|
|
|
28 Ekim 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Hem Bayram hem de Seyran!.. |
Türk Milleti!
Kurtuluş Şavaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!
Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımzı asla kâfi göremeyiz; çünkü, daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. |
10.Yıl Nutku'nu izlemek için... 10.Yıl Nutku'nu dinlemek için... Windows Media |
Merhabalar,
Yarın en büyük bayram. Birileri bayram değil seyran değil dese de yarın en büyük bayram. 82 yıllık genç bir Cumhuriyet'in tüm fertlerinin yürekten kutlaması gereken bir bayram. Bu bayramın mimarına saygıda kusur etmeden, kurumlarını kirletmeden, çoşkuyla kutlanması gereken bir bayram. Cumhuriyeti, demokrasiyi içine sindirmiş, Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyor olmaktan onur ve gurur duyan herkesin
CUMHURİYET BAYRAMI KUTLU OLSUN Bugün "Dost Meclisi"nde bir misafirimiz var. Üçüncü yıllarını kutlayan Anneyiz.biz'in kurucusu sevgili Pınar Yücel Malatya'da yaşanan vahşet üzerine tüm annelere sesleniyor. Kahve Molası olarak Anneyiz.biz'in yaşgününü kutluyor, daha nice yıllara diyoruz. Bir kutlama da sevgili Cumhur'a. Sevgili hocamızın da doğum gününü ailecek kutluyor ve uzun bir ömür diliyoruz. Ben de hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Aynı güne iki yazı! |
|
Patoloji Profesörü Nadir Paksoy Hocayı birkaç yıl önce bir yazımda daha Kahve Molası'na konuk etmiştim. Nadir Bey bir özel insan. 1990'lı yılların başında kendisi Antalya Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesiyken Cumhuriyet Gazetesi'ne yazdığı kendi uzmanlık alanı ve gezi yazılarıyla dikkatimi çekmiş, zamanın YÖK Başkanı Prof. İhsan Doğramacı'ya mektupları ve nihayet "İki yüzlü Hocalar Olmasın!" başlıklı satırlarıyla ses getirmişti. Bir gazete okuru olarak Nadir Hoca'ya yazdığım kısa mektuba yanıt iki ay sonra Norveç'ten gelmişti.
Gezi kitapları meraklılarına, Nadir Paksoy ismi yabancı gelmeyecektir. Tıp eğitimi sonrası çalışmak için gönüllü gittiği ve oğlu Gezgin'in doğduğu Pasifik Adalarında geçirdiği yılları 'Bir Demet Pasifik' adıyla kitaplaştırır. Ardından başta Hindistan olmak üzere yine mesleği çerçevesinde kısa ya da uzun konuk olduğu değişik ülkeler 'Sırt Çantamda Coğrafyalar', Norveç yılları 'Kuzey Sardunyaları' ve nihayet Zimbabwe günleri 'Gözümden Afrika' adıyla okuyucuyla buluşur.
Hoca dalındaki özel ihtisası ve gezginliğinin yanında artık neredeyse parmakla gösterilebilen bir kıymetli insan özelliğine de sahiptir: 'Doğrucu Davuttur' Dr. Nadir Paksoy; sözünü esirgemez, ilkelerinden taviz vermez, görmezlik edemez, kısacası eğilip bükülmez sopa gibi bir adamdır.
Türkiye'nin alışık olmadığı, özellikle bizim yöneticilerin sevmediği insan tipi! Elbet başı da dertten kurtulmaz. Neden kurtulsun ki? Şöyle ya da böyle doğrular cezalanacak ki, böyle gelmiş böyle gitsin, aykırı örnek olmasınlar!
Nadir Paksoy çok emek verdiği Norveç Kanser Enstitüsündeki görevini az daha üniversite içindeki kapris ve çelmelerle ıskalayacakken; israrı, haklılığı ve gözünü budaktan esirgemezliği sonucu yukarıdakileri 'pes' ettirmesiyle ucundan yakalar.
Kocaeli Üniversitesi'ne gelir ancak burada da kurucusu ve başkanı bulunduğu ana bilim dalına karşı Sayın Rektör'ün kendisine bilgi vermeden kalkıştığı tasarrufları kendi deyişiyle 'onuruna yediremez' ve 24 yıllık devlet görevini umursamaz, bir çırpıda istifa eder.
Saçma değil mi? Bir kere sen kim Rektör'e karşı gelmek kim? Peki, bu devirde 'onur' denen şey ne ola ki? Otur oturduğun yerde, bak işine, emeklilik süreni tamamla, ondan sonra nereye istersen git, hala rahatsızsan. Hoş rahatsız olacak bir şey de yok ya.
Aradan iki yıl geçer, Hoca'nın rahatsız olduğu gelişmeler, gerekçeler ortadan kalkar ve kendisi yasa ve yönetmeliklerde hakkı olduğu üzere, yeniden üniversiteye dönmek üzere başvurur.
Alın size bir başka gariplik ve hatta çocukluk! Sen koskoca Rektör'e karşı gelmişsin, çekip gitmişsin, sonra da hiçbir şey olmamış gibi geri döneceksin. Hoca gezgin ya, herhalde bazen kendi yerinde dursa da aklı başından gezmeye gidiyor. Sayın Rektör, tahmin edebileceğiniz gibi önce ihtiyaç sonra da kadro olmadığı gerekçeleriyle Hoca'yı tersler. Sonra da kendi uygun gördüğü başka değerli akademisyenleri alır olmayan kadrolara!
Alır alır, ne var bunda?
Gariban Nadir Paksoy Hoca'nın çalmadığı kapı, derdini anlatmadığı kimse, makam kalmaz. Ancak geç kalmıştır. Onu Sayın Rektör'e karşı gelmeden önce düşünecektir!
Van Üniversitesi Rektörü Sayın Yücel Aşkın'ın, hakkında açılan dava sürecini-hiç kuşkusuz- haksız yere tutuklu geçirmesi ve bunun yalnızca Rektörler Komitesi'nde değil tüm toplumda yaratması gereken infial ve nihayet yaşanan hesaplaşmalar konuşulurken, konuşulması gerekirken; biz de tutmuş Nadir Paksoy Hoca'nın kişisel derdiyle sizleri meşgul ediyoruz.
İş olsun işte!
Nadir Hoca çalmadık kapı bırakmadı dedik ya. En son sesini duyurabilmek için bir mektup ta, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oral Çalışlar'a gönderir. İşe bakın ki, Oral Bey'de kendisinin bu mektubunu Sayın Rektörlerin Van Çıkartması yaptığı gün yani 22 Ekim 2005 günü köşesinde yayınlar.
Daha doğrusu o günün ilk yazısına konuk eder. Bu da nereden çıktı, bir gün içinde köşe yazarları iki ayrı yazı mı yazıyorlar diye hemen dudak bükmeyin. Burası Türkiye, olmaz olmaz. Nadir Hoca'nın mektubu Çalışlar'ın 'Sıfır Noktası' adlı köşesinde 'Rektörün Tutuklanması ve Üniversiteler' başlığı ile taşra baskısında yayınlanır. Ancak ne hikmetse nice badirelere göğüs gererek bizleri aydınlatma görevini sürdüren Oral Çalışlar gazeteyi eline alıp okuduğunda bu yazının biraz sert kaçtığına kanaat getirir ve aynı başlıkla Nadir Paksoy'la hiç ilişkisi olmayan başka bir yazı yazar ve 22 Ekim tarihli büyük kentler baskısı gazetede yazarın bu ikinci yazısı yayınlanır. (Merak eden olursa arşivden inceleyip görebilir!)
