|
|
|
16 Kasım 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Korsana hayır!.. |
Merhabalar,
Dişime gösterdiğiniz ilgiye ve geçmiş olsun dileklerinize çok teşekkür ederim. Sizin gösterdiğiniz ilginin onda birini ben onlara zamanında gösterseydim şu anki harabeye dönmezlerdi eminim. Ağrılar sızılar kalmadı, tek taraflı, hafif yana eğik başla yemek yemeye çalışmak dışında bir maruzatım da kalmadı. Eh bundan iyisi 1000 aboneli Kahve Molası Dergisi, değil mi?
Gündem çok dolu. Şemdinli ve Yüksekova'da olanları kaygıyla izliyorum hepiniz gibi. Van'da olup bitenler ise bir muamma. Ben bir başka konuda birşeyler demek istiyorum bugün izninizle. Çıkan kanuna, alınan polisiye önlemlere karşın önlenemeyen korsan malzemeden söz etmek istiyorum.
Başta MÜYAP olmak üzere, sanatçılar, yapımcılar, aracılar istisnasız herkes şikayetçi. Düşen satışları korsan CD sektörüne yada mp3'lerin yaygınlaşmasına bağlıyorlar. Gerçekleri görmekte yarar var. CD ucuz değil. O nedenle kısıtlı imkanları ile müzik tüketmek isteyen vatandaşın, 2 YTL ye ulaşabildiği bir ürüne 10 YTL vermesini beklemek pek akıllıca değil. Şu ana kadar alınan önlemlerin de pek caydırıcı olmadığı ortada. Hatta bu sektörün PKK'nın elinde olduğu söylemi bile anlamını yitirdi. Polisiye önlemlerden başka şans yok. Korsan böyle, peki ya mp3? Bu meseleyi korsanla bir arada değerlendirince yanlışa düşülüyor. Mp3 çalarların, ipod'ların moda olduğu bir dönemde mp3'ten şikayet etmek anlamsız kaçıyor. Gelişen teknolojiyle, artan internet hızıyla artık mp3 indirmek mesele değil. Hem sanıldığı gibi indirilen yerler bu işi ticaret haline getirmiş internet siteleri, yahut size türlü casus programlar yükleyen, sözde bedava siteler değil. Mp3 paylaşımı P2P denilen protokolle, sunucular aracılığıyla bir araya getirilen sizin, benim bilgisayarım. Yani ben bir CD alıyorum, sonra onu mp3'e çevirip kendi bilgisayarımda paylaşıma açıyorum, siz de gelip benden alıyorsunuz. Yani temelinde bir ticaret yok, sadece bir paylaşım. Ancak hiçte güvenli değil. İşte bu nokta işin en can alıcı yeri. Eğer mevcut müzik yapımcılarımız teknolojiye güvenip, kendi çıkarları için doğru kullanım olanakları ve alanları yaratabilseler, iyi ve kaliteli müziğe sorunsuz ve hızlı biçimde ulaşmak isteyen sıradan vatandaşı kolayca cezbedebilirler. Evet belki ara istihdam azalacak ama müziğin maliyeti düştüğünden ucuza satılacak ve sürümden kazanılacak. Yasal mp3 satışlarından bahsettiğimi anladınız herhalde. Bu konuda birkaç ay evvel ilginç bir deneyim yaşadım. İsmi lazım değil, bir tanıdık müzisyen ve menejeri bana ulaşıp bu konuda çalışıp çalışamayacağımızı sordu. Birlikte yaptığımız toplantılardan sonra 15 günlük bir çalışma sonunda, son derece ayrıntılı bir teklif oluşturdum. Atla deve değil, bir klip çekimine harcadıkları para kadar bir maliyet çıktı. Ancak bu sayede piyasada denetimsiz dolaşan dijital müzikleri bir çatı altına toplayıp, değişik ödeme araçlarıyla satış yapacaklardı. Mertebeyi bilerek sırtımı sıvazladıkları halde, teklifi aldıktan sonra ortadan kayboldular. Ne telefonlara çıktılar ne de arayıp sordular. Oysa ilk defa, piyasanın durumuna oturup ağlamak yerine, yeni statüye ayak uydurmaya çalışan birilerini buldum diye sevinmiştim, yanılmışım. Demem o ki, satış düşüşlerini şikayet etmek yerine gelişen çağa ayak uydurmaya çalışsalar belki sorun kendiliğinden çözülür.
