordum, çok güzel ve etkileyici bir kız olduğunu söylemeliyim. Gece kulübünün katları arasında olan ve perdelerle kapatılmış karanlık boşluklardan birinin içine doğru sürükledi beni. Ben sadece ne olacağını merak ediyordum. Takip ettim. Yere çöktü, çantasında zippo çakmağını çıkarttı, yaktı, yere koydu. Bir çırpıda enjektörü, tozu ve kaşığı hazırdı elinde. Oldukça becerikli ve hızlı bir şekilde malzemesini hazırladı, şırıngaya bir çırpıda çekti.
- Al, bu heyecanlandırır seni! diye bağırdı.

Şaşırdım ama daha önceden alışık olduğum bir durumdu bu. Birçok arkadaşım uyusturucu kullanmış, ben de onların yanında olmuştum dönem dönem ve o'na da aynısını söyledim, uyuşturucu iyi bir seçenek değildi benim için. Yine ustaca, terliğini bile çıkartmadan parmak arasından kanına karıştırdı o mereti. Ben hala hiç bişey konuşmadığım bu kızın yanında ne yapıyordum, niye oradaydım, bilmiyorum.

İşini bitirdi, beni yine çocuğu gibi kolumdan tuttu, bara döndük. Hemen hiç bişey konuşmadan geceye devam ediyorduk. Sadece O, arada bir parmaklarıyla yüzüme ve dudaklarıma dokunuyordu, ben hiç karşılık vermiyordum. O gece son grup da sahneyi terk edince, ben "çıkalım" dedim. İtiraz etmedi. "Nereye gidelim?" dedim, "sen bilirsin" dedi. Yola koyulduk. Yollarda konuşurken bir çok ortak noktamız olduğunu anladım. Artık dizginlerinden kopmuş at gibi delicesine konuşuyordu.

Tıp fakültesinde okuduğunu öğrendim. Çok kötü bir babası olduğundan dem vurdu. Bu söylediği benzerliklerimizi daha da arttırdı. Ama bu sefer ben hiç konuşmuyordum. "Seni evine bırakayım" dedim. "Bıktın mı benden?", diye sordu. "Hayır" diye cevap verdim. Çapa'da oturuyormuş evinin önüne geldik. "Gelsene" dedi. İtiraz etmeden evine çıktım.

Salonda bir koltuğa oturdum. Radyoyu açtı.

- Ben içeri gidiyorum sehpanın gözünde filmler var seyredebilirsin, dedi ve gitti.

Arkasından bakakaldım. Nedense her dediğini yapmak zorunda hissettim kendimi. Çok güzel bir kadın olmasına rağmen sevişmek istemedim onunla. Hemen kitaplıkta olan kitaplara baktım. Okuduğu bölümle ilgili kitapların dışında birçok faklı konularda kitaplar vardı. Dört büyük kitap var mesela. Yakın dünya tarihi, sanat kitapları... dünyadaki türlü mozaiklerden alınmış kesitlerle doluydu duvarlar. Yanıma geldi;
- İçmek istediğin bişey varsa buzdolabı dolu, ben banyoya gidiyorum, dedi.
- Bira getirir misin? dedim.

Hiç itiraz etmedi getirdi. Banyoya girdi. İçimden, internette dolaşan organ nakli hikayeleri geçiyordu. 'Ulan' dedim 'şimdi seni burada buz dolu kuvete yatırmasınlar!' Banyodan çıkıp yanıma geldi. Pamuklu pijamalar giymişti "hadi uyuyalım" dedi. Ben, beraber uyursak aklıma hınzır şeylerin gelebileceğini söyledim, "bakarız" dedi.

Peşinden gittim, bana kendi tişörtlerinden birini verdi, giydim. Küçüktü ama dert etmedim. Yatağa yatırdı, üstümü örttü. Yanımdan dolaşıp yorganın altına girdi. Ben hiç hareket etmeden sadece denilenleri yapıyordum. Sanki bağışıklık sistemi dağılmış, her virüse açık bir beden gibi. "Sarılabilir miyim sana?" dedi. "Tamam" dedim. "Ama kolunu başımın altına koy" dedi. Kafasını koltuk altıma koymalıymış! Şaşırttı beni. Kafasını koyar koymaz uyudu. Uyuduğundan emin olduktan bir süre sonra ben de sızmışım.

Arkası Yarın

Ahmet Deniz
bungone@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,369,369,369,369,369,369,369,369,36
              11 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Serap Ezgi


HAİN VE ACIMASIZ KAPKAÇÇI

Takip ediliyordu. Bundan emindi. Evet, evet kesinlikle takip ediliyordu. Bindiği dolmuştan inip evine uzanan karanlık sokağına saparken, okulun önünde bekleşip duran acımasız adamı sanki yan gözle görmüştü. Muhakkak oydu arkasından gelen. Başka kim olabilirdi ki zaten? Kesindi, emindi, takip ediliyordu. Hain ve acımasız kapkaççı birazdan sessizce arkasından yaklaşacak çantasını alıp kaçacaktı. Ne demeliydi, nasıl davranmalıydı? Tabiî ki hiç direnmeden hemen çantasını verecekti. ''Buyurun alın zahmet etmeyin çekiştirerek. Aramızda ayrı gayrımı var. Yalnız lütfen, lütfen ehliyetimi bana verin yeter'' diye rica edecekti. Evet, her şeyi alabilirlerdi de bir ehliyeti geri verseler yeterdi. O zaman sanki o kadar üzülmeyecek, teselli bulabilecek bir şeye sahip olmuş olacaktı. Hem şimdilik ihtiyacı olmasa bile ona sahip olmayı çok seviyordu.

