|
|
|
14 Kasım 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Seçim geliyor (mu?)!.. |
İyi haftalar,
Şu aralar Leyla Şahin kızımız pek meşhur biliyorsunuz. Konu hakkında türlü yorumlar yapılıyor, izliyoruz, dinliyoruz. Kimisine hak veriyor, kimisine gülüyoruz. Öyle ya işine geldiğinde en üst hukuk makamı diye addedilen ve yönetiminde olduğu devleti bile karısı eliyle o makama şikayet edebilen biri, çıkıyor verilen kararı hukuk dışı olarak nitelendirebiliyor. Hukuktan anlamadığını üstüne basa basa söyleyen bakan bile bunun içtihat kabul edilemeyeceğini, kararın sadece o dosyayı bağlayacağını hele iç hukuku hiç enterese etmeyeceğini söyleyebiliyor. Ya sayın başbakanımız? Tayyip Bey gerekçeli kararı gördükten sonra ancak yorumda bulunabileceğini belirtip, ardından alınan kararın tartışılabileceğini ima edebiliyor. Daha birkaç yıl önce kendisinin medet umduğu mahkemeyi şimdi tartışmaya açabileceğini söyleyerek gülünç duruma düşebiliyor. Hepsi ağız birliği etmişcesine, karar o dosyayı bağlar beni bağlamaz diyerek mücadelenin artarak süreceğini de özellikle belirtiyorlar. Yani yönetiminde oldukları memleketi, istedikleri sonucu alana kadar, şikayete devam edeceklerini söylüyorlar. Hayır bunlara ne demeli AİHM? Memleketteki tüm türban mağdur(!?)larının ismini zikrederek mi bir karar almalılar? Almalılar, yoksa bizim pek sayın büyüklerimiz, AİHM Leyla kızımıza okula gidemezsin dedi, Selvinaz, Ahu, Hale, Jale, Leyla ve Sarıyer'den Mualla'ya gidemezsiniz demedi ki diyerek demeçler vermeye devam edecekler besbelli.
Ben konunun, yani türbanın neden tekrar böyle gündeme getirildiğini merak etmekteyim. Öyle ya, usul usul memleket idaresinde söz sahibiyken milleti celallendirmek neden? Bizzat Tayyip Bey bunun zamanı olduğunu söylemiyor muydu? Demekki neymiş, artık zamanı gelmiş. Peki nedir bu zaman? Bu zaman kaçma zamanıdır dostlar, tüyme zamanıdır. Bakın şuraya çiziyorum, Cem dediydi dersiniz. Bu adamlar 2006 nın ikinci yarısında seçime gidecekler. Bu baskın seçimden önce gerekli önlemleri almakla meşguller. Kadroları yeniliyorlar, bakınız belediyeler, arka bahçelerine tekrar şirin görünmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar, bakınız türban - bakınız cami inşaatı - bakınız gözün gördüğü heryer. Sanırım o herdaim övündükleri araştırma şirketleri pek hayırlı haberlerle rapor hazırlamıyorlar artık. Bak Sayın Baykal Amcacım sana buradan tüyo veriyorum. 1 seneye kadar seçim var. Artık çalışır mısın yoksa yan gelip yatar mısın sen karar ver.
Neyse bu konuyu çok uzatmadan ben pikabımıza bir enfes şarkı koyup gideyim. ABBA söylüyor, Chiquita. Hepinize az yağışlı, çok neşeli bir çalışma haftası diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz Nostalji |
|
Eskiden "mahalle arkadaşları", "sokakta oynamak" diye terimler vardı. Aynı mahallenin çocukları sıkı arkadaşlar olurlar, apartman ya da evlerinin önünde oyunlar oynarlardı. Bazen yüksekçe bir bahçe duvarına sıralanılıp kulaktan kulağa oynanır, bazen de "kaymak" bir seksek taşı aramak üzere civar inşaatların molozları didiklenirdi. O vakitler azca bulunan kartonlardan çadır-evler yapmak ve kilim, yastık, çiçek vs. İle dekore etmek lüks bir keyifti.