Madem müzikten bahsettik gelin hep birlikte bir güzel oynak şarkı dinleyelim. Boney M söylüyor, Daddy Cool. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Köpüklü Kahve : Müge Ünal |
Ciddiye almayın
Ciddiye almayın siz ciddiye aldıkça kendini birşey sanıyor canım.
Öylesine komik ki bu hayat denen şey. Siz gülerseniz ona o da size daha bir komik görünmeye başlıyor.
Buyrun bakalım.
....
Pazar akşam üzeri. Uzun bir yol gelmişim. Uzun ama gerçekten uzun. 8-9 saattir yollardayız. Yalova'da hızlı feribot sırasındayım. Üç sıra oluşturmuş görevliler. Herkes sinirli herkes gergin. Her yerde yol inşaatları, trafik arapsaçının krepelenmiş hali. Yok o bile bir düzen içerir. Bunda o da yok.
Hava çok sıcak. Klima falan yetmiyor artık. Zaten arabayı durdurmuşum. Erimeye başladım. Sıvı hale geçiyorum. Yakında gaz olacağım.
Şanslıyım ama çok şanslı. 3 sıra oluşturuldu dedim ya... İkinci sıranın en önündeyim. Belki de ilk gelecek feribota bende binebilirim. Belli mi olur.
Sıcak hem de çok... Heryer yapış yapış nem. Soğuk içecek hiçbirşey yok. Su yok.. Her zaman birşeyler satmaya çalışan çocucklarda sanırım gaz haline geçmiş havalarda geziyor onlarda ortalarda yok.
O da ne ??? Bir feribot geldi. Usul usul yanaştı limana. Nedendir bilmem daha feribot yolcularını indirmeden, sırada bekleyen tüm araçlara binildi, söförler motorlarını çalıştırıp hafif hafif gaz vermeye başladılar. Sanırsınız start verilecek bizde hepimiz birazdan yarışa başlayacağız... Nasıl oldu bilemedim. Ben de bindim arabaya... Gaz aldım ya... Ben de çalıştırdım motoru. Olur da biri benim önüme haksız yere geçerde benden önce feribota binerse onu önce döveceğim sonrada denize atacağım, ruhen hazırım.
Her sıranın önüne yollara koyulan kırmızı üçgen kukuletaya benzeyen plastiklerden konulmuş. Bir görevli sıraların önündeki plastik engelleri kaldırıyor. (Biz bu görevliye Plastik sorumlusu diyelim) Diğeri sıranın başında geç işareti yapıyor. (Bu görevliye de geç sorumlusu diyelim o halde) İkincisi geç demeden arabalar hareket etmiyor. İyi bir görev paylaşımı değil mi... Ama neden bilmem biz araç içersindekiler prosedürü pas geçip biran önce feribota binmek istiyoruz. Stress seviyesi iyice yükselmiş durumda... Kan gövdeyi az sonra götürecek. Havada kan kokusu var.
Birinci aracın önündeki engel kaldırıldı. Plastik sorumlusu, diğeri ile göz teması kurdu. İkinci görevli pek bir mağrur. İşine çook inandığı her halinden belli. E kolay mı... Feribota biniş kaderimiz onun ellerinde. İzin verdi birinci sıra hızla ve acele ile feribota ilerledi. Yok ilerledi hafif kaldı daha çok ileriye doğru hızla atıldı.
Bizim sıra ve yan sıra aceleci. Kıskanmış gözler ve hırsla birinci sırayı izledik. O da ne bir baktım benim hemen önümdeki engeli de plastik görevlisi kaldırıyor (mu ne?)
Derhal ikinci görevliye, geç sorumlusuna baktım. Zaten hemen yanımda duruyor. (Ama o bana bakmıyor tabii) Plastik sorumlusu bana geç işareti yaptı. Ama diğeri buna içerlemiş olmalı sert bir şekilde camıma vurup "beklee" dedi. Aralarındaki güç mücadelesini uzun uzun izlemek isterdim ama arkamdaki şöförün beni ezip geçeceği hissine kapıldım.
Camı açtım "geçeyim mi?" diye soracak oldum. Bu arada plastik sorumlusu, her zaman geç onayını veren görevliye "bırak geçsin" dedi. Asıl karar verici kızdı bu işe.
"I-ıh" dedi sesli bir şekilde. Aralarındaki sert bakışlar sonrası ben dayanamadım. Stresim benim de yükselmişti. Sıranın en önünde idim. Bir sorumluluğum vardı. Plastiği kaldırma sorumlusuna dönüp "geçeyim mi" anlamında işaret yapıp biraz da gaza bastım. Plastik sorumlusu, kendinden emin bana yeniden "geç" dedi.
