|
|
|
1 Kasım 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İyi Bayramlar!.. |
İyi haftalar,
Ramazan dedik, geldi geçti. Gene geç bir vakitte sizlere seslenme olanağı buldum. İçimde kalmış birkaç lafı edip derhal gideceğim merak buyurmayınız.
Efendim ben şu Dubai'li baronun yatırım yapacağım diye belediyeden aldığı arsa ve üzerine dikeceği 2 burgulu binaya taktım bu aralar. Gazetelerde okuduğum her yeni haberde "Ulen ben niye Dubai'de doğmadım." diye hayıflanır oldum. Önce 5 milyar dolar geliyor diye ağzımıza bal sürdüler. Sonra 2 burguluya 500 milyonu yatıracak dediler, ona da eyvallah dedik. Yarım milyar çil çil dolar memleketimin ekonomisine bir yama olur elbet dedik. Hatta Topbaş başkana methiyeler düzenlerimiz bile oldu. Ben bile iyi de yeri olmamış gibisinden fikir beyan ettim. Ama kazın ayağı toplamış meğerse. İlk haber, 3 ay sonra 2 burguluyu İMKB de pazarlayacaklarını, hatta maket üstünden üçe maledeceklerini peşin peşin beşe ona satacaklarını öğrendim. Yani %20 ortaklık karşılığında Dubai'li barona hibe edilen yatırım için gene bizim cebimizden çıkacakmış para iyi mi? Öyle ya, benim işçim, benim emeklim, benim memurum değil ama benim sanayicim, benim bankacım, benim ithalatçım bastırıp parayı alacaklar katı, o parayla baron dikecek binayı, alacak yatı. Sonra da o yatta Dünya denizlerinde sürterken, yeni yeni işbilir(?!) belediye başkanlarını avlamanın planlarını yapacak. İş bilenin kılıç kuşananın dostlar. Siz hele durun bakalım, bu memleket pazarlamacılarının daha ne gibi abukluklarına şahit olacağız kimbilir??? Dubai'de doğmuş olsaydım, yarın Topbaş Başkanın makamındaydım. "Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesini kavak dikeceğim, %50'si senin başkan." diye teklifte bulunurdum. Kabul eder miydi, etmez miydi? Hadi bakalım, iyi düşünüp öyle cevap verin.
Bugünden itibaren 7 Kasım Pazartesiye kadar tatile giriyoruz. O nedenle bugünkü sayıyı biraz kalın tuttum. Önce hepinizin bayramını en içten dileklerle kutlayıp, sevdiklerinizle mutlu bir bayram geçirmenizi dileyip, sonra pikabın kulağını çeviriyorum. Pikapta daha birkaç saat evvel aldığım bir albümün açılış parçası var. Zuhal Olcay'ın Başucu Şarkıları isimli albümünden bir Özdemir Erdoğan bestesi, Pervane. İyi bayramlar efendim. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Bayramlık |
|
Bayramın adı bile farklı; insanın kötü, olumsuz konulardan bahsedesi gelmiyor. İyi ya, bizden güzel şeylerden konuşalım.
" Asya ile Avrupa'nın buluştuğu yerde yepyeni bir dönem başladı. Ülkemizin kültürüne, tarihine ve insanına yakışan, Avrupa'nın en büyük Alışveriş ve Eğlence Merkezi İstanbul'da açıldı."
Bilindiği gibi ülkeler arasında 'alışveriş merkezlerinin' büyüklüğü konusunda kıyasıya bir rekabet yaşanıyor. Dünyada değişik ülkelerin gelişmişliği ölçen birçok kuruluş uzunca bir süredir 'alışveriş merkezlerinin büyüklüğü' adında bir indeks tanımlayarak ülkelerin medeniyet yarışındaki yerini tanımlamaya çalışıyorlar. Nedeni gayet basit... Çünkü araştırmalar gösteriyor ki, ancak tarihi zengin ve kültürü düzeyi yüksek ülkeler, 'alışveriş kültürünün' hakkını veriyorlar. 'Tüketerek' yalnız ekonomilerini geliştirmekle kalmayıp, kentleşme ve uygarlık hamleleri yapabiliyorlar.
İki kazı güdemeyenler anlamazlar elbet!
Kutlu olsun.
"Avrupa'nın en büyük ve ikinci en büyük otogarına sahibiz: Değişik kaynaklar, İstanbul Esenler'deki otogarın Avrupa'nın en büyük, Ankara Söğütözü' ndekinin de ikinci en büyük otogar olduğunu tanımlıyorlar. Aynı kaynaklar, yapılacak dünya sıralamasında her iki otobüs garının yine ilk sıraları alabileceğini belirtiyorlar."
Buyurun bir gelişmişlik göstergesi daha. Uluslar arası birçok toplantıda; bilim adamları, yöneticiler birbirlerinin ülkelerinin dünya ölçeğinde yerini sorgulamak için otobüs filolarının büyüklüğünü ve karayolu ile yolcu taşımacılığının oranlarını soruyorlar. Kuşkusuz bu filo nereden seyahate başlayacak ve sonuçlandıracak? Otogarlardan. İşte bu alanların büyüklüğü aslında kestirmeden medeniyet ölçütü. Başta KFÖ, LCG gibi kimi büyük uluslar arası değerlendirme kuruluşları, " 10 000 nüfus başına düşen otobüs" ve "100 000 nüfus başına düşen otogar alanı" gibi indekslerle ülkelerin gelişmişlik düzeylerini ölçmeye çalışıyorlar.
Demiryolunun komünist icadı olduğunu -hala- anlamayanlar burun kıvırırlar elbet!
Kutlu olsun.
"Dünya Bankası'na en borçlu ülkeler arasında Türkiye, Brezilya'yı geçerek birinciliğe yükseldi."
Dünya çapındaki birçok ekonomi kuruluşu ve önemli ekonomistler, bir ülkenin borçlanma gücünü onun kredibilitesine bağlıyor ve buradan ülke ekonomisinin sağlığı üzerinde değerlendirme yapabiliyorlar. Bir başka deyişle yüksek borçlanma; yüksek düzeyde borç alabilme, borç verilen ülkenin ekonomisine güven, borçların çevrilebilmesi gibi, her biri başlı başına sağlık ve itibar göstergesi olan parametreleri işaret ediyor.
Hiç bir şey üretmeyip, sürekli ve her şeye muhalefet edenler bozguncuların anlamasını beklemiyoruz elbet!
Kutlu olsun.
"Arap sermayesi Türkiye'ye koşuyor. 130 -150 katlı 'Dubai Kuleleri' İstanbul'un yeni çehresini oluşturacak."
Özellikle 11 Eylül'den sonra, Arap ve Suudi kökenli sermayenin oluşan güven ortamından da cesaret alarak Türkiye'de yatırım yapmaya gelmesi ekonomi açısından çok sevindirici. Ancak daha da kıymetli olan dünya mimarlık şaheserleri arasına gireceklerine şimdiden kesin gözüyle bakılan ikiz kulelerin, uygarlıklar kenti İstanbul'un siluetine kazıyacakları simge.
Dış sermaye ve kentleşme dinozorlarına anlatmak mümkün mü?
Kutlu olsun.
"Özelleştirmede gelinen düzey sevindirici. Özellikle hizmet sektöründeki özelleştirme kurumlara ve ülkeye nefes aldırıyor."
Değişik devlet kuruluşlarında; yemek, temizlik ve bakım gibi kimi hizmetlerin özelleştirilmesiyle devletin sırtındaki kamburlar azaltılıyor. Hastanelerin başta yeni doğan üniteleri olmak üzere değişik bölümlerinde hastane enfeksiyonundan ölümlerin azalması başta siterilizasyon ve temizliğe ayrılan bütçenin daha rasyonel kullanılması ve bu hizmetlerin özelleştirilmesiyle de ilgili. Çocuk yurtları ve bakımevlerindeki kimi münferit olumsuzlar göz ardı edilebilirse; buradaki hizmet alımlarının özelleştirilmesiyle, hem devlet yüksek ücretle nitelikli eleman istihdam etme ve hem de bu elemanların sigorta ve emeklilik gibi harcamalarda önemli kısıtlamalar yapma şansını yakaladı. Bu çalışma biçimiyle eleman alımlarındaki partizanlıkların önüne geçileceği de çok açık.