Şu medeniyetin geldiği noktaya bakın siz. Artık yayınlandıktan sonra bile yazı size azcık sert gelirse, yenisiyle değiştirebiliyorsunuz.
29 Ekim Sevgili Cumhuriyetimizin ve benim için ne kadar anlamlı bir rastlantı ki benim doğum günüm. Nicedir bu 28 Ekim yazısını 'doğum günlerine' ayırmak için planlar yapmıştım.
Olmadı işte!
Hukuğu, bilimi ve Cumhuriyet'in temel ilkelerini, yöneticilik görevi aldığı alanda vazgeçilemez referanslar olarak oturtmaya çalışan; son çıkışları da temelde bu değerlere ilişkin olan Sayın Erdoğan Teziç Hoca üzerine alınmasın...
Hukuğun bir gün tüm yöneticilere, -kuşkusuz hepsine ve her koşulda olmasa da- rektörlere de gerekli olabileceğini. (Keşke başkalarına ve başka gerekçelerle yaşananlarla bunun farkına varılabilseydi.) Nadir Paksoy'ların; haklının, doğrunun hep yitirdiğini, sistemin onları hep cezalandırdığını, öğüttüğünü.
Ve belki de onun için bu günleri ve bu tartışmaları yaşadığımızı. Tutunabileceğimiz köşelerde bile yazarların günde iki köşe yazısı yazdığını.
Yazmak zorunda kendimi hissetmeseydim.
Olurdu.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kardelen Ezgileri : Fatma Toprak Gök SEV BENİ | |
Ben dokuz yaşında bir çocuğum. İlkokul ikinci sınıftayken babam beni okuldan aldı. Okutamazmış. 'Çalış, paranı kazan. Ben sana bakamam' dedi. Ayakkabı boyuyorum. Akşam olup da eve gitme saatim geldiğinde çok korkuyorum. Babam yine parayı az bulacak ve dövecek beni. Boya sandığını hep okulun önüne kuruyorum. Okula giden öğrencileri izliyor gözüm. Aklım hep onlarda. Onlara bakıp hayal kuruyorum. Sınıftaymışım, derslerim hep pekiyiymiş. Öğretmenim; 'Arkadaşınızı örnek alın çocuklar' diye beni gösteriyormuş. Bütün sınıfları pekiyiyle geçip, en sonunda doktor oluyormuşum. Doktor olunca da parasız ve kimsesiz çocukları bedava tedavi ediyormuşum… İşte yine akşam oldu. Yine para kazanamadım. Babam beni bekliyor, gitmesem… Başka nereye gideceğim ki…
Ne olur baba, dövme beni. Ne olur baba, ne olur, istediğim çok şey değil, sadece sev beni…
Ben, genç kızlığa adım atmak üzere olan bir kızım. Anne ve babam ben çok küçükken ayrıldı. İkisi de kendine yeni hayatlar kurdu. Babam yeniden evlendi. Annem ise yeni sevgilisiyle birlikte yaşıyordu. Zamanla, hayatında başka erkekler de oldu. Artık, fuhuşu kendine meslek edinmişti. Başka kalacak yerim yoktu. Bazen annemde, bazen babamda kalıyordum. Babamda kaldığım günlerde üvey annem beni dövüyordu. Babam aldırış etmezdi. Son dönemlerde, üvey annemin kışkırtmaları sonucu, babam bıçakla üzerime yürüdü. Artık kalamazdım o evde. O günden sonra tamamiyle annemde kalmaya başladım. Annem de istemezdi beni, sevmezdi. Bir gün, annemin birlikte olduğu erkeklerden biri tarafından tecavüze uğradım. Korkumdan ne yapacağımı şaşırdım. Anneme anlattığımda 'Boş ver, bir şey olmaz. Sen de bundan sonra benimle çalışır, para kazanırsın dedi.' Ne yapacağımı bilemiyordum. Başka kalacak yerim yoktu. Annemin dayaklarına ve baskılarına daha ne kadar dayanabilirdim ki…
Ne olur anne, satma beni. Ne olur anne, ne olur, istediğim çok şey değil, sadece sev beni…
Ben, henüz iki buçuk yaşındayım. Kimsem yok. Yurtta kalıyorum. Burada karnım doymuyor çoğu zaman, aç kalıyorum. Tuvalete gitmeyi biliyorum. Ama birinden 'Anne' lafını duyduğum zaman, üzerime yapıyorum çişimi. Buradaki abla bana çok kızıyor, dövüyor… Gece olup da ışıklar sönünce çok korkuyorum. Dün akşam da korktuğum için ağladım. Abla gelip yine beni dövdü ağlıyorum diye. 'Ağlayacaksan da sessiz ağla' diyor. Ama ben sessiz ağlamayı bilmiyorum ki. Daha iki buçuk yaşındayım. Bilmediğim sadece o değil. Anne sıcaklığını da bilmiyorum. 'Anne kokusu' diye bir şey varmış, onu da… Ama dedim ya, tuvalete gitmeyi biliyorum. Bazen yani… Bir de kaşık tutmayı… Geçen gün buradaki çocuklardan birinin annesi geldi, çocuğunu görmeye. Alacağım buradan seni dedi, parmaklıklar arkasındaki çocuğunun ayaklarını okşarken. Ben de ayağımı uzattım ona, belki benim ayağımı da okşar diye… Abla yine aldı, hırpaladı beni. Vücudum morluk içinde.
Abla… Tamam döv beni razıyım ama istediğim çok şey değil. Ne olur, bir yandan da sev beni…
Fatma Toprak Gök
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Ramazan gidiyor |
|
"Nerdeee o eski Ramazan'lar ve Bayramlar ?" kadar belleklere kazınmış kaç deyim vardır acaba ? Elbette bu söyleyiş gençlere Fransız gelebilir, gelebilir ama ne çare biz yaş grubu için o tatlı nostaljisini her zaman bünyesinde barındıracaktır. Anadolu'yu çok iyi bildiğimi asla söyleyemem ama o güzelim duyguların, kısmen de olsa hala yaşandığına tanık olmuşumdur. http://www.kmarsiv.com/sayilar/20031201#sesen
Kendimi bilmeye başladığım yıllar Ankara'da geçmiştir. Memur kenti idi Ankara. Mahalle sakinlerinin çoğu Meteoroloji'de çalışırdı, hatta karı-koca ikisi birden. Gelir düzeyleri üç aşağı beş yukarı aynı olan insanların oturduğu mahallede, elbette abuk subuk durumlar oluşamazdı. Marka ve modellerin olmadığı o yıllarda; hepimizin ..ıçında aynı pantolon ve üstünde aynı t-shirt'lerin bulunması kadar da doğal bir durum olamazdı. "İmrenmek, canı çekmek" diye bir kavram yoktu zira. Arkadaşının da ayaklarında aynı pabuçları, yama yapılmış çorapları görünce insanın nasıl canı çeker ki ? Komşuluk ilişkileri en üst düzeyde idi, "Bir maniniz yoksa bizimkiler size gelmek istiyorlar" sorusunu sormamış çocuk yok idi neredeyse. "Buyursunlar" dışında da bir cevabın olduğunu sanmıyorum. Ramazan ayında bu ilişkiler iftar sofralarına, sahur keyiflerine kadar taşınırdı. Bir bakarsınız iftara çeyrek kala zil çalmış; komşunun böreği, zeytinyağlı dolması, tereyağlı ev baklavası, "Afiyetler olsun" eşliğinde sofranıza balıklama dalmış ve aklınızı başından almış olurdu. "Top patlasa da bir an evvel tadına baksak !" diye, az mı iç geçirirdik ? Zaten bana tatlı dediler mi akan sular dururdu, hele tulumba dediler mi mutluluk hormonlarım prim yapmış hisse senedi gibi tavana vururdu. Aç parantez : Hala öyle olduğumu söyleyeyim, kapa parantez...
