|
|
|
22 Kasım 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Necefli Maşrapa!.. |
İyi haftalar,
Kul yapısı teknoloji devi dizüstü matbaamın su koyvermesi nedeniyle saati 04:00 yaptım. Dolayısıyla pilim bitti. Şarj etmek üzere huzurlarınızdan hızla ayrılıyor sizleri birbirinden güzel yazılarla başbaşa bırakıyorum. Kar yağıyor aman dikkatli olun. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) Zincirli Kapının Asma Kilidi - İshak kuşu |
|
O günden itibaren çok şey değişti değil mi? Bütün değerlerin yerle bir oldu. Aşktan korkarken ve kaçarken aşka ve insanlara inancını yitirdin. Sonra da kaybettiklerini kazanma telaşına düştün.
Önce beni kilitledin aynanın sırlı sırtına. Baktıkça da nefret ettin benden. "Tıpkı bir ishak kuşuna benziyorsun. En az onun kadar çirkin!" deyip kırdın tüm aynaları. Ve çirkinliğe tahammülsüzlüğünden gözün ben dahil hiçbir çirkini görmeye dayanamadı.
Unuttuğun bir şey vardı giderken; Zincirlikapınınasmakilidininanahtarı halâ bendeydi. Sense o çok uzak sahil kasabasına varmanın telaşıyla onu aradın;
"- Anahtarımı geri ver!
- Ben de değil. En son sende kalmıştı.
- Anlamıyor musun kapıyı açmam lazım.
- Ben de değil, diyorum, niye inanmıyorsun!
- Hayır sende!
- Değil!."
Sana anahtarın bende olduğunu söylediğimde alay edercesine baktın, inanmadın. "Madem inanmıyorsun, çek cezanı küçük haylaz, düş yollara da aklın başına gelsin. Sen adam olacaksın da, ben göreceğim," deyip kızsam da sana bunun benim dememle ilgisi olmadığını biliyordum. Her çocuk gibi sende önce emekleyecek, sonra adımlayacak düşe kalka öğrenecektin yürümeyi. Yeniden yürümeyi...
"Bıkmıyorum yollardan, çağıran yollara koşmaktan. İyi geliyor ne zaman kanasam belki ondan.
Oysa hiçbir yola şimdiki kadar sebepsiz çıkmamıştım. Bütün duvarlarım yıkıldı ve yerine yenilerini inşa etme çabasındayım. Eskisinden daha sağlam, daha güçlü, daha aşılmaz ve yıkılmaz olsun istiyorum. İşte sana bir sebep; tuğla tuğla dizip, harcını karıp en yüksek burcu örmeye gidiyorum.
Geçmişin kötü, kurumuş çiçeklerini yolmaya; yerlerine yeni tohumlar ekmeye gidiyorum. Hatırlandıkça ışıldayan yıldızlar dikmeye... mutlulukla tebessüm edebilmeye..."
İnanmadığın halde umut etmek istiyordun. Böylelikle koyuldun yola. Seni nelerin beklediğini bilmeden. Otobüsün bedeni yoran, uzuvlarının hareketlerini kısıtlayıp körelten uyuşmuş rahatsızlığında, yarı uyur yarı uyanık vaziyette ulaştın varacağın limana.
"Yıllar sonra yine buradayım. İçimin tüm kanamaları dinsin diye mi? Nereye gitsem aynı huzursuzluğu ta derinde kendimle taşıyorum. Halbuki burası, bu küçük kasaba beni o yıllarda kendime getirmeyi başarmıştı. Ne zaman adımımı atsam benliğime kavuşuyor, sıkıntıları ve üzüntüleri geldiğim yerde bırakabiliyordum. Bu kez her yer dar, her yer çıkışsız.
Değişen kumsal hariç aynı kalmış burası. Nasıl bıraktıysam öyle. Eylül dinginliğinin o kendine has dokusu buraya da sinmiş. Meğer ne kadar özlemişim. Yine de o özlemi içimde istediğim gibi hissedemiyorum, neden?
Bu uyuşukluktan biri beni, bir şey beni kurtarmalı. Ne yapsam faydasız. Bu kez tek başıma atlatamayacağım. Gün geçtikçe ağırlaşıyor üzerime serilen yorgan. Yorganı kafama kadar çekip içinde kaybolmak istedikçe birileri tepeden su mu döküyor ne? Ağırlıklarımı taşıyamıyorum. Neden bu kadar yalnızım? Ya da bunun adı yalnızlık mı? Alabildiğine boş, mat ve duyarsızım. Nasıl başardım bunu? Dayanılır gibi değilim.
Katlanamıyorum kendime.
Çok üşüyorum..."
Sahildeki banklardan birine oturmuş batmakla hükmünü kaybetmeye yüz tutmuş günü seyrediyorsun. Dalgaların tatlı mırıltıları kulağına anne ninnileri fısıldıyor.
"Sahibini arayan bir ruh benimki. Başka başka ruhlarla çarpışsa da kendininkinin nerede dolaştığını bilmiyor. Ve sırf bu yüzden nereye giderse gitsin ona geliyor.
Bir gece için, bir saat için, bir an için yapmadığı şey kalmıyor. Artık bunun adı aşk değil. Hiç kimseyi, kendini ve kendini bir türlü çekip alamadığı onu bile sevmiyor.
Çok üşüyor ruhum... etrafında rüzgârlar uğulduyor..."