Sosyal devlet zırvalıklarına dünya kulağını kapamışken, bizde hala bunlara prim verilmesi akıl alır gibi değil.
Kutlu olsun.
Listeyi uzatmak mümkün. Bayramını idrak ettiğimiz ramazan boyunca değişik kentlerde açılan iftar çadırlarının sayısı ve büyüklükleri, bu çadırlardan yararlanan insan sayısının her yıl çığ gibi büyümesi ve aş kuyruklarında bekleme sürelerinin kısalması - bizim içimizde var olan yardımlaşma duyguları bir yana- başlı başına gelişmişlik göstergesi. Yazık ki bu konuda kendimizi kıyaslayabileceğimiz bir Avrupa Ligi yok.
Kimse özel pay çıkarmaya kalkışmasın. Bu başarılar altmış yıllık bir uğraşın ürünü ve hepimizin katkısı var.
Bayramınız kutlu olsun.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan TÜPTE ÇİKOLATA BAYRAMI |
|
"Bayram harçlıklarınızı çakallara kaptırmayın sakın. Çatapatla, mantarla, kız kaçıranla sakın harçlıklarınızı har vurup harman savurmayın. Getirip kuruş kuruş avucuma sayın. Ben sizin için onları gözüm gibi saklarım. Okul için defter, kalem alırsınız. Tamam, birazını harcayın ama hepsini silip süpürmeyin sakın. Leblebi tozu, elma şekeri, tak tak helva, şambali, şark çikolatası da alabilirsiniz. Yeter ki açgözlülük etmeyin. On tane gazoz içip illa kendinizi telef etmeniz mi gerekiyor. Sözümü dinlemeyip karnım ağrıyor diye yanıma gelirseniz karışmam ha… Ona göre."
Annem her bayram sabahı bizi sokağa salmadan önce hep buna benzer sözlerle uzun uzun nasihat ederdi. Ablam ve kız kardeşim bu nasihatlere eksiksiz uyardı ama ben biraz haytaydım. El öpme işine komşulardan başlardık. Komşu evlerden genellikle bayram harçlığı yerine şeker verirlerdi. Sonra üç kardeş birlikte teyzemlere giderdik. Eniştem eli sıkı birisi olmasına rağmen bizi bayram harçlıksız göndermezdi. Teyzemin asıl derdi ise bize illa bir şeyler yedirip içirmekti. Sürekli yemek, tatlı, meyve getirir hepsinden yememiz için sürekli ısrar ederdi. Israr bir yana "Aaaa elinizi bile sürmediniz. İnsan bir iki lokma olsun yemez mi? Hadi hiç olmazsa tadına bakın."diyerek sürekli baskı yapardı. Teyzemin evinden ayrıldığımızda aile boyu el öpme görevi sona erer, ben arkadaşlarımın evlerine giderdim. Arkadaşlarımın ailesiyle de bayramlaşınca hep birlikte sokaklara dökülürdük.
Bayram harçlıklarını elimizden kapan çakallar bizden birkaç yaş büyük ağabeylerimizdi. Bize bilye satıp, oyun sırasında onları yeniden (küllerler) kazanırlardı. Çok yaygın iki oyun vardı. Birisinde yere elips şeklinde (göz gibi) bir çizgi çizilir bilyeleri o çizginin içinden çıkaran alırdı. İkincisi ise üç âşıkla oynanan basit bir çeşit kumardı. Bal, kataz derken büyükler elimizdeki bilyeleri alır sonra yine parayla bize geri satarlardı. Kazanma hırsı güçlü ve inatçı olanlar kendini frenleyemez öğleye kadar bütün harçlılarını kaybederlerdi.
O yıllarda çocuklar çikolataya pek düşkün değildi. Çünkü zaten çikolata yoktu. Kâğıt ambalajı bile olmayan çikolatamsı bir şey vardı. Ama adı çikolataydı. Hem de Şark çikolatası. Bende bütün çocuklar gibi bayram harçlığımla leblebi tozu, leblebi şekeri, cam şekeri ve gazoz alırdım. Çocukluğuma ilişin en büyük keyif gazoz içmekti. Neredeyse gazoz içmenin yirmi çeşidi vardı. Bardağa döküp gazoz içmeyi yıllar sonra İzmir'de gittiğim bir pastanede gördüm. En yaygın ve en sevdiğimiz gazoz içme şekli leblebi şekerlerini şişenin içine atıp gazozu taşırmak, taşan köpükleri içmekti. Her zaman gazoz alacak kadar paramız olmazdı. Bunun için bayramlar canımızın istediğini yiyip içebileceğimiz ender zamanlardandı.
Annemin yüzlerce nasihatin ardından bayram harçlığı biriktirmek için sokakları turladığım o bayram Taşçı Hayri'lere bayramlaşmaya gittim. Kızı Nilgün okul arkadaşımdı. Okulu bitirmeden o da ailesinin yanına Almanya'ya gitmişti. Onun ödevlerine yardım ettiğim için diğer arkadaşlarından beni biraz daha fazla severdi. Hatta Almanya'ya gitmeden önce kahverengi deriden okul çantasını bana bırakmıştı. O zamanlar kız ve erkek çocukların çantaları şimdiki kadar belirgin faklılıklar taşımadığı için onu seve seve okulu bitirinceye kadar kullanmıştım.
O Gün Babası bana bayram harçlığı, arkadaşım da Almanya'dan getirdiği tükenmez kalemlerden ve tüpte sıvı çikolata verdi. O güne kadar birkaç kez Alman Çikolatası yemiştim ama böyle sıkılıp, emilerek tüketilenini görmemiştim. Çikolatayı elime tutuştururken, "Kimseye gösterme, ötekilere verecek kadar yok. Bunu gizlice cebine sakla. Tüpü sıkınca içinden çikolata çıkacak. Çok güzeldir."demişti. Zaten çikolata olduğunu söylemese yara merhemi sanırdım. Tüpü bir türlü cebime sığdıramadım. Ceplerim sığdı ve üsten görünüyordu. Gömleğimin kolunun düğmesini açıp tüpü kolumun içine sakladım. Sanki altın bulmuş gibi doğruca eve gittim. Kardeşim ve ablam onu görünce mutlaka nedir diye soracak ve isteyecekti. Ne görsünler, ne de istesinler diye ayakuçlarıma basarak içeri girdim. Çikolata tüpünü yüklükteki giysilerin arasına sakladım. Onu hiç kimseyle paylaşmayı istemiyordum. Azar azar emip haftalarca tadını çıkarmayı düşünüyordum.
O gün öğle üzeri arkadaşlarımın aklına uyup Akhisar'a bayram yerine gitmeye karar verdim. Onlar daha önce gitmişlerdi, hep ballandıra ballandıra anlatırlardı. On kadar kafadar öğleyin istasyona gidip trene bindik. Tren tam bir ana baba günüydü. Zaten itiş kakış zor binebildik. Tren içinde adım atılmayacak kadar kalabalık olduğu için biletçi gelip bizden para bile alamadı. Her kasaba ve köy istasyonunda sıkış tepiş olmasına rağmen yeni yolcular biniyor ama hiç inen olmuyordu. Akhisar'a varınca tren bütün kalabalığını istasyona kusar gibi döktü.
Bayram yeri İstasyonun aşağı tarafında Atatürk Mahallesi olarak bilinen yerdeydi. Bayram yerinde çoğu gençlerden ve çocuklardan oluşan güler yüzlü bir kalabalık vardı. Arkadaşlarım o tentenin altından öbürüne geçtiler. Ben ilk defa geldiğim için biraz da kaybolurum endişesiyle hep onları izledim. Bazıları yerde geniş bir tahtanın üzerindeki sigaralara kasnak, teneke konserve kutularını devirmek için top attılar. Ben roketleri aşağı düşüren ve yerdeki tozu patlatan hedeflere tüfekle atış yaptım. Beş atışın hepsi de karavanaya gitti. İki kere de kiralık bisikletlere bindim. Bayram yerinde bütün atışlarda hep ödül olarak sigara kazanılıyordu. Çoğunlukla filtreli Maltepe kazanmak için girilen oyunlarda paramız haybeye gidiyordu. Adam bir koy beş al diye bağırıp renkli bir çarkı çeviriyor ama paraları hep kendisi kazanıyordu. Bir koyup, beş alan neredeyse hiç olmuyordu. Havada dönerek uçan salıncaklara binmek istedim ama benden başka kimse istemedi. Arkadaşlardan birisi "Ben daha önce bindim. İnsanın midesi bulanıyor."deyince de ısrar bile etmedim.