Dedi ama esas geç sorumlusu bana ters bir bakış attı. Alındı bu duruma her halinden belli idi.
Ama kozlarını daha sonra paylaşmak istediler sanırım bana birşey demedi.
Geç iznini aldım almasına da plastiğin çekildiğinden emin değildim camı açtım ve hemen yanımdaki kızgın adama "Aldınız mı babayı" diye sordum.
Neden anlamadım ama geç sorumlusu görevli bana sertçe dönüp "ne dedin sen?" diyerek tek adımda hemen yanıma konuverdi.
Ben saf saf yüzüne bakıp "babayı diyorum babayı. Aldınız mı?" diyerek sorumu belirgin hale getirdim. .
Adam bu kez dayanamadı kapıma asıldı. "Ne diyosun kadın sen yaa" ....
Annem sanırım, annelik hassasiyeti olacak, olabilecekleri sezinledi, yanımdan cama doğru eğilip en şefkat dolu sesi ile " aman oğlum o, plastik engeli kast ediyor. Onu kaldırıp kaldırmadığınızı soruyor" dedi.
Adam kaputa vurdu "yavv geç akşam akşam sinirimi bozma" dedi. ???
Ben feribota bindiğimde anneme hala "ne dedim ben yavv" diyordum.
Müge Ünal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Şinanay... |
|
Dün gece cep telefonuma gelen bir mesajla uykusuz bir gece daha geçirmek zorunda kalıyordum. Tabi bu tatlı bir zorunluluktu, zaten gece uykularına oldum olası düşmanımdır, uykuda geçen zamanlarıma hep acımışımdır, o küçük ölüm dedikleri şey olmasaydı hayatı iki misli yaşayacaktık...
Mesajın sahibi İstanbul'da oturan Ayşe isimli bir arkadaşımdı. Yaklaşık üç senedir tanıyorduk birbirimizi ve ayrı şehirlerde yaşamamızı dahi bir dezavantajlıktan kurtarıp oldukça zevkli bir hale getiriyorduk. Birbirinden uzakta yaşayan insanların iletişimde öncelikli tercihleri telefonlardır. Benim ise hep en son tercihim olmuştur, müthiş bir telefon fobim vardır, hele işyerinde o sözleşmiş gibi ardı ardına çalan telefonlar yok mu o an kaçıp uzaklaşmak isterim oradan!
Biz farklı bir iletişim yöntemi kurmuştuk Ayşe'yle, cep telefonu mesajları... Her gün birbirimize en az beş mesaj göndermeden uyuyamazdık. Neler anlatmazdık ki o 160 karakterlik mesajlara sığan cümlelere, hatta bazen küçük "oturum" lar bile düzenleyip siyasi bir konuda sabaha kadar tartışırdık. Meğer biz insanlar ne kadar boş konuşuyormuşuz? Demek ki on cümlede anlatabileceklerini bir cümlede toparlayabilmek o kadar büyük bir kabiliyet gerektirmiyormuş. Uykuda geçen zamanlarımız gibi biraz da boşa sarf ettiğimiz sözlerimize acısak!
Son zamanlarda ikimizinde yoğun olması nedeniyle biraz ara vermiştik bu sanal buluşmalara. Ayşe bir edebiyat öğretmeniydi, okullar tatil olunca benim yoğunluğuma aldırmadan yeniden başlıyordu mesajlarına, hoş ben ne kadar da yoğun olsam da bu tatlı oyuna ayıracak zamanı muhakkak yaratırdım. Dün gece hayata dair uzun uzun mesajlaştık Ayşe ile. Bir ara "Hala o iç karartan müzikleri dinliyor musun?" diye sordum, gelen cevap ilginçti;
"Ne demezsin hem de eskisinden daha çok! Bugünlerde daha bir "arabesk takılıyorum" hayata, arabesk yaşamak hoşuma gidiyor galiba"
Bu konu hakkında daha önceleri de birçok kez tartışmıştık onunla. Hatta müzik zevkini değiştirmesi için O'na postayla içerisinde özgün müziklerin olduğu bir cd. göndermiştim. Zevkler ve renkler tartışılmazmış, bu O'nu çözebilmek için başvurduğum bir hileydi, aynı fikirlerde olduğumuz konularda bile bir karşıt gibi davranarak O'nu daha net anlayabiliyordum. "Arabesk yaşam mı? O nasıl bir şey, açsana biraz" diye devam ettim. "Tüm iyimserliklerini sorgulamak, yaşamın en berbat yüzünü görebilmek ve saatler boyunca hiç bıkmadan ağlayabilmek!" dedi.