Çok eskilere, çok gerilere gidiyor aklın. Bu küçük kasabada yaşadıklarına. Bak işte az ileride duran tıpkı onun o zamanki haline benziyor. Kendini görüyorsun sonra. Kısacık saçları, iki beden büyük salopedinle onun karşısında, kalabalığın orta yerinde dikildiğin an gözlerinin önünde. Puslu bir tül perdenin ardından o günlerin sesleri ve görüntüleri hafızanı kucaklıyor.
"Ne çok oldu... ne çok..." diyorsun içini çekip, ihtiyar birinin sözleri sanki ağzından dökülen. Ya da uzak geçmişe kürek çekmenin rehaveti mi yoksa? Üzerine ne kadar toprak atarsan at, her defasında bir yol bulup böyle hiç beklemediğin anlarda sürgün vermesi mi o çok ince, çok derin sızının?
Bir tek arabanın farlarının asfaltı aydınlattığı karanlık yollardan geçiyorsun. Gecenin bir vakti, nereye gittiğini bilmeden. Bir kapının kilidini bulmanın sandığından daha zor ve yorucu olduğunu düşünüyorsun. Kilit açılsa ya da o kapı sonsuza dek kilitli kalsa hiç açılmasa... ve sen bambaşka bir hayata itkilensen. Onun sana verebileceğinden çok başka bir hayatın kuş cıvıltılarıyla uyansan bir sabah "neredeyim" diye düşünmesen....
"- Uyuyamıyorum geceleri. Herşey gereğinden fazla kötü. Çırılçıplak kaldım. Neden bu hale geldiğimi anlayamıyorum. Güvensizim. Hayata, insanlara duyduğum inancı yitirdim. Tamam kabul, şimdi bunalımda olduğumu söyleyeceksin. Doğrudur. İyi de, benim bu yaptığım bilerek kendini ateş dolu kuyuya atmak. O hesap. Uyusam da derin değil uykularım. Anlamsız bir yalnızlıkla sarmaş dolaşım. Sanki biri tam ayılmak üzereyken yeniden morfini zerk ediyor damarlarıma. Morfinin etkisinden bir türlü çıkmayı başaramıyorum. Öyle derine saplanmışım ki, yukarıda kalıyor olaylar, insanlar, yaşamın diğer ayrıntıları. Ve ben ağzımı açmış aval aval bakıyorum aşağılardan. Zincirlikapınınasmakilidininanahtarını geri ver bana. O anahtara ulaşamadıkça huzur bulamayıcağım anlaşıldı sonunda.
- Sana anahtar bende değil dedim defalarca. Neden inanmıyorsun?
- Hah! Güldürme beni! Bir de onca şeyden sonra sana inanmamı mı bekliyorsun?
- Gerçi hoş, yerini bilsem de söylemezdim. Kim, kendisine bu kadar bağımlı birini kaybetmek ister ki.
- Ben... hatayı boşuna dışarıda aramışım. Hata benim içimdeymiş! Yazık sana... yazık sana...."
Yaaa, aldın mı ağzının payını? Be hey cahil, be hey uslanmaz! Dilime pelesenk ettiğim cümleleri yineletme bana. Derdin ne senin? Nasıl bu kadar acımasızca kendini kırbaçlıyor ve mazoşistçe onun bunu yapmasına izin veriyorsun? Uzaktan izlemeye devam ediyorum. Bakalım daha ne kadar katlanacaksın bu duruma? Bakalım son damlanı tüketmeyi başarabilecek misin?
"Bir saat sonra kalkacak dönüş otobüsümü bekliyorum. Yanılmanın, aldanmanın ruhumu daha beter edişini izlemek miydi tüm çabam? Kökünden kazımaya geldiğim eskilerimin üzerine kapanmış secdeye varırken buldum kendimi. Anavatanına yıllar sonra kavuşmuş bir gurbetçi gibi karış karış gezdim kasabanın her yerini. Ektiğim tohumları yerinden söktüm. Yıldızları denize savurdum yakamozlansın diye. Can hıraç küfür ettim ona da, bana da. Haklıydın ishak kuşu, arayan mevlâsını da bulurmuş, belasını da...
Şimdi gidiyorum. Zincirlikapınınasmakilidininanahtarı bu topraklara gömülmeden rahat yüzü yok...
Tanrım ondan kurtulmam için şans ver bana..."