Bayram yerinde zaman çok hızlı geçiyordu. Biz etrafı gezip dolaşmayı bitirmeden dönüş vakti yaklaşmaya başlamıştı. Bayram yerinin girişinde büyük tentelerin altında köfteciler tezgâhlarını açmıştı. Köftecinin birine gidip uyduruk sandalye ve sehpamsı masaların birine oturup karnımızı tıka basa köftesiyle doyurduk. Arkadaşlar bu köftecilerin tükürük köftesi yaptıklarını söylediler ama ben bir şey anlamadım. Köftecinin lokantamsı çadırının altından kalkmadan önce birer tane de Cincibir Gazozu açtırdık. Keyfimiz tam kıvamına geldi.
Tren istasyonu bizim gibi bayrama gelip köylerine dönecek insanlar yüzünden yine çok kalabalıktı. Kara tren istasyona toz duman içinde girdiğinde yarım saat tehir yapmıştı. Kimseye çaktırmadan bir ara cebimdeki parayı saydım. Yirmi beş liraya yakın bayram harçlığımın on lirasını harcamıştım. Annem kesinlikle bunu anlayacak ve bana mutlaka bunun hesabını soracaktı. "Akşam ola, hayrola deyip bunu dert etmekten vaz geçtim. Aklımdakileri uzaklaştırarak dönüş yolculuğunun tadını kaçırmasını engellemeye çalıştım.
O akşam eve gittiğimde bütün paramı çıkarıp anneme emanet ettim. Arkadaşlarımla Akhisar'a bayram yerine gittiğimi ve orada paramın on lirasını harcadığımı söyledim. Annem dürüst davrandığım için bağırıp çağırmadı ve susarak beni ödüllendirdi. Paramın geri kalanını alıp ilerideki ihtiyaçlarım için sakladı. Annemin sakladığı paradan hayır çıkmazdı. Hiçbir zaman istediğim kadar parayı ondan geri alamazdım. Harçlığımdan para istediğim zaman da onu aldığım parayı çar çur etmeyeceğim, gereksiz şeylere harcamayacağım konusunda ikna etmem gerekiyordu.
O bayram ilk kez Akhisar'daki bayram yerine gitmem dışında tüpte çikolata sahibi olmak gibi benim için çok önemli bir özelliği vardı. Kimseye göstermeden çikolatamdan bir yudum emiyor ve yeniden kapağını sıkıca kapatıp yerine saklıyordum. Bizim buralarda "Aklında duracağına yede karnında dursun." Şeklinde bir söz vardı. Tüpte çikolatanın karnımda durmasını değil ağzımda ve damağımda bıraktığı tadın hiç bitmemesini istiyordum. Bu nedenle onu uzun bir zamana yayıyordum. Bir gece herkes uyuduktan sonra yüklüğe girip çikolatamdan bir sıkım daha emmek istedim. Karanlıkta elemi giysilerin arasına uzattım. Sağa çektim, sola götürdüm, daha ileri uzattım ama çikolata tüpünü bulamadım. Işığı yaktım, eşyaları devirdim ama çikolata yoktu. Çikolatamı birisi almıştı. Herkes kan uykudayken yaygarayı bastım. Evdekiler yataklarından korkuyla fırladılar. Bana bir şey oldu sandılar. Annem durumu kontrol altına alıp beni yatıştırmak için gecenin bir vakti soruşturmaya başladı.
Benim ikide bir yüklüğe girip gizli gizli bir haltlar karıştırmam kardeşimin dikkatini çekmiş. Çikolatayı bulup bir çırpıda mideye indirmiş. Velvelenin dozunu iyice densizliğe çıkarınca anneme "O da benim sakladığım portakallarımı yedi. Ben çıtımı bile çıkarmadım. Madem çikolatasını istiyor portakallarımı çıkarıp versin." deyince ortalık iyice karıştı. Kız haklıydı. Sadece portakallar olsa gene iyi. Babam pazardan aldıklarını bize paylaştırır, herkes yediğini yer, geri kalanı bir yere saklardı. Ben her zaman saklananları bulup gizlice yerdim. Kardeşim böylece benden yıllardır biriktirdiği intikamını almış oldu. Ağlamanın, sızlamanın beni temize çıkarmasına imkân yoktu. Zaten çikolatayı gizli gizli yediğim, paylaşmaya yanaşmadığım içinde suçluydum.
Bu olayın üzerinden belki de otuz yıl geçti. Ama hala nerede o çikolatalardan görsem aklıma hep o bayram ve kardeşim gelir.
Not: Şambali, bal ve kataz kelimeleri mahalli şekliyle yazılmıştır.
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) Hayat'tın Hayâl..... |
|
Merhaba bebek...
İçimdeki varlığını öğrendiğimden, o embriyo halini cihazın ekranında gördüğümden beri; seninle yaşamaya alışmaya çalışıyorum. Aslında şu an beş haftalıksın ama ben seni sadece son bir haftadır tam anlamıyla bedenimde hissetmeye başladım. Bütün fizyolojik dengemi bozdun diyebilirim...
Her ne kadar sabah bulantılarına, yemek ve uyku düzenimi alt üst etmiş olmana kızsam da ben seni şimdiden çok sevdim. Anne namzeti olarak beni seçmen ise büyük ayrıcalıktı teşekkür ederim.
Son günlerde ister istemez ayna karşısına geçip sürekli karnıma bakıyorum. Elim farkında olmadan karnıma gidiyor. Dümdüz görünüyor ama, sanki yumurta kadar büyüdü mü ne? Bana mı öyle geliyor? Nasıl iştahlıyım. Her önüne geleni yemeyen, mızmız, cılız bir şeyken, dev bir iştahla gördüğüm her yiyeceğe saldırır duruma geldim. En fecisi de sabah bulantıları. Resmen uykumdan uyandırıyorsun. "Kalk bakalım hanımefendi, hem geç kalacaksın, hem de aç tutma beni. Aç kalırsam işte böyle mideni ağzına getiririm" der gibisin. Ben de karnıma eğilip sana "ne yaramaz şeysin sen, bir o kadar sabırsız. Dur daha yüzümüzü yıkamadık" diye çıkışıyorum.
Bazen dalgın, genelde uykulu ve öncekinden daha bir duygusalım. İçimden her şeye zırıl zırıl ağlamak geliyor. Arkadaşlarım bu durumu fark etmiş olmalılar ki "kuzum neyin var senin? Sebepsiz yere kendini sıkıntıya sokuyorsun" diyorlar. Ah bilseler... "minicik bir şey var içimde. Öyle küçücük ki, nokta kadar. O noktacığın bende yarattığı hezeyanlar ise kocaman" demek istiyorum, gözlerim dolu dolu susuyorum. Bu düşüncenin ardından daha feryatlı bir ağlama nöbeti geliyor ki, kızlar sorduklarına, soracaklarına bin pişman bakakalıyor.
Şaşkınım. Korkuyorum. Üşüyorum. Ben üşüdüğümde sen de üşüyeceğini düşünüp geceleri yatarken ayağıma çorap giyiyorum. Annelik böyle bir şeymiş demek ki. Annemi şimdi daha iyi anlıyorum.
Öyle veya böyle -eskiler kazara dese de- bence tesadüfen gelip giriverdin işte içime... "Yaşantıma" diyebilmeyi isterdim, tıpkı senin doğmanı delicesine arzu ettiğim gibi. Kız bebek olursan adını 'Hayâl', erkek olursan da 'Hayat' koymayı, pamuklara sarıp mışıl mışıl uyutmayı... emzirmeyi, sen uyurken melek yüzüne bakıp seni izlemeyi. Mislerden daha mis kokunu duyumsamayı, yumuşacık tenine incitmekten korkarcasına parmaklarımın ucuyla dokunmayı, sevgiden, çok sevmekten, senin benim bedenimden olma mucizesine tanıklık etmenin gururu ve erinciyle sadece mutluluktan ağlamayı, dünyanın en büyük hazinesi "evlat" deyip bağrıma basmayı ve kalan ömrümde iki kişilik yaşamayı, hatta yeri gelip yalnızca senin için nefes alıyor olmayı ve Tanrı'ya bana seni verdiği için defalarca teşekkür edebilmeyi nasıl isterdim ah bilsen...