Acaba ayrı kaldığımız zamanlarda bilmediğim bir şeyler mi olmuştu, yoksa bunalıma falan mı giriyor diye düşünüp mesajına cevap yazamadan ikinci mesajı geliyordu.
"İnsan hayatın negatif yanlarını gördüğünde yaşama daha sıkı bağlanıyor, çünkü onlar mücadele hırsı veriyor insana"
Arabesk yaşamak! Tuhaf bir felsefe... Acaba gerçektende bizi ayakta tutan güç o bahsettiğimiz mücadele hırsımıydı?
Bu konu hakkında hiçbir yorum yapmadan şimdi hangi şarkıyı dinlediğini soruyordum. Bir Müslüm Gürses klasiği söyleyeceğini sanarken, ikinci kez şaşırtıyordu beni;
"Ada vapuru yandan çarklı... Şinanay, şinanay..."
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Yansımalar
Aslında bir başlangıç vardı, yaşam perdesinin henüz molasal devinimleri ile aralanmayan, yüzlerde maske, tenlerde günah olmayan bir başlangıç …
Beklentiler arzuları tetiklediğinde, gerçekler düşleri gebe bırakmaya başladığında, perdeleri tutan kornişler birer birer söküldüler yerlerinden.
…… Yeni bir heyecan, yeni bir macera, yeni bir fantezi, yenilenecek ne varsa eskiyen yaşamın içinde geçmişe dair, hepsi bulunacaktı, bulunmalıydı…
Hedef belliydi artık gerisi ketum olmalıydı, legal ve etik olmasa, örf, adet ve anane' ye uymasa da.. Aranıyor olmamaksa da adı, bu sıkılgan gidiş mundar hale dönüşmeden "demlenmiş yaşam iksirine" çıkan yol bu olmalıydı…
... ....
.
YANSIMALAR;
Kulluğu seçerler başlarda, midelerine sancılar girse kabullenmekte zorlansalar da, yeni bulmuş gibi sevinirler giz sandıklarını… Ve sandıklarını açarlar, gizemlerini sarıp sarmaladıkları çeyizlerini paylaşırlar mahremiyetsizce, mahrum bıraktıkları ihanet kelimesini yakıştıramadıkları diğer sevgilerden...
- Tanrılığı giyinmeden önce -
Kafeste bir kuşsundur, sanırım kumrusundur… Okşarlar, okşamana-okşanmana müsaade etmezler.
Pürtelaş, altından teller dizerler üstüne, gümüş yaldızlı bir örtü ile gizlerler kafesini, peşmürdeliklerini görme isterler rutinde, keşfedilme isterler başka ellerde…
- Paylaşmazlar -
Parlayan bir yıldıza el sürmektir amaçları, ki o zaman kutsanmış addederler diğerlerine göre kendilerini…
Dokunduklarında kirleteceklerini bilirler ama ne gam! gökte binlercesi beklemektedir onları.
- Arsızlıkla bezenmiştir genetik şifrelerine gömülmüş olan kıskançlık -
Işığın cezp etmiş, çekmiştir… Senden yansımalarla karanlık yanlarını aydınlatırlar
- güzelleşirler, apaydınlık olurlar -
Lüx lüx çalındığını anladığında, daha da çok yanarak yakmak istersin ateş böceklerini fakat sen arttıkça onlarda çoğalıyorlardır.
Baş edilmesi güç bir bela, nemenem bir şanstır ki bu, bu kadar ilgi içinde nefes almaya çalışıyor olmak… Ve sonunda boğuluyor, yanıyor olmak…
- İnsafsız bir orantı ! -
... ....
.
SONUÇ;
Güneş doğar bir yerlerde, griden siyaha geri sayım başlar.
Kan dolaşımına nikotin çöreklenmiştir,
beyninin loplarında ise serseri impulslar,
kalbinde partiküler sevgilerden arta kalan ihanet kolestrolları…
Buna rağmen, bu hengamede sıyrılmışsındır yapışan onca sülükten.
- Arileşmişsindir -
Bilirsin sayma bittiğinde karanlık, karanlık bittiğinde yeniden bir sen başlayacağını...
Kapıları kapama, zorlanma...