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Faik Murat Müftüler Bu İşte… |
|
Göğsümdeki boşluğun adı Nermin. Burnumu gıdıklayan saçlar, omzuma değen sırt, parmaklarımdaki göğüs, dizlerimdeki bacak... Şimdi hepsi, kayıp bir mekânın günah yatağında, geçmişi umursamadan uyuyor olmalı. Dört uzvumu tüm eklemlerinden büküp bir yumak haline geldiğimde, göğsümdeki bu boşluğu doldurabildiğimi zannederek uyumaya çalışıyorum. Karanlık odamda, yağmurun sesinden başka ses, sobanın üst deliğinden tavana vuran cehennem dansının projeksiyonundan başka ışık yok. Tavandaki ışıltı, arkaik bir Roma meyhanesinin, beyaz taşlarla örülmüş zemininde, kızıl sarı çingene kostümleri içinde oynayan İspanyol dansçılarını andırıyor. O ateş dansını izlerken, sıcak aydınlığın ritmine melodiler uydurmaya çalışıyorum. Endülüs ezgileri çalınıyor kulağıma. Rüzgara ve yağmura meydan okumasının, katil kuşlara, hırsız sincaplara yataklık etmesinin, sevişen mekânsız aşıkları gözlerden gizlemesinin ve kırk yıl süren inatçı suskunluğunun cezasını, odamdaki minyatür cehennemde çeken çamın lirik koreografisini sahneleyen dansçılar, Albeniz'in Sevilla'sında kıvranıyorlar önce. Birkaç dakika sonra durulup, Granados'un Andaluza'sını anımsatan, ritmik küçük ikili inlemelerine ayak uydurur gibi bir yöne doğru hızlı hızlı sıçrıyorlar. Sonra beklenmedik çıtırtılarla azan ateşin elçileri, Manuel De Falla'dan Değirmencinin Dansı'nı sergiliyorlar. Bu coşku çok sürmüyor ve ateş, Albeniz'in Mallorca'sıyla, ağır ve romantik bir üslubun esaretinde, ışığına, sıcağına, yanmamışa olan tutkusuna, dumana ve küle duyduğu nefretine, geçmişine ve bıraktıklarına veda ederek sönüyor. Aşk bu işte.
Şu demiri eriten ama sudan korkan ateş ne tuhaf şey. Kibrit, çıradaki sıcağı kendinden bilir mesela. Oysa yanmak özünde vardır çıranın. Yüzlerce kibrit eder yanınca ve "Üf !" deyince sönmez. Kendi özünden alevlidir çıranın dumanlı başı; maşuktan geri kalan ise kıvrık siyah nâşı. Kibrit, çıradaki sıcağı kendinden bilir. Taşa kussa tüm alevini, kara bir lekeden başka bir şey kalır mı? Yanmak çıranın özünde var; taşta ise yüz karası. Kadın kendinden bilir adamdaki yanma arzusunu. Oysa bir nefeslik ışığı, çıralı gönülde yangın, taş yürekte kara bir karanlık olur. Vefâ bu işte.
Çöpe dökülen küller, yağmurla inen duman... Çamurlu akaçların birleştiği köşelerde kavuşsalar da ıslak ve soğuk bir bulamaç olmaktan öte gidemezler. Çamın esrarı akşamda kalır... Ayrılık bu işte.
Soba sönünce oda kesif bir karanlığa büründü. Bir körün uyanıklığında, gözlerimin açık ve kapalı olduğu haller arasındaki farkı test ediyorum. Siyah tek başınayken, alabildiğine özgür ve hükümran. Siyah, beyaz yokken çok anlamsız. Beyaz yokken yalnız. Acıklı... Boşanmak mı? Bu işte.
Oda halen sıcak. Sönmüş sobadan yükselen ısı dalgaları yüzüme vuruyor. Zaten satıcı söylemişti. "Abi tuğlalı bu. Sönse bile bunun sıcaklığı seni yatana kadar idare eder." demişti. Ölene kadar idare eder. Mezara kadar... Sanırım evlilik de buydu. Paha biçilmez hayatın, beş parasız serseri aşka kefaleti. Garantisi yok.
Yüzümü duvara döndüğümde, bildik bir ağlama nöbetine tutuluyorum. Sarsıla sarsıla ve kimseden utanmadan ağlıyorum. Penceremin önündeki sarı ayva ağacı, yağmurdan cesaret alıp "Sussss !" diyor. Yoldan hızla geçen bir araba ıslak asfalta söyletiyor. "Şşşşşş !" ; ama ne doğanın gücü ne de aracın hızı "Ağlama" diyebiliyor. Yalnızlık bu işte.
Yaşama dair gerçeklikler nasıl da bağlıyor insanı. Şimdi anılarım ve acılarımla, her şeyin başladığı ve bittiği yerde olmak yerine, aşkımın son gününü, bana özel ve sadece sonraki zamanları ölçebilen, bitimsiz bir takvimin ilk günü yapabilseydim. Yaşadığım kenti, işimi, her şeyi ama her şeyi burada, o acı günde, aylar sonra ev sahibim ve alacaklılarım tarafından haczen yağmalanmak üzere terk edip çırılçıplak ve sadece ben olarak "Bitti!" diye bağıra bağıra, nefesim kesilmeksizin koşarak, daha önce hiç yaşamadığım bir şehirde, her şeye yeniden başlayabilseydim; hafızamın bana daha az eziyet etmesini sağlayabilir miydim acaba?
Tanrım! Bu ne zamana kadar böyle gidecek? Her gece dört yıl süren bir uyuma çabası. Altımda bir metreye iki metre ölçülerinde, tek kişilik, ortopedik, yaylı ve uçsuz bucaksız bir çöl. Solumda soluk, beyaz, ağlama duvarı, sağımda Sakartepe'den yüksek bir uçurum. Sol elim sağ elimde. Dudaklarımda yumuşatıcı ve saç kokulu yastık. Ayak ucumda, az önce ayak parmaklarımla çıkarıp laubali bir karmaşıklıkta bıraktığım, O'nun aldığı çoraplar. Zihnimde çoğul anılar. Sevginin anımsattıklarıyla nefretin unutturamadıklarının savaşına hakemlik etmek ne de zor. Onur fevri kararlarda çok güçlü. Aşk ise dingin düşüncelerde. Yani bu gece aşk kazanıyor. Hayır gurur. Hayır aşk. Hayır. Galiba ben kaybediyorum.
