|
|
|
9 Kasım 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Güle Güle Binbaşım!.. |
Merhabalar,
Hani bazı insanlar vardır, hayatınızın bir döneminde hasbelkader bir araya gelmişsinizdir ama hiç unutamamışsınızdır. Başarılı işlere imza attıkça bundan büyük zevk alırsınız. Kalbinizin bir yerinde küçücük birşey hareket eder ve "Ben onu tanıyorum." dersiniz. Bunu başkalarıyla paylaşmak size mutluluk verir, gururlanırsınız. Bu günlere gelmesinde sanki sizinde bir nebze katkınız olduğu duygusuna kapılırsınız. İşte Sulhi Dölek benim için öyle biriydi. Seksenli yılların son çeyreğinde Taşkızak Tersanesi'nde yedeksubay olarak bulunduğum sırada o da oradaydı. Bölümlerimiz farklı olsa da, onun askerlikle uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan tavrından cesaretle her fırsatta bir araya gelip sohbet etmekten büyük zevk alırdık. Konuşkan biri sayılmazdı, genelde gülümser, pozitif enerjisini etrafındakilere dağıtırdı. Konuşmaktan ziyade yazmaya eğilimli olduğunu o sıralarda öğrendim. "Sizin terhise kaç şafak var binbaşım?" sorusuna, gene gülümseyerek "Hele siz bir terhis olun, sonra." dediğini hatırlıyorum. Gerçekten ben terhis olduktan 1,5 yıl sonra o da emekli oldu ve kendini asıl mesleğine verdi. Özel televizyonların hayata geçmesiyle onun da uzun soluklu senaryoları aldı başını gitti. Süper Baba'yı, İkinci Bahar'ı, Yabancı Damat'ı unutmaya olanak var mı? Gene zamansız, gene sırasız bir değeri yitirdik. Güle güle Binbaşım, görüşmek üzere!..
Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış. Tayyip Bey ettiği lafın altında kalınca çark etmek zorunda kaldı. O aslında öyle dememiş, biz yanlış anlamışız. Biz bu adamları hep yanlış anlıyoruz dostlar, hep. Neyse kızmaca yok. Ben Bobby McFerrin dinleyip ya sabır çekiyorum, Don't Worry Be Happy. Haydi siz de katılın bana. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
KahveRengi : Alaattin Bender |
NAZENİN PROFESÖR: JALE YILMABAŞAR
"Balıkçıları çiz! balıkçıları"
Yer İstanbul, tarih 2004 yılı Mayıs sonu. İstanbul doludizgin baharı yaşıyor. Bender ailesi Ankara'dan kalkıp yollara düşmüş. Bu büyülü şehri bir nebze olsun tanımak, belleklerine kazımak için. Ancak, bizler gibi İstanbul'a yabancı olanlar için İstanbul'u gezmek çok zor. Yedi tepeli bu şehirde kaybolmamak ve muhteşem Boğaz manzarasını kaçırmamak için Avrupa yakasında deniz boyunca ilerliyoruz. Bir gelin edası ile bir o yakaya bir bu yakaya süzülen, arada düdükleri ile bizleri selamlayan vapurlar, oltalarını sallayan balıkçılar, yürüyen, koşuşturan insanlar. Kıyıda ilerlemeyi sürdürüyoruz. Sanırım Bebek veya Tarabya'dayız. Denizin girinti yaptığı bu kıyıya pek çok kayık, motor ve tekne demir atmış, beklemekte. Derken üç beş katlı bir yapının cephesindeki seramik duvar resmi adeta gözlerimizi büyülüyor. Hemen arabadan inip duvara yaklaşıyorum ve fotoğraf makinemin deklanşörüne basıyorum. Yaklaşık 3x4 m. boyutundaki duvar resminde ayağında çizmesi, başında kırmızı beresi, bir elinde kırmızı büyük balık, diğerinde istakoz ile bir balıkçı resmedilmiş. Sanki daha önce dinlediğim "… balıkçıları çiz! balıkçıları …" sözlerinin geçtiği parçaya kulak verilmişcesine. Balıkçının kolundan sarkan ağlara sarı renkli deniz yıldızı ile kırmızı bir yengeç takılmış. Çizmesinin dibinde kırmızı tabla üzerinde çeşit çeşit balıklar. Kaytan bıyıklı balıkçının eflatun renkli kazağındaki açık mavi renkteki başak izlenimi veren geometrik şekiller figürü ön plana çıkarmakta. Arka plandaki mavi renkli helezon çizgiler ile beyaz dairesel noktalar denizdeki dalgaları simgelemekte. Resmi yapan sanatçının ismini arıyor gözlerim. Nihayet buluyor: Jale Yılmabaşar. Sanatın yaşam alanlarına taşması toplumun estetik bilincini zenginleştirmek, sokaktaki insana sanatı sevdirebilmek açısından çok gerekli. Geçen gün yanıbaşımızda, Ulus'taki Anafartalar Çarşısını (çocukluğumdaki adıyla "yürüyen merdiven"i) gezerken zemin katta 4x5 m. boyutundaki seramik duvar resmi ilgimi çekiyor, uzun bir çabadan sonra nihayet sanatçısını okuyor gözlerim: Füreya 1963 ("Füreya Koral"). Aradan 42 yıl geçmiş, hala dimdik ayakta. Diğer taraftan bu yıl da düzenlenen "Sanat Akmerkez'de" adlı sergiyle mağaza vitrinlerini gezen insanlar sanatçıların resim ve heykelleri ile göz göze geliyor. Aman nazar değmesin!.
"Nazenin Nerede"
1962 yılında D.T.G.S.Y.O. Seramik Bölümünden mezun olan Jale Yılmabaşar 1985 yılında seramik dalında profesör ünvanı alır. 1968 yılında katıldığı Faenza - İtalya Uluslararası Seramik Yarışmasında, 1969 yılında Münih- Almanya Uluslararası El Sanatları Fuarında altın madalya ile ödüllendirilir. Sanatçı 1969 yılında Valiliğin talebiyle İstanbul İl Genel Meclisi Binası'na 30 m. uzunluğundaki "İstanbul" isimli duvar resmini yapar. Vilayet yapılacak köprünün planlarını verir, O da resmine köprüyü dahil eder. Galata köprüsü, Galata kulesi, Alman çeşmesi, balık pazarı, camiler, surlar, yalılar, deniz ve martılar betimlenir bu görkemli duvar resminde. Ancak, ne acıdır ki, 1985 yılında 2. Boğaz köprüsü sanatçının atölye-evinin üzerinden geçeceğinden istimlak edilerek yıkılır. Bundan sonra köprü ve evler sanatçının bilinçaltına yerleşir, öyle ki bu temayı resimlerinde sıkça kullanır; Boğaz'ın iki yakasında köprünün ayakları altında kalan evler ile köprünün de üzerinde kırmızı ibikli horoz figürünü resimler. 1941 doğumlu seramik profesörü sanatçı birkaç başarılı resim çalışmasının ardından Paul Klee gibi ressamların mezun olduğu Münih Akademisi'nde resim eğitimine başlar. Eğitimin hakkını verebilmek amacıyla mezun oluncaya dek ünvanını saklar. Miro, Picasso, Chagall gibi pekçok ressam resimle birlikte seramik de çalıştığından Jale Yılmabaşar da onların izinden gider.