O yaşların tabiriyle "oğlanlar" cillop misketler alabilmek için para biriktirirler, sonra da "Amerikan" baş misketleri ile birbirlerine hava atarlardı. Gazoz kapakları hiç mi hiç ziyan olmaz, eksik misketler bunlarla tamamlanırdı. Ellerde buruş buruş eski torbalar yerlerde ne bulunursa toplanır, muhakkak bir oyun için değerlendirilirdi.
Hatta bir keresinde her nasılsa bizim bahçeye konuk olmuş bir minik kurbağa tüm gün oyunumuzun baş rol oyuncusu olmuştu. "Kim elinin üstünde daha uzun süre kurbağayı tutacak?" Kurbağanın değdiği yerde siğil çıkacağı söylentilerine rağmen kızlar dahil bu oyun çok tutmuştu.
Yine inşaatlardan bulunan 2 tuğla ve bir kalas güzel bir tahtıravelli (hala söyleyemiyorum !!) yapmaya yeterdi. Kim daha çok karşındakini zıplatacak ? Alın size yeni bir eğlence !
Aynı mahallenin çocukları aynı zamanda yine aynı mahallenin ilkokuluna gittiklerinden arkadaşlıkları daha da pekişirdi. Zaten komşu olan aileler de birbirlerini tanırlar, görüşürlerdi. Anneler biraraya geldiklerinde muhakkak kızlarını çekiştirir, dağınıklıklarından şikayet ederlerdi. Ama oğullar doğal olarak hep metedilirdi.
Akşam toplantılarında büyükler salonda sohbet eder, çocuklar arka odada ya kızma birader oynar ya da ranza tepelerinden somya yataklara (demirden yaylı yatak iskeleti) atlarlardı. Bir müddet sonra ev sahibinin çocuğu annesinden okkalı bir fırça yerdi.
Apartmanların en alt katlarındaki kolon boşlukları nedense hep kızların oyun alanıydı. Belki korunaklı olduğundan kızlara içgüdüsel bir şekilde "yuva" olurdu buralar! Ya evcilik oynanırdı, ya da "şarkıcılık" oynayacakları bir gazino, belki de günün trendleri "Bebek Maksim", "Maçka Taşlık", "Taksim Maksim"!
O zamanlardan dekorla, giyim kuşamla ilgilenirdim. Şarkıcılık oyunlarının baş dekorcusu olarak artık ne bulduysam sahne dekorunda kullanır, evden arakladığım karbeyaz çarşaflarla da kızlara düğümlerle şekillendirdiğim sahne kostümleri hazırlardım. Bu sebepten ötürü annemden yediğim azarların haddi hesabı yoktu. Ütülü onca temiz çarşaf ertesi gün buruş buruş aynı çekmecede!..
Yaşlar ilerleyip de birer genç kız ve delikanlı olunduğunda ailelerimizce birbirlerimize emanet, mahalle dışına eğlenmeye gidilirdi. Cümbür cemaat ver elini Konak sineması ya da matine'ye.. Regine Disco! Kardeş olanlar "kare kökü" misali emanetçiydiler birbirlerine. Ben de onlardandım. Yaşça daha küçük kızkardeşimin az mı şantajlarına maruz kalmadım!.."Eğer mavi gömleğini giymem için vermezsen, bak anneme senin o oğlanı beğendiiini söylerim haaa!..."
Şimdilerde çocuklarımız maalesef o denli mutlu değiller. Bazılarının kavga edip rahatlayacak kardeşleri bile yok!
Kimileri bu dönemin çocukları için "herşeyleri var, çok şanslılar" diyorlar. Hiç sanmıyorum. Bir tiyatrocu hanım söylemişti: bunlar "farketmez" çocukları" diye. Bence de çok doğru. O kadar çok benzer alternatifler sunuluyor ki onlara .. Ve hergün, her saniye yeni alternatifler çıkıyor ki karşılarına çocuklar karar verebilmek için yetişemiyorlar, yoruluyorlar ve birşeyleri tecrübe etmeye ya da elde etmeye bile yeltenmeden kanıksıyor, bıkıyorlar. Ardından cevapları tabii ki: "Fark etmez!" (Cep telefonları hariç!!).
