|
|
|
11 Kasım 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Başka Semralar yanmasın!.. |
Merhabalar,
Gerçekten çok şanslı ve değer bilen bir memleketin çocuklarıyız. Ölümünden 67 yıl sonra dahi milletçe özlemle anılan
bir lidere sahip olmak kaç ulusa nasip olmuştur? Hiç... 8-9 yaşındaki minicik öğrencilerin gözleri dolu dolu okudukları şiirleri duymak, saat dokuzu beş geçe arabalarından inip saygı duruşunda bulunanları görmek insana güven veriyor. Onu unutturmaya kimsenin gücü yetmeyecek bu belli. Gelin abuk subuk tartışmalara kulak tıkayıp, bu ayrıcalığın tadını çıkaralım.
Yepyeni bir dolandırıcılık şebekesinin dümenini dinledim az önce. Dinleyin, güler misiniz, of mu çekersiniz sonra karar verin. Efendim benim bir Semra Ablam var. Kendisi eczacıdır. Adatepe'deki eczanesinde dün başına gelenleri duyunca sadece "20 YTL bu hikayeyi yaşamaya değer, boşver." diyebildim. Öğlen vakti Eczanenin önünde bir beyaz Hyundai duruyor, içinden kısa kesilmiş saçlı, bakımlı, hafif toplu bir bayan iniyor ve koşarak "Ahh Semra'cım, sorma yanıma para almayı unutmuşum, emekli sandığında defterimi tasdik ettirip gelicem, bana bi 20 lira verir misin?" diyor. Semra Abla kadını tanımıyor ama o sırada dışarıda kedilere mama veren yardımcısının tanıdığı bir müşteri sanıyor. Aynı anda yardımcısı da, herhalde Semra Hanım'ın bir tanıdığı diyerek ses etmiyor. Kadın o kadar samimi ve ısrarcı ki, Semra Abla çıkarıp 20 YTL yi kadının eline sayıyor. Kadın bir yandan teşekkür ederken diğer yandan arabaya seğirtiyor ve "45 dakika sonra buradayım, merak etme Semracım." diyerek arabayla uzaklaşıyor. Ama Semra Ablam bir uyanıklık ediyor ve ne hikmetse arabanın plakasını almayı ihmal etmiyor. Kadın gittikten sonra yardımcısı ile yaptıkları konuşmadan eczaneye ilk defa gelen biri olduğu, dolayısıyla dolandırıldıkları ortaya çıkıyor. Şimdi 20 lira için düzenlenen şu senaryoya bakın hele. Seçilen mekanların eczane olması hepsinin üzerinde isim yazıyor olmasından kaynaklanıyor olmalı. Böyle günde 10 eczane dolaşsa, cem'an 200 lira Allah bereket versin. Benim Semra Ablam yandı, başka Semralar yanmasın diyerek arabanın plakasını aynen veriyorum. 34 BC 3650 Beyaz Hyundai. Aranızda İstanbul'da eczacılık yapanlarınız varsa eşe dosta haber verin oyuna gelmesinler. Aklımız nelere çalışıyor değil mi? Ben bu memlekete bayılıyorum yahu.
Sizler için bugün güzel bir düet seçtim. Renee ve Renato söylüyorlar, Save Your Love. Hepinize yağışsız, ılıman bir haftasonu diliyorum, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın 'Zafer yenilenlerin....' |
|
Okuldaydım. Günün geç saatleri. En son servisler bile kalkmış. Takvime göre yaza ait bir gün. Ancak rüzgar azcık ısırıyor, aralıklarla yağmur çiseliyordu. Dışarıda ellerim cebimde kısa bir tur atmış, odama yeni dönmüştüm. Çantamı toparlıyordum.
- Girebilir miyim?
- Elbette. Sen nereden çıktın?
- Buralara yolum düştü. Okul günlerini özlemişim. İçimden kampusa girip, dolaşmak geçti. Boş sınıfları, koridorları gezdim. Sonra baktım ışığınız yanıyor. Uğrayıp, bir merhaba demek istedim.
- Ne iyi yaptın. Otursana...
Oturmuştu. İki yıl önceki mezunlarımızdan. Başarılı, kişilikli öğrencilerimden biriydi. Öyle hatırlıyordum. Sorularım üzerine geçen zamanın onun açısından kısa öyküsünü çıkarmıştı. İzmir'de işe girmiş. Beş ay çalışmış, bakmış hoşnut değil, ayrılmış. Bu ara Ankara'da beraber yaşadığı anneannesini yitirmiş. Hemencecik ailesinin Ankara dışında olduğunu, bu yaşlı kadıncağızla dört yıllık süreyi geçirdiğini, onun için taşıdığı anlamı kırık dökük cümlelerle de olsa benimle paylaştığını da hatırlamıştım. Gözleri dolmuştu.
- Üzüldüm...
- Hele son yıllarda. Bana annem, babamdan daha yakındı.
- Sonra.
- Askere gittim. Dönüşte Ankara'da iş buldum. Anneannemin evini dağıtmadık, orada kalıyorum.
Sonra okuldan, diğer Hocalardan söz etmiştik kısaca. Biraz da dereden tepeden konuşmuştuk. Muzipliğim üzerimdeydi. Okuldaki kız arkadaşını sormuştum. "Her şeyi hatırlıyorsunuz" demişti. "Önem verdiğim şeyleri unutmam. Öğrencilerimi, hele özel öğrencilerimi unutur muyum." demiştim. Askerlik öncesi ayrılmışlar. Dönüşte birkaç kez daha görüşmüşler ancak yürümemiş işte.
Yarım saati aşmıştı sohbetimiz. Evden gelen telefonu cevaplamıştım. Ayaklanmıştı. "Biliyor musunuz" demişti. "Hala bana olan güveniniz için size teşekkür etmemiş oluşumun ezikliği var üzerimde." Hoppala. "Bu da nereden çıktı çocuk?" diye çıkışmıştım. Son dönemde. Proje dersinin Hocasıyla yaşadığı sorunda, haniyse öğretim üyesi arkadaşımla kapışmak pahasına, onun haklılığını savunmuşum. Hatırlamıştım, söz ettikçe. Koridorda O arkasını dönerken ders sorumlusunun bana seslenerek "Başımıza çıkarıyorsunuz bunları" deyişini ve benim "Ayrıntıları biliyorum. Güvendiğim insanların arkasında dururum, kim olurlarsa olsunlar." sözümü duymuştu. "Bu akşam bu rastlantı ziyaretinde bana olan güveniniz için teşekkür etsem...."
Bu arada ayağa kalkmıştı. El sıkışıp, vedalaşmıştık.