Yine tatlı krizimin had safhada olduğu bir zaman kesiti olacak ki; arife gecesi burnuma gelen güzelim irmik tatlısı kokularına daha fazla tepkisiz kalamadım ve gecenin bir yarısı kendimi mutfağa yollamaktan alıkoyamadım. Kare biçiminde kesilmiş; en az 6'ya 12 gibi, yani toplam 72 parçadan oluşan bir tepsi irmik tatlısına, başta gözüm olmak üzere elbette doyamadım ( Ama, tepsiyi fırına itinayla koyamadım, zannetmeyin ). Kendi kendime; "Ne çabuk bitti lem koca tepsi ?" diye asla soramadım ve arife gecesi gördüğüm rüyaları zahmet edip hayra yoramadım. "Ahhh, mabadım ! Bu oklava da neyin nesi ?" diye, annemin karşısında bir dakika bile duramadım. "Allah ne verdiyse yemişim"; önceki gece yarısı olduğu gibi ..! ( Lezzetleri biraz farklıydı ama .. )
Gece deyince; Ramazan gecelerinin müzisyenlerini unutmamak gerekir elbette. Tek kişilik orkestra olmalarına karşın, bahşiş nedeniyle çok kişilik bir konumda bulunurlar sevimli davulcularımız. Hemen hemen 3-4 posta çalınır kapımızın zilleri ve her defasında daha değişik bir davulcu geliverir karşımıza. Geçmiş yılların tecrübesiyle bu sene oldukça iyi hazırlandım ( Bittiniz ooolm siz ! ). Davulun en kıvrak nağmelerinden oluşan empe3'ünü indirmişim cep telime, dinlettiğimde nutku tutulacak vay ki ne vay haline heh he ..! Bu arada ben yok iken Safranbük davulcusu dolaşmış bile ( Yırttım bahşiş olayını ).
http://www.kmarsiv.com/sayilar/20041112#sesen
Bir de top olayı var Safranbük'de. Bu iftar topu nedeniyle kayınbiraderlerimden birinin; çocuk iken 30 gün boyunca dayak yediğini de duymuştum. "İftar vakti herkes sofrada olacak" diye tembih edilirken, topun atılışını yakinen izleme uğruna gecikirmiş zavallım.
Karagöz'üm, gitti gidiyor Ramazan, kapı eşiğinde bekliyor Bayram. Haberin var mı ?
Hayrola Hacı Cavcav, ne yapacaksın hem Ramazan'da hem Bayram'da biberi ?
Biber değil, haber diyorum haber ..?
Haa ..! Öyle desene, biraz belim ağrıyor ama iyiyim, senden ne haber ?
Hay aksi ..! Diyorum ki; Bayram yolda, Ramazan gidiyor, zaman nasıl geçiyor nasıl ?
Uğurlar olsun, yumruklar tepene dolsun da sen gör bir fasıl ?
Ahh ..! Karagöz'üm, neden vuruyorsun ?
Yıkıl karşımdan, hala önümde duruyorsun... Bıktırırsın zaten beni her zaman...
Ne güzel sohbet edecektik, öyleyse varayım sahibine haber vereyim heman...
Mutlu bayramlar olsun hepimize hayırlısıyla işte,
savulun Baldız'lar yasal günlere giriyor Enişte...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız BİR İYİ, BİR KÖTÜ HABERİM VAR! |
|
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde. Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu, iki ayağına iki ayrı haber bağlanmış küçük bir güvercin uçtu. Bu güvercin; hep, bir ayağında iyi haber, diğer ayağında kötü haber taşırdı. Uçar mı uçmaz mı, konar mı, konmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten. Biri kaptı maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım durdum dört köşeyi.
Vay ne köşe bu köşe! Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe; bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, diye iki tekerleyip üç yuvarlarken, kondu büyükçe bir kapının dibine, kanatlarını silkeledi de, silkeledi. Nefes nefese kalan açık gagası komacan, üstü başı toz duman.
Tak, tak, tak.
Açılmadı kapı.
Bir daha…
Yeniden.
Tak, tak, tak.
İçeriden toprağa sürünerek, kapıya doğru yaklaşan ayak sesleri işitildi önce. Ardından kapının kilidi birkaç kez döndü. Soluk yüzlü, yaşlı bir adamın yüzü kapı aralığından göründü. Pijamasının açık düğmeleri arasından, saçları gibi bembeyaz olan atleti çıkmıştı. Küçük posta güvercinini görünce gülümsedi.
-Hoş geldin oğul. Geç kaldın bugün. Gir içeri.
Minik güvercin toparladı üstünü başını, doğrulttu minik kafasını, mahcup mahcup gülümsedi.
-Geldim işte.
-Kan ter içinde kalmışsın. Gel soluklan.
Posta güvercini, tüylerini son bir kez silkeledi, küçük ellerini ceplerinden çıkardı. Boyu, adamın yarı beline kadar geliyordu. Yürürken pantolonunun cebinden bir ses şıngırdadı.
"Kaç misketin var?" dedi, yaşlı adam.
Omuzlarını silkti çocuk: 'Bilmem.'
Bahçenin ortasındaki dev çınar ağacının altına geldiklerinde, yaşlı adamın kocaman elleri, çocuğun koltuk altları ile birleşti. Ufaklığın ayakları bir süre yerden kesildi. Az sonra, ahşap iskemlenin üzerinde oturuyor, masanın üstüne kendisi için koyulan daire şeklindeki, kenarları sarı oyalı, yeni koparılmış taze ayçiçeğinin boşalan çukurlarının sayısını artırıyordu.
Adam bir süre çocuğun çekirdek çitlemesini izledi. Masaya sırtını dayayıp, ellerini göğsünün üzerinde bağlayarak çocuğa sordu:
-Hadi söyle bakalım, bugün bana ne haberler getirdin?
Çocuk, yüzüne bilgiç bir eda takınarak, boyundan büyük laflarla; "Ayaklı gazeteniz önce beşliği görmek ister." dedi şakayla.
-Bak şu edepsize, beşliği görecekmiş. Meraklanma sen, harçlığın hazır.
"Olmaz, önce beşlik." dedi çocuk, muzipçe gülerek, ısrarla.
-Ha süpanallah. Peki, peki.
Pijamasının cebinden kağıt parayı gülümseyerek çıkarıp, oğlanın eline tutuşturdu. Çocuk, bildik hareketi tatlı tatlı, hınzırca yineledi; parmaklarının arasında tuttuğu parayı olmayan sakalına birkaç kez sürttü ve cebine, misketlerden kalan boşluğa sıkıştırdı.
Yaşlı adam, inandırıcı olmayan bir ses tonuyla; "Bak, hele şuna. Haberleri parayla satmaya başlayalı beri değişti." dedi göz kırparak. "Söyle bakalım, dünyada neler oluyor, neler öğrendin, bana hangi haberleri getirdin?"
-Bir iyi, bir kötü haberim var.
-Önce kötü olanı söyle.