Seramiğin verdiği alışkanlıktan olsa gerek hep büyük boyutlu resimler çalışır. Pek çok sanatçı için belki bir rüya olarak kalacak Paris'teki ünlü Salon d'Automne sergilerine 1989 yılında "St. Tropez" (1995 yılında Siemens koleksiyonu için satın alınmış), 1993 yılında "Ocean", 1999 yılında ise "Çatalhöyük 2" isimli tuval resimleriyle katılır. Uçağa sığmayan boyundan büyük bu resimlerini rulo yaparak taşımış, şasilerini sergi salonu önünde çatarak tuvalini oluşturmuştur. Jale Yılmabaşar Kanuni Sultan Süleyman Sergisi kutlamalarına rastlayan dönemde Paris'teki Unesco binasında Miro'nun seramiklerinin yanında seramiklerini, Picasso'nun resimlerinin yanında resimlerini sergiler. Buradaki 2x10 m. boyutundaki "Nazenin Nerede" isimli yağlıboya tablosu dizi dizi pek çok yelkenlinin rengarenk ritm dolu geometrik düzenlemesine sahne olur. Ne tesadüftür ki Rahmi Koç da dünyayı dolaşmayı hedeflediği teknesine "Nazenin" adını vermiş; Koç Topluluğu Yılmabaşar'a pek çok projesinde sponsor olmuştur.
"Kaligrafik" çizgiler
Sanatçı nazar ve uğur simgesi göz ve horoz ile cennet kuşu gibi geleneksel motifleri resimlerinde sıkça kullanır. Aynı zamanda 1988 yılında Cumhuriyet'e verdiği röportajında horoz figürünü "kişiliğini yansıtan bir öğe" olarak görür. Camilerden gökyüzüne süzülen "Alem"*ler, Anadolu Medeniyetlerinde yer alan ve kazılarda çıkarılan çeşit çeşit idoller de O'nun konusu olabilmektedir. Sanatçının atölyesini gösteren fotoğraflarda geleneksel motiflerle bezenmiş el dokuması kilimleri, G.antep işi sedef kakma ahşap işleri görüyorum. Ve hemen buradaki motifleri Sanatçının resimleriyle ilişkilendirmeye çalışıyorum. Sanatçı özellikle büyük boyutlu resimlerinde resme hareket kazandırmak için Tokat ve Kastamonu işlerinde de sıkça görülen daha çok Doğu medeniyetine özgü "kaligrafik" çizgi ve sembolleri sıkça kullanır. Sanatçı resimlerindeki "kaligrafik" çizgileri sedef kakma işinde olduğu gibi çoğu kez beyaz renkte boyar. Sanatçının kırmızı, parlament mavisi, turkuvaz ve yeşil gibi canlı renkleri kullanması kişiliğinin resmine yansıması olarak da yorumlanabilir.
Jale Yılmabaşar 1985'te Münih'teki bir basın toplantısında yıllar önce verdiği sözü tutarak çalışmalarını bir TIR'a yüklemiş ve 1999 yılında İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde 150 adet yapıtını izleyiciyle buluşturarak sanat hayatının en kapsamlı sergisini - "Resimle 15 Yıl" açmıştır. Çatalhöyük'ün duvar resimleri ve Bereket Tanrıçası idolleri Yılmabaşar'ın tuvallerinde ve seramik heykellerinde yeniden hayat bulmuş, sanatçı bu idolleri "Torkom İdolleri" olarak isimlendirmiştir. Sanatçı, genellikle resimlerini Paris ve Münih'teki atölyelerinde, seramik işlerini ise İstanbul'daki atölyesinde yaratmaktadır.
Yılmadan başaran Sanatçı Jale Yılmabaşar gerektiğinde günde 18 saat çalışabilecek, aynı anda üç ayrı ülkede sergi açabilecek kadar üretken bir kişiliğe sahiptir. Sanatçı şık giyimi ile modaya olan ilgisini belli etmekte, Konservatuar'dan 1966 yılında aldığı bale diplomasıyla da on parmağında on hüner olduğunu kanıtlamaktadır. Dilerseniz yazımızı Sanatçı'nın sözleriyle noktalayalım: "Ben hep adam olmak, başarılı olmak için çalıştım. Yurtdışını hedefledim, orada yarışma kazanayım, bir yerlere geleyim istedim. Her zaman için Türkiye'yi yurtdışında temsil ettim."
Sıkı durun, sanat başlıyor...
Kaynakça: Jale Yılmabaşar: "Resimle 15 yıl" 1984-1999 kitapçığı.
* "Alem": Minare tepesi.
Alaattin Bender www.alaattinbender.com
Editörün Notu: Sevgili Alaattin Bender'in "Küskün Kız - 88x84 cm" isimli resmi, Kültür Bakanlığı'nın düzenlediği 5. Şefik Bursalı Resim Yarışması'nda "sergilenmeye değer" görüldü. Sergi Ankara-Resim Heykel Müzesi'nde 16-30 Kasım 2005'te. Daha nice başarılar diliyoruz.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Fatoş Yılmaz Kavak |
Düşünün kimi, neleri tercih ediyoruz kimlere…
Söyleyemiyoruz "seni seviyorum" diye. Alışamamışız söylemeye onun yerine ama öyle şeyler yapıyoruz ki…
Ne mi yapıyoruz? Mesela…
Arkadaşıma telefon açıyorum "sana ihtiyacım var. Seninle konuşmaya ihtiyacım var."diyorum.
Önce bana işi olduğunu söylüyor. Sonra "çok mu istiyorsun?"diye soruyor.
"Evet" diyorum.
Buluşma yerine belirlediğimiz saatten önce gidiyorum. Gözüm hep saatte ve cep telefonumda…
Umarım bir aksilik çıkmaz da gelir diye dua ediyorum.
Saat buluşmak için belirlediğimiz saati yarım saat geçiyor.
"Gelecek"diyorum. "Beklerim"
Yaklaşık bir saat sonra geliyor.
"Kusura bakma geç kaldım." Deyip neden geç kaldığını anlatıyor.
"Ama ne kadar geç kalırsam kalayım, beni bekleyeceğini biliyordum" Diyor.
"Bende geleceğini biliyordum."Diyorum.
Sevginin en yücesidir inanmak…
"Hadi gel lütfen!"dediğinizde kaç kişi "hemen gelirim"diyebilir ki…
"Ay isterdim ama bugün çok işim var."
