|
|
|
23 Kasım 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İsviçre'ye bir tepeden baktım!.. |
Merhabalar,
Artık eminim. Bizim kantarın topuzu ile ilgili bir sorunumuz var. Bu topuz ya göründüğünden ağır ya da lastik top gibi zıp zıp. Nereye nasıl konacağı hiç belli değil. İsviçre maçından beri yazılanları üşenmedim kronolojik sırayla inceledim. İlk gün saklanan Şifo çelmesini görmeden yazılanlarla çelmeden sonra yazılanlar arasında uçurumlar var. Aklıselim nerede? Sıkıysa ara bul. Çelmeden önce İsviçre'ye demediğini bırakmayanlardan biri de benim. Ama ertesi gün başlangıç tekmesine şahit olunca düşüncelerim değişti. Yok öyle İsviçre melek Türkiye şeytan edasında değil, sadece görünenle gerçeğin farklı olduğunu anladım ve sustum. Ben sustum ama canımın içi medyatik skor yazıcıları boş durmadı. Ne düzenbazlığımız, ne barbarlığımız ne de hıyarlığımız kaldı. Ne gariptir ki bunu diyenler ilk maçta olmayanları olmuş gibi aktaranlardı. Bunların hiçbirine katılmıyorum. İsviçre'ye karşı bir psikolojik oyun oynandı, sonu hüsranla bitti. Ama tek bir gol eksik yesek ya da fazla atsak oyundan galip çıkmış olacaktık. Ve şu anda değme fairplay havarisi kesilen skor yazarlarının tümü bu ekibi yere göğe sığdıramayacaktı.
Gelin şöyle bir olaylara bakalım. Havaalanındaki karşılama biraz abartılı oldu doğru ama otobüse atılan yumurtalardan gayri şiddete yönelik bir eylem olmadı. Oysa adamlar can güvenliği bahanesiyle antremanı iptal ettiler. Provakasyon başladı. Maç öncesi ve maç esnasında birkaç ufak şey dışında hiçbir taşkınlık yaşanmadı. Milli marşın ıslıklanması yanlıştı belki ama o da bir karşılıktı. Maç sırasında futbolcular arasında olan elektriklenme her maçta olabilecek sıradan sürtüşmelerdi. 25. saniyede geriye düşmüş bir takım aslanlar gibi oynayıp 4 gol attı. Maç bitti, herkes kaderine razı boyun bükmüşken İsviçre'nin medeni futbolcuları tabanı yanmış tazı gibi soyunma odasına koşmaya baladılar. Hiç kimse neden diye sormadı. Herhangibir saldırı mı olacaktı? Kesinlikle hayır. Belli ki devre arasında alınan talimat gereği, sonuç ne olursa olsun, nişadır sürülmüş gibi koşulacaktı. İşte provakasyonun Allahı. O sırada sessiz sakin yürüyen Şifo, yanında koşan tazılara gülümseyerek çelme takar gibi yaptı. "Ne koşuyorsunuz oğlum, tabakhaneye ...mu yetiştiriyorsunuz?" demekten öteye gitmeyecek bir hareket. Yanlış mı? Evet o ortamda yanlış ama masum, çünkü insiyaki. Arkasından İsviçreli'nin tekmesi ve çığrından çıkan olaylar. Olaya bilfiil karışan sadece Alpay ve Emre. Takımın sabıkalıları. Her maçta hır çıkarmaya hazır yaradılışta 2 futbolcu. Yok Terim saldırın, 6 numarayı tekmeleyin demiş. Bunların hepsi palavra. Bu derecede kritik bir maçta olabilecek en sıradan olaylar başta FIFA Başkanı ve sonrasında bizim aslan medya tarafından beslenip büyütüldü.
Bunun bir ayarı yok mudur? Ya en milliyetçi tavrımızla olan biteni yok sayıyoruz ya da abartılı demokrat tavrıyla abarttıkça abartıyoruz. Kendi içimizde yanlışlarımızı görmeye, düzeltmeye çalışmaya eyvallah ama böyle kör gözüm parmağına Dünya aleme kendimizi rezil etmeye hakkımız yok. Ben o maçı unuttum bu geceki Milan'a bakıyorum artık. Umudumu kaybetmedim. Hoş kaybetsem ne olacak? Kendi kendimi dolduruşa getirmekle kalacağım. Hiç olmazsa şimdi çekirdeklerimle, biramla heyecanlı bir maç izlemeye hazırım. Sonuç önemli ama Dünyanın sonu değil.
Bugün sportif bir irdeleme yaptık. Gelin şimdi bir güzel enstrümental şarkı dinleyelim. Son zamanlardaki güzel albümlerden biri Can Attilla'nın Cariyeler ve Geceler isimli albümünden Rozalina. Diğer şarkılar için albümü alıp mutlaka dinlemelisiniz. Hoşçakalın
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Saklı Kahve : Tuğba Çamlıbel Deniz'e... |
|
Türk filmi sevdalarını düşledik gönüllerimizde. Sonu en mutlu bitenlerinden olacaktı her seferinde. Hani senin en sevmediğin, vıcık vıcık romantizm kokanlardan olacaktı aşklarım, yaşadıklarım, belki kavuşmalarım.
Oysa çokları belki çok önce fark edip söylemeye başlamıştı "hayatın filmlerdeki gibi yaşanmadığını."
Kız kirletilmiş bile olsa, mutlaka temize çıkartırdı ya da tutup kopartırdı onu o hayattan yakışıklı prensi, çocuğunu kaybeden bulurdu, babasından daha doğmadan ayrılanlar kavuşurdu, köyün eski ahşap penceresinden bakan iki saçı örgülü genç kız bir gün kavuşurdu işte beyaz atlısına...
Böyle sevdaların peşine düştüm daha bebecik yaşta. Gidenler bir gün mutlaka dönecekti, mutlaka açacaktı saksımdaki solan çiçek yeniden, her biten gün yenisiyle merhaba diyecekti sabahlarıma, başarısızlıkların bile meyvesi toplanacaktı ve yaşam sepetinde birikecekti bir şekilde...
Tüm bunları neden mi söylüyorum bu dolunay akşamında, seyrettiğimiz yakamoz pırıltılarına...