Bizler, şimdiki anne-babaların da bu anlamda işi daha zor. Çünkü bizler doğru olunduğuna inanılan şekilde yetiştirildik. Ortaya fena ürünler de çıkmadı hani!
Ancak bizler kendi çocuklarımızı yetiştirirken neyin doğru, neyin yanlış olduğuna bir türlü karar veremiyoruz. O kadar çabuk düzenler değişebiliyor, yeni alternatifler çıkıyor ki karşımıza.. Çocuklarımız da, bizler de bağımsız yaşayamıyoruz. Çocuklarımızla o kadar çok ilgileniyoruz ki, onları o kadar çok detaya boğuyoruz ki, mütemadiyen konuşuyoruz ki, farkında olmadan onların büyümelerine izin vermiyoruz. Belki de kendi kafa karışıklığımızı onlara pas ediyoruz. Onlar da aslında ne istediklerini, ne yapmak istediklerini dışa vuramıyor, zamanında yaşamaları gerekeni bir nevi erteliyorlar. İyi de, hangi zamana ?..
Acaba "farketmez'likleri" bunlardan ötürü olabilir mi? Ya da günümüz sloganları bu tür sebeplerden midir ki "farkı farkedin" 'lerle kör gözüne parmak şekilde arz-ı endam etmek durumuna getiriliyor?
Çocukların çocuk, gençlerin genç gibi dolu dolu neşe içinde, analı-babalı ve gelecek korkusu taşımadan, endişesiz yaşamaları umut ve dileği ile..
Gülendam Z.Oğuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar Küçük bir Canavar ! |
|
Bu canavar, en büyüğü 10-15 cm. olan, "balık" demeye bile bin şahit gerektiren bir "BALIK" !
Adı da "SOKAR" !
Akdeniz'de, kayalık sığ sularda ömrünü sürdüren bu balığın
sırtında 10-12 adet, karnında da 7-8 adet dikeni var.
Her biri de zehirli !
Kayalıkların üzerinden balık avlayanlar onu çok iyi tanıyorlar.
Ölüsüne bile dokunurken çok dikkatli davranıyorlar.
Hatta biri bana bu balığın bir dikeni bile değse
çok acı verdiğini anlatmıştı.
Neden bunları size anlatıyorum?
Çünkü "ateş düştüğü yeri yakar" da ondan !
Üç beş hafta evvel "ateş" benim bacağıma düştü !
Henüz güneş yükselmemişken Konyaaltı Plajında yüzüyordum.
Sahile 30-40 m. kala dizimin sol alt tarafında, 'cız' diye
arı sokması gibi bir iğne battı.
Battığı anda da müthiş bir acı hissettim.
Yalnız acı olsa iyi. Sanki sağ bacağım felce uğradı!
Can havlı ile iki kol ve bir bacakla
sahile doğru yüzmeye başladım.
Karaya çıktığımda, acıdan mı yoksa gördüğüm manzaradan dolayı mı,
"ay, ay, ay" diye bağırmaya başladım.
10-12 cm. uzunluğunda bir iz hem kızarmış hem de şişmişti.
Orda bulunanlar hemen etrafımı sardı. Her kafadan bir ses...
Biri, bunu yapan deniz anasıdır, bir diğeri, bu sokar olabilir,
bir diğeri, bu vatozdur diye fikir yürütmeye başladı.
Ben ise acıdan kıvranıyorum. (Abartmıyorum!)
Zar zor giyinip bir arkadaşla beraber çok yakında bulunan
Kliniğe gittik.
Doktor yoktu, bir hemşire bacağıma beyaz bir merhem sürdü.
Acıyan ayağımı sürte sürte eve kadar gelebildim.
Çok şükür bir saat sonra acım dindi.
Şişkinlik de bir hafta sonra indi.
Ama hala diken izleri duruyor...
Belki de hiçbir zaman kaybolmayacaklar...
Ondan sonraki günler bana bu acıyı verenin ne olduğunu
araştırmaya başladım.
En sonunda bunun bir "SOKAR" olduğuna kanaat getirdim.