"Hayatım sen bir tanesin ama başka bir randevum var."
"Dişçiyle randevum var."
Bu listeyi uzatabiliriz.
Bir düşünün şöyle adam akıllı kaç kişi gerçekten sizi seviyor, kimi, neleri tercih ediyoruz kimlere…
Ya da siz, evet siz, nelere tercih ediliyorsunuz hiç düşündünüz mü?
Eğer, siz davetten işlerden, herhangi bir arkadaştan sonra geliyorsanız sakın onun sizi sevdiğini düşünmeyin.
Sevginin ve değerin en güzel ve yanılmaz ölçeği tercihtir.
Önceliktir.
Gideceğiniz yer içtiğiniz içecek bahanedir. Önemli olan bir arada olmak o anı yaşamak ve ihtiyacınız olduğunda yan yana olmaktır.
Bir düşünün bakalım, sevdiğinizi sandığınız insanın, hayatınızda ki öncelik sırası nedir?
Her şeyden önce mi?
O zaman gerçekten seviyorsunuz demektir.
O da size hayatındaki en büyük önceliği size veriyorsa, hiç şüpheniz olmasın o da sizi seviyor ve değer veriyordur.
"Benim bir tanemsin" gibi lafları söylemek kolaydır.
Gerçekten önceliği hep size veriyorsa hayatında gerçekten onun bir tanesi sizsinizdir.
Sevmek bir bakıma önceliktir.
Bunun en iyi yolu da sınamaktır.
"seni seviyorum" sözünü duymasanız da olur. Ama eğer seviyor ve seviliyorsanız öncelik sırası hep sevenin sevilenin olur.
Fatoş Yılmaz Kavak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Bayram Leventoğlu |
Bir çanta hikayesi
Geniş meydanın dar bir sokağa açılan köşesinde ki pasajın altında tuhafiye dükkanı vardı. Sabahın sekizinde, sektirmeden dükkanını açar, ilk iş olarak, yaşına aldırmadan dükkanının önünü süpürürdü. Kırk beş, elli yaşlarında, orta boylu, tipik bir buruna sahip, sıradan, ama temiz giysiler içinde, “halim, selim” denilen bir esnaftı. Çevresindeki dükkanların çalışanları ve ya sahipleri ile seviyeli bir ilişki tutturmuştu. Gereksiz konuşmalara meydan vermeden, selam, hal, hatır sorma ve iyi dilekleri içeren bir çerçevede konuşurdu. Adı Rıfat, soyadı ise alışılmadık bir dilden olmalıydı,” kalerayna”. Bu soyadın manasını merak etmeme rağmen, kendisine sorma cesaretini bulamadım.
Pasajın içindeki bir dükkanda çalışıyordum. Her gün öğlende açtığım dükkanda, fotoğraf fragmanlarını (küçültülmüş fotoğraf) göstererek sipariş alır, hazır olan fotoğrafları ise teslim edip ücretini alırdım. Bir düğün salonunun fotoğraf işlerini yürüten patronum, her akşam gelir hesap alır, hazırlanan siparişleri ve fragmanları bırakır, birlikte, dükkanı kapar evlerimize giderdik. Ücretimin azlığına rağmen, yarım gün çalışmaktan hoşlandığım için çalışıyordum. Düğün resimlerini, herkesten önce görmek ayrıcalığı hoşuma gidiyordu, hiç tanımadığım insanların fotoğraflarına bakmak, onları tanıdığım kişilere benzetme oyunu oynuyordum. İşimin hafifliği sayesinde, komşu dükkanlardakilerle sohbet etmeye zaman, yeni arkadaşlıklara zemin buluyordum. Bay Rıfatla tanışmamız bu ortamda gerçekleşti. Soyadının değişikliği ilgimi çektiğinden, yanına sık sık uğruyor, hal hatır soruyor, havadan sudan konuşuyorduk. Bilgili ve sevecen bir insandı. Yaşının verdiği cesaretle, bana öğütler verir, yanlışlarımı, eksikliklerimi gidermeye çalışırdı. “Daha toysun, be çocuk” diyerek söze başlamasını, tatlı bir anı olarak hatırlarım. On altı, on yedi yaşımdaydım, okulu bırakmıştım, serseriydim, oyunu seviyordum ve hala çocuktum. Rıfat beyin, benimle ilgilenmesi, babacanlığı, büyük biri imişim gibi konuşması, açıklıkla yanlışımı söylemesi, hoşuma gidiyordu. Onunla muhabbetimi kıskananlar vardı ve bitişik dükkandaki tezgahtar bir gün;
-Ne konuşuyorsunuz Rıfatla, öyle uzun uzun?
-?????
-Bak, seni severim, hemşehrimsin, o adamdan uzak dur!
-Neden?
-Yahudi oğlum, Yahudi o.
-Olsun, ne olur ki?
-Çok kaz kafalısın, sen Müslüman çocuğusun, ne işin var Yahudi ile?
-O, iyi bir insan, ondan kimseye zarar gelmez, bana hiç zarar gelmez.
-Bizde kötü demedik ki, ama Yahudi o!
-Sağ ol, ben soyadının anlamını merak ediyordum, demek Yahudi olduğu için değişik soyadı .
Çocuk sayılacak bir yaşta olmama rağmen, bu düşüncesini yadırgadığımı hatırlıyorum. İnsanın doğasında, çevresine ön yargılı bakmak için gerekli at gözlükleri, sonradan ediniliyormuş. Yahudi’nin ne olduğunu bile bilmiyorum, Rıfat beyin iyi insan olduğunu biliyorum. Başka bir din olduğunu duymuştum, değişik inançlara sahip olması, babamın öğütleriyle paralel şeyler söylemesine engel değildi. “Ne olursa olsun, Rıfat bey, iyi bir insan ve onunla dostluğumu sürdüreceğim” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hemşehrimin uyarısına teşekkür ettim ve Rıfat beyin dükkanına gittim. Düşünceliydi, selamımı geç duydu ve uykudan uyanırcasına,
-Aleykümselam, hoş geldin çocuk!
-Düşüncelisiniz, hasta mısınız?
-Teşekkür ederim, yok bir şey.
-Bir yardımım dokunursa sevinirim.
-Biliyorum, sen iyi bir insansın, keşke okulu bırakmasaydın.
-Üzülmeyin, babamla annemin ayrılması beni çok etkiledi, gelecek yıl yeniden başlayacağım okula.
-Çok sevindim, bu akıllıca bir karar, senin için.
-Teşekkür ederim, dükkanı açmalıyım, Allahaısmarladık.
-Güle güle, yine gel olur mu?
-Gelirim tabi, size hayırlı işler.