Farklıydın...Girişin farklıydı yaşam kapımdan içeriye, izleyişin, sevişin, daha henüz sarf etmediğin kelimelerin, verilecek sözlerin.
Oysa defalarca söz vermiştim gözlerine, geleceğe hep sus oyunu oynayacaktık. Aşk oyunumuzu oynayacaktık sen koca aklınla ben minik yüreğimle. Kimin galip geleceği ilk defa önemli değildi. Çünkü hem galip, hem mağlup olmayı çok önceleri öğrenmiştik hayattan.
İşte bizi birbirimize bağlayan, seni bana getiren en önemli güç buydu. Benzerlik...
Ama bu bir sevdayı yürütmeye yetmiyormuş kırmızı kanatlım. Bir aşk sırf bunun için elde tutulamıyormuş. O yaralar ne kadar benzeşse de merhem yine de bulunamıyormuş.
Aşkın en doruk noktasına tırmanmaya çalışıyorsun şu aralar aklın sıra...Ama şimdiden gördüm gözlerinin ırak vurgununu. Şimdiden bildim daha başından belli oyunumuzun sonunu. Son sahneyi geciktirmekten öteye geçmeyecek araya dizmeye çalıştığımız replikler.
Hasret kol geziyor ortalıkta. Vuslat ne sende, ne bende ne de zamanda...
Sevgili, acıtma canımı daha. Al ırak gözlerindeki ateşi. Benim onu yakmaya mecalim yok daha. Gecelerimin serinliği çabuk söndürür o ateşi. Varsın olsun hasretin kabul. Bir ateşi de benim için söndürme ne gözlerinde, ne de yüreğinde...
Ve sana dair tek dileğim; artık üzülme...
Tuğba Çamlıbel tugbacamlibel@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir |
GİTME SEVGİLİ SADECE SONSUZA KADAR UZAĞIMDA KAL..
Bir kalabalık var burada tam burası
Ne bir adım eksik ne fazla
Kocaman bir kalabalığın ortasındayım
Hepsinin ortasında ben varım
Çemberin yarı çapıyım
İletki yalnızlığımı ölçemeyecek!
Pergelin kalemi kırıldı
Belki yalnızlık belki de hasretinden
T cetveliydin ömrümün
Kalemimin ucuydun; kutudaki son saklı duran
Divitimin mürekkebi..
Yazılıya girdiğim silgim..
Silgi yok!
Kalem kırıldı
Divit biraz önce döktü mürekkebini, tekmeledi..
T cetveli yok oldu
Pergelin gevşedi vidası..
İletki artık iletisiz bir boşlukta asılı..
Dağıldı kitaplar
Kalabalık burada hala
Ben hep ortadayım
Çemberin yarı çapı
Pi sayısını hesaplayan öleli öyle uzun oldu ki..
Sayısız yıllar bitti..
Tren düdüğü ama hayır
Trenin de ölmüştü bekleyeni..
Raylar hep aynı yola götürüyor
Ne kötü!
Biri döşemiş
Biz bir ömür gidip geliyoruz
Bir ömür gidip gelmek.
Hep aynı raydan
Ne bir demir eksik
Ne bir demir fazla
Kalabalık burada
Ben tam ortadayım
Çemberin yarı çapı..
Kadın ağlamaya başladı..
Sus diyemedi adam
Sadece usulca tenine dokunmak istedi
Yapamadı! Metabolizmasından iliklerine kadar suçluydu
Geri çekti elini
Cebine koydu
Cebinde bir boncuk evet ama koyalı bir asır bitmemiş miydi
Kadını ilk doğum dönümü armağanı
Sıradan, basit bir boncuk
Sıradanlıktan siyahlığı kurtarıyordu
Evet siyahtı boncuk
Kadının gözleri gibi zifiri, bilinmez bir siyah….
Adam boncuğu asırlık bir astarsızlığın içine saklamıştı yıllarca..
Asırlar bile dindiremezdi içinde devinip duran bu küçük, siyah sıradan acıyı..
Boncuğu çıkardı cebinden
Asırlardır cebinde tutsak kıldığı boncuk özgürdü şimdi
Boncuk kadın kokuyordu
Ama kadını değil..
Sıradan, kalabalık kadınların harmanlanmış suçluluğu kokuyordu..
Adam ağlama diyemiyordu
Dokunamıyordu..
Çığlıklar izole edilmemek için direnen bir suskunluğa öykünüyordu..
Suçluydu adam evet ama yoksa Dostoyevski’nin Suç ve Cezasından hiç haberi yok muydu
Hayır vardı bu suç temizlenmiyordu
Hani kirlenmiş yeri çamurlu bir bezle temizleyebilme çabasızlığı..
Elleri öylesine katran bir siyahlıkla bezenmişti ki kadına dokunamıyordu. Aynı odada çok uzak ülkeler düşlüyorlardı. Birazdan devrildi sürahi...
Su betonu ıslattı. Kadın, çıplak ayak yürüyordu cam kırıklarının üstünde. Sessiz çığlıkları adamın boğazına dolanıyordu. Kadına dokunamadı adam! Öyle ki dokunursa kanayanlarının katranlaşacağından korkuyordu...
Rüzgar kadının saçlarına dokundu. Perdeyi savurdu. Adam ve oda öyle savruktu ki zaten rüzgar bu savrulmuşluğa dert ya da derman olamıyordu..
Kadın, adam, boncuk, siyah ve tren..
Perdeler, sürahi, cam kırıkları ve rüzgar
Boncuk asırlık bir tutsaklıkta özgürdü artık
Kadın ağlarken adam dokunamayacak kadar aforoz edilmiş bir suçluluğa tutsak kılmıştı gecenin güneş yanığını
Artık ne gün batıyor
Ne şafak atıyordu. Yalnızca boş koridor soğukluğunda kalabalık bir aşklaşma bitiyordu..
Evet ama neden çember pergeli bulamıyordu???
Gitme sevgili sadece sonsuza kadar uzağımda kal...
Sarahatun Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Dilek Bayraktar |
OLMUYOR NE SENLE NE SENSİZ
Biten aşkların, körelmiş sevgilerin ve yıpranmış ilişkilerin arkasından bu kadar uzun bakmazdım eskiden..
alışamadı gönlüm hala ayrılıklara
bırakın alışmayı her ayrılık bir öncekinden daha ağır gelmeye başladı...
her ayrılık biraz daha fazla acıtıyor canımı!!!