Çünkü hiçbir deniz yaratığı bu şekilde bir iz bırakmıyormuş.
Aklınızda olsun, böyle bir durumda eğer başka bir seçeneğiniz yoksa,
hemen üstüne amonyak sürün, o da yoksa sirke sürün.
Ondan nasibini alan balıkçılar öyle yapıyorlar.
Hatta bu yöntem arı sokmalarında da etkili oluyor.
İşin en garip tarafı kayalıklarda volta atan bu küçük canavarın
tertemiz ve derin sularda işi neydi?
O gün canı sıkılmış, niyeti de bozmuş olacak ki kendi revirinden uzaklaşmış, derin sularda gezintiye çıkmış.
Hazır niyeti bozmuşken de bir kurban aramış !
VE DE BULMUŞ, ve de adına yakışır bir şekilde,
BOYUNA POSUNA BAKMADAN "sokmuş" !
Tek tesellim, bu kadar insan yüzerken, tek beğendiği bacağın benim bacağımın olması...
Nadya Alpkonlar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
HOOP EDEPLİ OL!!...
Kendini ve evreni anlamak adına insanoğlu düşünce bazında üretken olmalı.
Kendi düşüncelerini irdeleyerek, kontrol ederek ve üzerinde hakimiyet kurarak kendi yaşamına ve ilişkilerine yön vermelidir. Bu olmazsa olmaz koşullardan biridir ve insanlaşma sürecide bunu gerektirir.
Zihinsel üretim için ihtiyacımız olanları; diğer canlılarla olan ilişkilerimiz, çevre, zaman ve olaylar zincirinde bulmak mümkün . Tüm bunların birbirleriyle ve bizimle olan ilişkilerini, akıl, zeka ve sezgi düzeneğinde karşılaştırıp, sorgulayarak, en doğru, en gerçeğe yakın sonuca varmak için düşünceler üretiriz.
Evrende bize yansıyan her sey, değerini; bizim zihinsel ve icgüdüsel zenginliğimizde bulur. Hepimiz biliriz ki aynı yere bakan insanlar, aynı şeyleri görmeyebilir. Iki insandan ancak, içsel zenginliği fazla olan diğerine göre, gördüklerini detaylı algılama ve pozitif düşünceye çevirme yeteneğine sahiptir. Dolayısıyla algılayış biçimimiz önemlidir. Ve bunun içindir ki aynı dil konuşulmasına rağmen insanoğlu birbirini anlamakta zorlanır. Buna örnek olarak da çok yakın zamanda yaşadığım bir olayı paylaşmak isterim; nette okey oynadığım bir akşam, oyunu alan rakibimi kutlamak amacıyla “AFERIN” dedim. Karşıdan gelen tepki: HOOP EDEPLİ OL!!.. Şaşırdım ve ne demek istediğini sorduğumda cevap, aynen söyleydi: Bizim orada sudan çıkan eşeğe aferin denir. Hani derler ya 40 yıllık Kani olur mu Yani? Olurmuş demek ki..
Benim anlamazlığıma düşen pay ise; eşek niye suya girer, su diye kastedilen sanırım dere olsa gerek, madem girdi suya, çıkışının kutlanmasını gerektiren düşünce nedir ve nasıl oluşmuştur??
Örnekten de anlaşılacağı üzere; anlamı bu kadar acık ve net bir kelime bile, çeşitli etkenlerden üreyen düşüncelerde, farklı bir misyon kazanıyorsa, anlar olmak ne zahmetli bir yolculuktur.
Bu bağlamda; eğer tüm bilgilerin birbiriyle olan ilişkilerini irdelemez, koşulları değerlendirmez ve en önemlisi cevap aradığımız sorularımız olmazsa algılama alanımız daralır. Zihinsel faaliyetleri dar alanda kısa paslaşmalarla geçiştirmekle ise ilk sıkışan kendimiz oluruz. Bu zeminde üretilen düşünce haliyle kısır olacağından güdük kalmaya da mahkumdur. Tuzaklar bizim içinde kurulur ve sadece kendi anlamlarımızın peşine düşmekle ne kadar yavan, aksak, ruhsuz ve sığ düşüncelere sahip olduğumuz ortaya çıkar. Ve sosyal süreçte karşılaştığımız tavırları anlamlandırmakta zorluk çekeriz. Oysa zihinsel zenginlik; farklı duruşlar, farklı düşünceler ve farklı anlamları kavrayabilmek, bunlardan kazanımlar elde etmektir.