Gelen giriyor, çeken çıkıyor nasıl olsa…
Levent Bedir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Bayram Leventoğlu |
ELVEDA SEVDA
Söylenmemiş sözlerin bahçesinde, sözlerden bir demet yapıp, bir çiçek gibi sana sunmak isterdim.Gözlerinde mutluluğu okumak, gözlerinde, sevgiyi görmek isterdim. Geçeceğin yollara, çiçekler serpmek, kırmızı halılar sermek, seni uzaktan bile olsa görmek isterdim. Üç dilek hakkım olsaydı eğer, her üçü için adını söylerdim, yalnız seni, tek seni dilerdim. Sözleri topladım,bir aranjman demeti gibi elime aldım, gözlerini görünce kala kaldım. Dilim tutuldu söyleyemedim, ellerim kilitlendi uzanamadı ellerine, sadece gözlerine bakmak ve akmak renk cümbüşünde bilinmezlere. Denedim, hem de kaç kere.. beceremedim.
Biliyorsun işte “seni sevdiğimi”.Gözlerimde yalımlanan sevdayı görmüşsündür, anlamışsındır çerağında yandığım sevdamın sen olduğunu.
Ben Fırat’ım, sen Dicle’sin ve asırlar dinlesin Şad-dül arabın sesini, iki gönülün birleşmesini görsünler suda. Coşkun akmamın sebebi sen, İçimde vuslat umudu varken dizgin vurulmaz debiyim, ben sana hasretim, deliyim. Sana ulaşmadan dinmez feryadım, zaman geçerken adım adım, her yerde seni aradım, “ismini sayıkladım”şarkılarda. Rüzgâr değil, sen esiyorsun.
Yağmur değil, sen yağıyorsun. Güneş değil sen parlıyorsun. Ben değil, sen ağlıyorsun benim gözlerimde. Ben neredeyim? Elbette, bir vefasızın yüreğinde çarpıyor yüreğim. “Öl” de öleyim, can feda sevda.
“Davul bile dengine vurur” demişler ya, gönüllerin sesini duymamışlar mı?
Dermansız kalanlar, derman bulmamışlar mı yaradan? Sevmemişler mi, sevgileri koparan hoyratlar? Umutları kıranlar, kırılmamışlar mı “gök ekini” biçilirken. Gözlerinin önünde erirken iki yürek, sızlamayan yürekler atıyor mu nabızlarda? Ben o sevgiliye kıyamazken, acımı yüreğime gömerken, onu hasretle boğanlar mı anne, baba ve ya kardeş? Ben ölmeye razıyım, sevincin eksilmesin, umutların hep taze kalsın, Allah canımı alsın, sen gülümse ve solma sevda güneşimde. Görünmez bir ip var, bir ucunda sen, bir ucunda ben.
Bu ip beni sana ve hayata bağlıyor, içimde annesiz bir çocuk ağlıyor, hayat ipimi bırakırken.Elveda sevda, elveda sevda.
Bayram Leventoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
LAMBA DİREĞİ (1)
Zihnini yargıç sözcükler ablukaya almış gibiydi. Sağ yanına sol elini kenetlemiş olarak yürüyordu. Belli ki yüreğine otağ kurmuş hınzır bir sancı vardı. Yüz kıvrımlarına hüzün çöreklenmiş, iki kaş arası vahdete gelmişti. Dudaklarını sımsıkı kapamış. Dişlerini biteviye gıcırdatıyordu. İki dudağı, sigarasından bir nefes çektiğinde açılıyordu ancak. Sigara dumanından sararan kalın bıyıkları kim bilir kaç kez duman altı olmuş ve kim bilir kaç kez taranmıştı... Sahi kaç kez sevmişti acaba. Ya da hiç sevmiş miydi. Sevilmiş miydi. Buz dağının görünen kısmı gibi duruyordu. Baştan ve ortadan harfleri çıkmış fakat tahmini güç olan çok kareli bir bulmaca sorusu gibiydi...
Şehrin en kalabalık caddesinde görülürdü. Sabah işe koşuşturan insan kalabalığının aktığı yöne muhalif düşen istikamette yürürdü. Meşgul ve işi başından aşkın insanlık onu teğet geçerken o da hayatın kıyısından yürüyordu ağzından eksiltmediği sigarasıyla...