Yeni aldığı çizmelerin topuklu olmasına küfretti içinden, tak tak diye gecenin karanlığına ait sessizliği bölmesinden de nefret etti. Ayağında bu senenin modası süt beyaz çizmeler vardı. Adımları mı sıklaştırsam hızlandığımı anlar, ya o da koşmaya başlarsa peşimden diye, sabit bir hızda yürümeye karar verdi. Ne olurdu, üç beş milyon kar edeceğim diye taksiye binmekten vazgeçmeseydi. Kapının önünde duracaktı, tamda sokak lambasının önünde gönül rahatlığı içinde apartmanın kapısını açıverecekti. Nereden de hesap kitap yapası tutmuştu. Anası işten geç çıktığı geceler sırf taksiyle gelsin diye fazladan para vermiyor muydu? Üstelik bir de tembihliydi. Aklından ben neden korkuyorum diye geçirdi. Çantasını hain ve acımasız kapkaççıya kaptırmaktan mı yoksa evde hesap vermekten mi?

Bitmez olmuştu iki adımlık yol, ama bitmiyordu işte. Arkasından garip bir öksürük ve balgam çıkarma sesi duydu. Gündüz ve kalabalık yerde olsam, duyduğum bu sese yüksek sesle ''yuhhh'' diye bağırırdım da şimdi bağır bakalım diye geçirdi aklından. Neredeyse adamın yere tükürmesi hızını bile kesmiştir diye sevinecekti. Tam bu sırada arkasından bir arabanın ışığı belirdi. Arkasına bakmamak için kendini zor tutup, keşke tanıdık olsa diye diledi içinden. Eee tanıdık olsa duracak eve kadar biner misiniz diye mi soracaktı. Ne kalmıştı ki evin önüne. Komik olurdu elbette ama keşke olsaydı diye düşündü. Sokağın iki yanı arabalar park etmiş olarak durduğundan araba yanından geçerken kenara çekilmesi gerekirdi. Ama arkasında hain ve acımasız bir kapkaççı varken bunu yapamayacaktı. Durup bekleyemezdi. Biraz daha kenara doğru çekilip arabanın yanından nasıl geçeceğini önemsemeden yürümeye devam etti.

Tabi olan oldu. Arabaya ait, yan ayna yavaşça beline doğru sürttü. Yok yok neredeyse poposuna. Bu kadar koca popolu olmasa değmezdi bile. Arabanın içindekiler basen bölgesinin genişliği ile dalga geçmişler midir acaba diye düşündü. Şimdi arkadaki hain kapkaççıdan daha önemliydi bu konu. Allahtan Sokak baya karanlıktı. Üzerindeki siyah uzun mevsimlik cekette hem tanınmasını engeller hem de, daha zayıf gösterirdi. Aman dedi kendi kendine nasılsa bir daha görmem. Yanından geçen araba hafızasında taranmış, tanıdık olmadığına karar verilmişti. O yüzden önemsiz olmalıydı. Hayatındaki diğer dördüncü kişilerden biriydi. Hayatında hep ilk üç önemli olmuştu. Seviyordu işte sınıflama yapmayı. Araba köşeyi dönünce kaybolup aydınlatması bitince, aklına takip edildiği geldi. Hain ve acımasız adam arkasından hala gelmeye devam etmekteydi. Dönüp bir baksam mı acaba dedi. Hiç değilse eşkalini veririm polise. Hoş vermemek gerekiyormuş. Geçen kahve içerken hemşire olan arkadaşı, hastane de bizzat tanık olduğu bir olayı anlatmıştı: Adamın biri kadının çantasını çalmış. Kadın polise şikayet edip hain ve acımasız kapkaççıyı yakalatmış. Aradan zaman geçmiş. O adam aynı kadını bulup bir güzel dövmüş. Hem de ohlar çekerek. Bir daha şikayet et de görelim diye tehdit edip, çantasını alıp yine gitmiş. İşte o kadın gelmiş hastaneye de, hemşire olan arkadaşı gözleriyle görüp, kadının yaşadığı olayı kendisinden dinlemişti.

Aklından bunlar geçerken birden tökezledi. ''Ayağımı öne atmasam neredeyse düşecektim. İki işi bir arada yapamazken kapkaççıdan (hain ve acımasız) kaçarken düşünmeye kalkmak tam da bana göre'' diyerek; haline; ''hay kör bin şeytan benimi buldunuz'' diye hayıflandı. Sıkılmaya başlamıştı. Az kalmıştı gerçi evine, yaklaşmak korkusunu dindirmiş, hani ne olacaksa olsun havaları estirmeye başlamıştı. Acaba takip edilmiyor muyum diye geçti aklından. Olamaz mıydı? Elbette olabilirdi. Yoksa sokağın en karanlık yerinde hain ve acımasız kapkaççı bana saldırmaz mıydı? Neden bu kadar korkuyordu ki. Nasıl korkmasın tv kanalları sanki söz birliği etmişçesine, her gün bir kapkaç vakası seyrettirmiyorlar mıydı? Uyarmaya çalışırken insanları; bakın, görün, korkun, böyle böyle oluyor sonları, ya dövülüyorlar, ya bıçaklanıyorlar, hatta ölenler bile oluyor diye bas bas bağırmıyorlar mıydı? Hain ve acımasız adamlarında hiç biri de metroseksüel değildi. Melek yüzlüsü, bir içim suya benzeyeni, boylu poslusu, aslan gibisi yoktu içlerinde. Hain ve acımasızdılar işte, nasıl korkmasındı?

Oh dedi, yüksek sesle. Köşeyi dönmüştü. Kırıtmaya başlayarak sokak lambasının önüne kadar geldi. Yürürken ayakkabılarına bakardı. Bu mahallede -başım önde- yürürüm imajı yaratırdı. Hem böylece gözleri ve adımları arasında bir oyun da oynamış olurdu. Durdu. Gözlerini kısarak ayakkabısının ucuna baktı. Yaaaa diye söylendi kendine. Az önce tökezlendiğinde taşa çarpmış olmalıyım. Onca para gitti. Ayakkabının ucundaki beyaz deri parçası zedelenmiş, altından koyu bir leke görülüyordu. İyice sinirlendi. Kibar, hanım hanımcık bir ev kızı olmayı bırakarak, Allah kahretsin diye bağırdı. Arkasından adım seslerini duydu. Hatta biri ona seslendi: ''Ne oldu kızım hayırdır'' diye. Dönüp sese doğru baktı. Hain ve acımasız kapkaççını sesiydi bu. Ama çok da tanıdıktı. Ses çok sevdiği, apartman görevlisi İsmail amcasına aitti. Haline şaşmış, oracıkta beyni, bedeninden uçmuştu. Teninin içinde yanan sobaların isi gibi bir şey dolaşıyordu sanki.'' Evet, kızım benim sokağın başından beri arkandaydım. Yetişeyim dedim, pek de hızlı yürüdün. Gece vakti seslenmeyeyim dedim. Sabah paranın üstünü koymayı unutmuşum kapıya. Anana diyiver hele, al paranı'' dedi ve cebinden bir iki yüz elli lira çıkarıp, küçük madeni parayı küçücük elleriyle uzattı.