Gel gör ki isteyemiyorum. Seni kendi açmazlarıma sürüklemeye gönlüm el vermiyor.
Çünkü doğmanı gerektirecek şartlarımız burada hiç elverişli değil. Emin ol bebek, benden daha fazla üzülemezsin. Doktorun yanından ayrıldığım o yağmurlu öğle sonrası, çocuk parkına gidip oturmuş, saatlerce, hava kararana dek düşünmüştüm. Boş salıncaklara, pas tutmuş kaydıraklara bakmış, gün gelip seninle böyle bir parkta oynayamayacak olmanın acısıyla ağlamıştım. "Ağlama anne" dediğini duyar gibiydim. Annem "sen üzüldüğünde benim burnumun direği sızlıyor" derdi. Gerçekten, insanın burnunun direği sızlıyormuş. Şimdi seni üzüyorum düşüncesi beni kahrediyor.
Evet, bu bir cinayet. Seni herhangi bir hastanenin metal kapları içinde ölümüne terk etmek; düşününce korkunç bir şey. Sen gelmeye karar vermişken, benim kalkıp yaşamını henüz beş-altı haftalıkken sonlandırma fikrim... ne olur bebek, beni affet.
Sonrasında babanla oturup uzun uzun konuşmadık, konuşacak fazla bir şeyimiz yok çünkü. Sanırım o'da isterdi doğmanı. Fakat olaylara benden daha objektif ve mantıklı bakabilme yetisine sahip bir insanın duygusal sapmalara benim kadar meyilli olmayacağını düşünürsek, olması gereken neyse şu an onu yapmak mecburiyetindeyiz.
Anne olarak yanlış kişiyi, yanlış zamanda seçmen ise biraz da senin hatan. Oysa, bebek sahibi olmak isteyen nice insan var dünyada değil mi? Neden onlardan birinin rahmine gidip konmadın? Benim çok mu iyi anne olacağımı sanıyorsun? Kendine yetemeyen, kendi içinde hali hazırda dengesizlikleriyle mücadele eden, yirmisine yeni adım atmış, ailesinden uzakta kendi yaşam mücadelesini kazanmaya çalışan, üstelik iki yıl öncesinde okuduğu okula girebilmek için aylarca kafa patlatmış, geleceği hazır olmayan, sevgiye aç, henüz içsel evrimini tamamlayamamış, bir sürü bir sürü deli saçması şeylerle uğraşan ve en çok kendini didik didik yiyip bitiren bir anne, sana ne verebilirdi ki? Bir de bunu düşün.. Ve düşün çaresizliğimi...
Benim gözümde şu an ne güzel bir rüyasın ne de kâbus. Gerekli önlemleri aldığımızdan emindik. Demek ki bir yerde dikkatsiz davranmışız ve sen de hazır bekliyormuşsun. Babanla son birlikteliğimizden iki gün sonra ayrıldık biliyor musun? Belki de sen uzaklardan bir yerden benim ağlamalarıma, ayrılığın bende yarattığı derin etkiye merhem olmak niyetiyle o günlerde hayatıma karışmaya karar verdin. Bebek aklı işte, daha fazla sorun yaratacağını sanırım düşünemedin.
Bana hediye edilmiş bir orkide gibisin. Orkideleri bilir misin? Ömürleri kısadır. Sen ne kadar yaşatmak için özen göstersen de, en fazla altı ay direnir. Öyle güzel, öyle asil çiçektir orkide. Mazlum, nazenin. Çiçeğe baktıkça içinde bir acı peydahlanır insanın. Nasıl desem, sanki güzelliği, masumiyeti karşısında aciziyet duyarsın. Dokunmak ister, zarar vermekten ürkerek dokunamazsın. Sen bakarsın çiçek ağlar, çiçek ağlar sen ağlarsın. Ve bilirsin ki bir gün o pembe beyaz çiçeklerini dökecek, sapı kuruyacak, geriye en son yeşil yaprağı kalacak. Boş bir gömüt gibi. Anlamsız. Tek başına.
Karnıma bakıyorum. Bir orkideye bakar gibi. Karnıma baktıkça karnım ağrıyor ve derin bir sessizliğin ortasında minik noktacığım ağlıyor. Ömrünün kısalığını biliyor da ağlıyor. Sana dokundukça içim dışım ağlıyor. Hayat'tın ya da Hayâl... Zamansızdı gelişin...
Yine de sen üzülme ne olur. Çünkü biliyorum ki yukarıdaki sana doğman için bir şans daha verecek ve diliyorum ki bu kez gerçekten mükemmele yakın bir anneye denk düş, çokça sev ve sevil...
Yaşadığım ülke, yakın çevrem ve en önemlisi ailem... bütün bunlardan sadece biri müsait olsaydı, seni yaşıma bakmadan, okuluma devam ederek, nikahsız bir beraberliğin sonrasında tek başıma, kimseleri umursamadan, dokuz ay karnımda severek taşır ve tıpkı annemin beni doğurduğu gibi ağrılar, dayanılmaz sancılarla beni mutlandırmana izin verirdim. İnan bir saniye bile düşünmezdim. Ve sonra büyümene, gelişmene yardımcı olur, elimden geldiğince -her ne kadar iyi anne modeli değilsem de- iyi şartlarla yetişebilmen için uğraşır, seni; inanamayacağın kadar çok, karşılıksız, çıkarsız sevebilirdim. Ama üzgünüm Hayâl bebek, hayatıma Hayat katman bu kadar imkânsızlıklar ortasında mümkün değil. Seninle ilişkimiz yalnızca altı haftadan ibaret.
Yine de bana kızmanı, benim hakkımda kötü düşünmeni istemiyorum nedense. Şimdilik bedenimi kullanarak büyüme yolunda hevesli olduğun ve bende buna müsaade ettiğim için sonunu düşünmekten kaçıyorum sanırım. Ayrılıklardan oldum olası hoşlanmamışımdır. Kaldı ki bizimki zaruri ve kaçınılmaz. Varlığını nasıl bu kadar çabuk kanıksadıysam, yokluğuna alışmam o denli güç olacak, bilesin.
Kendimi gidişinden sonra uzun bir süre yıpratacak ve için için kimseciklere göstermeden ağlayacağım. Buna senden çok daha fazla üzüleceğim bebek. Şimdiden, eğer doğma ihtimalin olsaydı, doğumunun hangi aya tekabül ettiğini hesaplayan ben; sen bedenimden koptuktan sonra ne hale düşerim, eh onu da sen hesap et artık..
Güzel bebek, Hayâl'din belki, belki de Hayat... seninle yolculuğumuz buraya kadardı. Keşke farklı bir zamanda karşılaşma şansımız olaydı. Kim bilir belki ileride...
Sana bu mektubu kendimi bir nebze affettirmek için mi yazdım? Belki sana ve kendime cani olmadığımı ispata çalışıyorum. Sebeplerini bilemiyorum, çok karışık geliyor her şey. Kafam çok karışık. Lütfen şuna inan; ben seni çok sevdim. Varlığını öğrendiğim ilk andan son an'a ve hattâ ondan sonra da sevmeye devam edeceğim... Seni çok özleyeceğim...
Bağışla...
Senin olamayan annen.....
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan Sevgi Üstüne (1) |
|
Güneşi ve öteki gezegenleri sevgi yönetir. Dante(2)
İspanyol düşünür Gasset'in "Sevgi Üstüne" adlı eserini okurken, derin düşüncelere dalıyor insan. Özellikle sihirli bir sözcük olan sevgiye dair düşünce üretmek hemen her düşünürün gündemindedir. Özellikle sözcüklerin derin anlamlarıyla ilgili beyin jimnastiği yaparken dikkatli olmak gerekir. Bilirsiniz sözcükler de mavi, beyaz, kırmızı renkli bilyelere benzer. Oynarken dikkatli olmayı gerektirir! Elinizden kayıp gideni geri getirmesi de oldukça zordur.
Her neyse. Geçenlerde güzel konuşma teknikleri üzerine uzman bayanla yapılan söyleşide kendisinin tıp mezunu olduğunu söylemesi dikkatimi yeniden bu konuya çekti.