Tüm bunların ışığında; zihinsel üretim için başka koşullarında devreye girdiğini görüyoruz, yaşanılan çevre, eğitim ve bilinçaltı.
Bunlardan kırılması kişisel üstün çaba gerektiren; zihinsel bütünün bir parçası olan; bilinçaltıdır. Bilinçaltı; düşüncenin üretim merkezi olan beynin ardiyesi gibidir. Iyi, kötü, yararlı, yararsız, tehlikeli hatta farkında olmadığımız pek çok şey yan yana orada depolanır... Beyni en fazla zorlayan, düşünceleri negatifleştiren, yanlış yargılara sevk eden bilinçaltındaki hastalıklı düşünce ve duygulardır. Ayrık otu diyebileceğimiz bu zararlıların, zaman zaman iç hesaplaşmalarla temizlenmesi gerekir. Aynı zamanda yerlerine olumlu ve yararlı düşünce tohumlarının da ekim zamanıdır.
Diğer yandan ardımızda bıraktığımız sürede neler kazanıp neler kaybettiğimizin tespitinde de aktif bir yanı vardır bu hesaplaşmaların. İnsanoğlu geçirdiği süreçte maddi kazanımlarının ve kayıplarının muhasebesini yapar. Peki ruhsal kazançlarımızın ve kayıplarımızın hesabının tutulduğu zihnimizde bu işin yapılmasının, hem iç huzurumuz hem de bedensel sağlığımız için hayati önemi vardır desem! Kalbinize, midenize iyi davranmazsanız hasta olursunuz, peki düşünce merkeziniz beyninize pozitif davranmazsanız ne olur?.. Tecrübelerim bana gösterdi ki en büyük kazanç insanoğlunun ruhunda saklıdır. En büyük kayıpta.. Şayet ben bir şey kaybetmedim diyorsanız, bu aynı zamanda ben hiç bir şey kazanmadım da demektir. Elbetteki geriye dönüp baktığımızda kendi düşüncelerimizin hepsinin doğru olduğunu iddia edemeyiz. Ama hepsinin yanlış olduğunu da.. Göz ardı edilmemesi gereken düşüncelerinde doğurgan olduğu ve birbirinden etkilendiğidir... Pozitif düşünceler pozitif düşüncelere gebedir.
Nihayet bu hesaplaşmalar önce düşünceye sonra tavırlara dönüşür ve tüm yaşamımızı sistematik bir şekilde etkiler. Insanoğlu kendiyle yüzleşme cesaretini yitirdiğinde, varlığı üzerindeki tüm kontrolunüde kaybetmiş demektir.
Aradan yıllar geçip de geldiğimiz noktada, “ben boşa yaşamışım” dememek için önce kendi iç dünyamıza yolculuğa başlayalım..Insan olmaya doğru..
Ben Allah’ın da bunu böyle istediğine inanırım. Doğumdan ölüme kadar “ömür” denilen süreçle ödüllendirdiği kulunun; kendi varlığının mucizesini keşfe çıkmasını izlemek muhteşem olmalı.
Vefa Baran
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Reyhan Yıldırım |
Haminnem
Haminnem'e... Başka türlü bir şey seni özlemek...
Haminnemi hiç unutmadım. Buruşuk yüzü; havuç rengi, uzun, cılız saçları; parmağında yeşil taşlı, kararmış altın yüzüğü; kopmuş kulağı ve "raspılar, ben sadece Sinende'nin haminnesiyim", diyen inatçı, kızgın sesi ile haminnemi... Yaşam modelim olduğunu çok sonra anladığım haminnemi... Hiç unutmadım!