Dükkana gittiğimde bekleyenler vardı,acele ile kapıyı açtım, resimlerini kontrol ettiler, ücreti mukabili teslim ettim ve gittiler. Aklımda Rıfat bey vardı, acaba sorunu neydi? Onu hiç böyle görmemiştim. Serde gençlik vardı ve duvardaki kedi resimlerine bakarak, değişik hayallere dalmakta gecikmedim. ”Nesrine arkadaşlık teklif etsem, acaba ret eder mi?” Kahveci Kürt Salih’in sesiyle hayallerimden sıyrıldım.
-Rıfat bey seni çağırıyor, “acele gelsin” dedi.
Kapıyı kapadım, gittiğimde sararmış bir yüzle;
-Kapıyı kapa, otur şuraya! Senden bir ricam olacak, yaparsan sevinirim
-Elimden gelirse, seve seve yaparım efendim.
-Bu kağıdı al, bu benim evimin adresi, bu çantada senetler, borç, alacak defterleri ve para var, çantayı da al. Hastayım, hastaneye yetişeceğimi sanmıyorum. Dükkanın kepenklerini çek,anahtarları da çanta ile birlikte yengene bırakırsın.
-Bende sizinle hastaneye geleyim mi?
-Haydarpaşa Numune Hastanesine gidiyorum, dediğimi yaparsan memnun olurum, gelmene gerek yok.
Çağırdığım taksiye bindi ve gitti. Rıfat beyin dükkanını kapadım, çantasını ve anahtarları alarak çalıştığım dükkana geçtim. “Allahım, Rıfat beye sağlık ver, çoluk çocuğuna bağışla”dualarımla, heyecan ve merakla beklemeye başladım.
Akşam oldu, patron geldi, Rıfat bey gelmemişti. Çanta elimde, Rıfat beyin evine doğru yola düştüm.
Bahçe içinde, mütevazi bir ahşap konaktı. Kapıyı çaldım, orta yaşlı bir bayan karşıladı.
-Kimi aramıştınız?
-Rıfat Kalereyna’nın evi mi?
-Evet, ben eşiyim.
-Kendisi gelemedi, Haydarpaşa Numune Hastanesine gideceğini, çantayı ve anahtarları size vermemi söyledi.
-İçeri gel oğlum, sen o olmalısın.
-Beni tanıyor musunuz?
-Rıfat anlatmıştı, çok iyi bir insan, bana bir şey olursa ona güven demişti. Gerçekten güvene layık insanmışsınız.Bu çantada neler olduğunu biliyor musun? Açıp bakmadın mı?
-Hayır efendim. Rıfat bey para senet vs var demişti. Emaneti teslim ettim, İzninizle, geciktiğim için annem merak etmiştir, eve bir uğrayıp hastaneye geçeceğim Rıfat beyi merak ediyorum.
-Rıfat beyi merak etme, yukarıda uyuyor ve çok iyi.
-Sevindim efendim, gitmeliyim.
-Dur, seninle geleyim, annenizle tanışmak istiyorum.
-Tabi, nasıl isterseniz, annem sizinle tanıştığına sevinecektir.
Annem kapıyı açtığında, Raşel hanımı görünce şaşırdığını belli etmeden içeri buyur etti.
-Böyle dürüst bir evlat yetiştirdiğiniz için, sizi tebrik ederim, müsadenizle sizi kucaklayıp öpmek istiyorum.
-Teşekkür ederim, tebrikiniz ve sevginiz için.Merakımı bağışlayın, siz kimsiniz, oğlumun dürüstlüğünü nasıl ölçtünüz?
-Tabi anlatacağım, oğlum ben annenizle yalnız görüşmek istiyorum, bize izin verir misiniz?
-Nasıl isterseniz, ben mutfaktayım anne, bir şeyler atıştırırım bu arada.
Annemle Raşel hanım iki saat konuştular, annem kahve ve çay için birkaç kez mutfağa geldi gitti, yüz ifadesinden, Raşel hanımdan hoşlandığını anlamıştım. Raşel hanımı evine bıraktığımda, kapıyı açan Rıfat beydi ve çok sağlıklı görünüyordu.
-Hoş geldin oğlum, gel içeri.
-Sizi sağlıklı gördüğüme sevindim efendim.
-Teşekkür ederim, iyiyim gerçekten ve arkamı yaslanacağım bir dağım var artık.
-?
-O dağ sensin evlat. En büyük servet güvendir, bu akşam kazandığını hafife alma. Eee Raşel, senin görüşmen nasıldı?
-Çok iyi bir hanımla tanıştım, her konuda anlaştık.
-?
-Bak oğlum, gerçi anneniz anlatacaktır, ama bizden de duymanı isterim. Oturduğunuz ev kira imiş, maddi durumunuz geçinmenize ancak yetiyor olmalı. Bizim çocuğumuz yok, seni sevdik, dürüstlüğüne hayran kaldık. Bu evi size bırakmak istiyoruz, kira istemiyoruz. Burayı çekip çevirmeye gücümüz yetmiyor, apartman dairemiz var, oraya taşınacağız. Burada oturursunuz, bize yakın olursunuz diye düşündük biz, sen ne dersin?
-Annem bilir efendim, ben annemin isteğine saygı duyarım, tabi sizede.
-Rıfat, sen de söyle şartını.
-?
-Benim yanımda çalışmanı istiyorum, dolgun ücret vereceğimi bilmeni isterim. Okula başladığında, derslerinden vakit bulursan çalışırsın, okuduğun sürece maaşını vereceğim.
-Teşekkür ederim efendim.
Eve vardığımda, annemin bu duruma sevindiğini ve taşınmayı kabul ettiğini öğrendim. Maddi olarak çok rahatlayacağımız, daha geniş bir evde oturacağımız için seviniyordum.En çok Rıfat bey gibi bir amcam olduğuna sevindiğimi hatırlıyorum. Benim Yahudi amcam, hayatımın akışını değiştirdi, çoktan toprağa karıştı, Raşel yenge ile annem çok iyi arkadaşlar, hala eski evde birlikte oturuyorlar. Bizim çocuklar, ikisine de “babaanne” diyorlar.
Çantanın içinde, ne çek, ne senet ne de para varmış, sadece plastik boncuklar ve gazete kağıtları ile doluymuş çanta. Dürüst davranmasaydım, kazancım pişmanlık ve utanç olacaktı, güvenini kazandığım insanların sevgisi ise mutluluk nedenim oldu. Rıfat amca, beni denemiş, hem de gazete kağıdı ile, Yahudi’nin denemesi bile masrafsız oluyor işte. O çanta, içindekilerle birlikte büromda baş köşede duruyor, soranlara hikayesini anlatıyorum.
Bayram Leventoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
X'E MEKTUPLAR (2)
Zor zamanlarda zoru görelim diye doğurdu bizi analarımız. Analarımız ağlamak için doğurdu bizi X. Ve biz en çok analarımızla ağladık...