" Güven, onun için teşekkür ettiğin bir şey değildir" demiştim elini bırakmadan. "İhanet etmediğin bir şeydir."
Kafasını sallamış, sonra ona özgü gülümsemesi yüzünde arkasını dönmüş odadan çıkmıştı.
Arkasından bakakalmıştım.
Gelip geçen senelere -alçakgönüllü görülseler de- nice unutulmaz yaşanmışlıklar sığar.
Oysa unutulmuşlardır işte. Yeniden küllendikleri yerden çıkarılıncaya kadar.
Bu vedanın üstünden de haniyse beş yıldan fazla zaman geçmişti.
Bir telefon. "Evleniyorum" demişti. "Şahidim olur musunuz?" Severek. "Kim bu kız?" demiştim. "Bana güvenen biri daha !" Gülüşmüştük.
Nikah günü sabahı yola çıkmıştım. Nikah Mudanya'daydı akşamüzeri dörtte. Bursa'ya yerleşiyorlardı. Yeni düzen orada kuruluyormuş. Kızımızın ailesi de Bursalıydı. Ne kadar da güzel kasabaymış Mudanya. Deniz kenarı. Onlar burada tanışmışlar, böyle özel anlamı olan yerde evliliklerini başlatmayı kararlaştırmışlar.
O telaş içinde beni sahilde gezdirmişti sevgili eşiyle. Akşam da hani artık o eski Türk Filmlerinde kaldığını düşündüğümüz bir kır gazinosunda-yine Mudanya'da- renkli kağıt fenerler asılı, tahta masa sandalyeli bir masalsı mekanda küçücük bir orkestra eşliğinde danslar edilmişti, eğlenilmişti.
Bir ara bizim masaya uğradıklarında. O geceden etkilenip, "Heyecan, çoşku " diye başlayan cümlenin sözcükleri dilimden dökülüvermişti. "Zamana bağlı olmamalı. Dar zamanlarda kaybolmamalı. Hem geniş zamanda üretildiklerini kim söylemiş ki !" İkisi birlikte sarılmışlardı.
Bu Eylül Cumartesisini ise kötü ya da iyi bir başka olay nedeniyle anımsamadım. Yılda birkaç kez de olsa konuşuruz onunla. İlkokula başlayan kızından söz etmişti son telefonunda.
Benim üniversitede geçen alçakgönüllü yıllarım içinde düşünüyorum da...
Hep yinelerim. Az sayıda da olsalar özel insanlar, gençler; özel anlardı geçen yılları anlamlı kılan. Yeter ki onları tanımak için biraz daha zaman ayıralım, biraz daha yakınlaşalım. Bazen küçükte olsa gizli hazinelerin keşfidir, paylaşılan yaşamlar. Kısacıkta olsa...
Bu paylaşmalar kimi kez duygusallıkları da beraberinde getiriyor, biliyorum. Üstelikte ona ihtiyacımız var mı yok mu, sormuyor. Farkında olmadan-çoğu kez- gelip çörekleniveriyor üzerimize, bazen yaşanırken, bazen yıllar sonra.
Özellikle ayrılıklarda.
İyi mi kötü mü? Bilmiyorum. Kaçınılmaz bazen, bütün bildiğim bu.
Bir bildiğim daha var. Duygusallıkların arkası da bağlanmalar. İnsanız ya! Oysa unutuyoruz en önemli kuralı:
"Her kim birine' bağlanmışsa', kaybedilmiş demektir."
Olsun. Hem 'kazanmak' için yaşanmaz ki!
Kim bilir, belki de insan gibi yaşamanın gizi buradadır. Dostluğa, sevgiye, kardeşliğe ait değerlerin kazanımı, kökleşmesi.
Zafer...
'Gloria victis!'
'Zafer- belki de böyle -yenilenlerindir!'
Cumhur
(*) Kurmaca öykü-yorum'da italik dizili cümleler Antonia Libera'nın 'Madam' (Doğan Yayıncılık, 2005) kitabından alınmıştır.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek KÖPRÜYÜ GEÇENE KADAR KADIN HAKKI |
|
Zannımca felsefe tarihinin en büyük "ayıbını", bedeni reddederek Platon yapmıştır. Descartes de, Platon'un izinden giderek ayıbı sürdürmüştür.
Beden reddedildikçe gizemi artmış, dürtü ve arzuları 'ayıp-günah' addedilmiş; en nihayetinde de pirincin taşı, pirincin kendi ağırlığını geçmiştir.
Schopenhauer, bedeni gereksiz yere teorize edip hadımlaştırmış; Nietzsche ise 'ruhun bedenden kaynaklandığını, ama ondan yüce olduğunu' dile getirerek -nihayet- doğru yolu bulmuştur!
(Anlı şanlı filozoflara bile küstahlık yaptım ya, gayrı iflah olmam ben!)
* * *
Hayvan Dergisi'nin 'Şen Profesörleri'nden Cengiz Güleç, bir röportajında: 'Beden ve cinselliği reddederek uygarlık kurulamaz' diyor.
Katılıyorum Güleç'e. Türkiye'deki kadın ve kadın hakları sorunsalının en büyük sebebi, cinselliğin ve özellikle kadın bedeninin hala bir tabu olarak görülmesidir.
Cinsellik ve dolayısıyla beden reddedildikçe, erkekler kadınlarının koruyucu şövalyesi olmaktan vazgeçemiyor; namus, toplumsal hayatı yönlendiren en önemli fenomen oluveriyor; töre cinayetleri dur durak bilmiyor. Kadının bir mal gibi görülmesi, eğitilmemesi, ekonomik hayata dahil edilmemesi ve 'kaşık düşmanı' olarak ayar edilmesi de cabası.
İşin en trajik ve enteresan tarafı ise, 'kadınlara özgürlük' denilince, sadece cinsel özgürlüğün algılanıyor olması. İş öyle bir noktaya geldi ki, 'özgürlük istiyorum' diyen kadının, 'hayat kadını' olmayı talep ettiği sanılıyor. Eh talep böyle algılanınca, talep sahibine de 'tekin değil' gözüyle bakılıyor. Özgürlük isteyen kadından korkuluyor ve üzerindeki baskı artırılıyor.
Malum, ülke nüfusumuzun yarısını kadınlar oluşturuyor. Heyhat, kadınlarımızın büyük çoğunluğu üretime dahil edilmiyor; bedenleri ve cinsellikleri yok sayılıyor; kimlikleri reddediliyor; özgürlükleri (sırf birkaç tabu yıkılmasın diye) ellerinden alınıyor.