Bebekken girdi yaşamıma. Annem işe gitmek için evden çıkarken haminnem de bana bakmak için eve girerdi. Gökyüzünü gösterip "kargalar üniversiteye gidiyor" derdi. Akşam üstleri annemin geliş saatine doğru huzursuzlanırdım. Geniş atkısını ince-uzun bedenine dolar, beni annemi karşılamak üzere otobana bakan çayıra götürür, arabalar ve üniversiteli kargalar ile oyalardı. Huzursuzluğumu unuturdum.
Komşumuzun annesiydi. Türkiye'ye mübadele ile gelmiş, beş çocuğu ve eşi ile yerleştiği İstanbul'da bir acele terkedilmiş, direnip çocukların hepsini adam edecek kadar güçlü, yürüyüp gitmişti yılların içinde. Haminnem bir ağaç gibi sermişti kollarını ailenin üstüne. Yetmemiş, beni de kavramıştı güven veren, sıcacık, kuru elleriyle.
Arkadaşımdı, sırdaşımdı. Kırdığım şeyleri birlikte tamir edip sakladığım suç ortağımdı.
Saçları kınalı haminnem! Evin karşısındaki arsada kocaman bir ceviz ağacı vardı. Ağaçtan topladığım yapraklarla boyardı saçlarını. Aynı günlerde mor, kabarık damarlarına sülük yapıştırıp, kanını da temizlerdi kendi bildiği bu yöntemle. Mısır çarşısından alınan sülüklerin banyo taşlarındaki kanlı izlerini anımsıyorum. Kimilerini ürkütür bu görüntüler. Oysa ben, haminnemi, kınalı saçlarını ve sülüklerini severdim. Hala çok seviyorum.
Yaşama kafa tutmuştu. Mahalledeki bütün kadınlara da. Şaka ile karışık gülerek takılırlardı ona. Hiç aldırmazdı. O sadece beni duyar, kucaklar, okşar, dizi dibinde tutar, sadece beni onaylardı ona haminne dediğimde.
Şimdi bile ne zaman düşünceli olsam hayaline saklanırım haminnemin. Sarkık kol içlerini öperim. Taze çekilmiş kahve kokan soluğunu hissederim. Mutlaka koca bir fincan Türk kahvesi içerim. Olsa, yanında bir Birinci sigarası da tellendirmek isterdim.
Reyhan Yıldırım
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.827 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YA?
İştaha yetişmeyen akşam yemekleri;
Yatakta rüyalara geç kalan
iyi uykular öpücükleri;
Annemin anlattığı
en son masallar ;
Ve burnumdaki özlem kokusu,
ya mağrur bir sevincin korkularıysa
geceye saldığımız unutkanlıklar gibi?
Sabaha kadar süren rüyalar,
Gerginliğin son izleri ellerimde,
Ya gelmezse bugün pembe ayakkabılarım tamirden
Ya gelmezse?
Depremler gibi çökerse üstüme
kışa geçemeyen
güneşsiz günler;
Ya tir tir titrerse ellerim
sineye çektiğim tüm korkularım yüzünden
Ve artık saklayamazsa gözlerim
sakladığı tüm sırları başkalarından
Ya mesajlarım gitmezse bugün sana
ya şarjım biterse?
Ya kendim kadar anlayamazsam geceleri kendimi,
Ya sevemezsem annemin sevdiği kadar 'beni',
Ya unutursam şiirlerimin başını
ve getiremezsem sonlarını?
...
Öykü Özü
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Spy Sweeper 4.5.5 [8.1 MB] Windows 14 günlük Deneme (29.95$)
http://www.webroot.com/shoppingcart/tryme.php?bjpc=64011&vcode=DT02 İnternete bağlanan her bilgisayarın mutlaka edinmesi gereken bir program. Eğer bilgisayarınızda durduk yerde pop-up reklamlar çıkıyor, tarayıcınız kendiliğinden birtakım sitelere bağlanıyorsa hiç vakit geçirmeden bu programadan edinin derim. Spyware, Malware denilen reklam programlarını temizleyebilen ve koruyucu kalkanıyla bir daha etkilenmemenizi sağlayan yetenekli bir program. Ben dikkatliyim demeyin, 14 günlük denemeyi yükleyip kullanın. Bakın görün neler çıkacak bilgisayarınızda. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|
|
|
|