Biz, eli nasırlı yüzü edep ve hayayla örtülü anaların çocukları olarak şehirlere girdik... Ve biz büyüklerin yanında kucaklarına almadıkları çocuklar olarak o analar tarafından büyütüldük. Analarımız bizi hep gizli sevdi X. Bizimle hep köşelerde kuytularda paylaştı dertlerini. Görmedikleri, tanımadıkları, adını yerini bile bilmedikleri yerlerden gelen adamlarla evlendirilen analarımızın yüreklerinde olanları bir tek biz biliyorduk. Analarımızın tanımadığı o adamların çocuklarıydık. Ama en çok analarımızın çocuklarıydık...
Kimselerin bilmediği ve içlerine gömdükleri düşleri bir bir sır gibi paylaşırlardı bizimle. Biz analarımızla sırdaştık. Sevgiliydik. Ondandır ki analarımızdan başka sevgili bilmedik, bilmeyecektik... Yaşayamadıkları onca şeyi duydukça içimizde bir şeyler hep öldü ve bir şeyler hep doğdu X...
Biz analarımızın bizi görmek istedikleri yerde olmak istiyorduk. Analarımızın düşünü, bir yolunu bulup gerçekleştirmek tek derdimizdi. Ne sarı saçlı kızlardı derdimiz ne de para balyalarıyla olmaktı... Analarımızın o babaların sığ dünyasına sığmayan düşlerini şehir ironisine aldırmadan gerçekleştirmekti derdimiz... Ölmek vardı dönmek yoktu bu yoldan. Elleri tezek tutan anaların çocukları gün gelecek elleri kalem tutacaktı. Kara lastikleriyle yürüdükleri kavruk topraklarda koyun, keçi güden anaların o yağız renkli çocukları gün gelecek kunduralarıyla yürüdükleri saydam zeminlerde insan güdecekti...
Ne fikirlerine ne de hislerine itibar edilmeyen anaların fikirleriyle, hisleriyle yetiştik. Saçları okşanmamış anaların elleri sildi göz yaşlarımızı hep. Her defasında babalarımızın hışmından kaçarken analarımızın kucağına sığındık. Ve her defasında babalarımız o sığınakla birlikte dünyayı başımıza yıktı. Analarımız, baba yumruklarıyla kırılan burunlarımızdan boncuk boncuk akan kanları yıkarken biz de analarımızın göz yaşlarını sildik. Analarımızla her dayak yiyişimizde ve her horlandığımızda bir birlerimize sokulduk. Sadakatimizi bu sokulmalardan sağdık X. Elini uzatan her insan, analarımızı hatırlattığı için tereddüt etmeden ardından gittik. Gittiğimiz yerlerde dünyanın başımıza yıkıldığını gördüğümüzde acıyan canlarımızdan çok analarımızı hatırladığımız için ağladık. Velhasıl X, babalarımız başta olmak üzere bütün bir dünya bize vurdukça biz bilendik. Bilendikçe de keskinleştik...
Analarımızı hatırladıkça öfke duyduk bütün babalara. Bundandır ki, bütün babalara hep temkinli yaklaştık. Ve baba olmak istemeyişimiz hep bundandı X... Fistanı yamalı çekingen bir kadın gördüğümüzde nedensiz olarak dökülen göz yaşlarımızın sebebi de buydu X...
Başına yıkılmış bir dünyanın enkazında analarımızı bırakarak çıkageldiğimiz şehirlerde somurtkan çehremizle itici geldik birilerine. Esmer dudaklarımızı aralayarak inci gibi dişlerimizi inatla göstermedik. Kalın ve çatık kaşlarımızla dik baktık hep. Ve hep çalıştık. Terledik. Çabaladık. Çelme takıldı yılmadık. Kalktık yürümeye devam ettik...
Hislerimizi analarımızın özlemiyle yoğunlaştırdık. Yoğunlaşan hislerimizi hırsa tahvil ederek anamızın bizleri görmek istediği makamları bir bir işgal ettik... Ama içimiz yokmuş gibi yaşadık makamları. Ruhumuz bedenimizi terk etmiş gibi yürüdük, dolaştık plazaların saydam zeminleri üzerinde. Büyük işler kotardık. Büyük kararlar aldık. Milyonların kaderi esmer dudaklarımız arasından çıkan bir söze bağlı hale geldi. Anaları sevindirecek projelere imza attık. "Cennet anaların ayakları altındadır" sözünü afiş afiş her yere astık. En çokta babaların göre bilecekleri noktalara astık...
Ama uzaklara uğurladığımız analarımız bunu bilmeyecekti hiçbir vakit. Düşlerini gerçekleştirdiğimizi göremeyeceklerdi. Gülmeye mecalimizin olmayışı bundandı X. El üstünde tutuluyor oluşumuza ilgisiz kalışımız bundan... Ve bundandır Allah'a, analarımızın yanına bizi de alması için dua edişimiz...
Nihat Turan nihat_turan@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Yıldızlı ve yağmurlu geceler
Yıldızlı ve yağmurlu geceler; ani bitişlerin aynı zamanda da ani başlangıçların romanıdır deniyordu her yerde. Gerçektende bu kitabın böyle bir özelliğe sahip olduğunu bende okuyunca gördüm… Açıkçası böyle bir özellik hoşuma da gitmedi değil hani… Sonuçta bu eşsiz romanı okurken herkes kendinden bir parça görebiliyordu kitabın kahramanlarında… Neyse lafı daha fazla uzatmadan kitabın kendi dünyasına yelken açalım… Bakalım karşımıza neler çıkacak ve bizi hangi diyarlara götürecek… Merak ediyorsanız eğer hadiyiniz kitabın derinliklerine dalmaya…:
Küçük bir Yunan adası romanımızın mekanını oluştururken, birbiriyle daha önce hiç tanışmamış olan dört kişide kitabın ana kahramanlarını oluşturuyor. Ortak amaçları; yaşadıkları hayatlardan uzaklaşmak veya yeni bir hayata başlamak… Hepsinin amaçları hemen hemen birbirine benzediği içinde kısa süre zarfında birbirleriyle kaynaşıp dost oluyorlar. Bu arada birde bu dört kahramanın hikayelerine dinleyici olan adanın yerlisi, tavernacı Andreas var.