Sonra da oturup düşünüyoruz: 'Neden hala kalkınamıyoruz?' diye.
Kalabalık nüfusa sahip bir toplumun, hayli büyük bir kısmı üretime dahil olamayıp yalnızca tüketirse, elbette üretim tüketimi karşılamaz ve bütçedeki hesap çarşıya uymaz.
* * *
Foucault'nun görüşüne göre, toplumlarda, cinsel yaşamı belli kalıplar halinde tutmak için harcanan eforun sebebi: 'İnsanların üremesi ve insan neslinin tükenmemesi.'
(Dikkatinizi çekerim, bedeni ve cinselliği reddeden izanlar, bir yandan da üremeyi salık veriyorlar. Ortalık riya ve ironi koktu. Bilmem siz de aldınız mı kokuyu?)
Erkeklerin, kadının cinselliğini kontrol altında tutmak için üstlerini, başlarını paralamalarının sebebi de, oluşturdukları toplumun ve aile yapılarının bozulacağından korkmalarıdır.
Ancak korkunun AB müktesebatına faydası yok!
Bir gün AB çıkar ve:
"Höt! Bir toplumun gelişmişlik ölçüsü, kadının o toplum içindeki gelişmişlik düzeyine bakılarak ölçülebilir. Kadına nasıl davranacağını bilmeyen bir toplumun AB'de işi yok. Öğrenin de gelin. Zöt!" der.
Biz aslında sapına kadar delikanlı bir milletin çocuklarıyız. Kadın hakkıymış, cinsellikmiş, bedenmiş, gelişmişlikmiş, bilmem neymiş bizi bozar. Ne var ki, AB'ye girmek için yemediğimiz nane, yapmadığımız şarlatanlık, vermediğimiz ödün kalmamışken; kadınlarımıza azıcık yüz vermişiz çok mu? Onu da veririz. Köprüyü geçene kadar, şeytana pirim diyeceksin!
Peki neden bir motivasyon kaynağı olarak AB? Neden kendimiz için değil de, AB için yapıyoruz? Neden kendi kendimize yapmıyoruz ya da yapamıyoruz bu düzenlemeleri?
Yani AB de olmasa, Türk erkeğinin maçoluktan sıkılacağı ve şövalyecilik oynamaktan vazgeçeceği yok.
Peki AB kendisi için aslanlar gibi çarpışırken Türk kadını ne yapıyor? Cephede ne işe yarıyor?
Efes Pilsen'in birincisini 2000 yılında yaptırdığı 'Kadın Profili' araştırmasının ikincisi bu yıl hazırlandı. 'Kadın Profili -2'nin sonuçları, Türk kadınının özgürlük savaşındaki performansını ortaya koyuyor.
Araştırmaya göre;
Türk kadınının yüzde 96,2'si HİÇ kanser kontrolü yaptırmamış.
Yüzde 65.3'ü jinekologa HİÇ gitmemiş.
Yüzde 72.3'ü yüzme bilmiyor, yüzde 66.1'i HİÇ kitap okumuyor, yüzde 89.1'i HİÇ tiyatroya gitmiyor ve okuma yazma bilenlerinin yüzde 34.2'si HİÇ gazete okumazken yüzde 84.8'i her gün TV izliyor.
Türk kadınının yüzde 86.3'ü HİÇ dergi almıyor.
Bu ikinci çalışmada kadınımızın beş yıl önceye nazaran daha çok TV seyretmesi ilginç tabii!
Bununla birlikte, Türk kadının yüzde 86.2'si kocasını yakışıklı buluyor, yüzde 85.8'i zeki buluyor, yüzde 91.9'u iyi bir eş olduğunu düşünüyor ama aynı kadınların yüzde 30.3'ü eşinden korkuyor, yüzde 62,1'i eşiyle daha arkadaşça bir ilişkisi olsun istiyor.
Görünen o ki, Türk kadını bu çetin savaşı sadece izliyor. Ve hatta biliyoruz ki Türk kadını hala 'maço erkek' seviyor. Türk kadını hala 'beyim bilir' diyor. Türk kadını hala kavanoz kapaklarını açabilen bir erkeğinin adaleli kollarına kendini teslim ediyor. Türk kadını hala oğlunu ve kızını farklı ahlak kurallarıyla yetiştiriyor.
Bense... AB'yi bir kahraman olarak görüp tezahürat mı yapmalıyım; yoksa AB'nin 'motivasyonu' olmadan kadına nasıl davranacağını akıl edemeyen Türk erkeğine teessüf mü etmeliyim bilemedim şimdi.
İki ucu sefil bir değnek anlayacağınız!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Bir Yazarın Sonu
(Bu yazıyı, bir yazın yazısı -edebiyat metni- değil de, bir iç-döküş olarak yazmayı amaçlıyorum. Yine de kesinlik/saltıklık söz konusu olamayabilir. Çünkü, çocukluğumdan bu yana yaza-okuya bir yaşam sürdüm ve yaşamımın hemen her evresinde yazmak eylemi vardı. Ayrıca, 1984 yılından şimdiye dek, sanat-yazın-düşün dergilerinde şiir, deneme, öykü, eleştiri-inceleme yazılarım yayınlandı -20 ekim 2005 tarihine dek, yurtiçinde ve dışında 110 dergide 372 şiirim,164 yazım yayınlanmış: Bu da benim 'amortim…'- Bu açıklamayı neden yaptığım açık-seçik anlaşılmalı: Yazınsal kaygıdan tümden sıyrılmamın güç olduğunu duyumsuyorum da ondan… Yine de, olabildiğince 'düz bir anlatı'yla 'sonum'u dilleyeceğim.)