-Dünya sallanıyor, depremler oluyor. Evler yıkılmış.
Yardım bekliyorlar. Annem, 'Eğer yardımlar hemen ulaşmazsa, çocuklar ölecek.' dedi.
Adamın gözlerinin önünden hüzünlü, yüklü bir bulut geçti.
"Sana bir şey olmasın." dedi, çocuğun duyamayacağı bir ses tonuyla. "Sen de harçlıklarından artırıp, gönderecek misin?"
Çocuk, elleriyle ceplerini yokladı.
-On beş bilye, bir de horoz şekeri… Geri kalanını anneme vereceğim. O gönderir.
-Aferin sana. Hadi şimdi sıra iyi haberde, onu söyle.
Gökkuşağı renkleri gibi ışıldayan gözlerini daha da parlatıp, kelimeleri olabildiğince sündürerek "İyi haber mi; bayram geliyooor." dedi.
-Bayramda da haberleri taze taze getireceksin di mi?
-Her gün geliyorum ya, bayramda da geleceğim.
Yaşlı adam yorgun bedenini doğrultup, çocuğun eline tahtadan yontulmuş oyuncak bir at tutuşturdu. Bu atı yapmak için bir tam gün uğraşmıştı. Bacaklarının arasına aldığı atla sağa sola koşturan çocuğun cıvıltısı, kuş seslerine karışıp, bahçeyi doldurdu. Yaşlı adamın solgun yüzü yaşama sevinci ile aydınlandı.
Ufaklığı uğurlayan adam, kambur bedenini sallanan sandalyesinin üzerine bıraktı. Bir battaniyeye sıkıca sarındı. "Bir daha onun karşısına pijamayla çıkmamalıyım. Tıraş da olmalıyım." diye içinden geçirdi.
…..
Çocuk, yaşlı adamın yanına aksatmadan her gün uğruyordu. Biraz geç kalsa, adam merak etmeye başlıyor, kendisini bahçe kapısının önünde çocuğu beklerken buluyordu. "Gelemedi güvercinim." diyordu kaygıyla.
Çocuk geldiğinde, ikisi de mutluluktan uçuyor, çocuk görevini eksiksiz yerine getiriyor, telaşla iyi ve kötü haberleri yaşlı adama iletiyor, harçlığını ve bir gün önceden kendisi için hazırlanan oyuncağını alıyor, sesleri bahçenin tok sesini dolduruyordu. Çocuk, yaşlı adamın yanından ayrılırken, elinde bazen ahşaptan yontulmuş bir fil, bezden doldurulmuş bir top, ya da mısır püskülü saçlı bir çöp adam oluyordu.
…..
Günlerden bir gün, kapı yeniden çalındı.
Tak, tak, tak.
Bu sefer tıraşlı yüzüyle araladı kapıyı yaşlı adam. Posta güvercini yine kapının önünde kanat çırpıyordu.
"Geldin mi oğul?" dedi, gülümseyerek. "Bayramlığın çok yakışmış."
-Seninki de.
Yaşlı adamın kırışık yanakları pembe pembe oldu, "Bu bayramlık değil ki." dedi, utana sıkıla.
Bayramlıktı işte, çocuğu kandırmanın ne anlamı vardı. Kıyafetini bayram için diktirmiş, özene bezene, heyecanla giymişti. Kravat takıp takmamak konusunda önce kararsız kalmış, boynunu çok sıksa da bu güzel günün hatırına onu bile takmıştı.
Yine çınar ağacının altına geldiler, bu sefer masanın üzerinde rengarenk bonibonlar, şekerler, çikolatalar, kuruyemişler, bir şişe kolonya duruyordu.
"Dilediğin kadar alabilirsin" dedi, çocuğun gözlerinin hizasına eğilerek. "Hepsini senin için aldım."
Çocuk şekerlemeleri bir bir açıp, yemeye başladı. Yapış, yapış ellerini, çikolata bulaşmış dudaklarını kendisine uzatılan ıslak mendille sildi. Birden içini bir kaygı sardı. Bugün haber getirmeyi unutmuştu. Evden çıkarken annesine son haberleri sormamıştı. Minik yüreğinin sıkıştığını hissetti. Şimdi ona ne diyecekti. Tedirgin gözlerle yaşlı adamı süzdü. Acaba unutturabilir miydi.
"Bayramda haber sorulmaz değil mi?" dedi tasalı bir sesle.
Yaşlı adam, çocuğun kaygısını anlamadı. "Hah! Unutmuşum. Bugün ne haberler getirdin, söyle bakalım."
Çocuk, birkaç saniye düşündü. Şimdi ne diyecekti. Ne olduğu anlaşılmayan seslerle bir süre kem küm etti. "Yaa, işte haberler." deyip, susuyordu. Birden gözlerinden bir ışık parladı. Derin bir nefes aldı. "Sana bir iyi, bir kötü haberim var." dedi çarçabuk.
Yaşlı adam her zaman yaptığı gibi: "Önce kötü olanı söyle." dedi.
Derin bir nefes aldı çocuk, gözlerini kocaman açıp, sesini biraz yükseltti. Bir çırpıda:
-Kötü haberim; iyi haberimin olmayışı.
Adam şaşırmıştı, gülümsedi.
-Peki, o zaman iyi haberi söyle.
Çocuk daha da büyüttü gözlerini, dudaklarını kulaklarına yetişinceye dek araladı. Coşkuyla haykırırcasına bağırdı.
-İyi haberim de; kötü haberimin olmayışı.
Kelimeler ağzından çıktıktan sonra, derin bir oh çekip, soluklandı.
Yaşlı adamın kahkahaları; bahçe duvarından yansıyıp, taklacı güvercinler gibi gökyüzünde mutluluk taklaları attı.
Gözleri dolu dolu olarak, çocuğun saçlarını okşayıp, yanaklarından öptü. "Bugün de beni habersiz bırakmadın ya çocuk!" dedi, sesinin titremesini gizleyerek.
Sokak kapısı yeniden çaldı. Bu sefer kapıyı çalan; bir düzine kadar çocuktu. Minik bir güvercin sürüsü kapının önünde kanat çırpıyordu.
Az sonra bahçede oynaşan tatlı haydutların çıkardıkları çığlıklar, tüm dünyaya en iyi haberleri yayıyordu.
Hiç biri kucağında kötü bir haber getirmemişti.
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 19 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci Bungo : Ahmet Deniz NE İSTİYORSUN? -2- |
|
Uyandım, saat öğleden sonra dört olmuş. "Günaydın" dedi. Kafamı çevirdim koltuğa oturmuş kitap okuyordu "aşk köpekliktir". Tekrar uzandı yanıma yine izin aldı;
- Sarılabilir miyim?
Dün geceki gibi jestler yapıyordu. Omuzuma, dudaklarıma yumuşak ve kısa süreli dokunuşlar yapıyordu. Bense, onun bu açık yaralı halinden yaralanmak istemiyordum. Şevkate öyle muhtaç bir görüntüsü vardı ki, O'nu baştan çıkartıp sevişmek benim için çok kolaydı. Ama ben yapmadım hiç dokunmadım. "Kahvaltı edelim, ben hazırladım" dedi. Yine şaşırdım. Bir havlu getirdi, "istersen duş al, üstüne sigara kokusu sinmiştir" dedi. Daha çok şaşırdım, ama teklifini reddetmedim.