Ardından aynı yayında başarılı bir ziraatçıyla yapılan söyleşide ise, kendisinin öğretmen okulu mezunu olduğunu ve çiftçilik yapmaktan mutlu olacağını anladığı için öğretmenliği yapmadığını okudum. Elbette bu tür örnekleri çoğaltmak olası.
Kendimi düşündüm bir an…Şu anda yaptığım işi ne denli seviyordum, gerçekten bu işte mutlu muydum? Hangi işi yaparsam daha çok mutlu olabilirdim? Uzayıp gitti…
Şurası bir gerçek ki, tarihte ve günümüzde başarılı olmuş insanların yaşam öykülerinden onların sevdikleri iş ve uğraşla ancak başarıya ulaştıklarını anlıyoruz. Sonuçta bir şeyi çok istemek, belki de işin sırrı burada. Bakınız, evrenin mekanik düzenini nasıl keşfettiği sorulduğunda Newton nasıl yanıt veriyor: Nocte dieque incubando (Gece gündüz onu düşünerek).(3) Eğer o, saplantı derecesinde bu düşünceye dalmasa keşfini gerçekleştirebilir miydi?
Sevgi, "kutsal" deliliktir, diyor Platon.(4) Büyük yazar, ozan ve devlet adamları da yaptıkları işin delisi olmaları ile bugüne gelebilmişlerdir.
Beş yıldır dur durak bilmeden Türkiye'yi karış karış geziyorum. Her gün yeni yerler ve yeni yüzlerle karşılaşıyorum. Zaman zaman sıkıntılar yaşasam da henüz pes edesim yok doğrusu. Biliyorum ki, bu işi seviyorum ve sonunda bir gün hedefime ulaşacağım.
Yıllar öncesi öğretmenlik mesleğine başladığımda önüme koyduğum hemen her hedefi gerçekleştirdim. Çok çalıştım, hedefimden sapmamaya özen gösterdim. Sonunda meslekten sağ salim emekli olmayı da başardım. Bir çoğumuzun elde edemediği güzellikleri tanıdım. Bunların en başında seyahat etmek geliyordu. Gerek yönetici olarak gerekse öğretmen olarak hem kendimi hem de öğrencilerimi gezilere götürdüm. Bu gezilerden birkaç anımı yeri gelmişken paylaşayım istedim.
1977 yılında Eskişehir Kayakent kasabasına ilk kez 0302 otobüsü getirdiğimiz gezi benim unutulmazlarımın başında gelir. İnanıyorum o geziye katılan öğrencilerim için de ilk olması hasebiyle unutulmamıştır. İsmail Ayaz Turizm şirketinden kiraladığımız orijinal otobüs köy kahvesinin önünde park ettiğinde köyün yaşlısı genci başına toplanmış, sanki Apollo 11 uzay aracını incelercesine içini dışını kontrol ediyorlardı. Öyle ya, o güne değin köy halkını Eskişehir, Sivrihisar ve Polatlı'ya taşıyan otobüsler 46 model burunlu Austin'den başka değildi. Böylesi lüks koltuklarla donatılmışını ilk kez görmenin şaşkınlığı vardı üstlerinde.
Bu geziden diğer ilginç bir anekdot da: Tarihini hiç unutmadım, 17 Nisan günüydü. Alanya'daydık. Deniz kıyısında öğrencilerle geziyorduk. Denizde dalgalar nerdeyse iki metreye yükseliyordu. Hava kapalı, ara sıra da yağmur sepeliyordu. Geziye konuk olarak katılan astsubaylıktan terk Fakı adında bir arkadaşımız, tutturdu, ben denize gireceğim diye. Bir de, ben Boğazda denize girmiş adamım diye böbürlenmez mi? Karısı başta olmak üzere hepimiz ona bu inadından vazgeçirmeye çalıştık, olmadı. Suya attı kendini. Ben de gezi sorumlusu olarak, endişeyle Fakı'yı izlemeye başladım. Epey açılmıştı. Dalgalarla boğuşuyordu. Bir ara elini havada gördüm. Anlamıştım, arkadaşımız yardım istiyordu. Dalgalar onu alıp alıp çarpıyordu. Gözümüz önünde adam resmen boğulacaktı. Karısı ise küsmüş, kıyıdan çekip gitmişti. Çare yoktu. Pantolon ceket demeden suya daldım. Elini yakalamaya çalışıyordum. Birkaç kez kaçırdım elini. Ahh, evet sonunda elini yakalayabilmiştim. Bu arada beni çekmeye çalışmasına karşın, güçlükle kıyıya çekmeyi başardım. Sağ salim sudan çıktık. Hemen baş aşağı diktik, yuttuğu suları boşalttık. Kıyıdan bizi izleyen yerli halktan birkaç genç de yanlarında limon getirmişlerdi. Bir süre sonra Fakı gözlerini açtı. Çok şükür dedik, bu tehlikeyi savuşturduk, dedim. Bu olay esasen sıradan bir şey olmasına karşın, hafızamda yer etmesinin nedeni ne biliyor musunuz? Boğulmaktan kurtulan arkadaşımız, köye dönünce, olayın nasıl olduğunu soranlara, ben kendim kurtuldum, dememiş mi? Bu kadirbilmez insana daha ne yapılabilir ki?
Sevgiden nerelere geldik. Bir arkadaşım var. Kendisi konuşmayı çok sever. Onun yanındayken sus pus dinlemek zorunda kalırım. Bazen acele işim olduğunda doğrusu onunla karşılaşmamaya çalışırım. Örneğin, bir konuya Kocaeli'den başlar, Mersin'e geldiğinde ise biz buraya nerden geldik, demez mi? Bu yazım da sonunda ona benzedi. Baksanıza sevgiden çıktık yola, nerelere geldik, değil mi? Eeee, sevgiye dair kelam etmek kolay mı a dostlar!
Baudelaire, nerede yaşamayı yeğlediği sorusunu yanıtlarken, "Neresi olursa, neresi olursa... yeter ki dünyanın dışında olsun!" diyerek yanıtlamış.(5) Ben henüz dünyanın dışını düşleyecek yaşa gelmedim. Çünkü, düşlediğim o kadar şey var ki, bunları gerçekleştirmeye ömrüm ve sağlığım yeter mi bilinmez!
Evet, sevgi en büyük güç. Onu keşfeden ve kendi hayatına uygulayan her kimse mutlaka amaçlarına ulaşacaktır. Ben öyle yapmaya çalışıyorum. Siz de, mutlu olmak için ya yaptığınız işi sevmelisiniz ya da sevdiğiniz işi aramalısınız!
Not: Kahve Molası'nın sevgili dostlarının Ramazan Bayramını içtenlikle kutluyorum.
1. Sevgi Üstüne, José Ortega Y Gasset, Çeviri: Yurdanur Salman,YKY, İstanbul, 5. baskı.
2. a.g.y., s.7.
3. a.g.y., s.36
4. a.g.y., s.44
5. a.g.y., s.52
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
T O R S O
Bazen,
bir hüzün saplanır yüreğine …
şarkılar sarhoş, derinlere dalmış, kederli.
Belki hicaz, belki tek bir minör akor
ağlatmaya yeterli.
Gözlerinden akar ya yaşlar içine,
giden yılların gibi, ip-ince
sanki sicim,
keskin,
ince…
ince.
Kahkahan patlamaz, donar kalır dudaklarında
kanın alçı, zedeli damarlarında.
Bir ihtimal, kısacık bir an,
başından aşağı yağan
kaynar sudan şelale;
uçmuştur az önce söz,
artık her şey nafile.
Kirli beyaz bir torsa dönersin;
nerede yüzün,
bacakların, kolların, ellerin…
bilemezsin.
Bazen her şey ters, her şey yanlış,
kalabalıklar yapayalnız, herkes tek başına kalmış…
…ve bilmem, bilir misin?
H e r k e s i n c i n e b i l i r.
O tors, poz verse de,
söz ver bir tanem, üzülmeyeceğine;
bir gün, o da kırılabilir.