Oda soğudu . Yorgan ise hala müşfik ve sıcak. Yastık, bir kadının omzunda yaşanan huzuru çağrıştıramayacak kadar yumuşak. Uyku yaklaşan ölüm gibi. Gözlerimi ve beynimi yakalamadan önce, hayatımla ilgili her şeyin hesabını vermeye çalışıyorum. Olmayacak galiba. Verilecek hesap çok; her suare bıkmadan oynadığımız ölüm provası ise yakın.
Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Figen Erdeveciler |
MESAJ
Küçük çocuğun adı yoktu sanki. Komşu çocukları, bakkalın oğlu Ahmet,Kasap Mustafa, hatta öğretmeni Nevin Hanım bile, biraz sempati biraz acımayla 'küçük',hişt',' ufaklık' 'minik' diye seslenirlerdi O'na.
9 yaşındaydı. Yaşıtlarına göre boyu çok kısaydı. Annesinin, babasının denemediği tedavi kalmamıştı. Uzamıyordu işte. Bu yetmezmiş gibi saçları da çıkmıyordu.Vücudunda hiç tüy yoktu. Çıkan bir iki tek saç kısa sürede dökülüyordu.Akranlarından farklı olduğunu biliyordu.Alışmıştı bütün o dikkatli ve uzun,bazen de kaçamak va mahçup-farkedildiklerinden- bakışlara. Evinden okuluna,okuldan evine giderken hep aynı yollardan geçerdi. Diğer çocuklar gibi eve geç gitmek,yan mahalleye kaçmak, aylak aylak dolaşmak yoktu hayatında. Haklıydı belki de… Olsa olsa kendini bildiğinden beri tanış olduğu gözler bakardı O'na bu yollarda.
Zaten mahalleli de alışmıştı O'na. Önceleri ' bu çocuğu cin çarpmış ' diyen Züleyha Hanım bile…
O ise nedense bu bakışlara alışamamıştı, içinden hep, O'nu ilk gördüklerinde nasıl baktıklarını hatırlıyordu. Yalandı o bakışlar, alışkanlıkmış,pöh!
Yine de içi rahatlardı mahallesine girince. Bakkal oturduğu yerden, en sevimli haliyle el sallar, o gün pintiliği üzerinde değilse, sanki küçük çocuk muhtaçmış gibi şeker, sakız verirdi. Çocuk bunları mahallenin daha ufak çocuklarının oturduğu yerlerden geçerken yere düşürür ve unutur giderdi…
Bakkalın, küçüğün kafasında canlanan mesajı şuydu: aman evlerden dışarı, Allah korusun, Allah kimseye vermesin…
Bakkalın oğlu Ahmet aynı yaştaydı, O'nunla. En büyük zevki, O yolda yürürken, arkasından gelip kel kafasına vurup 'bücür, kel bücür' diye bağırmaktı. Ahmet'in gelişi elli metre öteden çıkardığı vııın vıııııııınnn seslerinden anlaşılırdı. Hiç sesini çıkarmaz,gülüverirdi bizimki. O kadar doğaldı ki Ahmet… Bücürdü, keldi. Ahmet de O'na öyle sesleniyordu. Kafasına vurmasa iyi olurdu belki ama , çocukluk işte…
Apartmanlarının altındaki Kasap Mustafa'dan çok korkardı önceleri. Annesiyle ne zaman dükkana girseler,bir üşüme gelir,büzülür,küçük halinden daha da küçük olup annesinin eteğine sarılır, karnına çıktığı yere dönmek isterdi. Bu korkunun nedenini çok sonra anladı: aynalar!
Kasap Mustafa, dükkanı aydınlık olsun, biraz da süslü olsun diye duvarları boydan boya ayna ile kaplatmıştı. Bizimkisi kafasını ne zaman yukarı kaldırsa,aynalarda olduğundan daha büyük insanları, onların ellerini, kocaman kocaman açılıp kapanan burun deliklerini, kocaman damlalar halinde süzülen terlerini görürdü.Kendi hizasında olan tek yansıtıcı ise elektrikli soğutucunun metal kaplamasıydı.' Çok çirkinim, çok çirkinim' diye sayıkladığı gecelerin çoğunda,annesiyle et alışverişi yaptığını görürdü, rüyasında…
Babasının bir şirketi vardı, beyaz eşya ticaretinde iyi bir isme sahipti. Annesi ev hanımıydı. Tombul,beyaz tenli, saçları hafiften kırlaşmış ama süsüne düşkün, kendini bırakmamış bir kadındı.Onlar güzeldiler. Aile fotoğraflarında bu iki güzel insanın arasında bir doğal afet gibi duruyordu. Annesi, O'nu kucağına alır, doğumunu, ilk söylediği sözleri, banyodan nasıl nefret ettiğini ve hatta bir bayram sabahı bu yüzden annesinin tertemiz bayramlık mavi elbisesine nasıl kustuğunu anlatırdı. 'güzel yavrum' diye diye O'nu sever,azıcık gıdıklar,top gibi havaya atıp tutar,yumruk yumruk olmuş kel kafasını okşardı.Annesi bir melekti.
İşte o gün, kendisine göre normal olan insanlar için, pırıl pırıl berrak, ılık bir bahar günü, okuldan sonra bu melek kadın O'nu gezdirmek,salıncakta sallayıp, kağıt helva, düdüklü şeker almak için parka götürmeyi teklif etti.İkna etmesi gerekti.