Şimdide izninizle kahramanları tanıyalım. Andreas oğlunu Amerika'ya kaptırmış, yalnız bir adam. Elsa, sevdiği erkekten kaçarken televizyonculuk mesleğini de terk etmiş, herkesin dikkatini üzerine çekecek kadar güzel bir Alman kadın. Fiona, kaba ve duyarsız sevgilisiyle geldiği bu adada aniden tek başına kalan İrlandalı bir hemşire. David babasının işini sürdürmek istemediği için ailesinden kabul görmeyen İngiliz bir delikanlı. Thomas, oğluna çok düşkün, eşinden ayrı bir Amerikalı. Tabii bir de adaya çok önceleri yerleşmiş olan İrlandalı Vonni var. Herkesin omzuna yaslandığı sıcak ve duyarlı bir dost. Bir nevi kanatsız melek…
Buraya kadar iyi güzel hoş… Peki bu aşamada size şöyle bir soru sormuş olsaydım eğer; ne cevap verirdiniz acaba çok merak ediyorum. Kitabın yazarının kim olduğu konusunda bir fikri olanınız var mı? Elbette var böyle bir kitabı ancak olsa olsa Maeve Binchy yazar dediğinizi duyar gibiyim. Ne dersiniz duyduğum seste yanılıyor olabilir miyim? Hayırrr elbetteki yanılmıyorum. Çünkü bu kitap tam bir Maeve Binchy romanıdır. Her yaştan, her kesimden, her hüzünden insanlar… Onların dost olduğu sevimli bir ada… Küçük mutluluklar büyük açmazlar ama hep umut, umut, umut… Yine sevgi dolu, yine sımsıcak ve yine soluksuz okunacak bir Binchy kitabı…
Size tavsiyem bu kitabı tatilde olduğumuz şu günlerde alıp okumanız yönündedir. Çünkü emin olun bu kitabı okumaya başladığınız zaman elinizden hiç bırakmak istemeyeceksiniz. Nedenine gelince… Yukarıda da belirttiğim gibi kitapta mutlaka kendinize veya çevrenizdeki olaylarla alakalı bir şeyler buluyorsunuz. Bu gibi sebeplerden ötürü Maeve Binchy benim için çok özel bir yazar niteliğini taşımaktadır. Çok bildik olaylar onun o sımsıcak anlatımıyla sizi çok farklı duygulara, yerlere götürebiliyor. Hatta yazarın kitaplarını okurken tarif edilemeyecek bir sevinç dalgası tüm bedeninizi biranda sarıyor desem inanın ki abartmış olmam herhalde…
Maeve Binchy'in kaleminden çıkan Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler isimli kitabın çevirisini Zeynep Seymen üstlenmiş. Roman, Doğan Kitap tarafından 15 Ytl'ye satışa sunulmaktadır. Tüm Binchy hayranlarına buradan duyurulur. Hepinize keyif dolu okumalar…
Ebru Altın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 1 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
SEVDANIN GEÇ KALDIĞI GÜN... -3-
Geç kalmış sevdalara...
Ertesi güne kadar aklımdan çıkmamıştı esmer kız. Sabaha kadar gözüme uyku girmemişti. Bir duş alıp büroya gittim. Öğlen iskeleye indim. Adalardan gelen vapur saatlerine baktım tekrar. Dün bindiğim vapurun gelmesine daha dört saat vardı. Arada iki vapur daha vardı gelecek. Büroya çıktım, odama geçtim, ilk vapur gelirken hemen iskeleye indim tekrar. Herkes inmiş binenler de binmişti ama esmer kız yoktu. Bir sonrakini beklemek için büroya çıktım. Bugün duruşmam yoktu ne güzel. Sonraki vapurun düdüğüyle tekrar iskeleye koştum. Yine yoktu. Ama hala umudum vardı: bir sonraki dün bindiğim saatteki vapur.
Kapı çaldı Esma'ydı gelen, "şu savunmayı bir okusana eksik kalan bir şey var mı?" diye sordu iskelenin görüntüsünün yansıdığı ekrana alaycı bakışlarla. Sonra ekledi " Ne o bugün erken geleceğim mi dedi seninki?". Artık alışmıştım iğneleyici sözlerine. İlk zamanlar içindeki kıskançlığı gizleyerek ne kadar da mantıklı savunuyordu saçmaladığımı. Benim aklımı çelemeyeceğini anladığında benim tarafıma geçip iskelede bekleyip geldiğinde tanışmamı bile salık vermişti kızın beni tersleyeceği umuduyla. Ama ne onu dinleyip vazgeçtim bu saplantımdan ne de içimdeki ateşi körükleyen laflarına uyup iskelede tanıştım esmer kızla. Böylesi güzeldi böylesi bir umutla dolu sevda yetiyordu sanki bana. " Tamam hemen okuyup veririm" dedim aylardır girmediğim polemiğe bir kez daha girmeden. Benden beklediği onunla paylaşmamdı belki de. Ne de olsa artık o da anlamıştı dönüşümüz olamazdı eskiyen yitip giden sevdamıza. Aramızdaki kopmayan bağın etkisiyle belki de benim bu çıkmazıma çare arıyordu içine gömdüğü sevdasına rağmen. Yüzünde yine benden bir laf alamamanın buruk tebessümüyle bir kez daha iskelenin görüntüsüne bakıp başını sallayarak çıktı odadan.
Halbuki ne kadar da istemiştim bir kelime etmesini otobüse binip gitmeden. Şimdiyse bir kelime etmeden çıkmasıydı istediğim. Ama o gitmişti ve ben bir sonraki otobüsün geldiği peronda üçüncü sigaramı söndürmüştüm bile ardından. Eve gitmek istemedim hemen, ismi geçmesin istedim onu düşünmekten kaçmaya çalıştım ama nafile. Arkadaşlarla okey oynayarak kafamı dağıtamadığım akşamda eve döndüm. Annem "gitti mi" dedi. " Evet gitti" dedim, sanki gelmeyecekmişcesine. Annem anlamıştı gidişinin bendeki etkisini ama bilmediği giderken benden alıp götürdüğüydü. İki ay geçti habersiz. Telefonu, adresi hiçbir şeyi yoktu bende, kalbimde yarattığı fırtınadan başka. Arkadaşlarından birine rastladım tatil esnasında ama onda da yoktu telefonu. İki ayı özlemle geçirdim, onun özlediğini bile bilmeden…
Vapur düdüğüyle irkildim oturduğum yerden. İskelenin kenarında bir simitçinin yanında oturup vapuru beklerken dalmıştım, dünü düşünüyor, dünü bugüne taşımaya çalışıyordum. Hemen iskelenin başına koştum. Kalabalık inmeye başladı vapurdan. Tek tek tüm yüzlere baktığım sırada aklıma beyaz saçlı yaşlı kadın geldi. Kalabalığın önümden geçmesini beklemeyecek kadar aceleciydi yüreğim. İskelenin çıkışına döndü gözlerim, yaşlı kadını aradı. Evet işte oradaydı, yüzünde bir tebessüm beliriverdi o anda. Aman allahım benim farkıma mı varmıştı yoksa? Yok canım nereden bilecek? Tam bunları düşünürken esmer kız geçiverdi önümden. Aynı dünkü gibi yaşlı kadına sarıldı. Bense dünkü korkularımdan uzakta bugünün mutluluğunu yaşıyordum. Yoldan geçip ve istasyona doğru kaybolurken ben yine büronun olduğu apartmanın önünde kalmıştım. Sonrası böyle geçti. Hep aynı vapurla geldi hep yaşlı kadınla birlikte istasyona yürüdüler. İki koca ay hep aynı saatte iskelede bekledim hep aynı yerde apartmanın önünde kaldım. İş yapamaz olmuştum o saatlerde. Duruşmaları ayarlamaya çalışıyor, gitmem gerekenlere Esma'nın gitmesini istiyordum. Günümün bu saatleri yoktu benim için. Ama böyle olmuyordu, sorumluluklarımdan kaçamazdım. Ya esmer kızla tanışacaktım ya da vazgeçecektim. Sonunda çözümü buldum. Esmer kızla tanışma gücünü kendimde bulamadım ama ondan vaz geçmedim de.