Banyodan çıktığımda elbiselerimi silkelenmiş olarak koltukta buldum. Bu kız beni çok şaşırtıyordu. Kahvaltıya oturduk. Bol şekerli kahve de vardı! Yemeğin sonunda;
- Akşam ne yiyelim, dedi. Yine şaşırdım.
- Maç var akşam eve gideceğim, dedim.
- Yaa! Ne maçı? dedi.
- Fenerbahçe, dedim. Önemli, seyretmem lazım.
- Burada seyredelim, dedi sesini burkarak. Kabul ettim.
- Ne içersin maç izlerken?
- Bira.
Getirdi. Yanıma oturdu. Hiç bilmediği bir şeyi yapıyordu ama olanca dikkatiyle. Konuşmadı maç süresince. Bittiğinde "hadi yatalım" dedi. Kabul ettim, aynı komik t-shirt'ü istedim vermedi. Bir paket uzattı açtım, yeni bir t-shirt vardı üstüme göre. Gündüz ben uyurken çıkıp almış. Onu giydim.
Odaya şarap ve kadeh getirdi, müzik çalara Nick Cave koydu, mum yaktı, yatağa uzandık. Cd bittiğinde şarabımız da bitmişti. "Bir daha ister misin?" dedi. "Tamam" dedim. Bir şişe daha açtık. Müzik değişti. Depeche Mode'un bildiğim tüm şarkıları çalıyordu. "In your room" çalmaya başladı. "Dans edelim" dedi, etmeye başladık. Çok salakçaydı, ama ediyorduk. İkinci şişe de bitti. Ben bir yandan merak ediyordum acaba o mereti kullandı mı bugün diye, uyumuşuz…
- Off ya geç kalmışım Jade!, diye uyandım.
- Bir şey olmaz gitme, zaten hiç istemiyorsun gitmeyi!, dedi.
Tuhaf bir şeydi bu yine şaşırttı beni. Aheste bir şekilde hazırladı kahvaltıyı. Tanışalı otuzaltı saat olmuştu. Çok az şey konuşup paylaştık, tek taraflı sarılmalar, alkol ve dans dışında. O gün işe gitmeyecek olmak fikri boğuyordu beni ama gitmedim bir telefonla geçiştirdim durumu.
Bütün gün kitaplardan bahsetti bana, Polonya'lı bir kadının şiirlerini fısıldadı kulağıma. Daha çok etkilendim sanki. Orada yıllarca kalabilirdim. "Senin okulun yok mu?" dedim "yok" deyip kestirip attı.
"Hadi uyuyalım" dedi. "Saat çok erken ve benim artık kıyafetlerimi değiştirmem lazım" dedim. "Boşver gel yatalım." Bana dokunmayı adet edinmişti. Yatağa uzanır uzanmaz 'sarılabilir miyim' deyip bacaklarımdan boynuma kadar her yerime dokunuyordu. Bense daha bir kere değmemiştim o'na.
- Çok temizsin sen, dedi.
- Herkes böyledir, dedim.
Güldü hemde çok.
Gece saat onbirde "Jade ben gidiyorum" dedim. Bu sefer hiç itiraz etmedi. Telefon numarasını bile almadan çıktım evden. Camdan bana bakıyordu tam arabaya biniyordum;
- Emre Oytuuun! diye bağırdı. 'Ne var' gibisinden baktım.
- Çok temizsin seen!
Utandım. Yola koyuldum. Aklımdan hiç çıkmıyordu. Oldukça dramatik bir hikayesi vardı. O çağırmadığı sürece bir daha evine gitmezdim, belki mesaj atardım.
Geçen günler boyunca hiç mesaj gelmedi. Ben de atmadım ama içim içimi kemiriyordu. Sonunda dayanamayıp iki ay sonra bir mesaj yolladım;
"Heyecanlandım da ne oldu?…
Sevgimle
Emre"
Cevap gecikmeden geldi.
"Akşam 20,00 de. The Marmara."
Tam sekizde oradaydım. Gelmiş oturmuştu, tam sevdiğim gibi ben beklemeyi sevmem.
"Canım" dedi ve bana her dokunduğunda yaptığı gibi çenemle dudağım arasından bir yere dokundu kısa süreli.
- Nedir bu durum? dedim,
'Hangi durum?' der gibi ellerini açıp kafasını sağa sola salladı.
- Yani işte, dedim. Çok zeki bir kızdı konuşmaya başladı;
- Seni bir daha görmek istemedim. Diğerleri gibi olmandan korktum, cesaret edemedim. Beni hiç incitmemiştin. Biliyor musun, senden sonra onsekiz gün hiç kullanmadım. Sen benim o'na olan ihtiyacımı giderdin. Çok mutluydum. Seni tekrar ararsam büyü bozulur diye korktum. Sende benim derin yaralarımı tırmalarsan, yaralarım daha da derinleşir ve bir daha hiç iyileşmez. Bu yaralarla daha uzun süre yaşayamam. Ben kimseyi daha fazla üzmemeliyim, kimselerde beni. Sana okuduğum şiir kitabını başucuma aldım. Her gün muhakkak okuyorum. Sadece bir buçuk kere giydiğin t-shirtte yatağımdan hiç çıkmadı ve o yatağa hiç kimsede girmedi sen uyuduktan sonra. Şarap şişelerini zeytinyağı ile doldurdum her zaman elimin altındalar. Fakat bira şişelerini attım kusura bakma, dedi.
Hayretle dinliyordum.
- Sen gelirsin belki diye maçların olduğu günleri takip ettim ve bira stoğumu dolu tuttum. Ben aramazsam ve belki sen gelirsen daha iyi olur diye düşündüm. Gelmedin. Sadece mesaj attın. Şimdi ilk mesajla karşındayım. Yaralarım kapanıyor. Ne yapmak istiyorsun? Tekrar derinleştirmek mi? Kokun hala eksiksiz t-sirtte. Bir buçuk günde senden çok önemli bir güç aldım. Sevip kullanılmamayı, yalnızca istediğim için birine hizmet etmeyi ve beni kaybetmemek için bana dokunmayışını... Oysa herkes kaybetmemek için bana sarıldı boğdu ve bıraktı. Başkalarının beni elinde tutmak için yaptıklarının beni yaraladığını, hayatımda kimse olmadan da mutlu olabileceğimi, alışkanlıklarımı değiştirebileceğimi bana birbuçuk günde anlattın. Sen, "heyecanlandım da ne oldu?" diye sormuştun ya bana, işte bunlar oldu. Ve emin ol çok daha iyi olacak her şey. Sen beni acıtıp kanatma yeter. Senin kadar temiz olmak istiyorum. Karşılıksız arkamda durman beni arındıracak. Seçimini sen yap. Biliyorum sormasan da sana niye ve nasıl ulaşıp da o mesajı attığımı merak ediyorsun.
'Evet' ediyorum der gibi başımı salladım.
- Biz... Yeliz ile beraber çalışırdık yazları San Remo'da tur rehberi olarak.
Bana hiç bahsetmemişti Yeliz O'ndan?! Şaşkınlıktan gırtlağıma bir şey düğümlendi.
- Seni çok anlattı. En güzel masallar gibi dinlemiştim o'na olan davranışlarını. Hattâ o öldüğünde tüm mesajlarınızı okudum ofisteki bilgisayardan! Seni neyin heyecanladırıp bana sürükleyeceğini çok iyi biliyordum. Ve geldin. Seni yaralamak istemiyorum ama yalanla olmakta istemiyorum ben temizlenmek istiyorum.
Yeliz'den bahsedilince kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.