'Yazar, yalnız insandır.' Bunu erken anladım, ne var ki yaşama geçiremedim /uygulayamadım. Eşdeyişle, yazarın ailesi, akrabaları, vatanı, bayrağı yoktur: O, yeryuvar çocuğudur. Bir ya da birkaç (ya da bir öbeğin/topluluğun) değil, 'insanlığın sorumluluğu'nu üstlenir. Bu yapısında, bir 'doğuştanlık' (önsel/apriori bağlam) söz konusu mu (tanrıbilimselliğe dayanır konum), bilmek güç. Görünen o ki, sonradan değil, doğuştan izler var yazarın yapısında/kalıtında (evrimle insan soyu için ne denli geçerliyse, soy-içi evrilmenin sonucu olarak da, yazarın önselliği söz konusu olabilir: Bu bir sav/tez: o kadar.) Özce, yarın dokusuna bir başka dokuyu eklemleme, yazarı önce ölgün kılmayla, ardından da öldürmeyle eşdeğer. Bir başkasıyla bütünleşemez, saltık/mutlak birliktelikte bir yaşam süremez, kendini bir kişiye adayamaz ve onun sorumluluklarınca biricik yaşamına tutu/ipotek koyamaz. 'Yalnız kişi'dir o: Bir başına ve tüm 'insanlık' ülküsüyle/idealiyle…
Bu şu demek değil: Yazar, bir ikinci kişiyi sevemez, yüreğinin-teninin-soluğunun sıcaklığını onunla paylaşamaz… O, salt us değil, duygu insanıdır da; us ve duygu ağır işçisi. Ne var ki, bir ikinci kişinin sonsuza dek süremeyecek sevgisi -'aşk' (gerçek ya da yapay/yalan diye adlandırmaya gerek yok), düş bile değildir- , yazarı sığlaştırır, gerer, kısırlaştırır er-geç. Kendisine bile dayanma güçlüğü çeken yazarın, bir başka kişinin dayatmasına, sorumluluğuna, kapılgısına/kaprisine dayanması olası değildir. Yoksa bu, kendini öldürme/canına kıymadan başka bir şey değildir.
Yazar, üreten insandır. Hem gebe, hem ebedir: Göbek bağını da kendi elleriyle keser üstelik kan-ter içinde, çığlıklanarak ya da, içine susarak… Bir ikinci kişinin (bu, bir başka yazar olsa da) bunu anlama olasılığı yoktur: Her yazar, kendi yazgısını yazar-yaşar ve ölür. Önemli olan bu sacayağını kurup, uygulamaktır. Bir başka değişle, yazarın Tanrısı da-şeytanı da, yeryuvarı da-evreni de, cehennemi de-cenneti de kendisidir. Ne zaman ki bir ikinci kişinin varlığı yaşamını kuşatmaya başlar, işte o an yazar ölür; bedeni yaşasa da. Ya da, 'saltık yalnızlık' bitti mi, yazar da biter, yazı da…
Bu bağlamda yanlış anlaşılmamalı: Yazar, bencil değil, 'benci'dir: Üretim için kendinden sıyrılması ya da, bir başkasını içselleştirmesi söz konusu değildir, Bu olgu, yazarın toplumsal, insansal, evrensel bir yapıya iye olmasındandır. Bir başka deyişle, yazar, bir insanı değil, her insanı içselleştiren, insanlığı (dahası, evreni) sarmalama uğraşını veren bir dirimdir.
İmdi, (sözü uzatmadan) sonumun neden geldiğine gelince… Yazma eylemimle, eşdeyişle, yaza-yaşaya bir yaşamı sürme uğraşımla, aile olma (olamama) uğraşımın örtüşmemesi, sonumu getirdi. Hiçbir dirim, yavrusunu yok sayamaz. Bir yavruya/ çocuğa 'insanca bir duygu'yla iye olan biri olarak, sorumluluk duygusundan sıyrılamadığım için, sonumun geldiğini düşünüyorum. (En azından, Freud babadan ve de yaşanmışlıklardan) biliyorum ki, aile bütünlüğünden yoksun hiçbir çocuk yaşamda mutlu olamıyor ya da, bir yanı 'eksik' kalıyor (Bunun genel-geçer olup-olmadığını herkes araştırmalı: İlk çocukluk, çocukluk, bilinçaltı, içe kapanıklık, gerginlik, yalnızlık duygusu, saldırganlık, hiçlik, toplum dışılık, mutsuzluk, tinsel sayrılık benzeri olgular irdelenmeli…)
Denebilir ki, 'özveri', bir başka öz için yok sayılmalı mı? En az, çocuk ve çocukluk dönemi için 'evet.' Sonrasının da nice sıkıntılı dönemlere gebeliği yadsınamaz bir gerçek. Denebilir ki yine, ilk ve son çocuk olmayacak seninki 'aile bütünlüğü'nden yoksun. Evet, ne var ki 'doğru' değil. Başkaca yaşamlarla örtüşmek ya da, onları örneklemek her zaman söz konusu olamaz. Yanlış yanlışla doğrulanamaz; çünkü böylesi bir konum, bir mantıksal çıkarımla eş anlamlılığı taşımaz. Duygu, salt yazar için değil, (çokça ve gerçekte) çocuk için geçerlidir. Onun, olguları tam anlamıyla tasarlama; doğru-yanlış, iyi-kötü, gerçek-düş, güzel-çirkin benzeri kavramların ayırdına varma; sevgi-öfke (tiksinme/nefret) kavramlarını algılama ve de 'yaşamın -acı- gerçekleri'ni anlamlandırma süreci için 'ussal ve duygusal olgunluk' dönemi söz konusu olmadığından, 'derin yaralanma'sı, yakın gelecekte de 'tinsel sayrılanma'sı olası. Bunun içindir 'özveri...'
Özveriyle yaşayan yazar -kesin yazamaz -, yaşar mı? Ya da, yaşamı özveriyle süren yazar, ne kadar 'yazar'dır? İnsan ya yazardır, ya değil: Azı-çoğu olmaz bunun. Özverinin -bir kişi ya da öbek için- olduğu yerde de, yazar olunmaz: (Anımsamalı: Çünkü yazarın işlevi ya da, özverisi, salt 'insanlık-evrensellik adına'ydı…) Bir kişiye yönelik özveri -bu bir çocuk ya da, karşı cins olsa da-, yazarın özünün zaman içinde (ve de ivedilikle) tükenmesi demektir. Eşdeğişle, 'sonu…'
Bu düşün ve duyguları taşıyorum (daha doğrusu, 'taşıyamıyorum…') Karşıtlıklar, çelişkiler, gerginlikler (mani- depresiv); kişilik parçalanması, erinçsizlik, mutsuzluk; (kalabalık) yalnızlık, anlamsızlık, çıkışsızlık ve hiçlik. Duygu yükü ağır ve acılı. Bu salt bir yazarın da değil üstelik; bir insanın sonu…
Sonuç: Ya us-tin sayrılığı, ya ölgünlük, ya da ölüm. Değil yazması, sağlıklı düşünüp davranması, (hiç kimseyle değil) kendinle bile barışık olması, özce, yaşaması güç bile değildir bu bağlamda 'yazar-insan'ın. Hiçbir tinsel (-denense de- davranışbilimsel ya da, psikolojik) yardım (sağaltım ya da em/ilaç) bile 'kurtaramaz' artık onu. Diyelim ki bir tansıklık/mucize oldu ve kurtuldu: 'O', eski 'O' olamayacağı için hiçbir zaman, kaldığı/yarım bıraktığı yerden (yaza-yaşaya bir soluğu sürmeye) yazmaya ve yaşamaya koyulamaz. 'Engelli'dir artık : Yaşama, yazma, algılama, uslamlama, duyma ve sevme engelli...