Serap Ezgi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              4 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Nurten Altınok


Niyazi (2. bölüm)

Niyazi, hadi kalk, saat ona geliyor, daha büroyu açmadık, müşteriler kuyruk olmuş bizi bekliyorlardır şimdi. Şöyle delikanlı gibi bir gün de sen açsan şu büroyu ne olur sanki.
İsteksiz isteksiz kalktı beynimin kıvrımlarında sabahladığı sıcacık minderinden.

-Çay, kahve ne istersin?

Gecenin yorgunluğuna ve uykusuzluğuna bir de moral bozukluğunu eklediğim günün sabahında Niyazi'nin nazını hiç de çekecek halim yoktu.

-Sütlü nescafe isterim dedi, sütü ısıt ama, öyle dolaptan çıkarttığın gibi soğuk soğuk dökme. Bol kaşarlı tost, kıymalı börek, kızartılmış ekmek üstü bal, tereyağı, kavurma, pastırma....taze sıkılmış portakal suyu...

-Hop... hop... hani akşam yatmadan önce rejime karar vermiştin. Hovardalığın zamanı değil şimdi Niyazi. Biraz ekonomik olmamız lazım. Tamam mı?
Bir taraftan da onu daha fazla kırmamak için ne yapmam gerekir diye düşünüyorum.
Benim Niyazi var ya biraz küs bana o günden beri.

-Sen beni dinlemedin, kafanın dikine gittin'' diyor. Hadi çek şimdi cezasını. Ne oldu, kalktın yazdın çizdin sonra da oturdun ağladın sabahlara kadar.

-Sus, dedim. Tamam bitti... gitti... yok artık.

-Sustum, dedi

Demez olsaydım. Bıçak açmıyor ağzını şimdi.

-Hadi kalk pazara gidelim Niyazi..... ciiiğiiiiiiimm!

Bu 'ciğim' sonradan aklıma geldi de Niyazi'nin sonuna ekleyeyim dedim. Ekledim de biraz geç kaldım galiba. Boş ver, Niyazi anlamaz nasıl olsa, belki biraz yumuşatırım onu diye düşündüm.
Yüzüme baktı gülümsedi. Rahatladım.
-Tamam aşkım..... cığım

Vay hınzır vay! Hiçbir şey de gözünden kaçmıyor. Hadi be sen de ben nereden senin 'aşkımcığım' oluyorum diyecektim, demedim, hoşuma mı gitti ne. Eee ne de olsa insanın arada bir böyle romantik kelimeler duymaya ihtiyacı var demek.

-Hadi kalk, önce büroya gidelim oradan da pazara gideriz, ne istersen alacağım sana.
Gönlünü almam lazım ya, demez olsaydım. Taktı bir kere kafayı gusül abdestine, bakışlarından anladım, sormadan cevap verdim: Hadi bakalım hadi havlu mavlu yok! Ben seni hamama gönderirim bir gün, gider bir güzel yıkanırsın. Göbek taşına da yatarsın oldu mu?

-Kim keseleyecek beni?

-Devenin nalı. Düşündüğü şeye bak. Terbiyesiz... Ben seni böyle mi yetiştirdim? . Bak oğlum dedim, sen daha çocuksun, olur olmaz şeylere kafanı takma, gel sana güzel bir top alalım git parkta oyna. Salıncakta da sallanırsın, kızakta da kayarsın. Fener bahçenin renklerinden olsun mu? Sarı lacivert? Bir de balon alırız istersen.

''Elektrikli tren isterim'' diye tutturdu. İki gözü iki çeşme. Yerlerde yuvarlanmaya başladı. Üstü başı çamur içinde.

-Ne yapacaksın elektrikli treni? Parkta elektrik yok ki!

-Olsun, memlekete gideceğim trenle, kömürlü olsun isterse, elektrikli olmasa da olur. Çuf çuf çuffff...tren harekete geçmişti bile sıla yoluna doğru.

İçime kocaman bir kor oturdu, yaktı yüreğimi, ciğerimi kavurdu memleket havası. ''Kim kaldı Niyazi'' dedim memlekette? Biraz buruk biraz hüzünlü. Niyazi'ye alacağım trenin ilk vagonuna ondan önce oturmuştum bile. Haberi yoktu. Kara trenlerin gecikmediği zaman tünelinde.

-Dağım, taşım, toprağım var ya...

Haksız da değildi. Özlediğimiz sadece eş, dost, hısım, akraba mıydı? Öyle olsaydı yol kapısının ziline tüm gücümle basmayı özlemezdim ya da kapıyı tekmelemeyi. Ardından 'kim o? ' diyen sese karışan, kapıya doğru bahçenin beton yolunda ilerleyen, ilerledikçe bir çift terliğin toprağa sürtünmesinin çıkardığı sesi özlemezdim. Kireç badanalı odamın, her yattığımda bir parçasını daha sadistçe ve zevkle tırnakladığım, koparttığım sıva artıklarını özlemezdim.

''Kopartma şu sıvaları'' diye bağıran annemin sesi geldi kulağıma sanki. Sonra babamın cevabı:

-Dokunma kızana, bırak, nasıl olsa yeniden sıva yaptıracağız. Nurten, kızım, koparttıklarını kilimin altına saklama topla da çöpe at. Vay anam, vay babam, vay vayyy! Anamın çimdiklerini bile özlemiştim, hiç uslu bir çocuk olmadım ki gittiğimiz misafir evlerinde. Bana ne, merak ediyordum işte dolapların içlerini, minderlerin altlarını, tencerede neyin kaynadığını, incir ağacının en tepesindeki, alttan çatlamış gibi görünen incirin olup olmadığını. Alttakiler hamdı. Ama tepedekiler güneşe yakındı... Belki olmuştur!