Neyi paylaşamıyoruz?
Nedir bizi mutsuz eden??
Aradığımızı bulamamak mı???
Ne arıyoruz ki????
Biraz saygı, sevgi, güven biraz ilgi, alaka
işte hepsi bu kadarcık
Geceden sabaha uzanan sessiz ve karanlık saatlerde yastıklarımızı ıslatan göz yaşlarımızın nedeni aslında bulamamak değil, yaşanmışlıkların verdiği o hazmedilmesi güç acılardır.
acı verir sevdiğinizin yanında yalnız kalmak,
acı verir yıldızların altında birlikte hayal kuramamak
acı verir birlikte gülüp, omzunda ağlayamamak,
acı verir aynı çatı altında iki yabancı olmak
acı verir sıradan, gündelik bir hayatı paylaşmak...
acı verir yokluğunuzun fark edilmeyişi, sevdiğinizin vazgeçilmezi olmayışınız...
Tüm bu acılara rağmen bitiremezsiniz sevginizi.. Belki düzelir diye beklersiniz. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalayıp durur. Gel gör ki, değişen hiçbir şey yoktur. Zamanla isyan etmekle kalmaz, içinizin kin ve nefretle dolmaya başladığını hissedersiniz.
Son bir umutla haykırırsınız; 'anlamıyor musun bitiyor içimde bir şeyler '
belki sizi kaybetmemek için gönlünüzü almaya çalışmasını beklercesine.
Ama nafile..
Duymaz sesinizi, görmez çırpınışlarınızı.
Sevdiğini söyleyen insan neden kılını bile kıpırdatmaz?
İnsan sevgisine sahip çıkmaz mı??
Sevdiğinin gidişine göz yumar mı???
Gerçekten anlamaz mı yoksa anlamak istemez mi anlayamazsınız!!!
Haksızlığa uğramış, aldatılmış, aptal yerine konmuşsunuzdur.
Aynı evi ve hayatı paylaştığınız sevdiğinizle olan geleceğinize umutla, güvenle ve parıldayan gözlerle bakamazsınız artık. Geçmişte yaşanmışları düşündüğünüz her defa biraz daha uzaklaşırsınız ondan.
Onun için ayaklar altına aldığınız gurur ve kişiliğinizin diriliş vakti gelmiştir artık. Nereye kadar sevgi uğruna ezebilirsiniz sizi siz yapan değerleri?
Ona verilecek en büyük cezanın sensiz kalması olduğunu düşünüp onunla birlikte kendini de cezalandırırsın ayrılık kararı verdiğinde...
Ayrılığı her düşündüğünde, karnın ağrır, başın zonklar, tansiyonun düşer, kalbine kramplar girer..
uyumak haramdır artık geceleri yalnız yatağında acı içinde bir sağa bir sola kıvranır durursun..
yolda gördüğün her mutlu çiftin arkasından baka kalır, sessiz sessiz ağlar için...
eğer biraz şanslıysan bu sancılı dönemi ufak tefek ruhsal ve fizyolojik sıkıntılarla atlatır
ve hala sevgiden umudu kesip hayata küsmemişsen yeni sevgilere yelken açarsın.
Umutla yelken açarsınız açmasına da kaç kez aşık olup sevebilirsiniz, kaç kez yaşamınızı adayabilecek birine rastlayabilirsiniz ömrü hayatınızda??
Dilek Bayraktar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Fatoş Yılmaz Kavak |
Yaslanın arkanıza Safranbolu'ya gidiyoruz.
Günaydın ne güzel bir sabah değil mi?
Uyanamadım daha ama bir kahve yollar mısınız?
Evet! Aldım. Teşekkür ederim. Şimdi! Sizinle bir yolculuğa daha çıkalım mı?
Bu gezimiz Kastamonu Eflâni ve Safranbolu olsun size orada yaşadıklarımla biraz da olsa oraları tanıtmaya götürüyorum.
Benim arabamla gideceğiz. Ben hızlı araba kullanmam hele çocuklar varsa pür dikkat kesilirim. Bir de uzun yol seyahatlerimde sık mola vermeye bayılırım. Dört saatlik yolu sekiz saatte çıkaran ender insanlardan biriyim. Ama korkmayın mola yerlerini güzel seçerim.
Şimdi yaslanın arkanıza ve sanal olarak benle bu yolculuğa çıkın. Keyifli yolculuklar diliyorum.
Temmuz ayının son günleri ve ben çocuklarla arkadaşımın yazlık olarak yaptırdığı Kastamonu Eflâni'ye köylerinden birine gitmeye karar verdim.
Yolculuklara çıkarken olmazsa olmazlarım vardır. Mesela kitaplarım, güneş gözlüğüm, şapkam, güneş kremim müzik kasetlerim hele de Mercan dede su albümü, bunlar olmadan çıkmam.
Hazırlıklar bitti. Yola çıktık.
Yolda mola verdiğim yerler muhakkak sıra dışıdır. Beğendiğim yerlerde özellikle manzara ve ağacı bol olan yerlerde mola vermeye çalışırım.
Birkaç moladan sonra bir yerde mola verdim ki; tepelik bir yer, karşımda büyük bir göl ve ben çayımı insanlardan kaçmayan hindilerle içtim. Süperdi.
Oradan ayrılırken çocuklara "kapıyı açık bırakın bir yolcu alacağız" Dedim.
Çocuklar istemedi."Gulu gulu" sesi hoşlarına gitmemiş ne yapalım. Hindiye hoş kal demekten başka çare yok.
Eflâni'ye ye kadar tüm manzaralı yerlerde durdum. Neyse çok rahat bulduk köyü. Arkadaşın evi köyün içinde değil tepede ve ormana çok yakın, her yer ağaçlarla çevrili, Safranbolu evlerindeki mimari tarzında yapılmış üç katlı bir ev
iç malzeme, cephe tamamı ahşap, hele bir misafir salonu vardı ki görülmeye değermiş inanın. Biraz bahsedeyim.