Yüksek plazaları ve metazori palmiye ağaçlarıyla alımlı kılınan şehir, ketum birine mekan olmuştu. Modern şehrin demode insan kümeleri yanı başlarında kara lastikleriyle dolaşan bu gaybden çıkıp gelmiş gibi duran adama dönüp bakmıyordu bile. Uzun emeller peşinde dur durak bilmeksizin yol almak ve günün kurtuluşu adına cengaverler gibi savaşmak insanları vandal birer varlık ucubesine çevirmişti. Onu görüp umursamaları kalabalığın derdi değildi. Kalabalığın işi çoktu ve bir hayli meşguldüler. Ya o. Ne yapardı. Ne ederdi...
Hakkında bir şeyler öğrenmek geliyordu içimden. Bilinmeyen birinin peşinden gözlerim, zihnim ve yüreğim sürükleniyordu. Hakkında bir şeyler bilmediğim bu yabancı neden zihnimi ve merakımı gasp etmişti. Onunla konuşmalıydım. Konuşmalıydım ama nasıl. Bu gibi gizemli ve şizofren tavırlı insanlara uygun bir zamanda ve uygun bir ruh hallindeyken yanaşmak gerekirdi. Aksi taktirde konuşma isteği ters tepebilir bir daha yakınına sokmayabilirdi. Kaygı kazanında merak salgılayan hücrelerim kaynıyordu. Uygun zaman ve uygun ruh saati. Bu iki değer bir araya gelir miydi. Ya da insan unsuru bu iki değeri bir arada yaşar mıydı. Tevafuku ender olan bir durumla karşı karşıyaydım...
Gece olunca görürdüm onu. Bizim eve doğru ana caddeden evrilen sokakta kimseciklerin olmadığı yatsı vakitlerinde görülürdü. Sokağımızı aydınlatan lamba direğinin altında saatlerce kalırdı. Sokak lambasının aydınlattığı alan içinde kah yürürken kah durmuş gökyüzüne bakarken görürdüm. Bazen de pek anlaşılmayan ve gecenin boşluğunda kaybolup giden sesli düşünüşlerini duyardım. Sokağı boydan boya açılayan salon penceresinden onu seyrederdim. Hareketlerinden, ritimli ayak atışlarından, durağanlığından, el ve baş devinimlerinden onu anlamaya çalışıyordum. Acaba o neyi anlamaya çalışıyordu, anlaşılmaya konu olurken. Bu, onun sisinde sır olan bir çok şeyden sadece bir tanesiydi belki de. Göze dayalı bir okuyuşla kendimi onu seyre bıraktım. Belli ki kemirgen bir sır taşıyordu. Eli, ya karnında ya da kalbi üstünde oluyordu. Geceyi yarıp geçen arabalara tsunamiye maruz kalan bir Asyalı gibi dehşet ve şaşkın bakışlar kaçırıyordu. Uzun ve lüleli saçlarını tedirgince okşuyor. Kimi anlar kaçar gibi geziniyordu. Şehrin caddelerinde ve çoğul insanlığın arasında tekil yürüyen ve şimdi de sokak başındaki lamba direğinin altında çoğul-yoğun haliyle dolaşan bir sırdı. Bu sır, adeta Van Gogh'un ete kemiğe bürünmüş kasvetli tasvirleri gibi duruyordu karşımda...
Sır ve sırlar…
Hani şu, insan tekinin asli tek içseli. Kimi zaman hayat karşısında çıkartıp masaya koyamadığı tek kartı. Kimi zaman da insanın biricik ikinci yüzü sırlar. Her insan taşıdığı sırrın niteliğinde saklar kişiliğini. Ve her kişilik yaşamdan aldığı renklerle kendine bir kimlik örmüştür. Her kimlikte biraz siyah, biraz beyaz, biraz mavi, biraz kırmızı, biraz yeşil, biraz da sarı vardır. Renkler sırrıdır yaşamın. Ve yaşam kanalıyla insanlara sinmişse sırlar. O halde herkes biraz siyah biraz beyaz ve biraz da alaşımlı renk olan gri değil midir...
Acaba o hangi rengi taşıyordu. Siyah, beyaz, yeşil, mavi hangisi?
Göz onu anlamaya çalışırken o, yatsıyı, geceyi ve gökyüzünü özümsemeye durmuştu.