Bazen her şey ters, her şey yanlış,
kalabalık yok, herkes…
Müfit Uzman
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Faik Murat Müftüler KOYUN GÜDÜSÜ |
|
İnsanoğlu evcilleştirmeden önce koyunlar dünya üzerindeki uçsuz bucaksız çayırlarda gönüllerince otluyorlardı. Yine sürüler halindeydiler ancak ağıldan meraya, meradan ağıla sabit bir güzergahları yoktu. Canlarının istediği yere gidiyor, canlarının çektiği otları yiyorlardı. Ne zaman ki evcilleştiler işte o zaman bir çobanın peşine takılıp gider oldular. Uçsuz bucaksız çayırların üzerinde her gün geçtikleri yollar, patikalara dönüşmeye başladı. Sonraları başka evcil hayvanlar, hatta insanlar bile bir yerden bir yere gitmek için bu patikaları takip etmeye başladılar. Üzerinden geçildikçe sıkışan ve sertleşen toprak, çukurlaştı ve çayırların dokusundan ayrıldı. Çevrelerini dikenli böğürtlenler bürüdü ve patikadan sapmak, dışına çıkmak imkansızlaştı zamanla. Artık sürüsünü kaybeden koyunlar çayırlarda yitip gitmiyor, bu yolları takip ederek ağıla dönebiliyordu. Ancak bunun bir de zararı olmuştu. Koyunlar her gün bu yollarda yürüdüklerinden, yol gitmeyen yerlerdeki taze ve leziz otlara hiçbir zaman ulaşamıyorlardı. Beslenmeleri tekdüze bir hale gelmişti.
İşte bu örnekten hareketle söylenebilir ki; düşünme kabiliyetimiz ve fikir dünyası uçsuz bucaksız çayırlara, kişisel fikirlerimiz ise bu çayırlarda otlayan koyunlara benzer. Eğer düşüncelerimizi her gün aynı çobanın peşinden yollarsak düşünme kabiliyetimizin üzerinde derin patikalar ve yollar oluşur. Bir müddet sonra başlarında çoban olmasa bile sürekli bu patikaların üzerinden yürümeye başlar koyunlarımız ve çıkış amaçları ne olursa olsun hep aynı otları burnunun ucunda bulur hayvancıklar. Buna dünya görüşü der bazıları. Oysa zavallı kuzucuklara, kurtların pusu kurmasına müsait bir güzergah verilmiş olmaktadır. Böyle düşünen beyinler her an provoke edilebilir durumdadır.
Günümüzde düşündüğünü ve sorguladığını iddia eden nice aydın adayları, dünya görüşlerine öyle saplanıp kalmış durumdalar ki durdukları patikadan ancak görüş alanlarının müsaade ettiği ölçüde farklı felsefelere açıktırlar. O patikadan çıkıp gerçeği daha yakından, gözleriyle görmekten kaçarlar sürekli. Çünkü bulundukları yerde savunularına kolayca yandaş bulabilmektedirler; yalnız değildirler. Bu yaptıklarına düşünmek denebilir belki ama asla sorgulama denemez. Çünkü sorgulamada bulunması gereken tez-antitez olguları dünya görüşü arenasında karşılaştığında, tezin çok kuvvetli olmasına karşın aynı düşünce yapısı içinden türemiş antitez kolayca çürütülmeye müsait bir zayıflıkta olmaktadır. Oysa sorgulamayı bilmek yeterince empatik olabilmek demektir. Sadece sahip olunan dünya görüşü içindeki sorgulamalarda karşılaşılan çıkmazlar sorgulayanı mutsuz kılmaktan başka işe yaramaz.
Örneğin Tanrı inancı olmayan birinin canlıların evrimine inanması bir nevi dünya görüşüdür. Oysa bu inanca sahip insanların "Beynin işleyişi ve düşünme kabiliyeti" gibi henüz en üst düzey bilimsel araştırmaların bile ispatlayamadığı sırlar yüzünden savundukları teorinin eksiklikleriyle karşılaşmaları, inanç boşluklarına düşmelerine veya bilime ihanet ederek cahilce bir boş vermişliğe kapılmalarına neden olabilmektedir. Bilimsel gerçeklerden uzakta durmak ve kısır bakış açısıyla yaradılışı inkar etmek ise durduğu patikadan ayrılmadan varoluşun sırlarını cahilce açıklamaya çalışmaktan veya yanlışı kabullenmekten başka bir şey değildir.
Gençlerimize öğretmekle yükümlü olduğumuz eşit tez-antitez çatışmalarına sahip sorgulama becerisinin yolu, bir tek inanç ve ideolojiye saplanıp kalmaksızın çok çeşitli ideolojileri önyargısız bir şekilde inceleyebilmekten geçer. Bu da ancak henüz fikir dünyalarının patikaları derinleşmeden mümkün olabilir. Özellikle lise ve üniversite çağındaki taze beyinlerin bir yöne değil, her yöne yönlendirilmeleri ve kendi düşünce dünyaları içinde, kendi mantıksal becerilerine dayalı bir dünya görüşü oluşturmalarının sağlanması en ideali olacaktır.
Belirli bir ideolojinin savunucuları tarafından her fırsatta, hiçbir yere ait olmamakla veya tutarsızlıkla suçlanan insanların aslında makul insan olabilme ölçütüne sahip oldukları düşünülebilir. Kendisiyle girdiği tartışmalarda sürekli eşitlik halinde olabilenlerin yarattığı tutarsızlık, sürekli bir ideoloji çatısı altından düşünüp öz sorgularında bile kendi savunusunu galip kılanların sözüm ona tutarlılığından daha yapıcıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında ben, tutarsızları kendi içinde çoğulcu olabilen demokratlar, tutarlıları olduklarını iddia eden ideoloji saplantılıları ise tek kişilik dikta olarak değerlendiriyorum.
Faik Murat Müftüler murathodja@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Ateş Cihan Çetin |
GÖKYÜZÜ OĞLUM
Gökyüzü sevgimizin rengine bürünmüş kayıp duruyor bakışların
Odanda yatağına ve oyuncaklarına bakıp
oğul mu beklediğimiz, can sevgili mi!..
Belli ki yaşıyorsun, anne gönlündesin sessizce hala..
Uzun uzun bekletecek, özleteceksin 42. haftaya...
Gelince uzaklardan yanımıza anılarınla,
Üşümüştür minik ellerin, pembe ayakların..
Çünkü hayatın soğuk yalnızlığında birileri
Sıcacık gönlü ve kucağı ile seni sımsıkı sarmalayacaklar,
Biz...
Annen ve Baban,
Bu hasret bunca sevgi paylaşımından sonra yılların özlemiyle seni gönderenin elinden almaya karar verdik. Hani daha iki aylık evliyiz annenle. Yaşadığımız güzel günlerin içine hep seni koyup seni anıyor, geleceğin güne şükrediyoruz.. Göklerde dolaşan sesin ve bulutlarda dolaşan ellerin, ilkbahar gözlerin...
Bak sana bir şeyler anlatayım oğlum. İlk haberini aldığımda annenin ellerini tutup gözlerine baktım. Göz pınarlarım da bir yanma ve göğsümde bir his... Doğanın tüm güzel renklerini gördüm, en güzel seslerini duydum ve tüm kokularını içime aldım.
Uzun ve büyük dağlar üzerinde kuşlar gibi uçtum, kanatlarım senin sevgin.. Gökyüzü sevgimizin içinde uzun bir yolculuktan sonra annenin şaşkın bakışlarına mutluluk akan gözlerimle cevap verdim...
O gün Ağva sahilinde bekledik seni. Göksu deresinde dolaşırken serseri ruhlarımızla hayal ettik, birleşmiş yüreklerimizde yer ettik.. Karanlıkta bizde sarhoştuk, içinde sevgilerin dolu olduğu Ağva'da..
Böyle bir kaç ay tükettik annenle.. Onun, senin için yaşadığı mükemmel değişimlerin bulantılarında ve kokularında tükettik hasretini, özlemini.. Annenin ilk anneler gününü de böyle kutladık seninle sensiz.. Bizi yalnız bırakmayan anneannen ve babaannen ile Assos, Ayvalık, Selçuk, Şirince ve Söke tüm yollara adını kazıdık oğlum, yüreğimizi Ege'de bıraktık yerine seni koyduk bizi sevgisinden var edenin izniyle...
Neyse Oğlum;
Birazda sen söz et oralardan, seni bize yazan meleklerden ve sevgilerinden bahset.. Annenin ve babanın nasıl olduğunu merak etme, seni sevgiyle karşılamak, dünyaya geleceğin güne hazırlamak için elimizden geldiğince çabalıyoruz..