Park iki mahalle aşağıdaydı, oraya ulaşmak için kasabı ,bakkalı, annesi yanında olduğu için kafasına vuramayacak olan dalgacı Ahmet'i, komşu gezmesine gitmekte olan Züleyha Hanımı geçmek gerekiyordu. Babasının O'na öğütlediği gibi davrandı.O bir çocuktu,çocuklar ufak olurdu,ve çoğunun saçı da çok kısa olurdu. Kendinden emin yürümeliydi annesinin yanında. Böyle anlarda bir el boğazını sıkardı, ister istemez iki üç yıl sonra babasının neler öğütleyeceğini düşünür,içi sıkılırdı.
Tek başına yürürken o kalabalık yollarda, insanların bakışlarını kaldırmak sanki daha kolaydı. Şimdi bir tek O'na değil, bir de annesine bakacaklardı.O melek kadın ne kadar güçlüydü.Bizimki sadece bu güzel insanın güzelliğini bozacak diye korkuyordu,elini bırakıp önden veya arkasından yürümek, öylesine yalnız bir çocukmuş gibi görünmek istiyordu. Ama annesi elini hep sımsıkı tutardı.
Çok hızlı olmayan bir marş temposuyla parka vardılar.
Bir ton çığlık, gürültü,aman ne hareket,zıplamalar,koşuşturmalar,sıra kapmalar,sırasını kaptıranların ağlamaları,sıra bulamadığı için gözyaşı dökmeden mızmız ağlayan vızıltılar çıkaran çocuklar,ağlayanların burunlarını silen,elleri çantaları sümüklü mendil dolu bir sürü anne,anneanne,babaanne,bakıcı…
Bütün bu gürültü sanki diniveriyordu, O onları,onlar da O'nu fark ettiklerinde. Hemen kaçıvermek istiyordu, ama annesi inatla O'nu salıncaklardan yana çekti.
Bebekler için olan arkası korumalı olanlarda çok kuyruk vardı,ve kalabalık vardı orada. Bir bebeği sallamak için nedense 3 kadın gelmişti…
Annesiyle salıncakların yanında dikildiler. Birden spor giyimli bir genç kız,' siz buyurun lütfen diyip 2-3 yaşlarındaki şişman bir oğlan çocuğunu salıncaktan indirdi. mesajı almıştı: yazık, O binsin biraz da. Hastalığı ne acaba? Bulaşır mı?
Mesaj nasıl olursa olsun, doğrusu salıncak dünyanın en keyifli şeyiydi.Annesi sanki O'ndan daha çok eğleniyor,anneliğin keyfini çıkarıyordu.Biricik yavrusunu göklere kadar hızla sallıyordu.Salıncak yerden yükseldikçe sanki o güne kadar hiç görmemiş gibi,ağaçlara yüksek dallarına bakıyordu. Yerdeki kumun ,yukarıdan, sahildeki kum gibi dalga dalga olduğunu fark etti. Birden annesi salıncağı yavaşlatmaya başladı ve durdurdu. Annesinin sesini duyuyordu,kalabalık yapan bayanlarla konuşuyordu. O'na dönüp bakmak istemiyordu,çünkü annesi hazır olduğunu zannedip salıncaktan indirebilirdi, biraz daha sallanmak istiyordu. Ama annesi,O'nu koltuk altlarından tutup kaldırdı: biraz da bu kardeş binsin,tamam mı?
Pırıl pırıl yeşil gözleri olan, deli kıvırcık saçlı, esmerce tombiş bir kız çocuğunu, kalabalık eden kadınlardan biri bindirdi,dikkatle salıncağın korumasını kapattı, çocuğa korkmamasını tembihledi, yanağını okşadı ve sallamaya başlayacakken,parkın ilerisinden bir çığlık sesi duyuldu. Yaramaz bir oğlanın, kaydıraktan arkadaşını ittiği, ve bütün o sümüklü mendil taşıyan kadınların dedikoduya dalıp bu olayı önleyemediği,parkta yankılanan 'AYY,fena oluyorum, çabuk doktor çağırın, hanginiz itti yavrumu?' seslerinden anlaşılıyordu.
Pırıl pırıl gözlü kızı bindiren kadınla, bizimkinin annesi de o yöne koştular,kıvırcığın annesi mi halası mıymış neymiş doktormuş galiba…
Pırıl pırıl gözlü kız da,O da uzun uzun o tarafa baktılar.Bizimki O'nunla gözgöze gelmek istemediği için çok daha uzun bakmak isterdi ama kız seslendi: Hala?
Bizimki önce ne desin ne demesin düşündü.' Halan mıydı senin O? -ben doktorum- diye koşturan?
_Evet…
Kızın gözlerinden hala bir mesaj alamıyordu,onunla göz göze gelmiş,konuşmuş,ki bu O'nun için uzun bir konuşmaydı, hala kız O'na acır gibi ya da sen ne çirkin şeysin der gibi bakmıyordu..
_ Benim adım Elif, dedi kız. O kadar saf, o kadar içten, bir o kadar da sevimli geldi ki bu sözler. İnanamadı! Gözleri O'na bakıyor ama bir şey demiyordu, herhalde bu kızın çevresinde hep bücür ve kel çocuklar vardı.