Gözlerim bir anda üzerine giysi olarak aldıklarına yöneldi. Ayaklarının dibine varan kahve renkli bir paltosu vardı. Paltonun sarkan yanları, yürüyüş üslubu uyarınca sağa sola salınıyordu. Siyah kot pantolonu üstüne beyaz bir kazak giyinmişti. "Dualite"yi endamında teşhir ediyordu adeta. Siyah-beyaz iyi-kötü, cennet-cehennem, aydınlık-karanlık, habil-kabil, yer-gök, ateş-su... Hepsini paltosunun içine sığdırmıştı sanki. O bunlardan hangisiydi. Siyah, beyaz. Habil, Kabil. Hangisi...Yoksa hem siyah hem beyaz mıydı. Bir yüzü Habil bir yüzü Kabil miydi. Yoksa yüzü aydınlık, yüreği karanlık mıydı. Neydi ve nereden gelmişti.Yoksa zıtların rahminden düşen garabet-i hilkat mıydı...
Bu sorular karıncalar gibi beynimde gezinirken, onunla konuşmaya karar verdim. Bunu nasıl yapacaktım bilmiyorum ama bir yolunu bulup konuşmalıydım. Basit bir merak beni nereye götürecekti bilmiyordum. Ama bilmenin azap olduğu bir hayat aralığında yaşadığımı ayrımsayabiliyordum. Bundan dolayı yazgının muhtemel sürprizlerine hazır olmalıydım... Hazır olmanın hiza almak gibi bir şey olmadığını biliyordum. Hazır olmanın bir şuur işi, bir ilke ve duruş gerektirdiğini de biliyordum...
Ve hazır olmanın ayrılığı, vuslatı, göçü, hüznü, acıyı, sancıyı, sevinci, yerin ve göğün ikaz ve lanetini, ölümü, doğumu, hülasa yaşamın bütün götürüp getirdiklerini, çevirip döndürdüklerini tevekkülün ve tefekkürün göğüs kafesine bir dolu ve bir derin nefesle çekmek olduğunu biliyordum...
Nihat Turan nihat_turan@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
"KAR KUYUSU"NUN ROTASI
Ben buna "Orhan Veli cesareti" diyorum. Dokuz sene boyunca finans sektöründe analist ve üst düzey yönetici olarak çalıştıktan sonra, sen kalk, 30 yaş eşiğindekilerin kendini sorgulama trendine kendini kaptır, yaşamakta olduğun hayatın yaşamak istediğin hayat olmadığına karar ver ve bambaşka bir mecrada hayat yürüyüşüne devam et!...
Bu cesareti gösteren kişi Hikmet Hükümenoğlu... 2004 yılından itibaren finans sektörüyle ilişiğini kesmiş ve zamanını sadece müziğe ve edebiyata ayırmış. Müzisyenlik tarafı benim ilgi alanımın dışında. Yazarlığına gelince... İlk romanı "Kar Kuyusu" geçen ay basılmış. İki gün önce gazetede Hikmet Bey'le yapılan bir röportaj okudum ve içime düşürdüğü ateşle hemen ertesi gün "Kar Kuyusu" romanını edindim. Bir haftaya yayarak okumayı tasarladığım roman tahmin edemeyeceğim kadar cezbedici ve merak uyandırıcı çıkınca; yemek, uyku gibi zorunlu bırakmalar dışında kendisinden kopamadım ve bir gün içinde sonunu getiriverdim.
Romanın özetini vermek yerine sadece "rotasından" bahsedeceğim.
Romanın ilk yarısı, iki ayrı damardan sarmaş dolaş ilerliyor:
Birinci damar, Nur-Tibet-Berna üçgeni içinde ilerliyor. Bu damarda, boşanmış-orta yaşlı bir kadının hayata tutunma çabası ve bu çaba içindeyken karşısına çıkan "doğru bir erkekle" olan gelgitli ilişkisi anlatılıyor. Berna; Nur'un sırdaşı rolünde bu ilişkiye katkıda bulunuyor. Romanın bu damarı; aşk, yalnızlık, sevgi arayışı, doğru erkeğin ne olduğu, tek başına ayakta durmanın zorlukları üzerinde bina ediliyor. (Roman, bu üçgen içinde devridaim yaparken biraz sıkıldım doğrusu. Çünkü diğer damar daha "albenili" idi.)
İkinci damar, Nur-Melike Hanım-Nuri üçgeni içinde ilerliyor. "Gizem ve merak" asıl burada yoğunlaşıyor. Hastalık kokan bir anne-oğul ilişkisi. Ama hasta kim? Okumam sırasında zihnim romandaki ana-oğul ilişkisi ile Semra Hanım-Ata ilişkisi arasında benzerlikler kurmakla meşguldü.