Yaklaşık beş aydır her gün aynı saatte açıyordum bu ekranı. Esmer kızı görebilmek için büronun balkonuna monte ettirdiğim kameranın görüntüsü her gün odanın içini dolduruyordu. Çözümü bulmuştum. Gerçi kamera sistemi için Esma ile olan mücadelem iki hafta sürmüştü ama en sonunda yine bana olan sevdası beni üzmemesi için bunu kabullenmesine neden olmuştu. Saatler Esmer kıza yaklaşıyordu, Esma'nın evraklarını hızla okudum ve odasına götürdüm, bilgisayarda bir şeyler yazıyordu. "Çok güzel olmuş" "Hiçbir eksik yok bence " dedim. Kafasını çevirmeden " teşekkür ederim" dedi. Çıktım odasından, bir fincan çay alıp odama girdiğimde vapur geliyordu bile. Vapur yanaştı, iskele verildi, kalabalık inmeye başladı ve esmer kız belirdi yine içlerinden. Mavi montunu giymişti bugün. O siyah saçlarına esmer tenine en çok yakışan montuydu. Hiç değişmeyen pembe beresi ve eldivenleriyle o kadar da güzeldi ki. Yaşlı kadın yine yerindeydi. Sarıldılar. Sonra ayrılık anına yürüdüler ve ekrandan çıkıp aylardır bilmediğim yere gittiler.
Bir sigara yaktım, duruşmadan getirdiğim evrakları dosyasına takmak için masadan kalktığımda Esma girdi odaya. "Ben işlerimi bitirdim sen de bitirdiysen haydi boğazda balık yiyelim ne dersin?" dedi tüm canlılığı ve şirinliğiyle. "Tamam" dedim."Yarım saat sonra çıkalım"
Aslında yalnız bir insandım. Esma ile ayrıldıktan sonra hayatıma hiçbir kız girmemiş işlerin yoğunluğu ve belki de benim rahatıma düşkünlüğümden arkadaşlarımla seyrek görüşür hale gelmiştim. Gerçi sevmiyor değildim bu durumu. İnsanın hayatın koşturmasından sıyrılıp kendisiyle kalacağı çok az zamanı kalabiliyor bazen.
Güzel bir yemekten sonra soğuğa aldırmadan yürüyüşe çıktık. Bir erkek ve bir kadının birbirinin koluna girmeden sahilde yürüyor olması saçma bir durumdu. Ve Esma bu saçmalığı kapatmak için koluma girivermişti bile. Sanırım biraz saatin geç olması ve biraz da alkolün etkisiyle yadırgamadım bu durumu. Aslında ondan ayrılmam da saçmaydı. Çok zaman düşündüğüm ama doğruluğuna karar veremediğim bir kararın geri dönülmezliğinde kaybetmiştim onu. Ben okulu bitirdiğimde onun daha 2 yılı vardı. Ondan ayrılmamak için Ankara'da babamın bir tanıdığının yanında başladım avukatlık stajına. Halbuki okuldaki en yakın arkadaşımın Erman'ın babası da avukattı ve İstanbul'a birlikte gidip onun bürosunda çalışmayı planlıyorduk okula başladığımızdan beri. Tabi bu aşk arkadaşıma da lafımı geçirtmiş ve onunla yollarımız mezuniyette ayrılmıştı. Ama o denli iyi bir arkadaşlığımız vardı ki yollarımız ayrılsa da kalplerimiz ayrılmamış ve birbirimizden kopmamıştık. Esma'nın okulu bitirmesine kadar geçen sürede Ankara'da kaldım ve stajımı bitirdim. Bu sırada Erman'da babasının yanında çalışıyordu. İşte Esma'yla beni İstanbul'a taşıyan yol acı bir haberle açıldı önümüze. Esma'nın mezun olduğu yılın yazında, stajı nerede yapacağı, Ankara'da kalıp kalmayacağı sorularına cevap aradığımız, babasının Tunceli'ye dönmesi baskısıyla kavgalarla geçen bir dönemde Erman'ın babası vefat etti. Hemen İstanbul'a sevgili dostumun yanına gittim. Elden bir şey gelmeyen ama omzunda bir dost eline muhtaç olduğu o dönemde İstanbul'da kaldım bir ay boyunca. Hayat devam ediyor ve avukatlık bürosunun çalışması gerekiyordu. Erman benim Onun yanında olmamı istiyordu ama daha mesleğin baharında olan iki kişi nasıl yetişirdik işlere? Bu sırada Esma Tunceli'ye babasının yanına gitmişti. Bir gün beni aradı ve hüzün ve sevinci birlikte yansıtan sesiyle " tamam aşkım, babam eğer iş bulursam çalışabileceğimi söyledi." Babası hala kamyonculuğa devam ediyordu ve neticede kızının devamlı yanında olamayacağını düşünerek razı olmuştu. Tüm bu hızlı gelişen olaylar içinde ben de Erman'a Esma ile birlikte İstanbul'a geleceğimizi ve eğer kabul ederse birlikte çalışabileceğimizi söylediğimde artık İstanbul maceramız başlıyordu. Esma'nın benim yanımda olacağı fikri bana cesaret vermişti. Ankara'nın bana yeteceğini savunan annem ve babamı da ikna ettikten sonra İstanbul'a geldik birlikte. İlk yıl Esma Erman'ın kız arkadaşının evinde kaldı ben de Erman'ın evinde. Birlikte bir ev tutma fikri hiç aklımıza yatmadığından önce Esma'ya ufak bir ev tuttuk sonra ben Fatma teyzeyi buldum. İlk başlarda işlerin ucunu tutamadıksa da daha sonraları uyumlu bir çalışmayla kendi düzenimizi kurup kendimize olan güvenimizi tazeledik. Tüm bu zaman boyunca Esma'yla olan aşkımız bizle birlikte oldu.
Esma "neden sessizsin" diye sorduğunda rüzgar artmış birkaç kar tanesi havada uçuşuyordu. "Yok bir şey, yürümek iyi geldi "dedim. Tekrar arabaya doğru döndüğümüzde kolumu bırakıp kendi başına yürümeye başlamıştı.