Sonra, penceremden bakınca çok uzaklardan görünen, sanki, göğe bakan kadın profillini andıran dağın görüntüsünü özlemezdim. Kış olunca nasıl da üzülüyordum başındaki karları görünce. Yüzü gözü kar içinde kalıyordu. Ya saçları ağarmış oluyordu o zaman ya da donuyordu soğuktan dağlarımı bekleyen o sihirli kadın başı. Nefesimle onu ısıtmaya çalışıyordum. Beni hiç yalnız bırakamamıştı yıllar yıllı.

Ahşap merdivenlerin çıkarttığı çıtırtıyı özlemezdim. Kim bilir kaç kere tökezleyip kendimi avluda bulduğum.

-Daldın yine dedi Niyazi, gözlerime bak bakayım. Aaaa ne ayıp! Yakıştı mı şimdi ağlamak? Kocaman bir tokat indirdi baldırıma şaaakkkk diye, ödüm koptu.
-Elin de ne ağırmış Niyazi. Ne vardı o kadar hızlı vuracak!
-Uyan uyan dedi hadi Gümülcine'ye gidelim.
-Gidelim deeee... işte o ''deeeee'' olmasa!
-Salı pazarına da çıkarız
-Çıkarız daaaa...
-Seninle de hiç konuşulmuyor bu gün.
Yerinden kalktı sağa sola bakındı aklınca beni neşelendirecek:
-Bak mavili adam, dedi. Dosyayı almış gözüme sokacak neredeyse
-Boş ver Niyazi dedim. Geldi geçti
-Bitti mi?
-.......''Ben, ben değilim ki O ben...''
-Anlamadım dedi Niyazi -Anlamazsın dedim.
-Dövseydin bari, dedi, Niyazi. Ben sana o kadar dedim takma kafanı elin mavisine diye. Alırsın işte böyle cevaplar.
-Bilmiyordum ki Niyazi böyle olduğunu, Allah canımı alsın bilmiyordum. Yoksa tövbe, haddime mi düşer O'nlu hayalleri kurmak.
Ama güzeldi düşlemek, sıcacık ekmek kokusu gibiydi, günaha sarılmak gibi bir şeydi, özlediğim bir duyguydu, aradığım sevgiydi belki adını '' O '' koyduğum, içimdeki boşluğumdu ne bileyim, onun hayaliyle süslediğim. Bitti...
-Mavi değil de kırmızı olsaydı ne olurdu?
-Hiç düşünmedim!
-Hiçbir sarıya cevap vermedin, ne yeşile ne alına ne moruna. Neden?
-Hiç düşünmedim Niyazi! Bu da isteyerek olmadı ki. Nasıl anlatsam sana, denizde kramp girmesiydi ayağa sanki aniden gelen, beklenmedik bir kalp krizi, ya da şimşek gibi... ama galiba yıldırımdı topraktan çıkan. Kötü vurdu Niyazi. Korunamadım. Gafil yakalandım. Yalnızdım... Sesime sesti...

Bilmez misin Niyazi:

''Kördür aşkın gözü
Sesine ses bulunca
Tutulur dili mısraların
Aşkın gözü açılınca''

Baktım, konu uzadıkça uzayacak, Niyazi'nin soruları bitmeyecek, konuyu değiştirmek için:
-Hadi Niyazi kalk gidiyoruz sana tren alalım bana da lastik bir top. İzmir'den Tülay Köse ablan da gazoz kapakları toplamış sana oynaman için, onları da trenine yükler Ankara'ya götürürsün.
-Bir daha bu konuyu açmak yok dedi. Tamam mı? Niyazi hala oradaydı. Kafamla ''olur! '' işareti yaptım.
-Ankara'ya da gitmem. Abim gelsin Ankara'dan... ''Sevda'' yazacağım topun üstüne, diye ekledi, kocaman yazılarla... ''kara'' da yazayım mı? Tekmele dur. Patlatıncaya kadar...
-Aşk yazsan olmaz mı?
-Yazarım da onu da sen vurmazsın, O sana kıyar...
Niyazi'yi konuşturmayı başarmıştım ya neşemiz de yavaş yavaş yerine gelmeye başlamıştı. Niyazi mutlu ben mutlu. Rahatlamıştım bir parça sonucu kabullendiğimde. Olması gereken, bana yakışan da bu olmalıydı.

Mutlu mutlu Niyazi'yle pazara çıkmaya tam karar verdik, hazırlandık bürodan çıkacağız, yanında bir çocuk iki adım arkasında bir hanım üçüncü katın merdivenlerin son basamağına gelmiş bir adam göründü, nefes nefese kalmışlardı.
-Otuzsekiz numaralı büro hangisi acaba diye birbirlerine sorarken göz göze geldik.

Benim Niyazi yerlerde sürünüyor gülmekten. Başıma gelecekleri kestirmiş olmalı
-Niyazi kalk yerden, ayıp oluyor bak.
-Barbekü isterim diye bağırıyordu kadın. Bana ne otuzsekizden kırktan
-Gazoz diyordu çocuk, soğuk olsun. Bana ne barbeküden.
-Kredi kartına kaç taksit yaparlar hanım? diyordu adam. Bana ne gazozdan
-Niyazi dedim çabuk hesap makinesini getir.
Oturduğu yerden kalkmaya çalışırken parmaklarıyla hesap yapmaya başlamıştı bile. Beş kere beş...
-Niyaziiiiiiiii.... hadi çabuk...
-Efendim, dedi adam...
Gözlerimin içine bakarak. Karısı, merdivenlerin tırabzanlarına dayanmış nefesleniyordu.
-Çufffff çuffffffff çuuuffffff... düüüttttttt düüüüttttt
Niyazi, elinde hesap makinesi, oturmuş, betonda trenini yürütmeye çalışıyor...