Romanın ana damarı işte burası. Bu nedenle romanın ana kişisi "Nur" olmakla birlikte, ikinci kişinin "Tibet" değil "Nuri" olduğu sonucuna varıyoruz. Çünkü roman "aşk" üzerine değil "anne-oğul ilişkisinin gizemi" üzerine bina edilmiş gibi. Nur-Tibet aşkı ya da birlikteliği sadece yan unsur olarak, asıl damarı beslemek amacıyla kullanılmış.
Romanın ikinci yarısında, bu iki damar birleşiyor, hayır birleşmiyor, deyim yerindeyse birinci damar ikinci damara katılıyor ve roman bu ikinci damar üzerinden adeta okuru önüne katarcasına taşkın bir sel gibi ilerliyor. "Aşk" iyice perde arkasına atılıyor ve "gizem ve merak" sahnenin tek hakimi oluyor. İşte roman asıl bu noktada "başlıyor".
Romanın finalinde ne olduğunu elbette yazmayacağım. Çünkü, ne kadar kaliteli olursa olsun, sonucunu bildiğim maçları izlemeyi ben de sevmem.
Sözün özü : On yetelem helal olsun!...
MERAKLISINA NOT : Hikmet Hükümenoğlu'nun "Kar Kuyusu" isimli ilk romanı, Everest Yayınları tarafından Ekim 2005'te basılmıştır ve 290 sayfadır. Ayrıntılı bilgiyi yazarın kişisel web sitesinde bulabilirsiniz: http://www.hikmethukumenoglu.com.
Aziz Baysal azizbaysal555@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.827 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
yaşlı adamın ölümü
ay kıyıya vurdu
çakılandı kum
kumsal çekildi
sandala çıktı yakamoz
çıpa kırıldı
kürekler düştü
tıkadı burnunu yosun
ağzını kapadı midye
sağırlandı tuz
yüzdü martı
uçtu palamut
denizatı kişnedi
anası kısırlandı
kızı doğurdu
yıldızı söndü
dalga koptu
kustu köpük
fener morardı
kaçtı imbat
dağıldı mavi
imdat boğuldu
kütleşti zoka
misina karıştı
doldu bulut
yarıldı toprak
deniz tutuldu
yaşlı adam öldü
hiç kimse yoktu
tan doğan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Mynet'in yeni bir çalışması daha var http://nevaria.mynet.com/Detay.asp?ID=30933 nevaria isimli bu e-ticaret sayfasında her türlü sıfır veya ikinci el ürününüzü açık arttırma metoduyla satabiliyorsunuz. Kısa yola tıklayıp girdiğinizde yapılan açık arttırmalardan bir adet örneği göreceksiniz. Bu sayfaları ister satın almak ister satış yapmak için güvenle kullanabilirsiniz. İyi alışverişler.
...Teslimat tarihi olarak da 10 Haziran'ı senetler hazırlanırken belirttim. Teslimat tarihi gelip de, evime gelen mobilyaları gördüğümde çok sinirlendim. İlk olarak yemek odası takımı benim istediğim renk değildi. Ben sütlü kahve tonlarında bir mobilya beğenmiştim, ama gelen resmen koyu kahve rengi idi. Düğünüme de 16 gün kaldığından, çalıştığımız için, yeni model beğenmeye ancak 2 hafta sonu kalıyor, mecbur gelen mobilyayı kabul ettik... Sizin de şikayetiniz varsa http://www.sikayetvar.com/
Çok kuvvetli olmamasına rağmen size hoş bir midi müzik arşivi öneriyorum. http://www.geocities.com/Area51/Zone/1075/midi2.html Dediğim gibi çok kapsamlı değil ama hoş midi'ler mevcut.
...Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen... http://kumyup.ku.edu.tr/kp.htm Siz Küçük Prens'i okudunuz mu? Ya çocuğunuz?
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Spy Sweeper 4.5.5 [8.1 MB] Windows 14 günlük Deneme (29.95$)
http://www.webroot.com/shoppingcart/tryme.php?bjpc=64011&vcode=DT02 İnternete bağlanan her bilgisayarın mutlaka edinmesi gereken bir program. Eğer bilgisayarınızda durduk yerde pop-up reklamlar çıkıyor, tarayıcınız kendiliğinden birtakım sitelere bağlanıyorsa hiç vakit geçirmeden bu programadan edinin derim. Spyware, Malware denilen reklam programlarını temizleyebilen ve koruyucu kalkanıyla bir daha etkilenmemenizi sağlayan yetenekli bir program. Ben dikkatliyim demeyin, 14 günlük denemeyi yükleyip kullanın. Bakın görün neler çıkacak bilgisayarınızda. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|
|
|
|