Bundan sonrası mı: Varsa, Tanrı korusun onu… (Ya da ivedi, şeytan alsın canını…)
* 'kendine hayrı olmayan' adam -yine de- soruyor :
- size nasıl yardımcı olabilirim?
tan doğan tandogan61@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız İZ |
|
Şu bildik hastane kokusu; yaşama arzusunun, umudun, temennilerin, duaların, varoluşun, hayal kırıklıklarının, acıların, sancıların, tükenişin, yok oluşun kesif kokusu. Doğumun bebek kokusu. Ölümün geniz yakan sarı kokusu. Bir o yana, bir bu yana koşuşturan telaşlı ayakların sesleri. Ve yatakta yatan, tam otuzunda genç bir kadın...
-Ne zaman çıkarım?
-Sizi yarın taburcu edeceğiz. Bir hafta sonra kontrole geleceksiniz.
Beyaz pikenin altından görünen kendi teninde bakışları kayboluyor:
.....
Küçük bir kız çocuğu. On üçünde...
Aynanın karşısında bedenini tanımaya çalışıyor. Vücudu ona türlü oyunlar oynamaya başladı bile. Karşısında artık çocuk değil, genç bir kız duruyor. Boyu annesini geçecek neredeyse. O, kalın beli inceldi, elinde bir mezura göğüs çapını ölçüyor; 80... Daha da büyüyecekler. Dik durup, aynaya bir kez daha bakıyor. Güzel bir kadın olacak, belli.
Kırmızıya düşkün oldu, gözü topuklu ayakkabılarda. Komşu ablanın çaktırmadan verdiği kırılmış bir ruju, siyah bir göz kalemini çantasına attı bile. Aynı komşu abla bir gün onun tırnaklarına oje sürüyor. Babası fark ediyor, çok kızıyor. 'Derhal çıkaracaksın onları!' diye bağırıyor. Nasıl çıkarılacağını bilmediği ojeyi jiletle kazıyor. Bir saat sonra babasına parçalanmış tırnaklarını gösteriyor.
Yürürken bakışlar ona doğru dönmeye başlıyor. O da bundan hoşlanmaya... Daha da güzel olmak istiyor. Daha çok dikkat çekmek, daha çok beğenilmek.
Annesi bir gün onu masanın kenarında yakalıyor. O ise ne yaptığını bile bilmiyor, tanımadığı bir duygunun onu sarmalamasıyla bunları yapıyor. Keyif alıyor... Kızıyor annesi ve onu kovalıyor. İkisi de korkuyor. Sonra epey süre ürküyor... Duygularını, dürtülerini bastırmaya çalışıyor. Bedenine küsüyor.
On üçünde... Tarif edemediği duygularla baş etmeye çalışıyor. İlk aşklarını yaşıyor. İlk hoşlandığı erkek; sınıf arkadaşı, sınıfın en çalışkan oğlanı. Göz göze gelmeyi öğreniyor, gözleriyle konuşmayı... Aralarında tatlı bir rekabet var, ondan daha yüksek not alıp, dikkatini çekmek istiyor. Hoşlandığını kimse fark etmesin diye en çok onunla kavga ediyor. Folklor oynuyorlar, ikisi eşleşiyor. Ona dokunmaktan zevk alıyor. Folklor çalışmalarının olduğu günler saçlarını daha güzel tarıyor. Onun okula gelmediği günlerde hüzünleniyor.
.....
On beşinde...
Televizyonsuz bir dünyanın çocuğu o. Gazetelerde dergilerde açık saçık resimler de yok. Onun yaşadığı yerlerde erkeklerle yalnız kalınmıyor, bu konular kızlarla dahi konuşulmuyor. Cinselliği bilmiyor. Bunlar ayıp şeyler!
Bir erkek sınıf arkadaşıyla sokakta karşılaşsa, başını çevirip, görmemiş gibi yapıyor. Selamlaşmaktan ve sonrasında yan yana yürümekten çekiniyor. Başkaları tarafından görülmekten, yanlış anlaşılmaktan korkuyor. Ve bunları babasının duyacak olmasından.
Açık hava sinemasına gidiyorlar arada. Öpüşürken görüyor kadın ve erkeği. Sadece çok kısacık bir anda dudakları birbirine dokunuyor çiftin. Ürperiyor... Sanki onu öpüyorlar, yanakları pembeleşiyor, kızarıyor, utanıyor. Kimsenin yüzüne bakamaz artık, koltukta kaybolmak, yok olmak istiyor...
Akşam eve döndüklerinde odasına kapanıyor. Öpüşme anı aklından bir türlü çıkmıyor. Defalarca anımsıyor, defalarca hissediyor... Yorgun uyuyor...
Hala cinselliği tanımıyor.
O zamanlar kitaplarda da böyle şeyler yazılmıyor. Ya da ona rastlamıyor. Merak ediyor, çok merak ediyor...
On beşinde... Elinde bir dünya klasiği var, okuyor. Bir paragrafta bir şey tarif ediliyor; bulanık anlatımla bir yatak odası sahnesi... Anlamak istiyor, tam olarak yine anlamıyor.
Almanya'dan gelen bir akrabanın ziyaretine gidiliyor. Orada birkaç hafta kalınıyor. Televizyon ve videoyla ilk kez orada tanışıyor. Bir akşam, evdeki gençler bir film izliyor, o ise divanın üzerinde battaniye altında uyur numarası yapıyor. Yarı aralık gözleriyle izlediği filmde çıplak bedenlere rastlıyor, ritmik hareketlerle bedenler birbirine dokunuyor. Utanıyor, sırtını dönüyor, aklı seslerde kalıyor. Şimdiye dek kafasında yarattığı görüntüler ilk kez netleşmeye başlıyor.
.....
On yedisinde...
Hiç erkek arkadaşı olmuyor, eline erkek eli değmiyor.
.....
On dokuzunda...
Birini seviyor. Çok seviyor... Gözleriyle konuşuyorlar aylarca. Sonra oğlan ona yaklaşıyor, bir iki kez kaçamak pastane köşelerinde görüşüyorlar. Oğlanın eli sadece bir kez ona dokunuyor. Parmaklarının üzerine. Kuş tüyü gibi hafif... Teninde izi kalıyor... Tek bir dokunuş...
Sonra oğlan uzaklara gidiyor. Bir süre döner diye bekliyor. Dönmüyor...