Neyse seni fazla yormayayım.. En çok neyi özlediğimi de şimdi merak ediyorsun biliyorum; en fazla senin mis gibi süt kokan tenini ve minik ellerinle tutacağın parmağımdaki sıcaklığını..
Daha yazacağım, sana aktaracağım o kadar çok şey var ki!.. Hani bir başlayınca gerisini getirmekte güç oluyor.
Beklemenin ve sabrın sonlarındayız, içimizde buruk bir sevinç kendimizi tutamıyoruz, gözyaşımızın damladığı her yer gül kokuyor..
Hayır bahçesindeki beyaz gülün hayrından yolluyorum sana,
Gel artık,
Belki bir gece ansızın, ve buralarda bizi hiç bekletmeden...
Seni çok özledik Oğlum...
Ateş Cihan Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
"hadi beni sev"
Gözyaşının ötesine geçemediğim geceler yaşadım. İşkence gören kimsesiz ve savunmasız küçük yürek görüntülerinin ardından tutmadı ellerim, yazamadım. Siz sevgiyi böyle açık, böyle samimi, belki cesur isteyebildiniz mi hiç????
Komik gelecek ama ben o işkence gören çocukları kıskandım Her şeye rağmen inatla sevinçlerini yaşama dair Bana bir boy büyük gelen anılar canlandı usumda. Sonra cümleler...
"Beni sevme" diye başlayan
"sevmek" kelimesiyle "korkmak" kelimesinin bir arada geçtiği cümleler...
Kaç kere "beni sev" deme cesaretini gösterdik hepimiz? Aklımda kalan korkular var ve kaçmalar sevmekten. Demek büyümüşüm, yazık... Sevgiyi silerek mümkün olduğunca, sevginin yaşatmaktan çok öldürdüğü bir toplumda, gazetelerin üçüncü sayfalarında durup düşünmedik bile, neden?
Büyümüştük .Yaşımız geldi sordular "Evlilik ne zaman?" Evlendik .
Evlenenlere "kocan ne iş yapar?" "karın nereli?" vs bir sürü soru vardı sorulacak Sahi siz evlendiğinizde size "Aşık mısın?"diye soran oldu mu?
Büyümüştük "sev-mek" kelimesine "-meli, -malı" eklenmişti. "söyle-mek" kelimesine de eklenmedi mi bu "-meli, -malı"; Aklıma gazeteler geliyor "erkeğe/kadına sevdiğini söylememeli. Kaçan kovalanır" tarzı haberler(!)
Evlilik bitince hep bir ağızdan "çocuk var mı?" diye sormaya başladık Kendi adıma ben hep "köpek var" diye yanıtladım bu soruları Anlamadılar Gülüp geçtiler Komik kadındım velhasıl. Hatta belki kısır ya da entel kim bilir...
Çocuklar şiddet görüyor Hem de yıllardır Kaynar sularla haşlanıyor, ısırılıyor, dayak yiyor, aç kalıyor, sokağa atılıyorlar . Çocuklar çocuk olamıyor hem de yıllardır. Birileri çıkıp manzarayı gösterince ağlıyoruz hatta utanmasak şaşırıp hiç bilmiyor havalarına bile gireceğiz
Kimsenin "anne /baba olmaya hazır mısın ?"diye sormayı akıl edemediği bir toplumda kuralmış gibi durmadan çocuk yapmanın sonunu nasıl hayal ediyorduk?? Bizim gibi büyüklerin(!) küçücük bedenlere öğreteceği, vereceği sevgi nasıl olabilirdi sahi??Biz bu nüfus kalabalığında insanları hiç düşünmeden ve bana göre hunharca zorlamıyor muyduk anneliğe/babalığa??
Kimsesiz çocuklara bakanlar eğitimli olmalı Hadi bağıralım! Peki ya kimsesi olanlara bakanlar?
Ekranda "hadi beni sev" diyebilen kocaman yürekli çocukları gördükçe büyüklüğümden utanıyorum. Benim çocuğum yok. Köpeğim var. Büyüdüğünde bana bakamayacak yani Annelik duygularımı tatmin edip etrafımda prestij kazanamayacağım. Ben anne değilim Siz, ya siz anne ya da baba mısınız?
Derya Berrak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin İftar Sofrası : Müge Eralp Kaya PEYNİRLİ PATATES KROKETLERİ KIŞ GÜNEŞİ |
|
Efendim geldik mübarek Ramazan ayımızın sonuna... Ben Müge Eralp Kaya, siz KM okurları ile Ramazan boyunca farklı lezzet ve tatlarda buluşmaktan son derece keyif aldım, dilerim siz de en az benim kadar haz alarak, tariflerimi takip etmişsinizdir, eh benden bu kadar... Değişik lezzet ve tariflerle tekrar buluşmak dileğiyle, hepinize iyi bayramlar, sevgiler...
Son yemeğimiz yine çok özel ve damak tadınıza uygun...
PEYNİRLİ PATATES KROKETLERİ
MALZEMELER
3 patates, 2 yumurta, 1 bardak galeta unu, 150 gr. kaşar peyniri, tuz, sıvıyağ, karabiber
YAPILIŞI
Patateslerimizi haşlayarak robotta iyice ezip püre haline getirelim ve peynirlerimizi kıyalım. Kıyılmış peyniri, 1 tam yumurtayı, 1 yumurta sarısını ve 1 bardak unu da ekleyerek iyice yoğuralım ve tuz ve karabiber ekleyerek hamur kıvamına getirelim, parçalar kopararak elimizde yoğuralım ve galeta ununa bulayalım, son olarak da ayırdığımız yumurta akına bulayarak kızgın yağda kızartalım...Sıcak sıcak servis yapalım...
KIŞ GÜNEŞİ
MALZEMELER
1 paket tavuk göğsü, 2,5 bardak süt, 1 yemek kaşığı margarin, 1 paket krem şanti, 1çay bardağı süt, 1 paket çikolata sosu, 2,5 bardak süt
YAPILIŞI
1 paket tavuk göğsünü 2,5 bardak sütle pişirelim kaynayınca içine 1 kaşık margarini ekleyerek 3-4 dk. daha kaynatalım, soğuyunca dolaba koyalım ve 1 saat bekletelim. Diğer yandan krem şantimizi 1 çay bardağı süt ile 3 dk. çırpalım, soğuttuğumuz tavuk göğsünü de ekleyerek 5 dk. daha çırpalım ve bir kaba yayarak dolapta 3-4 saat bekletelim... Son olarak, 1 paket çikolatalı sosumuzu 2,5 bardak süt ile 2-3 dk. kaynatarak pişirelim ve karıştırarak soğutalım, dilimleyip çikolata sos ile süsleyip servis yapalım...
GÜNÜN MENÜSÜ:
Bezelye çorbası, peynirli patates kroketleri, çoban salata, kış güneşi...
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak ünlü tenor Ferhat Göçer'in kendi adını taşıyan albümü "Ferhat Göçer"i, ardından imam hatipli bir gencin hikayesini konu alan "The İmam"ı ve son olarak Bizans döneminde İstanbul'da yaşanan bir aşkı konu alan "Erguvan Güzeli"ni paylaşacağım.
FERHAT GÖÇER / FERHAT GÖÇER :
Dünyada klasik müziği daha geniş kitlelere sunabilmek için bir çaba var. İşte bu çabanın Türkiye'deki meyvesi diyebiliriz Ferhat Göçer için. Neo klasik akımın Türkiye'deki tek temsilcisi ünlü tenor, 11 yıllık sahne yaşamı sonrası beklenen albümünü çıkarttı.
Klasik Batı müziğini ve Türk müziğini kendi tarzı ile harmanlayan Göçer bu albümü ile hala yaygın olmayan klasik müziği ülkemizde, Türk etnik müziğini ise batıda tanıtmayı amaçlıyor.
Ferhat Göçer'in kendi adıyla çıkarttığı ilk albümünde "Yemen Türküsü" de var Pavarotti gibi tenorların söyledikleri şarkılar da. Bu albüm Ferhat Göçer'i tanıma albümü bir bakıma. Ne de olsa konserlerinde hem aryaları, hem türküleri, hem de popüler müzik parçalarını seslendiren bir tenor o.