Yer ve tavan tamamen ahşap, tavan el oyması motiflerle ayrı bir anlam kazanmış oda tamamen sedirlerden oluşuyor. Mobilya kısmı gene ahşap ve el oyması, Üzerinde ninelerimizden kalma el yapımı örtüler, pencereler cumbalı, perdeler gene el yapımı, salonda bir de müzayededen alınma sedef kakması sallanan bir koltuk var. Bakır mangal ve nargile, gaz lambası şeklinde avizeler ve en güzeli Safranbolu'ya ait olan bir tarz ortada bir havuz.
Ay! Bu kadar yeter orada olup sedirlere bağdaş kurup mangalda kahvemi yapım içmek geldi içimden yani…
Günün geri kalanını ve geceyi yol yorgunu olduğumuz için evde sohbet ederek geçirdik Balkonlar harika! Manzara süper! Bu kadar yeşili bir arada gördüğüm için mutlu oldum.
Ertesi gün bir sabah kahvaltısı yaptık ki anlatamam kuş sütü eksik her şey doğal ve anında servis…
Yumurtalar, süt, domates, biber, salatalık, bal üç günde yiyeceğimizi bir sabah kahvaltısında yedik. İstanbul da sonra spor salonlarına koştur. Olsun ya! Değerdi.
Kahvaltıdan sonra Safranbolu'ya gitmek üzere yola çıktık.
Sahip olduğu kültürel miras ve bunların korunmasındaki başarısıyla UNESCO tarafından dünya miras listesine alınmış 1200 koruma altında eser bulunuyormuş Safranbolu da çok güzel ya!
Saat öğle üzeri arkadaşın köyünden sonra burası nasıl sıcak boğuldum. Yol kenarında tek ağaç bile yok İlk ziyaret Asmazlar konağı aynı zamanda otel olarak da hizmet veriyor. Şirin elma ağaçlarıyla dolu bahçesi var. İçerisi de çok hoş, ortada kocaman bir havuz var. Havuzda bir çeşme sürekli akıyor. Konaklarda genellikle bulunan bu havuz ve su sesi özellikle yapılıyormuş kalabalık oturulduğu zaman konuşmalar duyulmasın diye, güzel düşünülmüş, bir kahve içtik. Oradan ayrıldık.
Benim çok sevdiğim kaymakamlar konağındayız. Ay süperdi. Mankenlerle canlandırma yapılmış çok hoş,bir oda var ki burada beyler çilingir sofrasında canlandırılmış mankenler çok hoş gerçek gibi ..
Mutfak çok iyi tasarlanmış, hamur açma odası ayrı ve odaların en güzeli bu evde yaşamış son gelinin odası ve bahçe süper…
Kapı girişi kadınların ve erkeklerin kullandıkları olarak ikiye ayrılmış, bu konak çok hoşuma gitti.
Konaktan ayrılırken dar Arnavut kaldırımlı bu sokakta inanmazsınız belki ama gene bir kedi… "Canım benim ya!" hemen ayaklarıma doğru geldi. Kedileri kendime çekiyorum ya! Var bir şey ama anlamadım.
Sizce?
Cinci han çok güzeldi. Biraz alış veriş yaptık. Cinci hamamı da varmış ziyaret edilecek. Hizmet veriyormuş aman kalsın istemem sıcaktan mahvoldum zaten.
Ben artık sıcaktan yürüyemiyorum. Sürükleniyorum adeta elimde su her tarafıma döküyorum. Saçlarım sırılsıklam ama gene de geziye devam…
Hıdırlık tepesine çıktık. İki anıt mezar ve saat kulesi kullanılmayan hapishane binasını gördükten sonra "Valla kanyonuna gidelim" dediler.
Son gayretlerim artık başım ağrımaya başladı. Uzun sayılacak bir tepeye tırmandık ki ne göreyim aman! Yarabbi! Bu ne güzellik ya! Muhteşem! Sanki zirvedesiniz. Dünyanın en büyük kanyonları arasındaymış Gökyüzü ayrı bir güzel elinizi kaldırıp bulutlara değebileceğinizi zannediyorsunuz. Beni geri dönmeye ikna etmeleri epey zor oldu. "Güneşin batışına kadar burada kalmak istiyorum" dedim de neyse indik.
Herkes yorgun düştü. Çocuklar Hızar mağaralarına gidelim diye tutturdular ama biz de enerji tükendi. Başka sefere artık ama bir daha sonbahar ya da ilkbaharda gezmeye gelmek lazım Safranbolu'ya. Eve gelince bu seferde soğuktan titredim. Tepe ve ormanla ev iç içe olunca epey serin oluyor ve çıt yok. Nasıl bir sessizlik anlatamam İstanbul'un gürültüsünden sonra harika geldi. Mercan Dede su albümü, ney sesi de buna eşlik edince inanın bir sene daha çekerim İstanbul'un gürültüsünü yani.
Üç günlük bir geziydi. Son günümüzde yolculuğa çıkmadan çocuklar maç yapmak istediler.
Onlar maça biz ormana doğru yürüyüşe, arkadaşın eşi yanına av tüfeğini almış ben ise avdan ve silahtan nefret ederim. Görmeye bile katlanamam neyse ben ağaçları inceliyorum. Onlar boş yere atış yapıyorlar. Yeminler veriyorlar "bir kere at "diye, aman ya! Sonunda yeminler hatırına tüfeği elime aldım. Hiç sevmediğim bir şey yapıyorum. O kadar sinirlenmişim ki, arkadaşın eşi" ben seni tutayım geri teper" diyor. Duymuyorum.
Amanın! Amanın! Bir metre geriye doğru bir düştüm ki sormayın omuz ağrıma mı yansam kulaklarım o gün sesleri algılayamadı. Ona mı yansam.
Bir de erkeklerin vazgeçilmezlerindenmiş at, avrat, silah, hadi ya! Atı, avradı anladık da silahı anlamam mümkün değil, beyler elinize kitap alın. Çiçek alın. İnsana bu yakışır.
Bu tecrübe ile asla sevmeyeceğim bir şeyi denedim. Sonuç aynı…
Evet! Geldik gezimizin sonuna aslında daha çok gezecek yerler vardı da zaman yoktu. Benim yerime de diğerlerini siz gezin. Anlatın.