Gülmek istedi, şımarmak…Hem de her çocuğun keyifle yaptığı şekilde, şirin olduğunu, tatlı, dünyalar harikası olduğunu bilerek şımarmak istedi.
O anda annesi gelip,elini sıkıca tuttu,kızın saçlarını okşadı: Hadi ,allahaısmarladık de bakalım bu güzel bayana,eve gitmeliyiz.
İlk kez böyle üzülüyordu ve bu ilki unutması da zor olacaktı. İnsanlardan kaçmak istemiyordu .Tekrar gelmek güzel olurdu parka.Arkadaş olurdu bu kızla, sonra diğerleriyle de belki…
Parkın çıkışına geldiklerinde,annesinin elini bıraktı,yapması gereken bir şey olduğunu fısıldadı, eğer izin vermez ise diğer çocuklar gibi vızıldamaya hazırlanıyordu.Annesi izin verdi ama.
Koşturarak kıza ve yanındaki kadınlara doğru gitti.Bütün bir parkı kısacık bacaklarına rağmen neredeyse uçarak geçti.
_Durun durun..Elif!Dur!
Diğer kapıdan çıkmakta olan kadınlara ve kıza bağırdı.
Hızlı hızlı soluyarak,nazik ama mahçup gülümseyerek,tükürüklerine hakim olmaya çalışarak durdu. Bir çırpıda konuşacaktı,nasıl başlayacaktı ki?İlk kez isteyerek,O'na bir şey sorulmamasına rağmen sadece konuşmak istediği için konuşacaktı. Heyecanından gözü hiçbir şeyi görmüyordu.Kızın pırıl pırıl ,yeşil, görmeyen gözlerini de…
Yeni doğmuş bebeğin çığlığı vardı sesinde:
_Benim adım da Ali!
Figen Erdeveciler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Safiye Karaağaç |
Deli Kızın Türküsü...
Küçük bir kasabaya 3 km’ lik bir mesafede bulunan bir köyde yaşıyordu, küçük kız... İlkokul yıllarında başlamıştı, O' nun bilime merakı. Yaşıtları oyun oynarken O, kurbağa yakalıyordu köyün deresinden, salyangoz avına çıkıyordu yağmur sonraları ve evlerinin bahçesinden çıkan solucanlar kobayları oluyordu O’ nun… Kurbağaların vücutlarındaki yeşil beneklerin sebebi neydi, salyangozların salgıladığı sıvı nerden çıkıyordu, en önemlisi solucanların o vücutlarındaki koyu renk halkaların fonksiyonu neydi acaba? Küçük penisilin şişelerine doldurduğu otların, bir ay sonra aldıkları koku ve renge hiçbir mana bulamıyordu…! Bir keresinde solucanları halkalarını incelemek için kestiğini gören halası, O’ na para vererek bu işten vazgeçirmeye çalışmıştı, ama nafile bilim içindi her şey! Arada bir yaşıtlarının arasına karışarak oyun da oynamıyor değildi, ama çabuk sıkılıyordu oyunlardan! Kafasında binlerce soru vardı çözümlenmesi gereken!
Hele o karıncaların yuvalarındaki düzen nasıl birşeydi bu ya! Saatlerce karınca yuvalarını izliyordu, aralarındaki hiyerarşiyi anlamak için! Yaptığı çalışmalar sırasında babasından büyük bir azar yemesine sebep ise, bulduğu bir fareye canlı canlı penisilin iğnesi yapmasından kaynaklanmıştı!!! Ha unutmadan köpekleri Lesi’ nin yarasına penisilin yerine vazelin sürmesi de ayrı bir vakaydı ya, bilimde olurdu böyle hatalar! Bu kadar çok soru varken kafasında, okuduğu okulda bu soruların cevabını bulabileceği bir kitaplık yoktu hala!!! Aslında kitaplık vardı okulda, ama içinde kafasındaki soruları cevaplayacak tarzda kitaplar yoktu…Tamam,Tom Savyer kitaplarını seviyordu ama bilimsel kitaplar yoktu işte! Öğretmeninin Anadolu Liselerine hazırlanması için getirdiği dergiler,aman Allahım ne harika şeylerdi bunlar!
Baştan sona kaç defa okumuştu o sekiz dergiyi şimdi bile hatırlamıyordu!
Bilimci olmak istiyordu daha o yıllarda ama nasıl olacaktı bu iş, kafası bir türlü almıyordu! Müdür odasından bozma küçük bir sınıfta beş kişiydi,beşinci sınıflar…Çok çalışması gerekiyordu çoooookkk!!! Hedef büyüktü ama koşullar zayıf! O küçücük yaşına rağmen kafasında sadece şu kelimeler dolaşıyordu, imkansız diye bir şey yoktur! Beş kardeşin beşi de okuyordu, ortaokula gitmek bile O’ nun için hayaldi! İlkokulun son senesi okullarının kardeş okul seçilerek gelen kitap yardımları O’ nu nasıl mutlu etmişti!!! Bir sürü matematik dergisi, tarihleri eski de olsa bilimsel dergiler ve hiç duymadığı yazarlara ait kalın romanlar…Bir gün O da, şu mumyalama işinin özünü anlayacaktı okuyarak…Formaldehit gerekiyordu iç organları saklamak için, o da neydi ki??? Soracağı kimsesi yoktu köylerinde, formaldehitin ne olduğunu!Yok yok okuyacaktı ve bilim adamı olacaktı başka çaresi yoktu bunun! Koşullar ne olursa olsun sonuna kadar zorlayacaktı! Ortaokulun ilk senesini çanta yerine siyah bir poşetle tamamlasa da,köy yollarında tipi sonrası kardan adama dönse de, bir keresinde orucunu yolda ağzına düşen bir yağmur damlasıyla açmak zorunda kalsa da bilimci olacaktı işte….!!!!!!