''Hadi sen de gel'' dedi bana, düşünmeden yanına oturdum:

-Çuf... çuf... çuuuffff... çuuuuuuufffff...

Devam edecek

Nurten Altınok
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: [Henüz Oylanmamış]
              0 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Özhan Bilgin

 Kahveci : Özhan Bilgin


   VANTROLOG - II



__ ıstırap oldu bu sana, öyle değil mi ?..
__ galiba..
__ çelişkiler insanı hırpalar.. bu düpedüz bir çelişkidir.. çelişkilerle değil keskin bilgilerle ilgilen..
__ ben yoruldukça sen yorulmuyorsun sanki !?..
__ şimdi durduk yerde ikilik yaratma !..
__ çelişkini yiyim e mi.. ha ha ha..

__ sırıtma bee.. senin sahip olduğun bilinç benim bilincim.. kendini bi halt zannetme, tahta !..
__ nerden biliyorsun, belki de ben seni dillendiriyorum..
__ (gulp)..
__ öyle ya.. belki de Everett'in söylediği doğru.. evren sonsuz sayıda paralel evrenlerden oluşuyor.. ve her bir paralel evrende bir olayın diğer bir olasılığı gerçekleşiyor..
__ keskin bilgilerle uğraş dedim sana zingoç !.. bu dediğini hiçbir zaman anlayamamışımdır..
__ anlatayım o zaman.. iyi dinle !.. determinizm yasaları çöktüğünde, bilim adamları artık, olasılıklar evrenini konuşmaya başladılar.. olaylar arasında artık nedensellik değil olasılıklar bağı olduğunu kabul ettiler..
__ bi saniye dur !.. bu kabulleniş bir determinizm değil mi ?..
__ hayır değil.. bu sadece gözlemin.. klasik fizik de, hep gözlemlerden oluşan yasaları anlatıyordu.. bir nesnenin hızını hesaplarken hep zamanı kullandılar.. halbuki gözlemledikleri zaman izafiydi.. bu yüzden buldukları bütün formüller çöktü..
__ eee..
__ mesela beni yere bırakırsan düşerim.. bu gerçek.. ama bu Newton un bulduğu dokuz nokta sekizlik lik çekim kuvveti yüzünden değil.. bana bir sürü kuvvet etki ediyor.. hava, su, güneş.. hatta milyonlarca kilometre uzaklıktaki bir gök cisminin bile bana uyguladığı bir çekim kuvveti var.. bunu formule etmek imkansız.. tek gerçek var.. o da benim düştüğüm..
__ hayır canım.. ben bırakırsam düşersin yere.. işte gerçek bu !..
__ (gulp)..
__ ne oldu ?.. duruldun..
__ umarım, ben de diğer bir paralelde seni böyle bozuyorumdur !..
__ ummaya devam et sen daha.. tahta kafa !..
__ ulan ben senin……. !?!!!
__ ne dedin sen ?.. dur.. dur.. böyle olmayacak.. ben seni bi yere fırlatayım da, görelim Newton un yasasını.. kapa gözlerini !.. __ !!?!!
__ (gulp).. niye düşmüyorsun ?!
__ niye düşmüyorum ?!?!

_sürecek_

Özhan Bilgin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
              2 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mustafa Erkenekli


MAZHAR OLMAK

Bir arkadaşımı ziyaret etmek için gittiğim Diyarbakır'dan, 52517 numaralı Diyarbakır-Basmane Posta Treni ile döndüğüm, trenin Hazar Gölü yanından geçtiği ve Hazar Gölü'nün üzerine inen güneşin, göl sularını sararttığı bir akşamüstü...

Birkaç kompartıman ileriden, ne anlama geldiğini bilmediğim yanık bir türkü sesi... Öyle içli, öyle yakıcı ki, ona dikkat kesilmemek elde değil... Yerimden kalkarak beni çağıran bu sesin, geldiği yöne doğru yürüdüm. İçeri girdim ve yetmişli yaşları aşmış gibi görünen amcanın türküsünün yarım kalmaması için, selâm dahi vermeden oturdum.

Türkü bittikten sonra selâm verdim ve ekledim:
-Amca, bu söylediğin türkünün anlamı nedir?
Önce; "Aleykümselâm" dedi ve devam etti:
-Ah yeğenim! Bu türkü değil ki; bu bir ağıt!...
-Bu nasıl bir ağıt ki, anlamamış olmama rağmen, beni bu kadar etkiledi? Sen bu ağıdı nerden duydun?
Konuşmak ve içini dökmek istediği her hâlinden belli:
-İsmini bağışlar mısın? diye sordu.
-Mustafa, dedim.
-Bak Mustafa'm. Benim adım da Mazhar. Bu ağıdı ben kimseden duymadım. Vakti zamanında, çok sevdiğim bir insan için, benim yazdığım bir ağıttı. Bu ağıdı söylerken, içimden de Allah'a: "Güneşin Hazar Gölü'nün sularını sarıya boyadığı böyle bir akşamda, burada canımı al!" diye dua ediyordum.
-Bu ağıdı sevdiğin insan için söylemeni anladım da ettiğin duanın nedenini anlayamadım.
-Yolculuk nereye Mustafa'm?
-Gölbaşı'na.
-Senin yolun da pek kısa değilmiş. Eğer canın sıkılmazsa, sana ağıdımı da duanın nedenini de anlatayım.
-Ben dinlemekten sıkılmam. Hem sizin gibi belirli bir yaşa gelmiş insanları dinlemek, bana mutluluk verir. En azından sizin tecrübelerinizden yararlanmış olurum.
-Anlatacağım şeylerde yararlanılacak bir şey yok ki! Benimkisi bir gönül hikâyesi.
-Olsun, siz anlatın, ben dinlerim.