O dokunuşu anımsayarak, defalarca kendi bedeniyle sevişiyor. Bir daha hiç erkek arkadaşı olmuyor. Kaçtığından, çok sevdiğinden, unutamadığından da değil, olmuyor işte.
İstemeye gelenler oluyor. Bir kez nişanlanıyor. Nişanlısıyla kısa süreli de olsa arada yalnız kalıyorlar. Hiç birbirlerine dokunmuyorlar. Rüyasında birkaç kez nişanlısının ona yaklaştığını, öpüştüklerini görüyor. Aileler anlaşamıyor. Ayrılıyorlar.
.....
Daha otuzunda...
Daha otuzunda... Hastane kokusu geniz yakıyor.
Kimsenin dokunmadığı, kime ve ne için sakladığını bilmediği bedeninden bir parçasını koparıp alıyorlar. Rahmini...
Bedeninde sadece on dokuzunda eline dokunan oğlanın izi var. Bir de dikiş izleri...
Bunları yaşamayacak bir kızı ise, hiç olmuyor.
.....
Konuştuğumuzda kırkındaydı... Hala aynı izler vardı bedeninde; eline dokunan oğlanın ve dikişlerinin izi...
Bir de yüreğinde kocaman derin bir çizik...
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 31 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : İlker Özlük Seni enstrümansız anlatamam… |
|
Tarihin yeni bir yüzyıla, yeni bir dahiye ve kendisini silip yeni bir tarihe yön verecek birine ihtiyacı vardı.
Şimdi söyle Müzeyyen Senar ;
Neydi o kızın adı?..
Ferayi değil miydi?..
Hani sarı bir kurda benziyordu ya, mavi gözleri çakmak çakmaktı, Sen söylerdin o dinlerdi.
Onu enstrümansız anlatamam.
Sarı zeybeğin belindedir çakısı, dizlerini vurur masasında rakısı… Hey gidi efemde gün olur, taşım sopam, senin yolunda toprak olur.
...
Bugün, Büyük Komutan Atatürk’ü anıyoruz.
Yaşatıyoruz ve yaşatacağız.
Atatürk’ü yaşatmak demek o ve arkadaşlarının verdiği mücadeleyi yaşatmak demektir.
Dünyada Emperyalizme karşı savaşan ve başarılı olan ilk komutan ve dahidir.
Dünyaya mal olan “Yurtta Barış Dünyada Barış” şiarını tüm insanlık adına söyleyerek bir asra damgasını vurmuştur.
Bugün Küba’nın Başkenti Havana Özgürlük meydanında büstü olan tek yabancı Liderdir.
Afganistan’da, Irak’ta ve dünyanın birçok yerinde bağımsızlıkları için mücadele eden bir çok kişinin öldüğünde cebinden resimleri çıkmıştır.
O dünyada bağımsızlık şiarını ilk kez evraklar üzerinde yazarak altına imza atan ve bir nesli uyandıran Komutandır.
Bizlere “ Hangi İstiklal vardır ki ecnebilerin arkasından giderek onların söyledikleri yapmıştır. Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir” dediğinde bağımsızlığın önemini anlamamızı sağlamıştır.
...
Seni ve Ordunu arıyoruz, kuruyoruz ve atalarımızın kanının üzerine kendi kanımızı seve seve akıtacağız diye bağırıyordu taksim meydanında bir genç.
Ağır, fakat ışıltılı gözleri ile bağırıyordu.
Tarih her zaman ki günlerden bir gündü.
Yağmur kurşun gibi yağmasada insanlar bir oyana bir oyana kaçışıyordu.
Islaklık ne fayda, elindeki bayrağı hayatının sonuna kadar yere düşürmeyecek kadar sıkı tutuyordu.
Seni enstrümansız anlatmak mümkün mü?..
Bu çocuk senin şarkını söylüyor taksim meydanında elinde bayrakla.
Şu Çılgın Türkler.
Nasıl da birbirine benziyorlar.
Afyon ovasından gelip, yardım istiyormuş gibi bağırıyordu Taksim meydanında.
Farklı bir gün bu sefer.
İstiklal caddesi adına yakışır bir özgürlükte hafif içine kapanmış izin almadan yürümenin keyfini çıkartanların yüzüne öyle bir yansıyordu ki, bu yansımayı hissedenlerin içleri sızlıyordu.
Cumhuriyet Meyhanesinin köşesinde yine o dilenci.
Bu ülkenin hiç bir şeyinden nasibini almamış bir edayla eksik olduğunu görecek bir ayna arıyordu.
“Rakı olurda içilmez mi paşam” sözü aklıma geldi Mehmet ağanın.
Evet içilmez mi…
Önündeki kalabalığa aldırış etmeden bir meyhaneden içeri girmek her baba yiğidin harcı değildir.
Yanımdaki masada, bir tek rakı ve sarı leblebi ve etrafı çiçeklerle süslü bir sessizlik vardı.
Garsona sordum.
Büyük Önderin anısına dedi.
Önümü ilikleyecek bir ceketim yoktu ama.
Boynum o ceketin dikildiği iplikten daha inceydi.
Her yerde saygı.
Seni enstrümansız anlatamam ki…
Görüşmek üzere…
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Salınımlar
Bugün günlerden Pazar,
Sensiz kaldığım zamanın ilk günü, henüz sıcaklığın ellerimde, gözlerimde bakışın. İçimde kovalamaca oynayan duygularla birlikte henüz farkına varmışken denizin tadını çıkarıyorum. Tıpkı şarkıda söylenen gibi uzanmışım kumsala... gökyüzüne takılıyor gözlerim, geçen bulutlar acaba senin yanına kadar gelirmi düşüncesi ile, gelirse sen de tesadüfen bakarmısın onlara diye.
Sonra denizin derinliklerine dalıyor gözlerim, ne kadar uçsuz bucaksız bilinmezlerle dolu bir dünya, içim acıyor birden sonra bir sevinç dalgası sarıyor bedenimi, ne kadar sürer bu dalgalanmalar diye düşünmeye başlamadan uzaktan gelen teknenin güzelligine takılıyor gözlerim.. nihayet bir sükun ile geçen zamanın peşi sıra hiç önemsemeden yapılan hareketlerin ve içtigim suyun değerini kavrıyorum.
Bugün günlerden Pazartesi,
Sakin bir merhaba demek güne hiç de yadırgadığım birşey degil. Her sabah özenle selamlaşmayi seviyorum günle. Bu sabah da öyle oldu, yüzümde bir gülümseme ile gözlerimi açtım güne. Kendime gelememişken sesinle karşılaştım, hoşuma gitti seni duymak.
Bugün günlerden Salı,
Sakin bir gün, kıpırdayan yapraklardan başka bir ses yok.