Uzatın ellerinizi hadi! Uzatın.
Bir elinize papatya demeti, diğer elinize de hoş bir kitap gönderiyorum. Papatya solabilir ama kitap solmasın.
Avucumda sevgi, hoşgörü, sadakat, dostluk tohumları var. Hop! Üfledim. Size doğru hem de yakalayın.
Bir daha ki yolculukta buluşma umuduyla
Fatoş turizm seyahati seçtiğiniz için teşekkürler…
Fatoş Yılmaz Kavak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Bayram Leventoğlu |
ALATİRİK
Çocukluğum elektiriğin şehirlerde yeni yaygınlaştığı yıllarda geçti. Akşam olunca, şişeli lambanın titrek ışığında, yer minderlerine oturur muhabbet ederdik. İnsanların, birbirlerini dinlemekten zevk aldıkları, muhabbetin en güzel yıllarını yaşadığı yıllardı! Herkes, söz sırası geldiğinde konuşur, diğerleri pür dikkat dinlerdi. Çocuklar bile konuşur, sorunları varsaderilirdi. Ailede gizli saklı olmaz, tüm sorunlar bir odada konuşulur, büyüklerce karara bağlanırdı. Sorunlara ortak edildiğimizden sorumlu olmayı öğrendik!
Anne ve babamızın,iş yerlerindeki sorunlarını,onlara iyi ve kötü davranan,amir ve arkadaşlarını isimleriyle bilirdik. Dedemin,köydeki tarlalarına sahiplenmeye kalkışan larla,babamın,mahkemelerde verdiği savaşı, Hakim, katip, mübaşir ve davalı adı ile bilirdik. Sanki, mahkemede, keşif de bizde vardık,babamızın yanın da gibiydik. Bazen aile içi kavgalar olurdu. Küçük büyük araya girer, kavgayı yatıştırır, yanlış anlamaları ortadan kaldırmaya çabalardık. O uzun gecelerde, o gölgelerin krallığında yaşadığımız yıllarda haklıyı, haksızı ayırdetmeyi, nefreti, karasevdanın bir sevgi olduğunu öğrendim.
Komşularımız vardı, gerçek dostlarımızdı. Hani derler ya "sevinçli ve üzüntülülü anlarda hep birlikte" gerçekten öyle idik. Çoğu gecelerde ya misafirimiz vardı,ve ya misafirliğe giderdik. O küçük, yarı karanlık odaları hatırlıyorum, misafirlerimizin bakışlarıyla aydınlanır, muhabbet sihrinin etkisiyle genişlerdi! Dertler anlatılırdı çoğunlukla, ara sıra sevinçler! Komşularımızla büyük bir aile gibiydik.
Sinemalarımız vardı, her hafta sonu gecesi komşularımızla birlikte olduğumuz, yazlık ve kışlık sinemalarımız vardı. Memedeki bebeler, zor yürüyen nineler, dedeler bile sinemada idi. Ne bebek ağlaması, ne de sahoş narası, keyfimizi bozamazdı, çünkü, bebe de bizimdi, sarhoş oğlan da!
Yazları, her pazar, konu komşu bir kamyonun kasasına doluşur, Samsunun mesire yeri Matasyon'a giderdik. Deniz kenarında,çam ağaçlarının gölgelediği,bir yer yüzü cenneti idi. Yenilir, içilir, gramofonun cızırtılı nağmeleriyle göbek atılır, denize girilirdi. Ağaçlar arasına kurulan salıncaklarda sallanır, gazete kağıtlarını sıkıştırarak, iplerle tutturarak yaptığımız toplarla ayak topu, el topu oynardık. Futbol voleybol bilmezdik. Her şeyin türkce söylendiği yıllardı! Akşam alacasında, komşunun kamyonuna biner evimize dönerdik. Yorgunluğun bile insanı dinlendirdiğini o günler de öğrendim!
Evimizin köşesine kocaman bir kuyu kazdılar, at arabası ile getirdikleri bir demir direği o çukura dikip etrafını betonladılar. Belediyeci amcalara sordum; Bu direk ne için amca?
Alatirik ola alatirik diregi!
Alatirik mi,o nedir amca?
Geceleri ışık yanir, sokkak ala çiçek olir!
Şişeli lamba mı yanacak direkte?
Yananda görirsen ne yanar!
Ne yanacak? Söyle amca!
Hastir ola, ben bilmirem, ne sorirsen!
Bir hafta sürmedi direklere tel çektiler, poselen duyların üstüne tenekeden şapka taktılar. Duyun ucuna camdan top taktılar. Gece oldu yandı, bağırdım, alatirik, alatirik! Işığı odamıza vuruyordu, kapalı perdelerin arkasında, alnımı cama dayıyarak saatlerce elektiriği seyrettim! Aileme sırtımı döndüğüm ilk gecemdi,sonrası geldi!
Sokak lambası elektiriklenince tüm sokak sakinleri evlerine bu parlak ışığı almak istediler, tabi babamda!
Evimizin duvarlarına dışı kurşun içi siyah kağıt döşeli, parmak kalınlığında borular döşediler. Boruların içinden teller geçirdiler, her tavana duy dedikleri fincanları, duvara anahtar dedikleri şeyleri taktılar. Ampül dedikleri cam topları duya takıp anahtarı tık edince camlar yandı ortalık aydınlandı ki anlatılır gibi değil! Sanki odamıza güneş doğdu, gölgeler kaçtı kayboldu!
O gece elektirik borularını, duyları, anahtarı ve ampülleri seyrettim, ne anne babamı, ne abimi farkettim! Ne çişim geldi, ne de karnım acıktı, ama yüz kere mutfağa, yüz kere helaya gittim! Işık içinde hela daha pis, mutfak daha bir fakir göründü. Karanlıkla aydınlığın farkını o gece gördüm ve gerçekleri görmenin her zaman mutluluk vermediğini öğrendim!