Hiçbir olumsuzluk O’ nu bu yoldan döndüremezdi! Ruhu soru işaretleriyle dolu bir insanı hangi engel pes ettirebilirdi ki!!!!!!
Aradan 17 yıl geçiyor ve yaşı 28 olmasına rağmen hala kocaman küçük bir kız olan o deli ruh, pencereden gözüken boğaz manzarasını seyrederken gözyaşlarını tutamıyordu!!! Pencerenin bulunduğu iç mekan mı??? Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü... Ben de inanamıyordum bu olanlara ama böyleydi işte………!!!!
Genetik, deli kızın beynindeki soru işaretlerinin hepsini cevaplamaya yetmiyordu ama bir parça da olsa mutluydu bulunduğu yerde... Deli kızın türküsü de buydu işte, hayatın en dertli melodisini çalan gönül bağlamasında!!! Susma bağlamam, tezenen parçalanandığı ana kadar çal en dertli ezgini...
Safiye Karaağaç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
GÖKHAN
İşin o yapış yapış enerjisiyle kendimi sokağa atıyorum. Bacaklarım stresten kaskatı. Yürümeliyim… Belki o zaman hem bacaklarım hem ruhum açılır biraz olsun! Gri, lacivert, siyah ve kahverenginin asık yüzlerinin arasında nasıl gevşeyeceğimi bilemeden ilerliyorum. Yazı neden geç kaldı? Hale Hanım neden öyle dedi? Bilgisayarlar yine neden çöktü? Hiç farkında değilim, bugün yine çok mu kahve içtim? Cep telefonumun faturasını ödemeyi unutmuşum, acaba yarın keserler mi? Avans çeksem mi? Yarınki toplantıda ne giysem acaba? Yağmur yağacak mı? Yağarsa yine çizme giymem gerek, çizmeye hangi kıyafetimi uyduracağım? Saçımı sabah mı, akşam mı yaptırsam?
Geceden kalmalar gibiyim. Tek farkla; ben günden kaldım! Üstümden başımdan iş akıyor. Böyle de eve gidilmez ki canım! Sofrayı kur, yemek ye, sofrayı topla, çay yap, Aliye başlayacak televizyonun karşısına kurul, tüm gece doğru dürüst tek kelime etmeden, kocasının, çocuklarını kendisinden kaçıran ve hiçbir şey yapamayan bir kadının başından beri hiç değişmeden sürüp giden öyküsünü seyret. Sonra kalk iyi geceler de ve yat! Olacak iş değil ya… Gülümsemelerimi hangi dolaba kaldırdım acaba? Neşemi hangi çekmecede unuttum? Hemen bulmalı ve havalandırmalıyım. E ne olacak ki? Yarın yine aynı şey. Değişmiyor, hiç değişmiyor!
İşte bunları düşünürken onun güler yüzü çarpıyor gözüme. Uzaktan tombul yanakları al al olmuş bir delikanlı bana el ediyor. "Nasılsın ablam?" diye bağırıyor mesafeye aldırmadan. "Gel bir çayımı iç!" Bir anda günün tüm stresi arkamda kalıyor. Mucize gibi! Bacaklarım açılıveriyor. Yüzüme bir gülüş konuyor ki sormayın gitsin. Sanki uçarak gidiyorum yanına.
Gökhan. Henüz 19 yaşında. Tombul bedeni yıllarla biraz toparlandı sanki. Ben onu gittiğim bir kurstan tanıyorum. Orada çalışıyordu. Sonra ayrılarak amcasının çiçekçi dükkanına geçti. Güven Park'ın yanında Kızılay'ın artık sembollerinden biri haline gelmiş çiçekçilerinden biri o da. Bir renk cümbüşünün içinde güler yüzüyle insanların hayatını renklendiriyor. Ama en çok benimkini!
Ne zaman oradan geçsem elime bir küçük gül tutuşturuyor.
Neşesi bulaşıcı. Bütün akşamım keyifleniyor o küçücük gülümseyişle.
O bilmez bendeki mucizesini.
Düşünüyorum. Acaba ben birilerinde böyle bir mucize yaratabiliyor muyum diye? Birileri sadece yanımdan geçerek mutlu oluyor mudur acaba? Günü güzel geçiyor mudur? Kaç kişiye gülümserim ki ben böyle? Kaç kişiye sırf içimden geldi diye bir gül uzatmışımdır?
Ya siz? Hiç düşündünüz mü bunu?
Teşekkür ederim genç dostum. Daha doğrusu bu yazıyı okuyan herkes adına; teşekkür ederiz Gökhan!
Elif Bengü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Köpek Giren Eve...
Bunların soyuyla
ilk tanıştığımda,
yeni evliydim
"halâ".
Hanım tutturmuştu;
"köpek!"
yahu, evde var
bebek?
Dedim ya,
evlilikte var yenilik,
"peki" demişim, haberim yok ya,
yapmışım bir enayilik!