Albümde pek çok eski parçanın klasik müzik tarzında yorumlarını bulmak mümkün. "Yemen Türküsü" ve "Dök Zülüfünü" bu yorumlardan sadece birkaçı.
Pop müziğin klasik müzikle, Türk müziğinin Klasik Batı Müziği ile buluştuğu albüm, Ferhat Göçer'i konserlerinde takip edenlerin özellikle kaçırmamaları gereken bir çalışma.
THE İMAM :
Her toplum içerisinde yeri vardır din görevlilerinin. Ancak edebiyat ve sinemaya yansımaları her ülke içinde farklı olmuştur. Mesela Avrupa sinemasında rahipler herkes gibi iyi karakter de olabilirler kötü de. Buna karşın Türk sinemasının ve edebiyatının özellikle köy imamlarına çoğunlukla kötü roller verdiği bir gerçektir. Pek çok filmde köy imamı otoritesini sarsacağına inanan yeni gelene, ki bu karakter çoğunlukla öğretmendir, karşı koyar. Öğretmen ise halkın desteğini almaya çalışır ama imam dini silah olarak kullanır. Edebiyatımızda ve sinemamızda iyi imam, dini temsil eden iyi bir temsilci çok fazla yoktur Avrupa sinemasına nazaran. Gazeteci Ömer Lütfi Mete'nin yazdığı senaryosu ile "The İmam" bu boşluğu hakkıyla dolduramasa da önemli bir film bu açıdan.
İmam hatip mezunu Emrullah, ergenlik çağında genç kızların kendisine "ölü yıkayıcısı" demeleri sonucu, batılı değerleri benimseyen bilgisayar mühendisi Emre olmuştur. En yakın arkadaşlarından bile imam hatipli olduğunu gizleyen Emre, eski okul arkadaşı Mehmet'in ondan yardım istemesiyle kendi gerçeği ile yüzleşmeye başlar. Kanser olan arkadaşı Ramazan boyunca Emre'nin kendisi yerine imamlık yapmasını istemektedir. Arkadaşının belki de son isteğini yerine getirmek için uzun saçlı yeni köy imamımız motoruna atladığı gibi köye gelir. Bu süreç içerisinde hem kendisi hem de köy halkı değişmeye başlayacaktır.
"Gülün Bittiği Yer" filminden hatırladığımız İsmail Güneş'in "The İmam" filmi, sesli çekim yapılmayıp dublajlı bir film olmasıyla ve güçlü bir kurguya sahip olmamasıyla bekleneni veremiyor.
Kadınlar dünyasından uzak durması, yan hikayeleri güçlendirebilecekken es geçmesi, içimizden bir karakter olarak ön plana çıkması gereken imamın bile son derece yapay kalması izleyenlere sıkıntılı bir süreç hazırlıyor.
Konusu özellikle son dönemlerdeki gelişmelere bakarsanız oldukça güncel olan "The İmam" imam hatipli olmayan izleyicilerine pek de fazla bir vaadi olmayan bir film
ERGUVAN GÜZELİ / WILLIAM STEARNS DAVID :
Akdeniz'in bin yıllık hakimi, Roma İmparatorluğu'nun varisi, dönemin dünyasının servetlerinin üçte ikisine sahip olan Bizans İmparatorluğu'nun büyülü dönemlerine gidiyoruz. İsaurialı (günümüz İçel, Silifke çevresi) bir çobanken Arap tehlikesi yaklaşırken III. Theodosius'un yerine geçerek imparator olan III. Leon'u ve büyük aşkı "rum ateşi"nin mucidi Kallinikos'un kızı Anutza'yı konu alıyor Erguvan Güzeli.
Bildiğiniz gibi erguvan rengi, Bizans İmparatorluğu'nun kutsal rengiydi ve ülkenin üst düzeyinden başka hiç kimse bu rengi taşıyamazdı. Taşıyanlar ise ölüme mahkum edilirdi. Kitabın adı da buradan geliyor. Ayrıca Bizans'ta ne imparatorlar ne de eşleri için soy meselesi bahis değildi. Onlara kutsal nitelik veren taç giyme, meşru sayılmalarına yeterliydi. Gücü elinde bulunduran herkes erguvani elbiseyi giyebilir yani imparator olabilirdi. Bu nedenle III. Leon asil bir soya sahip olmamasına rağmen imparator olabiliyor.
"Erguvan Güzeli"nde dönemin Bizans'ı, Bergama'dan yola çıkan Araplar'ın, Çanakkale Boğazı'nı geçerek İstanbul'un surlarına dayandığı bir dönüm noktasında. 1800 parça gemiden oluşan donanma şehri sardığında Bizans'ı kurtaran ise Ortaçağ'da büyük üne kavuşan en önemli savunma silahı Kallinikos'un icat ettiği Rum ateşidir. Ve tabii ki III. Leon'un askeri zekası.
"Erguvan Güzeli" okuyanları hem yüzyıllar öncesinde yaşanan bir aşkı hem de dönemin İstanbul'unda bir gezintiye davet ediyor.
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.723 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
PANTOMİM VE KEK
Nihat Çapar'a
Bir yaz gecesi uyurgezeriyim,
Dolaşıyorum orda burada
Yerde kırılmış bir söğüt dalı
Yeşil daha çocukluğum,
Annemin memesini özlüyor süt düşlerim.
Eylülde biçilmiş gök ekinler,
Yanmış buğday anızlarında
Bıraktığım yirmi bir yaş gençliğim;
Kuşanmış öfkesini,
Sıkıyor gecenin karasına,
Vuruyor suratıma
İnsanlığın onurunu.
Ve Ekimin kızılında
Ayağımın altında ezilen
Kurumuş yalan parçaları;
Yüreğimi bir kıvılcım alıyor,
İpliği pazarında vurgunlarda pantomim,
Ve yedeğe alınmış kek.
Henüz başlamamış
İnkârcı bir sevdadır küllenen.
Üşüyorum
Çocuk!
Üşüyorum.
Sarılıyorum
Yalnızlığıma
Sıcacık.
Ve öfkem,
Onursuz aşkları boğar,
Oturur yüreğime
Yalansız bir aşkı bekler
Seni bekler.
Beyazdan daha beyaz
Kavgam,
Seni bekler.
Ömer Davultaş
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...İlk kez bir arabaya biniyordum ama yinede korktum. Sonra bir apartman dairesinin önüne sepette bıraktı beni. Hemen terk edildim diye üzülürken kapı açıldı ve... Bu ilginç hikaye'nin başını ve sonunu merak edenler http://www.sempativet.net/dostlarimiz.asp?Action=Read&hid=209
Bu bölümü takip edenler iyi bilirler sık sık flash destekli oyunlara yer veririm. Flash oyunların en büyük avantajı hem az yer işgal etmesi hem de görsel olarak hoş olmalarıdır. İşte size bir kaynak daha http://www.kanald.com.tr/oyun/flash/ iyi eğlenceler.
Günlük gazeteleri okumak için her gazetenin web sayfasını tek tek dolaşmak yerine gazetelerden derleme haberleri toparlayan bir web sayfasını tavsiye ediyorum. http://www.gazeteyeri.com/ Zamandan tasarruf etmek için bence çok uygun bir seçim.
...Merhaba, Ben Yurtdışında yaşıyorum ve çalışan bir bayan olduğum için yemek yapmaya çok fazla vaktim olmuyor. Üstelik sorumluluğum sadece kendime karşı değil eşime ve çocuklarıma karşı da var. Sizi bulduğum günden beri deyim yerindeyse sofralarımız şenlendi. Artık hem ülkemizin yemeklerini pratik bir şekilde hazırlayabiliyorum hem de özel dosyalarınız sayesinde sağlık konusunda bolca şey öğreniyorum. Size çok teşekkür ederim... diyor http://www.afiyetolsun.net web sayfasını kullananlar. Hazırlayanların ellerine sağlık.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
DeepBurner Free 1.7 [2.61 MB] Windows Free
http://www.deepburner.com/download/DeepBurner1.exe Ücretsiz, kullanımı kolay, ufak bir CD yazıcı programı arıyorsanız, işte buldunuz. Pro versiyonu ile birkaç özellik daha eklemek mümkün ama bu haliyle bile oldukça kusursuz. Basit bir CD yazıcı arayanlara tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|