- Ağlamalarını da çok iyi biliyorum. Hattâ buna rağmen bana kötü davranmayacağını. Fakat sana muhtaçtım. O kadar çok dinledim ki seni, yatışını düşündüm, yıkanışını, kahveni nasıl içtiğini, hangi kokuyu sevdiğini, neleri istediğini... hepsini ezberlemiştim. Çok istedim seni. Şimdi doğruyu söylüyorum, beni incitmeyeceğini biliyorum... Lütfen ağlama.
'Yeliz neden bana hiç bahsetmedi bu kızdan?' diye düşündüm ama demiştim ya o parfümünün ismiyle özdeşleşmişti Angel!
…
Bu konuşmanın üstünden yedibuçuk ay geçti. Jade çok azalttı o merete olan bağımlılığını. Okulu hiç kırmıyor ve çok çalışıyor. Biz hiç sevişmedik. Bana yerleşti. Artık o sıkıcı evimde yalnız kalmak zorunda değilim. Belki her şey eskisi gibi olacak yakında! Havuzun yanına hanımeli dikti eve yerleşir yerleşmez. Çiçeklere "Yeliz Çiçeği" diyor. Bende Yeliz'i özlüyorum hem de çok. Ara ara Jade Angel sürünce yine ızdırap çekiyorum. Bir kaç gün beynim pelteleşiyor sonra geçiyor.
Dün başlamıştık, bugün bitti
Ahmet Deniz bungone@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya ET SARMASI TAHİNLİ ÇITIR |
|
Sevgili KM okurları, bugün yine iyisiniz :)) Sizlerle Gaziantep'ten nefis bir et yemeği yapacağız...
ET SARMASI
MALZEMELER
150gr.iç yağı, 150 gr.tuzsuz antep fıstığı, 1 kg.koyun eti, yarım bardak zeytinyağı, 500 ml.sıcak su, 1 çorba kaşığı domates salçası, 2 çay kaşığı acı toz kırmızı biber, tuz
YAPILIŞI
Fıstıklarımızı tenceremize koyup üzerlerini kapatacak kadar su içinde 3-4 dk.haşlayalım, süzdürüp soğuk sudan geçirerek kabuklarını soyalım, iç yağını robottan geçirip incecik kıyalım. Fıstıkları, iç yağı, tuz ve karabiberle karıştırarak harcımızı hazırlayalım, etlerimizi döverek iyice inceltelim ve birer birer önümüze alıp içine, hazırladığımız fıstıklı harçtan bir kaşık koyarak, iki yan kenarını harcın üzerine kapatıp tüm etleri tek tek saralım, açılmamaları için kürdan saplayarak tutturalım. Sonra yağı tavada kızdıralım, et rulolarımızı tavaya yerleştirip her yanı eşit renk alıncaya kadar kızartalım, su katıp bir taşım kaynatalım, salça ve kırmızı biberi ekleyerek karıştıralım. Ateşi kısıp, kapağını kapatarak yaklaşık 20 dk.pişirelim, pişen etlerimizin kürdanlarını çıkartarak sıcak servis yapalım...
Veee sıra tatlımızda...
TAHİNLİ ÇITIR
MALZEMELER
6 çorba kaşığı sıvıyağ, 6 çorba kaşığı tarçın, 8 çorba kaşığı şeker, 2 çorba kaşığı süt, 1,5 adet yufka, 6 çorba kaşığı kıyılmış fındık veya ceviz
YAPILIŞI
Yağı, tahini, şekeri ve sütü bir kapta iyice çırpalım, 1 adet yufkamızı yarıya bölelim ve 3 yufkamızın üzerine de tahinli karışımımızı eşit miktarda sürelim, üzerine fındık veya ceviz serpelim... Yufkalarımızı ayrı ayrı rulo yapıp saralım, 10 cm.aralıklarla kesip ruloları kendi etrafında döndürerek şekillendirelim ve yağlanmış tepsiye dizelim... Üzerlerine 2 çorba kaşığı tahin ve şeker serpip 200 derece fırında alt ve üstleri hafif kızarana kadar pişirip, servis yapalım...
BAHARATLAR
ÇÖREKOTU
ÖZELLİĞİ: İdrar söktürür, şişkinliği giderir, sindirimi olumlu etkiler,
SAĞLIK AÇISINDAN:İştah açar ve sindirime faydalıdır,
KULLANILIŞI: 1 fincan suda, 1 tatlı kaşığı çörekotu tohumu çay gibi demlenir ve içilir, günde 2-3 bardak tüketilebilir,
MUTFAKTA KULLANILIŞI: Çörek ve ekmeklerin pişmeden önce üzerine serpilir, baharat olarak da tuzlu kek ve bisküvilere katılır,
ESTETİK AÇIDAN: Çörekotu yağı, saçın dökülmesini ve kepek oluşumunu engeller,
EK BİLGİ: Değirmende çekilen çörekotu kahve gibi biraz şeker katılarak pişirilir, arzuya göre içine hindistan cevizi de eklenebilir, çok lezzetlidir denemeye değer...
AKLINIZDA BULUNSUN
Portakal ve greyfurtların sularını sıkmak bazen zordur, bunun için bu meyvelerimizi kesmeden önce, 5-10 dk.sıcak suda bekletmek sorununuzu çözecektir...
GÜNÜN MENÜSÜ:
Et sarması, pirinç pilavı, salata, tahinli çıtır
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak müzik direktörlüğünü Bülent Ortaçgil'in üstlendiği Zuhal Olcay'ın son albümü "Başucu Şarkıları 2"yi, ardından I. Dünya Savaşı sonrası hüzünlü bir hikayeyi konu alan "Gelinler"i ve son olarak Anadolu'da hüküm sürmüş, ardında önemli eserler bırakmış bir Türk beyliğini konu alan "Türk Anadolu'da Mengücekoğulları"nı sizlerle paylaşacağım.
BAŞUCU ŞARKILARI 2 / ZUHAL OLCAY :
Herkesin istediği kimi özel yetenekler vardır, şarkı söylemek ya da oyunculuk gibi. Bazı şanslı insanlarda ise bu yeteneklerin birkaçı bir aradadır. Bundan dolayı, onları hem biraz kıskanırız, hem de çok severiz. Türkiye'deki bu özel kişilerden biri şüphesiz Zuhal Olcay'dır. Hem sonbaharı andıran hüzünlü ama asil bir güzelliğe, hem şüphe götürmeyen bir oyunculuk yeteneğine, hem de dinlendikçe doyulmayan bir sese sahiptir o. Hayranlarının uzun zamandan beri beklediği, Zuhal Olcay - Bülent Ortaçgil ortaklığının meyvesi "Başucu Şarkıları"nın ikincisi geçtiğimiz günlerde müzikseverlerle buluştu. Albümle birlikte üzücü bir haber veriyorlar bu serinin üçüncüsü olmayacağına dair. Neden ise Türk pop müziğinin geçmişine bakıldığında tüm şarkıları yaptıklarına ve onların dışındakilerin zorlama olacağına inanıyorlar. Bize de bu iki albümlük birlikteliğin keyfini doyasıya çıkartmak kalıyor artık.
"Başucu Şarkıları 2" albümünde neler yok ki... İlk olarak Özdemir Erdoğan'ın "Pervane"si ile nazlı bir güzele gönlünüzü veriyorsunuz. Ardından Bülent Ortaçgil'in vokali ile renklenen "Sus Duymasın"la terk edilen bir aşığın dostu ile sırlarını paylaşmasına tanık oluyorsunuz. Her aşkın bir gün hayal olduğunu "Unutulur"la tekrar hatırlıyorsunuz. Bütün dertlerin yatağınızın başucunda beklediği "Geceler"e dalıyorsunuz. Ve daha bunlar gibi unutulmaz pek çok şarkıyı bir arada buluyorsunuz "Başucu Şarkıları 2"de.