-Yıllar önce biz burada oturuyorduk. Köyümüz, buranın az ilerisinde idi. Ben, anne ve babamın tek çocuğuydum. O zamanlar bizim bir ağamız vardı. Ağamız; insaflı, merhametli ve iyi bir adamdı. Biz onun yanında çalışır, tarlasını işler, küçük ve büyükbaş hayvanlarına bakardık. Ağa da bunun karşılığında hiçbir şeyimizi eksik bırakmaz, bütün ihtiyaçlarımızı temin ederdi. Savaştan yeni çıkmış bir ülkede; yiyecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları giderildikten sonra insan başka ne isterdi ki? Ama gel gör ki, gönül bunlarla doymuyordu. Sevmek ve sevilmek istiyordu ve bu da onun en doğal hakkı idi.

Ağamızın, Hatice isminde bir kızı vardı. Önceleri sadece bir "Ağa Kızı" olarak gördüğüm Hatice'ye, günden güne bağlanmaya başlamıştım. Gün geçtikçe bu sevda artıyor, önüne geçilmez sel gibi büyüyordu. Ona duygularımı açmanın bir yolunu aradım, fakat bulamadım. Ağaya ait olan, küçük de bir kuzum vardı. Onu sürekli yanımda gezdirir, onun yumuşak tüylerine dokundukça, Hatice'nin saçlarını hayal ederdim. Köpek gibi yetiştirmiştim o kuzuyu. Ben nereye gidersem peşimden gelir, ben oturursam kendisi de oturur, yemek yerken bile soframa ortak ederdim.

O zamanlar arabayı gören, kendisini Hac'ca gitmiş gibi bahtiyar sayıyordu. Çerçiler de eşyalarını; at, katır ve deve sırtına yükleyerek dolaşırlardı. Bir gün bizim köye, bir çerçi geldi. Ağaya söylesem, kesinlikle "Yok!" demezdi; ama istediğim buğdaya karşılık ne alacağımı sormasından korktuğumdan, ağanın buğdayından çaldım ve çerçiye verip, karşılığında kırmızı bir şal aldım. Ne yapıp etmeli, bu şalı Hatice'ye vermeliydim. Fakat nasıl? Günlerce düşündüm bir çare üretemedim. Arada bir, adını "Boncuk" diye koyduğu kuzumu seviyor, yüzüme bile bakmadan çekip gidiyordu. Onun Boncuk diye çağırmasından sonra ben de kuzumu Boncuk diye çağırmaya başlamıştım.

Uzun bir zaman boyunca şal cebimde dolaştım. Köyden pek de uzak olmadığımız zamanlar yanımıza geliyor, eve gelen misafirler için süt sağıp geri dönüyordu. Koyunlardan birini yanına getiriyor ve koyun rahat dursun diye sütü sağıncaya kadar koyunu tutuyordum. Yine süt sağmaya geldiği bir gün, koyunu yanına getirdim. Ben koyunu tutarken, kendisi de çömeldi ve elindeki kabı koyunun memesinin altına koydu. Sağmak için, başını öne doğru eğdiğinde, kafasındaki kûllik (Yöresel bir başörtüsü) koyunun karnına geldi ve yere düştü. "Fırsat bu fırsat!" deyip, cebimdeki şalı çıkardım ve başına örttüm. "Bu sana daha güzel yakışır, bunu tak!" dedim. Bana baktı, gözlerini gözlerime dikip: "Ben ağa kızıyım, biliyor musun?" dedi. Ben de: "Ben biliyorum, ama bu bilmiyor" diyerek gönlümü gösterdim. Şal başında örtülü vaziyette koyunu sağdıktan sonra, şalı güzelce katlayıp başının üstüne koydu. Daha sonra da kûlliğini onun üzerine koyarak bağladı. O, elindeki süt ile giderken, ben de arkasından bakakalmıştım.

Şalı verdiğim günden sonra da yine süt için geldiği oluyor, ben kendisine bakmaktan korkarken, onun bana baktığını fark edebiliyordum. Şalı verdiğim gün, benim için bir milat olmuştu ve o günden sonraki günleri saymaya başlamıştım. Son olarak, altmış biri saydığım gün, yine geldi. Koyunu tutup yanına getirdiğimde, ses çıkarmadan sütü sağdı ve otuz metre kadar uzaklaştıktan sonra: "O gönlüne sahip ol" dedi. Söylediği bu sözden, "Gönlüne dikkat et, olur olmaz sevmesin!" mi, yoksa "Gönlündeki sevdaya sahip ol!" mu dedi anlamadım. Ama benim gibi bir maraba için, birincisi daha mantıklıydı. "Sen sevmesen de sevgimi biliyorsun!" diyecek oldum, ona da cesaret edemedim. Söylediği söze cevap verememiş, yine arkasından bakakalmıştım.

Her Allah'ın günü, "Allah'ım ne olur, eve misafir gelse de Hatice de süt için buraya gelse!" diye dua ediyordum. Sonunda dualarımdan biri kabul edilmiş olmalıydı ki; çok fazla beklemedim. Hatice, elindeki kap ile yanıma gelir gelmez sordum:
-Geçen gün, "O gönlüne sahip ol" dediğinde ne demek istedin?
-Sen ne anladın?
-Doğrusunu söylemek gerekirse bir şey anlamadım.
-O zaman gönlüne ve gönlündeki sevdaya sahip ol!
Bunları söyledikten sonra da; "Evde misafir var, beni bekletme!" dedi. Onun sözleri biter bitmez, nasıl olduğunu bilmiyorum ama bir koyunu tutup getirmiştim. Koyunun memesindeki sütün, elindeki kaba her akışında gelen "Cızzz!" sesi, sanki benim yüreğimdeki yağların bir ateş karşısında erirken çıkardığı sesler gibi idi. Elimde tuttuğum koyunu bıraktım. Koyun da benim ne yapmak istediğimi anlamış olmalıydı ki, aniden hareketlendi ve yerdeki sütü ayağıyla vurarak döktü. "Kusura bakma, dalgınlığıma geldi!" diyerek durumu kurtarmaya çalıştım. Bana inanmadığını belli etmek ister gibi: "Her zaman yaptığın iş değil mi?" diye sordu. "Evet, ama dalmışım işte!" dedim. Yanımda ne kadar uzun süre kalırsa, o kadar iyi olur diye düşünüyordum. O ise, misafirlerin beklediğini söyleyerek acele ediyordu. "Misafirin canı cehenneme!" diye söylendim. "Eğer gecikirsem, misafirden önce babam beni cehenneme yollar!" dedi. Bir başka koyunu tutup getirdim. Sütü sağıp yirmi metre kadar uzaklaştıktan sonra: "Bundan sonra arayı fazla uzatma olur mu?" dedim. Geriye döndü, baktı ve güldü. Hiçbir şey söylemeden de arkasını dönüp gitti.