Bayram Leventoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
LAMBA DİREĞİ (2)
Ertesi akşam aynı saatinde yani vakit yatsıyı gösterdiğinde değişmeyen kahve renkli paltosu, kara lastikleri, siyah pantolon ve üstüne giydiği beyaz kazağıyla ordaydı. Randevusuna sadık bir dost gibi geceyle buluşuyordu yine. Bu kez biraz daha anlı dik görmüştüm onu. Direğin hemen yanında biraz yüksekçe olan kaldırımın üstünde oturuyordu. Bakkala gitmek isteyen mahalleli onun yanından geçmek zorundaydı. Çünkü mahalle bakkalına giden tek yol, onun durduğu yerden geçiyordu. Bakkala gitmek için yola koyulan birkaç komşunun aldırışlarına ılımlı beden tepkileriyle karşılık veriyor, hatta bazılarıyla kısa diyaloglar bile kuruyordu. Hiç konuşmasına tanık olmadığım birinin diyaloglarını izlemek, dilsiz birinin bir anda dile gelmesine tanık olmak gibi muciz bir durumdu...
Uzun zamandır beklediğim an gelmişti. Gidip konuşacaktım. Zaman ve karar. Merak ve soru. Sorgu ve yazgı. An'a ve oluşa karar veriyorlardı hep birden... Üzerime aldığım deri siyah mont ve boynuma doladığım bordo renkli kaşkolla lamba direğinin altındaki yabancıya doğru yürüdüm. İki dakikalık yol iki saat olsun istiyordum. Zira zihnimde hazırladığım her şey bir anda yok olmuştu. Sınav heyecanına tutulmuş bir öğrenciyi çağrıştırıyordu halim. Hafızam sıfırlanmıştı sanki. Yolun bitmemesini istiyordum. Nerden ve nasıl başlayacaktım konuşmaya. Ne diyecektim. Neleri soracaktım. Zihnimin parçalanan metinlerini bir araya getirmeye çalışırken bir anda kendimi onun karşısında buldum...
Yol bitmiş. Zihin, fonksiyonunu yitirmişti... Bitişten başlangıçların, başlangıçlardan bitişlerin doğduğu"kısır döngü" hayat sahnesinde kendime düşürdüğüm rolü oynayacaktım...
Tedirgin bir kafa işaretiyle reverans yaptım. Aynıyla karşılık verdi.
"Merhaba" diyebildim güçlükle.
"İyi akşamlar" diye karşılık verdi, boğuk bir ses tonuyla. Bir süre sus pus oldum. Öylece kalakaldım. Gelişi güzel ve maksatsızca ellerimi bir sağ bir sol cebime atıp çıkartıyordum. Cebindeki faturayı bulamamış bir abonenin tedirginliği gibi bu kez pantolon ceplerini kolaçan ediyordum... Heyecan ve kaygı kafatasımın tavanına tazyikle vururken anlamsız el hareketleriyle teskin arıyordum, sessiz ve çocukça... Bu savruk ruh girdabından beni çekip alan kararlı bir sesle irkildim; "Buyurun" dedi. Ve "Konuşmayı pek sevmem" diye peşi sıra devam etti. Kısa bir duraksama anından sonra dilim, suya atılan şekerin çözülmesi gibi ağzımda bir anda çözüldü; "Sizi uzun bir zamandır gözlüyorum. Bana, dahilik ve delilik hattında dolaşan ve tarihin haklarında kayıt düştüğü insanları hatırlatıyorsunuz. Hatırladığım bu insanların dilden dile dolaşan öyküleri var. Bu öykülerinde, bireylere, toplumlara ve yaşama dair bıraktıkları aydınlıklar nispetinde alıp götürdükleri karanlıklar bulunmaktadır. İşte bu öykülerde açıklanmamış, onlarla birlikte yitip gitmiş olan gizil taraflar var. Bu gizil ayrıntılar-taraflar onların aşamadığı tek dilemmaları olmuştur belki de. Sizin bir dilemmanız veya yaşama dair küskünlüğünüz var mı?" diye bir solukta konuşarak sordum ve pür dikkatle diyeceklerini bekledim...
Başını sağa sola salladı. Yüzünü kapayan, dağınık ve kirli uzun saçlarını ikiye ayırarak geriye doğru itti. Ardından bıyık altı bir tebessüm vererek derin bir iç geçirdi. Sonra kendinden emin ve fakat kısık bir sesle; "merakla başladın gözlemine ve hep bir yanın merakla işve edecek. Zira yanıtı bulunmuş sanılan hayat, koca bir sır, kesif bir soru ve merakın elinde küresel bir oyuncak olarak hep kalacaktır. Öykümü, dilemmalarımı ve hayatla ilişkimi merak ediyorsun. Aslında merakında olduğun ne öykümdür ne dilemmalarım ne de küskünlüklerimdir.. Merak ettiğin ve peşinde olduğun şey bir kişi ya da bir portre değil. Hayat denen serabı merak ediyorsun sen...
Soruyorum sana genç adam; serap gerçek, gerçek ise yalan olur mu. Zihnin sarhoşluğudur serap. Ve zihin hayatın-varlığın kendisidir. Varoluş çölünde her sarhoş yani her insan serabına mukadder bir yürüyüşle sürüklenecektir. Ve yitinceye kadar da bu yürüyüşünü aralıksız devam ettirecektir. Bu serap yolunda yürürken bezen tökezleyecek, bazen hızlanacaksın, arkandan esen rüzgarlar bazen önden esecek, bazen yolunda çıyanlar, akrepler, örümcekler peyda olacak bazen de dolunaylar, yıldızlar yoluna ışık ve yön olacak, bazen çoğalarak bazen de azalarak yürüyeceksin. Ve bazen de ihaneti ve vefayı aynı anda göreceksin. Küsecek ve küstüreceksin bu yolda. Azmin her geçen yılla zayıflayacak ve yürüyüşünde ağırlaşacaksın. Serabına yaklaştığını kalp ritimlerinden anlayacaksın. Serabına ulaştığında ise..."
"evet ulaştığımda ne olacak."
"Merakınla başladın, merakınla yürüyecek ve merakınla yitince öğreneceksin genç adam. Beni, dahilik ve delilik hattında yaşayanlara benzeterek ketum yanlarımı merak ediyorsun. "Fanilik köyünde akıllı ile deli birdir. Denizin dibinde taş ile inci birdir..." diyen Fuzuli'yi anladığında bende aradığın sırrın aslında kendinde olduğunu göreceksin. Ama kendinde aradığın sırra ne merakın ne de hayatın kafi gelir. Hadi genç adam silkin ve varoluş çölünde kaldığın yerden serabına yönel."