Bugün günlerden Çarşamba,
Ben oğlumun hasretine hazırlanırken içimde özlem duyguları kıpırdanıyor. Geç mi kaldı bu özlem diye düşünürken gözlerim uzaklara dalıyor. İlk ayrılış oğuldan, ilk hasret yaşanacak onunla, içim dünkü sakinliğin aksine alabildiğince çırpıntılı. Özlemlerim çoğalmakta, yüregim dalga dalga bir o yana bir bu yana sallanmakta.
Bugün günlerden Perşembe,
Daha günün ilk saatleri muhtemelen bugün olalı bir saat oldu. Ben sessiz evin en sevdiğim köşesinde geçirdim vaktimi, hani o senin uyuduğun koltuk var ya, işte orada.
Elimde kahve fincanım kendimle baş başa kaldım, evde kimse yok pepinoyu saymazsak ki onu saymamazlık edemem, yanlızlığımı ve gözyaşlarımı en çok paylaşan canlı o. Ve seni özledim. Özlediğini de bilmek çok güzel.
Bugün günlerden Cuma,
Burdasın. Hep burda kal.
Zerrin Gürdal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Müge'nin Sofrası : Müge Eralp Kaya DOĞRAMA HAVUÇ HELVASI |
|
DOĞRAMA
MALZEMELER
1 kg. parça et, 1 kg.domates, 1,5 kg.patlıcan, 4 adet yeşil biber, 1 bardak nohut, 2 çorba kaşığı margarin, 2 adet soğan, biber salçası, tuz ve nane...
YAPILIŞI
Akşamdan ıslattığımız nohutumuzu parça et ile iyice pişirelim, diğer yandan patlıcanlarımızın kabuklarını soymadan 4'e bölelim ve 3-4 cm.uzunluğunda doğrayalım. Bir tencere içine domateslerin kabuklarını soyup çekirdeklerini çıkartalım. Ayrı yerde, biberleri ve soğanları halka halka doğrayalım, sarımsakları koyalım ve tuzunu da katarak biraz da su ilave ederek pişmeye bırakalım. Patlıcanların pişmesine yakın limon suyu, domates ve biber salçasını ilave edelim, 15-20 dk. da ekşili salçalı suyla kaynatalım, pişince üzerine ateşte kızdırılmış yağ ve nane gezdirelim...
Evettt bugünkü et yemeğimiz Gaziantep'ten sofralarınıza lezzet katıyor...
Sıra tatlımızda...
HAVUÇ HELVASI
MALZEMELER
500gr.körpe havuç, 1,5 lt.süt, 375 gr.toz şeker, 185 gr.margarin, 1 çorba kaşığı un, 1 çorba kaşığı nişasta, 100 gr.ince kıyılmış badem içi
YAPILIŞI
Öncelikle havuçları kazıyıp yıkayalım, ince olarak rendeleyelim ve tenceremize koyalım, 1,5 lt.sütü katarak orta hararetli ateşte ara ara karıştırarak havuçlar yumuşayıp eriyene kadar pişirelim. Pişince şeker ve margarini katıp karıştıralım, ayrı yerde, un ve nişastayı sütte iyice eritip karışıma katalım. 30 dk.sonra karışımımız helva kıvamına gelecektir, bir kabı sıcak suyla ıslatalım, helvamızı kaşıkla alıp kalıbımıza bastırarak yerleştirelim.Üzerine badem içlerimizi yapıştırarak her tarafını bademle kaplayalım, buzdolabında soğutalım...
ÖLÇÜLERİN KAŞIK KARŞILIĞI
25 gr.rende kaşar peyniri = 4 çorba kaşığı
25 gr.toz şeker = 2 çorba kaşığı
25 gr.hindistan cevizi rendesi = 4 çorba kaşığı
25 gr.un = 2 çorba kaşığı
25 gr.margarin = 2 çorba kaşığı
30 gr.pirinç unu = 1 çorba kaşığı
20 gr.pirinç = 1 çorba kaşığı
120 gr.süt = 1 çay bardağı
30 gr.domates salçası = 1 çorba kaşığı
AKLINIZDA BULUNSUN
Yer elması zeytinyağlı yemek olarak da çok lezzetlidir, yer elmasını da aynı zeytinyağlı pırasa gibi pirinç ve havuçla pişirebilirsiniz...
GÜNÜN MENÜSÜ:
Kremalı mantar çorbası, doğrama, salata, havuç helvası
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak Rock müzik sevenlerin yakından tanıdığı Roger Waters'ın opera projesi "Ça Ira"yı ardından silah tüccarlarını mercek altına alan "Savaş Tanrısı"nı ve son olarak Haçlı Seferleri dönemini konu alan "Demir Mızrak"ı paylaşacağım.
ÇA IRA / ROGER WATERS :
Rock müzik tarihinin önemli albümlerine imza atan, Pink Floyd'un efsanevi vokalist, basçısı Roger Waters'ın büyük merakla beklenen ancak bir türlü çıkmak bilmeyen büyük projesi "Ça Ira" sonunda müzikseverlerle buluştu. Bu proje Waters'ın 1789 Fransız Devrimi'nin 200. yılında start verdiği devrimi konu alan bir opera.
Roger Waters'ı yakından tanıyanlar onun klasik müziğe uzak durmadığını iyi bilirler ancak bugüne kadar Waters'ın klasik müzik ile olan ilişkisi etkilenmeden öteye geçmemişti.
Albümün adı "Ça Ira" Fransız devriminin adeta simgesi haline gelen bir halk şarkısı. "Ça Ira"yı Türkçe'ye "Bu da geçer" diye çevirebiliriz. İçinde moral olan bir cümle aslında. Zaten Roger Waters da albümün adını İngilizce'ye "There is Hope" olarak çeviriyor.
Opera, Fransız Devrimi'nin kaotik yıllarında 1789 - 1793 yılları arasında bir sirkte geçenleri konu alıyor. Fonda Fransa kral ve kraliçesinden devrimcilere, rahiplerden aristokratlara, bütün figürler devrimin etkilerini yaşayarak hissettiriyorlar dinleyiciye.
Fransız Devrimi'nin 4 yıllık dönemini konu alan "Ça Ira" klasik müzik ile ilgilenenlerin kaçırmayacağı bir albüm.