Türk pop müziğinin seçme şarkılarını Zuhal Olcay'ın sesinden dinlemeyi istiyorsanız bu albüm sizin için kaçırılmayacak bir çalışma.
GELİNLER / BRIDES :
Bu toprakların yazgısıdır gelin alıp vermeler. Damat alınmaz asla; erkekler seçer beğenirler hep. Kadınlar ise beğenilen olurlar. Kadının kendine bakması, gelinlik faziletlerine sahip olması, erkeğin gözüne girebilmesi gerekir "alınabilmesi" için. Son dönem gelin - damat - kaynana yarışmalarının da rağbet görmesi, hatta duyduğumuza göre Yunanistan'ın da bu format için harekete geçmesi bu toprakların insanlarının ortak kaderlerini gözler önüne seriyor olsa gerek. Yunanlı yönetmen Pantelis Vulgaris'in Selanik Film Festivali'nde ödüle boğulan "Gelinler" filmi ise 1920'lerde geçen hüzünlü bir gelin alma hikayesini günümüze taşıyor.
I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Anadolu'da ve Avrupa'da erkek kalmamıştır. Yoksulluk ve çaresizlik bütün kıtayı sarmıştır. Aileler kız çocuklarını bu durumdan kurtarabilecek bir çıkış kapısı bulmaya çalışmaktadırlar. Tek çareleri vardır önlerinde; onları mektupla gelin vermek. Savaş sonrası perişan halde olan Anadolu'dan, Avrupa'dan, Amerika'ya giden, orada kendilerince dikiş tutturmuş olan genç erkekler, gittikleri bu yeni ülkede kendi ananelerine uygun kız bulamamaktadırlar. Bunun için de kızların resimleri mektuplarla genç erkeklere gönderilmektedir. Erkekler de beğendikleri kızı "almaktadırlar". Yani alan memnun oluyor, veren aileler de. Ancak bu "alış-veriş"te memnun olmayan tek taraf her zamanki gibi gelinler oluyor. 1922 yılında Türk'ten Rum'a, Rus'tan Bulgar'a çeşitli uyruklara ait 700 kız müstakbel damatlara gelin gitmek üzere İzmir'den kalkan SS King Alexander gemisine doluşuyorlar. Bu hüzünlü yolculuğa bir de aşk damgasını vuruyor. Gelinlerin fotoğraflarını çekmek için gemiye binen bir Amerikalı, Norman Haris ile sadece yüzyüze görüşmediği bir adama gelin giden bir genç kız, Niki Dokua arasında. İkilinin ilişkisi uzun yolculuk sonrası aşka dönüşüyor ve sevgilileri Amerika'da zor bir karar bekliyor.
Film sadece bir aşk hikayesi üzerinde yoğunlaşıp yan öykülere sırtını dönmüyor. Diğer yanda pek çok dram yaşanıyor. Bir yanda ülkelerindeki sevgililerinden ayrılan genç kızlar, öte yandan kandırılıp erkeklere pazarlanacak olan Rus kızları.
New York Times'taki bir makaleden yola çıkarak çekilen filmin yönetmenliğini ünlü Yunanlı yönetmen Pantelis Voulgaris, senaryosunu ise eşi Ioanna Voulgaris üstleniyor.
Geçen Yıl Selanik Film Festivali'nde "En İyi Film", "En İyi Kadın Oyuncu", "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu", "En İyi Görüntü" ve "En İyi Müzik"in de aralarında bulunduğu on ödül kazanan "Gelinler", imkansız aşkları bıkmadan usanmadan izleyen romantiklerin izlemesi gereken bir film.
TÜRK ANADOLU'DA MENGÜCEKOĞULLARI / NECDET SAKAOĞLU :
Türk tarihçiliği daha çok Osmanlı dönemi ve Orta Asya üzerine yoğunlaşmıştır. Orta Asya dönemi üzerine yoğunlaşma Türkler'in kökenine olan ilgi sonucu, Osmanlı araştırmaları ise imparatorluk verasetinden kaynaklanmaktadır. Ancak sizlere de bir halkayı atladığımız hissi uyanmıyor mu zaman zaman? Hepimiz ortaokul yıllarında kısacık olarak gördük bu aradaki dönemi, Selçuklular ve Anadolu Beylikleri'ni. "Türk Anadolu'da Mengücekoğulları" kitabı bu ilgiden uzak kalmış alanı dolduramaya çalışan önemli bir kitap.
1071 sonrası Türkleşmeye başlayan Anadolu'da, Yukarı Fırat'ın kısmen de Kelkit'in engebeli havzalarında tutunabilmeyi başarmış, savaşlardan, tarihin kavgalarından uzak bir Türk hanedanını, Mengücekoğulları'nı konu alıyor kitap. Peki neden Mengücekoğulları? Çünkü şah ve melik unvanları taşıyan beylerin yönettiği bu küçük beylik, arkalarında pek çok şaheser bıraktıkları gibi, Divriği'yi de UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası'na kazandırdılar.
İnsanın peki Mengücekoğulları'na ne oldu diye sorası geliyor. Onlar da Anadolu topraklarında yaşamış diğer hanedanlar gibi, Hitit prenslerinden Selçuklular'a kadar değişmeyen kaderi paylaştılar. Çevredeki kasaba halkları ile kaynaşarak, kimliklerini kaybettiler.
"Türk Anadolu'da Mengücekoğulları" kitabı üç bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde efsaneler, akınlar, göçler ve son olarak da Malazgirt Savaşı ile Mengücek Gazi yer alıyor. Birinci bölümde, Mengücekoğulları'nın şahları birer birer anlatılıyor. İkinci bölümde, Mengücekoğulları'nın Divriği'deki eserlerine yer veriliyor. Mengücek Kalesi, Kale Cami, Ahmed Şah - Turan Melek Külliyesi, Ahmed Şah Ulucamii, Turan Melek Darüşşifası ve bölgedeki medrese ve türbeler mercek altına alınıyor. Üçüncü ve son bölümde ise Divriği'deki Mengücek kültürü aktarılıyor.
"Türk Anadolu'da Mengücekoğulları" kitabı, Selçuklular ve Anadolu Beylikleri dönemi ile ilgilenen, tarih ve sanata ilgi duyanlar için kaçırılmaz bir eser.
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Ne yapmak lazım?
O çocukların kafalarını tokuşturan kadını, banyoda terör estireni ve o koltuğa attığı çocuğu döveni…
Bu vicdansız kadınları bakanlık bize versin, bütün Anneyiz.Biz anneleri karşılarına çıkalım bu kadınlara vicdanın ne olduğunu sözle, yetmiyorsa dayak bile biz anlatalım.
Gerçekten artık özel haber programlarını izlemiyorum ben. Çocukken durum farklıydı. Çocuksuzken Arena'yı ve benzerlerini izler, dikkatle görüntülere bakardım. Şimdi acı haberlere dayanamıyorum. Hemen oradan kaçıyorum veya kanal değiştiriyorum ya da sayfayı çeviriyorum.