O günden sonra, her fırsatta yanıma geliyordu. Boncuk da ona alışmış, hangimiz çağırsak yanımıza koşmaya başlamıştı. Bazen bir ağaç altına oturduğumuzda, Boncuk da yanımıza gelir ve yatardı. Bir anda üç kişilik bir aile gibi olmuştuk.

Sadece gündüzleri değil, geceleri de görüşmeye başladık. Ben evin yanında bekler, o da idare lâmbasını yüzüne yaklaştırarak, benim kendisini iyice görmemi sağlardı. Geceleri, o benim yüzümü görmese de ben onun yüzünü görerek tarifi imkânsız bir haz duyuyordum. Boncuk'un yavaş yavaş büyümeye başladığı, yaz mevsiminin geldiğini belli ettiği günlerde, Hatice'ye olan sevdamı aileme anlattım. Onlara: "Hatice'yi babasından isteyin!" dedim. Annem de babam da şaşırmışlardı. Babam: "Oğlum, sen deli misin? Hazır, yiyecek, giyecek, yatacak yerimiz varken, bizi rezil mi etmek istiyorsun? Onun ağanın kızı olduğunu bilmiyor musun?" deyince, ona da Hatice'ye verdiğim cevabı verdim: "Ben biliyorum da bu bilmiyor!"

Bendeki bu sevdayı gören annem ve babam biricik evlatlarının isteğine karşı gelmediler. Ağanın yanına gidip, kızını bana istediklerini, aslında böyle bir isteğin doğru olmadığını bilmekle beraber, bana lâf anlatamadıklarını söylemişler. Ağa: "Benim kızımın da sizin oğlunuzu sevdiği, birkaç defa kulağıma gelmişti. Fakat benim bir ağabeyim var. Kızımı oğluna düşünüyor. Dört beş yıl önce söylemişti. O zaman çocuklar küçüktü. Ona sorayım, eğer o zamanki düşüncesi hâlâ geçerli değilse, sizin benim yanımda çalışıyor olmanız hiç önemli değil; kızımı oğlunuza veririm. Ama ağabeyim; "Oğluma alacağım!" derse, onu kıramam!" demiş. Ağanın bu cevabı üzerine, annem ile babam eve geldiler ve bana durumu anlattılar.

Birkaç gün sonra ağa, babamı çağırmış ve ağabeyi ile görüştüğünü, fakat ağabeyinin Hatice'yi oğluna alacağını söylediğini belirtmiş. Koyunları ağıla getirip, çiftliğin içinde bulunan eve geldiğimde, annem olanları anlattı. Bu haber üzerine, artık burada kalamayacağımı söyledim. O yıllarda, bir gencin tek başına gurbete çıkması olağan bir şey değildi. Bu yüzden, annem ve babam da benimle beraber geleceklerini söylediler. Ağanın huzuruna çıkıp, müsaade istedik. Ağa da bize birkaç yatak, biraz kap-kacak ve bir miktar da para vererek bizi uğurladı.

Köyden ayrılarak Diyarbakır'a yerleştik. Biz köyden ayrıldıktan üç gün sonra Boncuk, Hazar Gölü'nün kenarındaki yüksek bir taşın üzerine çıkmış ve Hatice de göle düşeceğinden korkarak onu tutmak için bir hamle yapmış. Boncuk'u tutmak için yaptığı hamle esnasında ayağı bir taşa takılıp, tepesi üstü Hazar Gölü'nün kıyısındaki mile çakılmış ve orada can vermiş. O günden sonra Boncuk'u da gören olmamış. Senin benim sesimi duyduğun yer, Hatice'nin mile çakıldığı yerdi. Her yıl, onun ölüm yıldönümünde buraya gelir, onun için dua eder, buradan ne zaman geçsem de benim canımı burada alsın diye Allah'a yalvarırım. Şimdi anladın mı Mustafa'm?

Bana yöneltilen son soru ile kendime geldiğimde, tren Sivrice'ye gelmişti. Mazhar Amca'ya: "Bu ne kadar büyük bir sevda imiş?" dedim. Elini cebine attı, sarı bir mendil çıkardı ve bana uzattıktan sonra konuşmaya devam etti:

-Bu mendilin üzerinde Mazhar yazıyor. O zamanlar eski yazı iptal edilmiş, yeni yazı kullanılmaya başlamıştı. Hatice'nin okuma yazması da yoktu. İsmimi, okuma yazma bilen birine yazdırıp, o yazıya bakarak bu mendili işlemiş. Bunu bana verdikten sonra, ben ailemi onu istetmek için göndermiştim.

Diyarbakır'a göçtükten sonra evlendim. Altı tane çocuğum oldu. Evlendiğim gün karıma da bu mendilin hikâyesini ve benim için değerini anlattım. Karım da öldü gitti. Allah ondan da senden de razı olsun; o da bu emanete gözü gibi baktı. Büyüdüklerinde, çocuklarıma da anlattım. Senin anlayacağın, yaşım yetmiş sekiz oldu ve bu mendil elli altmış yıldır benim cebimde durur. Çürümesinden korktuğumdan, ne yıkattım, ne de terimi sildim. Elimi her cebime attığımda, Hatice'yi hatırlar ve bu mendili çıkarıp kokladıktan sonra tekrar cebime koyarım. Belki de bu yaşa kadar yaşamamı sağlayan evvela Allah, sonra da bu mendildir.

Mendilini iade ettikten sonra, Mazhar Amca ile şimdiki sevdalar üzerine konuşmaya başladık. O anlattı, ben dinledim.

....