SAVAŞ TANRISI (LORD OF WAR) :
Amerikan sinemasının aşina olduğu bir konudur silahlar. 1999 yılında Colorado'nun Colombine Lisesi'nde bir gencin çıkarttığı olaylar Michael Moore'a ve Van Sant'e ilham vermiş, bunun sonucunda Moore'un "Benim Cici Silahım"ı Oscar'ı, Van Sant'in "Fil" filmi ise "Altın Palmiye"yi kazanmıştı. "Savaş Tanrısı" ise dünyayı hiçbir dönemde olmadığı kadar kana bulayan savaşların perde arkasındaki insanları, silah tacirlerini gözler önüne seriyor. Silah ticaretinin adam öldürmekten farksız olduğunu şiddetle yüzümüze çarpıyor. Bu üç filmin ise tek ortak noktası var. Dünyadaki sivil silahlanma çılgınlığı. "Savaş Tanrısı"nın hemen başında şöyle deniyor: "Dünya üzerinde 550 milyon ateşli silah olduğu hesaplanmış. 12 kişiden birinin silahı var. Tek sorun şu; diğer 11 kişiye nasıl silah satacağız?"
Ukrayna doğumlu Yuri Orlov, New York'ta büyümüş ve yapacağı en iyi işi bulmuştur kendince. Dünyada asla bitmeyen bir şey varsa o da savaşlar, isyanlardır. Orlov da bu zincirin içinde bir halka olmuş, talep edenlere silah satmaktadır. Çöken Sovyet imparatorluğunun stokladığı silahları Ortadoğu'dan Balkanlar'a, Asya'dan Afrika ve Latin Amerika'ya kadar pazarlamak ona kalan paydır bu pastada. Yuri Orlov, billboardlarda görüp beğendiği model Ava Cordova ile evlenip bir çocuğu olur. Ava, Yuri Orlov'un tam da isteyebileceği tarzda bir kadındır. Hem güzel hem de üzümünü yiyip bağını sormayan, merak etmeyen, sorgulamayan bir kadın. Üçüncü dünya ülkelerine silah satan, diktatörlerle yakın ilişki kuran Yuri Orlov'un işi dışarıdan kolay görünmektedir. Ama kolay görünen her işin arkasında olduğu gibi bu işin arkasında da büyük bedeller bulunmaktadır.
Filmin yönetmen koltuğunda ise "Truman Show", "Gattaca" ve "Simone"dan hatırladığımız Andrew Nicol var.Ünlü yönetmen Yuri Orlov'u beş ayrı silah tacirini bir karakterde birleştirerek ortaya çıkartmış. Nicol, didaktik öğelerle izleyiciyi sıkmamak için belirli ölçüde aksiyon ve keskin bir mizah kullanıyor. Yuri Orlov'un evlenip çocuğunun olması ama bir yandan silah ticareti sonucu Afrika'daki çocukların ölmesi aynanın iki yüzünü gösteriyor.
Filmin en etkileyici sahnesi ise bir merminin fabrikada işlenip şekillendikten sonra yolculuğunun Afrika'da bir sokak çatışmasında bir çocuğun alnında sona ermesi.
"Savaş Tanrısı", ülkemizin de nasibini aldığı sivil silahlanmanın boyutlarını bizlere hatırlatan önemli bir film.
DEMİR MIZRAK / STEPHEN R. LAWHEAD :
Haçlı Seferleri, dünya tarihinin en büyük, en kanlı din savaşlarıdır. Müslümanların eline geçen kutsal kent Kudüs'ü kurtarmak için Papa'nın önderliğinde Hristiyan ülkelerin kralları eşliğinde başlayan bu savaş, hala batı dünyasının Müslümanlara karşı olan tutumunun kaynağı olarak gösterilir. Tabii başka şekillerde de kendini hatırlatır bize. Mesela ABD Başkanı Bush da hatırlayacağınız gibi terör saldırıları sonrasında "yanlış anlaşılarak" haçlı seferi başlatacaklarının sinyalini vermişti. "Demir Mızrak" ise bizleri 1095'te Papa Urbanus'un Müslümanlara karşı Haçlı Seferi'ne çağırışı ile başlıyor. Avrupa'daki bütün krallar, prensler bu din savaşına katılıyorlar. O zamanki manzara ise bugünkünden çok farklı. Fakir, cahil Avrupa'nın karşısında yeni dinin getirdiği şevk ile bilime önayaklık eden, zengin bir Doğu var. Bütün Avrupalılar'ın gözünde Doğu zenginlik ülkesi.
Babası ve kardeşleri Haçlı Seferi'ne katılan Murdo Raulfson, ailenin malvarlığını, topraklarını koruması için arkada bırakılmıştır. Murdo yalnız kalınca açgözlü kral ve din adamları bir olup ona düşman kesilirler. Sonunda elindeki bütün mülke el koyarlar. Murdo'nun yapabileceği tek şey, babasını bulmak için Kudüs'e doğru yola çıkmaktır.
Hem bir İskoç ailesinin başından geçenleri hem de insanlık tarihini etkileyen bir örgütün hikayesini ele alan "Demir Mızrak" okurlarını Ortaçağ Avrupa'sında başlayıp Kudüs'e kadar süren bir maceraya davet ediyor.
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.827 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Şair Gibi
Şair gibi yakmalıyım sigaramı.
Titriyor ellerim bir o kadar da ürkek zaten.
Siyah beyaz bir fotoğraf karesine gülümsüyormuşum gibi
Gülümsüyorum şimdi eski boy aynama.
Dudaklarımın arasında paketinden kaçırdığım sigara.
Çakıyorum kibriti, nemli kibrit zor yanıyor.
Bir çakıyorum iki çakıyorum üçüncüde pır diye tutuşuyor.
Avuçlarımla yakalıyorum ateşi.
Yavaş yavaş yakınlaştırıyorum uzak olan her şeyi.
Derken alev alıyor bir türlü sahiplenemediğim sigara
Biraz Orhan Veli'nin biraz da Cemal Süreyya'nın ki gibi.
Laura Avadar
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Spy Sweeper 4.5.5 [8.1 MB] Windows 14 günlük Deneme (29.95$)
http://www.webroot.com/shoppingcart/tryme.php?bjpc=64011&vcode=DT02 İnternete bağlanan her bilgisayarın mutlaka edinmesi gereken bir program. Eğer bilgisayarınızda durduk yerde pop-up reklamlar çıkıyor, tarayıcınız kendiliğinden birtakım sitelere bağlanıyorsa hiç vakit geçirmeden bu programadan edinin derim. Spyware, Malware denilen reklam programlarını temizleyebilen ve koruyucu kalkanıyla bir daha etkilenmemenizi sağlayan yetenekli bir program. Ben dikkatliyim demeyin, 14 günlük denemeyi yükleyip kullanın. Bakın görün neler çıkacak bilgisayarınızda. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|
|
|
|