Erman Amerika'da yüksek lisansı kazandığı sene başlamıştı kavgalarımız. Yaklaşık bir buçuk yıl önce. Erman büroyu bize bırakarak üç yıllık eğitim için gittiğinde kavgalar artmaya başlamıştı. Kavgalar arttıkça birbirimizi kırıyor birbirimize olan mesafeyi yitiriyorduk. İşte o sırada ayrılmak istedim Esma'dan. Oysa hala seviyordum. Severken ayrılmak ne de saçmaydı. Belki de hep beraber olmamızdı bizi ayıran, özlem duymuyorduk birbirimize. Her hatamızı hoş görmek yerine birbirimizin suratına çarptığımız bir dönemden geçememiştik. Sevdamızı noktaladık ama iş olarak ayrılmamız mümkün değildi. Ne o ne de ben yalnız başımıza ayakta duramazdık. Bir de Erman'ın emaneti vardı, bırakamazdık. Hiç konuşmadan çözdük, konuşmadan pazarlık etmeden devam ettik. Ayrılmakla yanlış yaptığımı anlayamadım sanırım, çünkü ayrılmamıza rağmen ayrı kalmadık, özlemedik birbirimizi. Ayrıldığımızı anlayamadık ikimizde.
Arabaya gelmiştik. Esma'yı eve bıraktıktan sonra doğru eve gidip yattım. Tüm düşünceleri geceye gömüp yarına varmak için uyuyordum bu kez.
Çalan telefonla uyandım. Saat 11 olmuştu ve ben yine uyuyakalmıştım. Arayan Esma'ydı. Sabah büroya uğramadan duruşmaya gitmiş, büroya geldiğinde beni göremeyince aramıştı. Giyinip büroya gittim. Tost hazırlamıştı bana. Kahvaltı yaparken duruşmayı anlattı. Zor geçmiş ama kazanmıştı. Gerçekten iyi bir avukat oluyordu gün geçtikçe. Çok azimliydi. Hep güçlü kalmasını biliyordu. Kendine güveni hiç eksilmiyordu. Bana olan sevdasını içinde tutmakta zorlanmayışı bundandı. Belki benim yerimde başkası olsa bu güçlü hali karşısında unuttuğunu düşünürdü. Ama o unutmuyordu tıpkı tostun içine domates koymayı unutmadığı gibi. "Ben sabahın köründe kalkayım iş güç koşturayım beyefendi güzellik uykusu çeksin" dedi, sitemkar ama tatlı bir tavırla. Hiç değişmiyordu hep o kantindeki güzel kızdı. "Kendime ödül vemem lazım" dedi. Bu alışverişe gidiyorum demekti. Odadan çıktığında kahvaltımı etmiş öğle yemeğini de aradan çıkarmıştım. Bir sigara yaktım. İskele yerinde duruyordu. Gün çoktan başlamış beni beklememişti bile.
Yazın sonunda yine yetişemediğim bir günün akşamına yaklaşırken telefon çalıyordu. Annem açtı, hararetli bir şekilde konuşuyordu. Dışarı çıkıp biraz geç de olsa günün içinde yer almak üzere giyiniyordum ki "oğlum gelsene bak kim arıyor" dedi. "Esma arıyor gelsene oğlum" dediğinde sanki olduğum yere çivilenmiştim. Ahizeyi aldım boş bakışlarla, telefondaki titrek ses "ben geldim" dedi. İçine hiçbir duygu karıştırmadığım ses tonumla " hoş geldin " dediğimde titrek ses ağlamaklı bir tona büründü ve her şeyi unutturan ve belki de hayatımı değiştiren o kelimeler duyuldu "ben geldim, gitmeden de seni seviyordum, özledikçe sevgim sevdaya döndü, seni çok seviyorum".
Otobüsün camından kaçırdığım günün batışına bakarken aslında günün beni nasılda kandırdığını beni unutmuş gibi davranıp bana hazırladığı bu sürprizi düşünüyordum. Kızılay'a gelip hep gittiğimiz kafeye girdiğimde sanki yeni tanıştığım bir kızla ilk buluşmama gelmişcesine heyecanlıydım. İşte tam karşıda oturuyordu tüm o güzelliğiyle bana bakıyor gözlerinin pırıltısıyla beni çağırıyordu. Uzun zaman hiç konuşmadan oturduk, birbirimize baktık, yüzlerimizde belirip kaybolan tebessümler, dudaklarımızın aldığı şekiller ve onun gözlerinde beliren ıslaklıklarla birbirimize anlattık özlemimizi. Ve sonra çıkıp yürüdük, sarıldık, sarıldık sarıldık ve başladık birbirimize olan bu sevda hikayesine.
Okulun kantininde başlayan sevdam yine o kantinde geçen günlerde giderdi özlemini sevdalısına. Son yılım bu sevda denizinde geçti, nasıl geçtiğini anlamadan. O da ben de bir rüyanın içinde yaşadık, rüyadan hiç uyanmayacağımızı sanarak.
Arkası Yarın
Erdal Elmacı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 1 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.827 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
PAZARLIK
Bir pazarlık yapalım istersen seninle...
Paylaşalım her şeyi.
Sulardan başlayalım önce.
Aşılmaz okyanuslar,
Masmavi denizler,
Derin göller senin olsun,
Bana sadece gözlerini ver.
Ben bilmem öyle süslü kelimeleri...
Seviyorsam, bunu başka türlü söylemem.
Bana lâzım değil anlaşılmaz sözler.
Senin olsun lügatteki tüm sözcükler,
Bana; "Seni seviyorum" yeter.
Alfabeden en güzel sözü yazmak için,
Yirmi dokuz harfe ne gerek?
Al, yirmi altısı senin olsun.
Bana, A,
Bana, Ş,
Bana, K yeter.
Gözümde hiçbir şey yok...
Bütün binaları,
Bütün ovaları,
Bütün dağları,
Bütün taşları,
Hatta beni de al.
Al senin olsun.
Bana sadece seni ver yeter.
Mustafa ERKENEKLİ
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Spy Sweeper 4.5.5 [8.1 MB] Windows 14 günlük Deneme (29.95$)
http://www.webroot.com/shoppingcart/tryme.php?bjpc=64011&vcode=DT02 İnternete bağlanan her bilgisayarın mutlaka edinmesi gereken bir program. Eğer bilgisayarınızda durduk yerde pop-up reklamlar çıkıyor, tarayıcınız kendiliğinden birtakım sitelere bağlanıyorsa hiç vakit geçirmeden bu programadan edinin derim. Spyware, Malware denilen reklam programlarını temizleyebilen ve koruyucu kalkanıyla bir daha etkilenmemenizi sağlayan yetenekli bir program. Ben dikkatliyim demeyin, 14 günlük denemeyi yükleyip kullanın. Bakın görün neler çıkacak bilgisayarınızda. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|
|
|
|