Şimdi düşünüyorum da acaba zamanımızda kaç insan Mazhar Amca gibi bir sevda yaşıyor veya kaç kişi böyle bir sevdaya mazhar oluyor?

İki kuruşluk değil, bir ömür sürecek sevdalara mazhar olmanız dileğiyle.....

Mustafa Erkenekli
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
              1 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Müge Eralp Kaya

 Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya


  HAMUR ÇORBASI
  FRİGO BUZ

Sofralarımızın vazgeçilmezi olan çorbamız, bugün Balıkesir'den sofralarımıza lezzet katıyor..

HAMUR ÇORBASI

MALZEMELER

Yarım bardak nohut, 2 çorba kaşığı domates salçası, 150gr.tavuk göğüs eti, 8 bardak tavuk suyu, 3 çorba kaşığı su, 4/5 su bardağı un, 2 çorba kaşığı margarin, tuz, karabiber...

YAPILIŞI
Hamurumuzu bir gece önceden hazırlayıp kurumaya bırakalım. Bunun için, un, tuz ve suyu karıştırıp yoğuralım, yumuşak ve pürüzsüz bir hamur elde edelim ve oklava ile yufka inceliğinde açalım. Temiz bir bezi üzerine serip kurumaya bırakalım. Nohutu, birgün önceden ya da 6 saat önce bol soğuk su ile ıslatarak şişmeye bırakalım sonra nohutlarımızı bir tencereye koyup üzerini 2 parmak geçecek kadar su koyup tuzunu atalım ve yumuşayıncaya kadar haşlayıp süzelim. Diğer yandan, etlerimizi bir tencereye koyup üzerlerine su ekleyelim, tuzunu katıp köpüğünü alarak yaklaşık 30 dk. haşlayalım, suyun içinden çıkarıp didikleyelim... Kuruttuğumuz hamurları elimizle kopararak ufalayalım, tavuk suyunu tekrar kaynatıp tuzunu ayarlayalım. Son olarak, hamurları, tavuk etlerini ve nohutu katıp, koyu kıvamlı bir çorba olana kadar yaklaşık 15 dk.pişirelim. Bir tavada yağı ve salçayı birlikte kızdıralım, çorbamızın üzerinde gezdirelim, karabiber serpip sıcak servis yapalım...

Sıra geldi tatlımıza, bugünkü tatlımız çok hafif ve bir o kadar da nefis...

FRİGO BUZ

MALZEMELER

1 yumurta, 1 çorba kaşığı kakao, 1 çorba kaşığı pirinç unu, 1 çorba kaşığı un, 1 çorba kaşığı nişasta, 1 kg süt, yarım paket margarin, 1,5 bardak şeker, hindistan cevizi

YAPILIŞI
Malzemelerimizin hepsini bir tencereye koyalım, muhallebi kıvamına gelene kadar sürekli karıştırarak pişirelim, ateşten alalım, içine margarinimizi ekleyerek soğuyuncaya kadar iyice karıştıralım. Yüksek kenarlı bir cam kaba döküp buzluğa koyarak donduralım ve hindistan cevizi ile süsleyerek soğuk servis yapalım...

PÜF NOKTASI
ÇİLEKLERİN KUMU: Çileklerinizi ıslak bir muslin kumaşa sarıp birkaç kez hızla sallarsanız, çileklere bulaşan kum ve toprakların muslin kumaşa yapıştıklarını görebilirsiniz...

AKLINIZDA BULUNSUN
Şerbetli tatlılarda, şerbeti üzerine eklerken tatlının iyice soğumuş olmasına özellikle dikkat edin, aksi taktirde hazırlamış olduğunuz tatlınız şerbetini emmeyecektir...

GÜNÜN MENÜSÜ:
Hamur çorbası, türlü, salata, frigo buz

Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              2 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 3.648 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


KENDİNE GELDİN

Mülteci kanatların sırça
Elinde bir beyaz bavul
İçinde geçmişin yorgun
Yutarak dalgaları kıyıya yanaştın.

Suni olmayan bir teneffüsle
Karşıladım seni karada
Öyle çok deniz çıktı ki içinden
Can yeleklerim paramparça

En'el aşk dedin
Bana değil, kendine geldin.

Candan Selman

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Air Bag!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

...Doğada ve kültürel değer taşıyan çevrelerde olmanın, onları tanımanın ve onlarla bütünleşmenin başta gelen koşullarından birinin de onlara olabildiğince az zarar vermek olduğu düşüncesiyle, ortak bir amaca ulaşmaya çalışmamız gerekiyor... diyor http://www.gezginder.com/ ve ekliyorlar; etkinliklerimize katılmak istiyorsanız lütfen bizimle irtibata geçiniz.

Bu da doğa sporlarıyla ilgili başka bir web sayfası http://www.ogzala.com/bilgiler-info/cesitlibilgiler/malzemeler.html bu kısayolda ise doğa sporlarına katılabilmek için gerekli olan malzemeler anlatılmış. Örneğin: ...Dağcılıkta giyimin temel amacı; soğuk,rüzgar ve yağmurdan korunmaktır. Ancak bu koruma gerçekleştirilirken giyim malzemelerinin bazı temel niteliklere sahip olması şartı aranmalıdır... gibi

Tedavi yoluyla çocuk sahibi olmaya çalışan çiftlere yönelik geniş bilgiler, uzmana danışma bölümleri, forum ve sohbetler bulunan bir web sayfası. Siz de isteyipte çocuk sahibi olamayanlardan iseniz buyrun http://www.cocukistiyorum.com/

Biraz şiir, biraz komedi, biraz oyun, biraz duygusallık, biraz ondan biraz şundan bundan alın size http://www.kalpsiz.net/

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


DeepBurner Free 1.7 [2.61 MB] Windows Free
http://www.deepburner.com/download/DeepBurner1.exe
Ücretsiz, kullanımı kolay, ufak bir CD yazıcı programı arıyorsanız, işte buldunuz. Pro versiyonu ile birkaç özellik daha eklemek mümkün ama bu haliyle bile oldukça kusursuz. Basit bir CD yazıcı arayanlara tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20051027.asp
ISSN: 1303-8923
27 Ekim 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com