Beynimin, ruhumun ve yaşam arzımın fay hatlarını tetikleyen bir konuşma yaptı. Sonra kafasını her zaman ki gibi acı bir gülümsemeyle salladı ve yanımdan geçip serabına doğru yürüdü. Serabı neydi ve ne yöndeydi acaba? Hem fark eder miydi ki, "...İyi ve kötü sayma işi ortadan kalkınca meyhane ile mescit birdir" diyen bir Fuzuli dolaşırken tarihin sokaklarında...
Yenilenmiş ve derinleşmiş bir merak gözünü bana bırakarak, gecenin zifiri perdesini tırmalayan köpek ulumaları ve şavkıyan ay'ın eşliğinde sırlı serabına doğru ritmi düzensiz kalp atışlarıyla yitip gitti...
Kendini tanımlayan, kendini duyan, duyuşuna duruş olan, ruh ve zihin merkezini belirleyen her insan, merakın mecazından sırların hakikatine doğru revandır...
Nihat Turan nihat_turan@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
"BEKÇİ MURTAZA" ÜZERİNDE ANALİTİK BİR ÇALIŞMA
"Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren.
Nereden, nasıl öğrendiğin, diploman, hatta neler bildiğin de önemli değil.
Ne yaptığın önemlidir."
Orhan Kemal
I. Giriş
"Murtaza", 20. yüzyıl Türk edebiyatının başta gelen yazarlarından biri olan Orhan Kemal'in (1914-1970) ölümsüz eserlerinden biridir. İlk baskısı 1952 yılında yapılan roman, 1964 yılında genişletilerek yeniden yazılmıştır. Orhan Kemal, 1969 yılında romanını "Bekçi Murtaza" adıyla oyunlaştırmıştır. Bugüne değin pek çok kez sahnelenen "Bekçi Murtaza" iki defa da sinemaya uyarlanmış; ilkinde Müşfik Kenter, ikincisinde Müjdat Gezen tarafından başarıyla canlandırılmıştır.
Bu yazı, Orhan Kemal'in "Bekçi Murtaza" tipinden hareketle, toplumsal hayatımızda sıkça karşımıza çıkan "gerçek Bekçi Murtazalar" üzerinde "analitik" bir çalışma denemesidir.
II. "Bekçi Murtaza" Tipinin Genel Özellikleri
"Bekçi Murtaza" tipinin genel özellikleri şu şekilde ifade edilebilir:
• Dar görüşlüdürler. Hayat, onlar için siyah ve beyazdan ibarettir. Başka renklerin de olabileceğini kabul etmek, onlar için dayanak noktalarının (=varlık nedenlerinin) yıkılması anlamına gelir. Bu yüzden "mevzilerini" ölümüne korumaya çabalarlar. Mevzi diye kendilerini paraladıkları yerin 2 metrekarelik bekçi kulübesi olması onlar için önem arz etmez.
• Uzlaşmacı değil inatçıdırlar. İnatçılıklarının temelinde sağlam bir dünya görüşü yatmaz, esasen sağlam bir dünya görüşünü destekleyecek bilgi ve birikimden yoksundurlar. Kendi dünya görüşlerinin sorgulanmasından korkarlar. Bu bağlamda, içe dönük ve dolayısıyla dışa kapalı bir yaşamı yeğlerler.
• Karşıt görüşleri zekalarıyla (!) değil; zor kullanarak, sindirerek, gerekirse terör estirerek bastırmaya eğilimlidirler. Düdük öttürmek için bilgi, birikim ve donanım gerekmez.
• Kasıntı tiplerdir. Varlıkları bile insana kasvet ve sıkıntı verir. Duruşlarına ekşimsilik, bakışlarına bönlük hakimdir. Saldırgan tavırlı ve neşe katilidirler. Empati ve sempati yoksunudurlar.
• Kendilerini "nedense" çok önemli görürler. Yaptıkları işin dünyanın en önemli işi sanırlar ve herkesin kendilerine hayran olmasını beklerler. Oysa, aklı başında herkes onlara acı acı gülmektedir.
• Amirleri olmadan yaşayamazlar. Kraldan çok kralcıdırlar. Emir almak onlar için su gibi, ekmek gibi yaşamsal zorunluluklardandır. Onlar için "başarı", sadece ve sadece amirlerinden taltif görmektir. Bu anlamda, bir kişiliklerinin olduğu da söylenemez. İşin tuhafı, amirleri bunları adam yerine bile koymaz. Tebessüm edilen, alay edilen bir "nesne" olduklarını hiçbir zaman anlayamazlar. Bu yönüyle de "acınacak" insanlardır.
• Namuslu ve dürüst görünürler. Ancak namus ve dürüstlük anlayışları şekli bir takım davranışların ötesine geçemez.
• Düşünerek, analiz ve kıyaslama yaparak değil, "ezberleyerek" öğrenirler. Bu yüzdendir ki, "ezberlerini bozan" en ufak bir düşünceye delice bir kin beslerler.
• Kendi içlerinde tutarlıdırlar ve çelişkileri yoktur. Çünkü düşüncelerini sınayacak otokontrol mekanizmalarını bile-isteye ellerinin tersiyle iterler. Etrafı mutantan duvarlarla örülü kısır bir düşünce dünyası içinde nefes alıp verdiklerinden, doğal olarak tutarlı bir çizgide yaşamlarını idame ettirirler.
• Demokrat değildirler. Karşıt görüşlerin ifade edilmesi, ifade edilmesi ne kelime, karşıt görüşlerin olabileceği bile onları huzursuz kılmaya yeter.
• Görev adamıdırlar. "Görev" diye bildikleri de, amirlerinin direktiflerinden ibarettir. Bu yönüyle idare edilmeye, "güdülmeye" pekala elverişli bir tabiatları vardır. Tek parti yönetimlerinin ideal vatandaş numunesidirler. Kendilerine emir verecek insanlar bir şekilde ortadan kalksa sap gibi ortada kalırlar. "Kendi başlarına" bir kıymetleri yoktur.