Aç-bilaç, yorgun,
bir gün geldim evime,
kapıyı açmak ne mümkün?
İçeride bir canavar,
dışarı geliyor gürleme!
Mecbur, girdim içeri,
önce gördüm sivri dişleri.
Baktım, "o şey" gidiyor geri,
yüreklendim o an, yürüdüm ileri.
Belki bir karış boy,
al, mendil cebine koy.
İki koca kulak, ip kuyruk, yok eti;
o ses olmasa, dersin, sıpa maketi.
Sordum eşime;
"güzelim, bu ne?"
Yanıtladı neşeyle,
"O bir Meksika'lı çingene!"
Çingenelere laf söyletmem,
iyi bilirdi;
yemiştim golü,
maçı bitirdi.
Çaresiz, tamam dedim.
Uzatmayacağım.
Ama, şartım var;
adını ben koyacağım.
"O şey"e dedim, adın Gipsy,
bu kardeş, bu ana,
ben de baba,
bu kadar ailemizin hepsi.
Onunla geçen
günler, aylar, yıllar...
güzeldi gerçekten,
anlatsam, yetmez sayfalar.
Her şeyin var ya
bir başı, bir sonu,
yaptı bize 1 Nisan'da şaka,
oynadı son oyununu.
Yaşam, her canlı için aynı,
ayırmıyor çiçek, böcek, insan.
Kabullenebilirsin bu gerçeği,
yuvandaki meleklerden
destek alır, destek olursan.
Şimdi, bir başka dost evimizde,
hangimiz önce gider bilinmez,
yaşı benden çok genç, boyumuz aynı,
"yemek!" dedi mi, komutu ikiletilmez!
Bu kadar yazabildim, ite-kaka
fazlası elimden gelmiyor.
Çek(iniz) patini(zi) klavyeden ŞAKA,
yandakine mouse derler,
köpeklerce yenmiyor.
***
Son sözüm:
Diyor ki birileri; köpek giren eve melek girmez!
Yaradan'ın yarattığını sevmemeye benim gücüm yetmez.
Bu günah ise -ki ulema bilir, ben ne bileyim?
Çocuğuma, eşime şeytan diyenlerin alimliğinden;
bırakın da hakkım olsun, şüphe edebileyim.
Müfit Uzman
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Erman Suan <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.973 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YAŞAMAYALIM!
onu oraya koyalım
bunu buraya koyalım
şurasını biraz toparlayalım
misafirler gelecek
aman geç kalmayalım!
şarkılar mırıldanmayalım
yanlış anlaşılır
hikayeler yazmayalım
hiç anlaşılmaz
ayıp olur,
sevap olmaz!
sesli gülmeyelim
avam kaçar
sessiz kalmayalım
eziliriz
sabir etmeyelim
içimize atarız
için için yanmayalım
sonra taklit yapamayız!
sevgilim demeyelim
tadı kaçar,
kendimizi çekelim
yoksa herkes kaçar!
yaşamayalım
yanlış olur,
herkes alınmış olur...
Öykü Özü
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Mynet'in yeni bir çalışması daha var http://nevaria.mynet.com/Detay.asp?ID=30933 nevaria isimli bu e-ticaret sayfasında her türlü sıfır veya ikinci el ürününüzü açık arttırma metoduyla satabiliyorsunuz. Kısa yola tıklayıp girdiğinizde yapılan açık arttırmalardan bir adet örneği göreceksiniz. Bu sayfaları ister satın almak ister satış yapmak için güvenle kullanabilirsiniz. İyi alışverişler.
...Teslimat tarihi olarak da 10 Haziran'ı senetler hazırlanırken belirttim. Teslimat tarihi gelip de, evime gelen mobilyaları gördüğümde çok sinirlendim. İlk olarak yemek odası takımı benim istediğim renk değildi. Ben sütlü kahve tonlarında bir mobilya beğenmiştim, ama gelen resmen koyu kahve rengi idi. Düğünüme de 16 gün kaldığından, çalıştığımız için, yeni model beğenmeye ancak 2 hafta sonu kalıyor, mecbur gelen mobilyayı kabul ettik... Sizin de şikayetiniz varsa http://www.sikayetvar.com/
Çok kuvvetli olmamasına rağmen size hoş bir midi müzik arşivi öneriyorum. http://www.geocities.com/Area51/Zone/1075/midi2.html Dediğim gibi çok kapsamlı değil ama hoş midi'ler mevcut.
...Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen... http://kumyup.ku.edu.tr/kp.htm Siz Küçük Prens'i okudunuz mu? Ya çocuğunuz?
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Spy Sweeper 4.5.5 [8.1 MB] Windows 14 günlük Deneme (29.95$)
http://www.webroot.com/shoppingcart/tryme.php?bjpc=64011&vcode=DT02 İnternete bağlanan her bilgisayarın mutlaka edinmesi gereken bir program. Eğer bilgisayarınızda durduk yerde pop-up reklamlar çıkıyor, tarayıcınız kendiliğinden birtakım sitelere bağlanıyorsa hiç vakit geçirmeden bu programadan edinin derim. Spyware, Malware denilen reklam programlarını temizleyebilen ve koruyucu kalkanıyla bir daha etkilenmemenizi sağlayan yetenekli bir program. Ben dikkatliyim demeyin, 14 günlük denemeyi yükleyip kullanın. Bakın görün neler çıkacak bilgisayarınızda. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|
|
|
|