Ama bu kez olmuyor…
Sür manşet olan olaylar gündeme düştü, bizim iletişim platformundaki dostlarımız, annelerimiz sinirden yerinde duramıyor. Bu kimsesi olmayan çocukların yıllardır yaşadıkları beni deli ediyor.
Kadıköy Kız Lisesi'nde öğrenci iken bir gün Moda'da ahhh o eski, ilk ve tek Kırıntı (Bizim Kuşak Kırıntı) zamanlarında 9-10 yaşlarında kendi kendine konuşarak yürüyen bir çocuk görmüştük caddede. Adını sormuştuk cevap yok, üst baş berbat, elimizde ponçikler, servis kaçacak ne yapsak ne yapsak diye düşünürken önce ponçikleri verdik sonra Fazıl Amca'ya sen git dedik. Tuttuk elinden bu çocuğu sanki biz büyük biriyiz ya karakola götürdük. Karakolda görevliler biz bilmeyiz siz onu yurda götürün dediler. Çocuk başımıza tuttuk elinden Kadıköy'de şu anda yerini bile bilemem bir yere gittik. Bizimkini görenler 'Hah geldi işte" diye konuşup hiçbir şey olmamış gibi bize 'tamam çocuklar siz eve gidin" dediler. Toplasanız bir iki dakika ancak süren bu teslimat sırasında ne bize kim olduğumuzu ne de elimizi tutup bizimle gelen çocuğun adını söylediler. Çıkış kapısına ilerlerken şu anda slow-motion film gibi hatırlıyorum tek aklımda kalan gördüklerim.
Yeşil duvarlar…
Demir karyolalar…
Halısız odalar…
Kocaman kalorifer petekleri…
Kendi halinde çocuklar…
Hiç oyun sesinin yankılanmadığı koridorlar…
Resimlerden görüyorum ki şimdi demir karyolalar gitmiş, çekyatlar gelmiş, artık küvet ve ahşap ayakkabılıkları da var ama tek şey değişmemiş. Yine sevgi yok…
Ülkemi seviyorum ama artık yüreğim dayanmıyor. Kimsesiz kız çocuklarını kısa saçlı görmekten tükendim, kimsesi olmayan erkek çocuklarının ise gözlerindeki çaresizlik beni öldürüyor.
Benim ülkem neden gelecek neslin sadece anneleri ve babaları olanları ile ilgileniyor bilmiyorum. Neden devletimiz yardıma ve sevgiye ihtiyacı olan çocukların bakımını yapacak insanları psikolojik testler uygulayarak seçmiyor? Neden kendini sokaktaki köpeklere adayan bazı hanımlar bir iki kimsesiz çocuk için de 'Sevgi Annesi" görevi yapmıyor. Neden devletimiz paraya ihtiyacı olabilen öğrencilere kimsesiz çocuklara ve yaşlılara yardımcı olma şartı ile maddi destek olmuyor. Neden bizim ülkemizdeki suçlular toplumsal görevler ile de cezalandırılmıyor.
Biliyor musunuz ben Londra'da öğrenci iken ise Operadaki Hayalet veya Kan Kardeşler gibi sanat eserlerini izlemek için gereken 50 Sterlini ailelerimizin gönderdiği paralardan harcamayalım diye yaşlılar yurduna gider 4 gün peş peşe 2 saat kitap okurduk. Sanırım biz vicdan sahibi çocuklarmışız.
Peki bu ne işe yarardı?
1- O yaşlı insanlarla sohbet edip kitap okurken doğal İngilizce seviyemiz olumlu etkilenirdi.
2- Para kazanırdık.
3- Huzur dolardık çünkü birini mutlu ederdik.
4- Türkiye'ye dönmeden önce ise gider onlara veda ederdik.
Bilmem anlatabildim mi?
Şimdi milyonlarca dolarlık sponsorluk yatırımı yapan firmalara sesleniyorum. Gelin bari bu olaya siz destek olun.
Kaç öğrenci, herhangi bir kimsesizler yurdunda 4 gün ikişer saat çocuklarla oyun oynayarak karşılığında Cem Yılmaz gösterisine bilete hayır der?
Kaç öğrenci, herhangi bir huzur evinde 4 gün ikişer saat çocuklarla oyun oynayarak karşılığında Tarkan konserine hayır der?
Kaç öğrenci, herhangi bir kimsesizler yurdunda 4 gün ikişer saat çocuklarla oyun oynayarak karşılığında 50 YTL kazanmak istemez?
(Kaç öğrenci derken yılda 20.000 YTL üniversite parası ödeyen altlarında ciplerle gezenleri kast etmediğimi sanırım herkes anlamıştır.)
Gelin biz bu olayı organize edelim anneler, yine beklemeyelim ve harekete geçelim. Bu toplumsal olayı biz başlatalım. Hem çocukları ve yaşlıları mutlu edelim hem de öğrencilere destek olalım.
Hadi anneler çocuk ve yaşlılar destek bekliyor.
Bana yazın, bu yazıyı bize destek olabilecek her kişi veya kuruma tavsiye linkini kullanarak gönderin. Organize olalım, belki birileri veya kurumlar bu işi uygulamak isterler, destek olurlar, biz ne istediğimizi bakanlığımıza ve tüm kamuoyuna anlatalım.
E-posta yolu ile bakanlıklara ulaşalım. Başta devletimiz sonra kurumlar bize destek olsun.
Gerekirse Ankara'ya gidelim…
Pınar Yücel
www.anneyiz.biz
pinaryucel@anneyiz.biz
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.648 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ONUNCU YIL MARŞI
ÇIKTIK AÇIK ALINLA ON YILDA HER SAVAŞTAN,
ON YILDA ONBEŞ MİLYON GENÇ YARATTIK HER YAŞTAN;
BAŞTA BÜTÜN DÜNYANIN SAYDIĞI BAŞKUMANDAN;
DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN.
TÜRK'ÜZ, CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
BİR HIZLA KÖTÜLÜĞÜ GERİLİĞİ BOĞARIZ;
KARANLIĞIN ÜSTÜNE GÜNEŞ GİBİ DOĞARIZ.
TÜRK'ÜZ BÜTÜN BAŞLARDAN ÜSTÜN OLAN BAŞLARIZ;
TARİHTEN ÖNCE VARDIK, TARİHTEN SONRA VARIZ.
TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
ÇİZEREK KANIMIZLA ÖZ YURDUN HARTASINI,
DİNDİRDİK MEMLEKETİN YILLAR SÜREN YASINI.
BÜTÜNLEDİK HER YÖNDEN İSTİKLÂL KAVGASINI;
BÜTÜN DÜNYA ÖĞRENDİ TÜRKLÜĞÜ SAYMASINI.
TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
ÖRNEKTİR ULUSLARA AÇTIĞIMIZ YENİ İZ;
İMTİYAZSIZ, SINIFSIZ KAYNAŞMIŞ BİR KİTLEYİZ.
UYDUK GÖRÜŞTE BİLGİ, GİDİŞTE ÜLKÜYE BİZ;
TERSİNE DÖNSE DÜNYA YOLUMUZDAN DÖNMEYİZ.
TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
F. Nafiz Çamlıbel - B. Kemal Çağlar
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
DeepBurner Free 1.7 [2.61 MB] Windows Free
http://www.deepburner.com/download/DeepBurner1.exe Ücretsiz, kullanımı kolay, ufak bir CD yazıcı programı arıyorsanız, işte buldunuz. Pro versiyonu ile birkaç özellik daha eklemek mümkün ama bu haliyle bile oldukça kusursuz. Basit bir CD yazıcı arayanlara tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|