• Özgürlükçü değil yasakçıdırlar. İnsanları fiillerine göre değil, kendilerince varsaydıkları "niyetlerine göre" konumlandırırlar. Sorunları kuru bir tahakkümle, jakobence, tepeden inmeci yöntemlerle halledeceklerini zannederler, fakat sorunun asıl kendilerinden kaynaklandığını asla anlayamazlar.
• Konuştukları kelime sayısı yetmişi geçmez, ki bu yetmiş kelimenin önemli bir kısmı küfürdür. "Seviye" lügatlarında bulunmaz. Yazıyla zaten araları yoktur. Elifi görseler mertek sanırlar.
• Haindirler. İçinden çıktıkları toplum katını küçümser ve hor görürler. Farklılıkları; öze değil, şekle ilişkindir. Düdüksüz, copsuz ve üniformasız olduklarında ruhen çıplaklaşırlar.
• Bekçilik o denli ruhlarına işlemiştir ki, bulundukları her "yerde" gelip geçenleri kontrol etmek, kafa yapısına uymayanları dışarı çıkarmak gibi akla ziyan hareketlerde bulunurlar.
• Devekuşu tabiatlıdırlar. Gerçeklere gözünü yummayı çok kolay başarırlar. Saf tuttukları çevrenin (grubun, partinin vs.) ona empoze ettiği kalıpları kör değneğini beller gibi bellemişlerdir. Sınırları başkalarınca çizilmiş bir alanda yaşadıklarını sanırlar. Özeleştiri yapma yetenekleri yoktur.
III. Sonuç
Üzerinde analitik çalışma yaptığımız "Bekçi Murtaza" tipi, toplumsal yaşamda karşılığı ve çeşitli türevleri olan gerçek bir varlıktır. Unutmamalıyız ki, her an her yerde Bekçi Murtazalar karşımıza çıkabilir. Gerçek Murtazalar, çeşitli mesleklere mensup olabilirler ancak mesleki unvan ve kıyafetlerinin altında bozulmamış "bekçi" hüviyetlerini muhafaza ederler. Tedavileri zor hatta imkansız olan bu insanları, mümkün mertebe yok saymak, boş laflarına kulak tıkamak ve kendi hallerine bırakmak sanırım en akılcı davranış olur. Çünkü sözden anlar fıtrata sahip değildirler.
Aziz Baysal azizbaysal555@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 3.973 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
- S İ Y A H - B E Y A Z B İ R F O T O Ğ R A F -
ben seni sevdim, hem de asıl isimle
yalansız, duraksamadan, öylesine hesapsız
sade yanında olmaktı, seninle konuşmaktı,
yanyana yaşamaktı bütün hesabım
tıpkı o siyah-beyaz resimlerdeki gibi
ben seni sevdim, işte tam bu resimle
biraz flu, o anda bile eski zamandan bir iz
sırlar dolu seninle yanyana olduğumuz her an
ve tekrar yanyana geldiğimiz zaman
sanki iki insan değil iki yabancı cisim
ben seni sevdim, yabancı bir cisimle
yüreğimle değil, sanki başka şekilde
sanki taşa oyulmuş bir hayaldin sen
ya da çıkmaz boyalarla yapılmış bir resim
ve üzeri kaplı, göz alan bir simle
ben seni sevdim, üzerindeki simle
parıltını sevdim, yalınlığını örten
bir tül, gümüş bir tül örtülü hep yüzünde
en güçlü duygularını bile gizlerken sen
dudaklarında sanki hep tek bir isim
ismimi en güzel sen söyledin
sen beni sevdin
Gül Ozan
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Kapının önünde bir karartı var ama seçemiyorum. Buruşturup atılmış bir gazete parçasını bir kediye benzetiyorum diye düşünmüştüm. Yaklaşınca aslında onun turuncunun en güzel renklerini barındıran, araya serpiştirilmiş siyah küme küme tüyleriyle daha doğrusu bütün kedilerin bütün desen ve renkleri, sarı,turuncu, beyaz, gri, siyah... Kedi sever misiniz? http://www.kedigen.com/konu/19/3602
...Hangi hayvan türünün daha fazla tepki verdiği bilimsel olarak izah edilememiştir. Balık ve sürüngenlerin daha duyarlı olduğuna dair ip uçları vardır ancak en fazla köpeklerin verdiği tepkilerden söz edilmektedir. Bununda muhtemel nedeni bu hayvanların yakın çevremizde olmalarıdır. Yine de bazı araştırmacılar, köpeği en duyarlı hayvanlar arasında saymaktadırlar... Peki ya köpekleri sever misiniz? http://www.havhav.com/konu/13
Bu Sitede her türlü çıldırtan ve zıplatan materyal bulabilirsiniz. Bu dökümanları ister sevdiklerinize gönderir ve onlarla paylaşırsınız, isterseniz turşusunu kurarsınız ! Siteye her gün, her saat, her dakika yep yeni içerikler eklenmektedir. Günde en az 2 kez ziyaret ediniz. Hatta alın yatağı yorganı, bir köşeye kıvrılın. Mizah, hem de köküne kadar http://www.mizahturk.com
Siz depresyon nedir bilir misiniz? http://www.psikiyatrist.net/depresyon.htm kısa yolunda depresyon ve diğer psikolojik sıkıntıları, nedenlerini ve tanımları doğru yapabilmeniz için ipuçlarını bulacaksınız.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Spy Sweeper 4.5.5 [8.1 MB] Windows 14 günlük Deneme (29.95$)
http://www.webroot.com/shoppingcart/tryme.php?bjpc=64011&vcode=DT02 İnternete bağlanan her bilgisayarın mutlaka edinmesi gereken bir program. Eğer bilgisayarınızda durduk yerde pop-up reklamlar çıkıyor, tarayıcınız kendiliğinden birtakım sitelere bağlanıyorsa hiç vakit geçirmeden bu programadan edinin derim. Spyware, Malware denilen reklam programlarını temizleyebilen ve koruyucu kalkanıyla bir daha etkilenmemenizi sağlayan yetenekli bir program. Ben dikkatliyim demeyin, 14 günlük denemeyi yükleyip kullanın. Bakın görün neler çıkacak bilgisayarınızda. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|
|
|
|